Biraz duygusal biraz tebessümlü bir bölüm ile sizlerleyim.
ÖBB evreni, diğer kitaplarım ve kitap karakterlerim için başlattığım soru cevaplara katılmak isterseniz ınstagram üzerinde buluşalım.
Kitap hesabımız: olumlebasbasaaofficiall
Bölüme başlamadan önce yıldıza basmayı ve satır arası yorumlarını bana sunarak fikirlerinizi belirtmeyi unutmayın ballarım.
28. BÖLÜM SEVİLENLER VE SEVGİSİZLİĞE MAHKÛM OLANLAR
Yüzümdeki salak saçma tebessüm günlerdir bana yapışmış gibiydi. Saçma sapan yerlerde gülümsememe engel olamadığımdan bütün timin gözleri de haliyle benim üzerimdeydi.
Elim dudaklarımın üzerine kapalı vaziyette gülümsememi saklamaya çalışırken bana yaklaşan ere bana yaptığı gibi baş selamı vererek yanından geçtim. Tugaya girdiğimde dinlenme odasından gelen konuşma seslerine yönelerek içeri girdim.
Kalkmaya yeltenen adamları oturttuğumda, “Günaydın beyler!” diyerek şakıdım.
“Günaydın.” Hepsinden bir gelen kelimeye gülümsediğimde cebimde titreyen telefon ile hızlıca ekranı açtım. Birkaç gündür rutin haline gelen olay gene tekrarlanmıştı.
Tabii yemekten sonra işler biraz karışmış, eve geçer geçmez dayanamayarak Göktuğ’u aradığımdan sabaha kadar konuşmuştuk. O günün üzerinden geçen birkaç günde de sabahları günaydın, akşamları iyi geceler tarzı mesajlar ile güne başlayıp bitiriyordum. Tabii arada hâl hatır sormalar ne yaptığımı merak etmeler falan...
Armin Tan: Sana da dümdüz günaydın psikolog bey. (08.35)
Kuru kuru günaydın mı denirdi Allah aşkına?
Göktuğ: Günaydın aşkım mı diyeyim? Çok hızlı, hiç benlik değil biliyorsun… (08.35)
Ay haspama bak! Bir de ağırdan alıyordu ki kendini anlatamam yani…
Armin Tan: Tercih meselesi tabii ki… (08.36)
İçimdeki konuşma isteği beni sıkıştırdığında apır sapır ne varsa yazasım geliyordu.
“Komutanım size diyorum?” Şaşkınlıkla başımda bekleyen Yıldırım’a baktığımda, “Ne dedin? Anlamadım.” diyerek mırıldandım.
Yıldırım kıstığı gözleriyle bana baktı. “Komutanım kahvaltıya çıkacağız, geliyor musunuz diyorum.”
Hızlıca ayaklandığımda benimle beraber kalkan adamların hepsinin gözleri bendeydi. Maşallah bu anı bekliyorlarmış gibi gözleri üzerimden bir saniye bile ayrılmıyordu. Bakışlarına daha fazla mağdur kalmak istemediğim için merdivenleri koşarak çıktım. Sabah içtimayı Kalendere devretmiş ve heyecan krizlerimi dindirmeye çalışarak tugaya gelmiştim.
Evet! Tugaya heyecanımı göz ardı etmek adına resmen yürüyerek gelmiştim…
Yemekhaneye girdiğimde time ayrılan masanın en baş köşesine yerleştim. Eski günlere nazaran dolup taşan yemekhane pek iç açıcı gözükmüyordu açıkçası. Kahvaltılıklarını alan adamlar masaya yerleştiğinde Kalender sağ olsun bana da bir tabak hazırlamıştı. Tabağı elinden aldığımda, “Teşekkür ederim.” diyerek mırıldandım.
Kalender ağırca başını salladığında, “Keşke tam anlamıyla ayrıldığımızı bana da söyleseydin de bütün soru yağmurlarını tek başıma çekmeseydim Armin.” Diyerek boş bakışlarını yüzüme attı.1
Bakışlarım istemsizce boş kalan parmaklarıma kaydığında heyecandan unuttuğum gerçek yüzüme tokat misali çarpmıştı. “Kalender ben gerçekten unutmuşum, çok özür dilerim kusura bakma lütfen.”
Kalender başını iki yana sallayarak çatalına sapladığı peyniri ağzına attı. Bakışlarım istemsizce Kalender’in yanında oturan Tekin’e kaydığında onun da bana baktığını gördüm. Kaş göz hareketleriyle boşandınız mı sorusunu yönelten adama göz devirmekle yetindim.1
Önümdeki kahvaltılıklarımı sakince yemeye başladığımda yemekhanede büyüyen konuşma sesleri başımı ağrıtmaya başlamıştı.
Yan masadaki yeni gelen tim üyelerine çatık kaşlarım eşliğinde baktığımda hepsinin alt rütbeli olması işime gelmişti. “Beyler biraz susup icraat mı yapsanız acaba? Başım çatlayacak az kaldı, yeter artık.”
Masada oturan en üst rütbeli Teğmen, “Kusura bakmayın Komutanım.” Diyerek arkadaşlarını susturdu. Maşallahları vardı gerçekten, geldiklerinden beri çeneleri bir saniye durmamıştı.2
Önümdekileri hızlıca yediğimde kısa bir süre içerisinde tabldot boş kalmıştı. Avuç içime aldığım minik çay bardağını ellerimi ısıtmak adına kullanırken çalan telefon sessizleşen yemekhanede duyulmuştu. Sakince cebimden çıkardığım telefonda yanan isim ile hızla ayaklandım.
“Ne oldu?” Telaşla sorduğum soru eşliğinde hızlıca kapıya yöneldim.
Erdem’in sesini duyar duymaz çay bardağını resmen fırlatarak koridora koştum. Pata küte indiğim merdivenleri zemin kata geldiğimde koşarak ilerlemeye başladım. Karşımdaki deri kapıyı ittirdiğimde Çağla ve Erdem ikilisinin dev ekranın önünde durduğunu gördüm.
“Ne oluyor?” Telaşla etrafa bakınırken dev ekranda oynayan video ile olduğum yerde çakılı kaldım.
“Evet, kameraya el sallayın askercikler.”
Yan yana dizilmiş Yiğitler timi elleri kolları bağlı vaziyette pislikten gözükmeyen bir odada otururken onları çeken kansızın sesi kulaklarıma doldu. “Bakın nasıl da eğleniyor güzel arkadaş askerler.” 7
“Ağzını kırıp bir taraflarına sokmamı istemiyorsan bırak o kamerayı şerefsiz!” Sezer’in bağırışını duyduğumda yanındaki Göktürk tarafından bacağına yediği tekmeyle sustu.
“Bak Komutan sus diyor, hadi kes sesini asker.” Adamın iğrenç sesi ve Sezer’in sövüşleri birbirine karışırken video hızla kapandı.
Çağla kollarını göğsünde bağlamış vaziyette bana döndüğünde kısık gözleri altından bana baktı. “Nasıl ama?” Kaşlarım şaşkınlıkla havalandığında, “Ne zaman geldi bu video?” diyerek ileri adımladım.
Çağla alt dudağını öne çıkardığında, “1 saat önce atmışlar ama bize anca ulaştı.” diyerek mırıldandı.
Erdem, “Bir sorun olduğunu sanmıyorum Göktürk oldukça rahat gözüküyor.” dedi sakince.
Dilimi damağıma vurdum. “Tabii rahat olacak karşısında ezilip büzülmesini mi bekliyordun Erdem? Albaya haber verdiniz mi? Konumlarına ulaşabiliyorsak benimkilerle konuşabilirim hemen.”
Erdem başını salladı. “Albayın haberi var ama konuma şu anlık ulaşamıyoruz.”
Çağla çenesini sıvazlayarak, “Ne kadar ileri gitmiş olabilirler?” dedi fısıldarcasına.
Kaşlarım çatıldı. “Nasıl yani?”
Çağla bana döndü. “Diyorum ki, en son kampı patlatıp Şîyar’ı bulmaya çalıştıklarını öğrenmiştik… O süre zarfında ne kadar ilerlemiş olabilirler?”
Az önce izlediğim video aklımın içinde dönüp dururken masada oturan adamlardan birine döndüm. “Şu videoyu tekrar açsanıza bir.” Video oynamaya başladığında yan yana oturan adamları saydım. Saydım, saydım, saydım. Ama bir eksiklik vardı.
Çağla ve Erdem aynı hızda videoya döndüklerinde ikisi de şaşkınlık dolu bir nida çıkardı.
Yanımda kalan adama döndüm tekrardan. “Ural’a çağrı gönder hemen.”
Adam Ural’a beşe yakın çağrı gönderdiğinde karşı tarafta herhangi bir hareketlilik yoktu.
“Bu işte bir terslik var…” Kendi kendime söylenirken Çağla beni onayladı. “Kesinlikle. Belki de bilerek içeri girdiler, sonuçta Şîyar’ı aramıyor mu bunlar? Ural’da ortalıkta olmadığına göre bir iş var ama…”
Erdem çalan telefonunu açarak konuşmaya başladığında Miralay ile konuştuğunu anlamış oldum. Birkaç bilgi vererek telefonu kapattığında bize baktı. “Bari çay kahve bir şeyler alıp geleyim gün uzun duruyor.” Erdem’i onayladığımda yanımdan geçip giden adama kısaca baktım.
Bu görev oldukça uzamıştı. Şîyar’ın kaçmasına anlam veremezken şimdi bir de esir düşme durumu söz konusuydu.
Kollarımı bağlayarak arkamdaki sinema salonunun duvarlarını andıran duvara sırtımı yasladım. Bakışlarım Çağla’nın üzerindeyken, “Sence gerçekten esir mi düştüler?” dedim sakince.
Çağla bakışları ekrandan bir saniye ayrılmazken yavaşça dudaklarını araladı. “Sanmam. Sanki içerdekileri oyalıyorlarmış gibi bir havaları vardı.” Bana da öyle geliyordu. Göktürk’ü çok tanıma fırsatı elde edemesem de böyle bir tongaya düşeceğini sanmıyordum. 1
Kapı yavaşça aralandığında Erdem elindeki tepsiyle bana yaklaştı. Tepsiden bir kupa aldığımda odadaki herkes aynı hareketi tekrarladı. “Eline sağlık Erdem.” Kupayı hafifçe havaya kaldırarak başımı eğdiğimde Erdem gülümsemekle yetindi.
Kahvenin keskin kokusu kısa bir sürede odayı sarıp sarmalarken sıcak kahveden ufak bir yudum aldım. Anlaşılan günün yarısını burada geçirecektik…
KURTULUŞ
Son dosyayı okumaya başladığımda Kalender’in dosyayı reddetmesinin sebebini arıyordum. Çatlayan başım gözlerimin yerinden çıkacakmış gibi hissettirmesine neden olurken bir elimi alnıma yaslayarak gözlerimi kapattım.
Erdem, ben, Çağla ve geri kalan arkadaşlar kaç saattir oturuyorduk gram fikrim yoktu. Belli bir süreden sonra sıkıldığım için odadan dosyaları alıp geri buraya gelmiştim. Önümdeki dosya yığınının bitmesi için son kalan dosyam da ellerimin altında duruyordu.
Sayfaları çevirmeye devam edip bütün yazılanları okuduğumda Kalender’in reddetme sebebini de anlamış olmuştum.
“Komutanım çay alın.” Erdem elindeki tepsiyle dibimde beklerken hızlıca bir ince belli bardağı alarak arkama yaslandım. Dönen sandalye istemsiz bir hareketim sonucu yana savrulduğunda elimdeki çay saniyeler içinde bütün bacağıma dökülmüştü.
Dişlerim sinirden birbirine kenetlendiğinde Çağla soluğu dibimde aldı. “Komutanım iyi misiniz?”
Çay bardağını sertçe masaya bıraktım. “İyiyim Çağla kurur birazdan.” Bacağıma yapışan kamuflaj pantolonu baş ve işaret parmağımın arasına sıkıştırarak hafifçe çekiştirdiğimde boş bakışlarımı ıslanan bölgeye bıraktım.
Çay sıcaktı ama bacağım pek yanmamıştı, o yüzden de herhangi bir sorun yoktu.
“Dikkat edin komutanım, yorgunsanız siz odaya çıkın önemli bir şey olursa haber veririz zaten.” Çağla cevap bekler gibi yüzüme baktığında elimi bacağımdan çektim. “Gerek yok ben uykumu aldım, bir çağrı daha gönderin arkadaşlar.” Önce Çağlaya sonra yanımda oturan elemanlara baktığımda ekrana bir çağrı uyarısı düştü.
Sıkıntıdan dosyaları karıştırmaya devam ederken odaya yayılan sinyal sesi ile hızlıca ayaklandım. Ekranda bir hareketlilik meydana geldiğinde Ural’ın yüzünün çeyreğini gördüm.
Sessizce, “Herhangi bir sorun yok, içeriye bilerek girdiler. Şîyar’ı bulmak adına etrafı tarıyorum, bugün böyle geçsin sonra bizimkileri almaya geri döneceğim.” diyerek nefes nefes kısık sesini duyurdu.
Ekrana yaklaştım. “Ural, içeride onların can güvenliğine dair bir bilgi var mı elimizde? Bu kadar kesin konuşuyorsun ama umarım olabilecek sorunları da göz önünde bulundurmuşsunuzdur. Bari yanına Sezer’i alsaydın, içeride pek rahat durmuyor çünkü…” yüksek bir sesle ekrana konuştum.
Ural kameralı kaskını başına yerleştirdiğinde karlı arazi etrafta beyaz dışında bir renge ev sahipliği yapmamıştı.
“Komutanım her şeyi düşündük siz rahat olun, sürekli çağrı göndermenize gerek yok çünkü her fırsatta irtibata geçemiyorum… Eğer hiçbirimize ulaşamazsanız Göktürk komutanım size sinyal yollayacaktır, üzerine yerleştirdiği cihazı aktif ettiği taktirde destek timini bölgeye yollayabilirsiniz.” Ural nefes nefese yürümeye devam ederken sürekli hareket edip, sağa sola bakındığında görüntü sallanıp duruyordu.
Ellerimi birbirine vurarak, “O zaman sinyali alır almaz ekibi yollarım haberin olsun. Ayrıca Göktürk’e bunu söyleyebiliyorsan söyle çünkü biz kendilerine ulaşamıyoruz.” Dedim hafif kinayeli sesimle.
Ural başını salladığına kaskı da hareketlenerek bir zemini bir havayı hedef aldı. “Tamamdır komutanım, şimdilik kapatsam sorun olur mu?” Kollarımı göğsümde bağlayarak başımı salladım. “Tamam kapat ama elinden geldiğince bizi bilgilendirmeyi unutma…”
Ekran hızlıca kapandığında beyaz cızırtılı tanecikler kendi aralarında dans ederek gözlerimi esir aldı.
“Tam da düşündüğümüz gibi…” Çağla kendi kendine mırıldandığında gülümseyerek başımı salladım.
Kollarım göğsümde ayakta dikilmeye devam ederken cebimde titreyen telefon ile irkildim. Elim hızla üzerimdeki bütün ceplerde gezindiğince diz kapağımın hizasındaki minik cepte hissettiğim ağırlık ile telefonuma ulaştım. Mesajın kimsen geldiği beni şaşırtmazken dudaklarım birbirinden ayrılarak geniş bir gülümsemeyi karanlık odaya yansıttılar.
Göktuğ: Direkt arayacaktım ama iş başında telefonla konuşup konuşamadığın konusunda kararsız kaldım açıkçası… (13.56)
İstemsizce kıkırdadığımda üzerime dönen bakışlar ile gülümsemem yüzümde döndü. Bakışlarım odada bulunan bütün vatandaşlarda gezindiğinde umursamazca, “Ne var be, gülmek de mi yasak?” dedim şaşkınca.
Erdem dudaklarını büzerek kollarını göğsünde toparladı. “Valla komutanım pek içten güldüğünüze şahit olmayınca insan şaşırıyor hâliyle.” Erdem’e delici bir bakış attım. Genel olarak odaya bir bakış attığımda, “Dönsenize önünüze arkadaşlar! İşiniz yok herhalde?” diyerek söylendim.
Hepsi sakince eski konumlarına dönerken kararan ekrana tıklayarak yavaşça tebessüm ettim. Sanki bilmiyordu yalancı!
“Ben benimkilere bakıp, nefesleneyim hemen geliyorum.” Ortaya genel konuştuğumda koşar adımlarla odayı terk ettim. Spor salonunu her zamanki gibi boş görmeyi beklerken barfiks çeken asker, geveze timin komutanıydı sanırım…
Üzerindeki kısa kollu tişört terden karnına yapışmış vaziyetteydi. Derin nefes sesleri boş salonda yankılanırken, “Kolay gelsin!” diyerek spor salonundan çıktım.
Adamda odundu herhalde. Tim geveze, komutan lâl… Baştan aşağı garip bir timdi gerçekten.1
Koşarcasına dışarı çıktığımda, lapa lapa yağan kar ile göz devirdim. Tugayın bahçesindeki kalabalık oflamama neden olurken tugayın arkasına, hastanenin geniş alanına doğru yürümeye başladım. Elimdeki telefondan rehberin üstlerinde yer alan isme bakarak yavaşça gülümsedim. Numaraya basarak telefonu kulağıma dayadığımda daha çalış sesini duyamadan onu duydum. Naif ve hoş, erkeksi sesini…
Gülümsemem büyürken, gözlerim kısılmış olduğundan sıfır görüş alanıyla yürümeye başladım. “İyiyim, sen nasılsın? Neler yaptın? Yoğun muydu programın?”
Karşıdan gelen gülme sesiyle ağzım iki yana ayrılmamak adına zor duruyordu.
“Hangisinden başlayacağımı bilemedim… Ben iyiyim, az önce bir randevum vardı bitirip ara verince ne yaptın sorayım dedim. Programım da yoğun değil, tabii kime göre neye göre…” hoş sesimi kalbimi tekletirken bir elim dudaklarımın üzerine kapandı.
Kendi kendime verdiğim mücadeleyi hissetmiş gibi, “Sen iyi misin? Mırıldanıyorsun gibi duyuyorum ama anlam veremedim açıkçası…” dedi gülerek.
Gülmese miydi acaba? Acaba gülmese miydi?
Doğruyu söyleyerek, “Heyecanlanıyorum, tabii senin için aynısı geçerlimi bilemem. Sonuçta kime göre neye göre, öyle değil mi?” dedim sakin tutmaya çalıştığım ses tonumla.
Karşıdan birkaç hışırtı duydum. “Yani tabii ses duymak da bir heyecan yaratıyor ama görmedikten sonra pek fayda etmiyor desem yalan olmaz.”
Dudaklarımı kemirirken, “Sen ağzındaki baklayı çıkarsan mı acaba?” dedim alay edercesine gülerek.
Karşıda kısa bir sessizlik oluştu. Bu adam bordo bereli bir kadına tutulduğunu ne zaman anlardı orasını da Allah bilirdi herhalde…2
“Sen akşam kaç gibi çıkıyorsun? Ya da çıkıyor musun? Yani pek fikrim yok o yüzden saçma sapan her şeyi sorasım geliyor…” Kendi kendine ağzının içinde mırıldanan adama karşılık gür bir kahkaha patlattım.
“Şimdi şöyle, ben bir haftadır falan burada yatıp kalktığımdan bayılmam an meselesi ama bugün eğer bir aksilik olmazsa eve gideceğim. Genel olarak net bir saat söyleyemem ama dediğim gibi bir aksilik olmazsa, yedi- yedi buçuk arası çıkıyorum diyebilirim.” Tahmini bir şeyler mırıldandığımda karşıdan anlamlandıramadığım bir mırıldanma duydum.
Çekingen bir nefesin ardından, “Seni almamı ister misin?” dedi. O içine kaçmış sesinin altında bir utanç mı vardı bana mı öyle gelmişti?
Şu anda gerçekten nefesim kesilene kadar gülmek geliyordu içimden. Derin bir nefes alarak şaşkınlık dolu sesimi konuşturdum. “Şansa bak ki ben de yürüyerek gelmiştim… Tabii gelen tekliflere açığım yani neden olmasın ki?”
Göktuğ istemsizce güldü. “He yani teklif eden ilk kişiyi kabul mu edecektin?” Sesinden akan kıskanç tonlama ile telefonu kendimden uzaklaştırarak sesimi duymaması adına sıkıca elimi dudaklarıma kapattım. Adam da bir hızlı değilim beni biliyorsun deyip bir uçuyordu….
Telefonu tekrar kulağıma yaslayıp ağzımın içinde, “Yok canım en kötü yürürdüm ne olacak ki.” diyerek mırıldandım.
Göktuğ dilini damağına vurdu. “İyi, yürüme ve insanların teklifini kabul etme o zaman ben gelirim seni almaya.”
Biraz kıskanmış mıydı bilmiyorum ama asıl kıskanması gereken konular çok daha fazlaydı. Mesela en basitinden bütün kankitolarımın erkek olması gibi falan… ama bu tabii ki onu hiç alakadar etmiyordu çünkü gün içinde ona yürüyen kaç hastası vardı düşünmek bile istemiyordum.
Nazlı bir sesle, “İyi peki, gelirsin almaya.” diyerek mırıldandım.
“Gelirim ben, sen kendine dikkat et.”
Gülümseyerek başımı omzuma yatırdım. “Sende dikkat et.”
Telefonu kapatarak ayaklandığımda içimdeki gülme hissini hızlıca dışarıya savurarak geniş bir kahkaha patlattım. Göğüs kafesim ve karnım gülmenin etkisiyle sarsılırken duyduğum ses ile sakinleşmeye çalıştım. “Baya mutlusun bakıyorum da.”
Bakışlarım karşıdan bana yürüyen Kalender’e kaydı. “Baktım ağlayınca da bir şeyler olduğu yok, az da gülmeyi deneyim dedim.”2
Kalender dediklerime karşılık güldü. “İyi yapmışsın gül bakalım.” Kalender’e yürüdüğümde Kalender’de yönünü değiştirerek alana doğru ilerlemeye başladı.
“Yiğitlerden haber almışsınız galiba?” Sorarcasına yüzüme baktığında başımı salladım ağırca. “Öyle, sağ salim dönecekler inşallah.”
Alandaki topluluk sanki günden güne değil, saniyeden saniyeye artıyor gibiydi. Neredeyse adım atacak yer kalmamıştı. Oflayarak Kalender’e döndüm. “Neden bu kadar kalabalık oldu bir anda ya?”
Kalender omuz silkerek güldü. “Bizi yeterli görmemişlerdir…” 1
Gözlerimi devirerek yürümeye devam ettiğimde bedenime çarpan mükemmel meslektaşlarım ile bir Kalender’in üzerine bir tanımadığım adamlara devrile devrile ilerliyordum. Resmen yıkılmamıştım ama ayakta da değildim yani.
İtişe kakışa, büyük bir mücadele sonucu içeri girmeyi becerdik. Hemen sola dinlenme odasına yöneldiğimde Kalender’de peşimden beni takip etti. Sıkıntıdan oflatıp poflayan adamlar geldiğimi fark ettiklerinde bana bakarak ayaklanmaya yeltendiler. Elimi oturun dercesine indirdiğimde Tekin’in üzerimde dolaşan bakışlarına pek odaklanmamayı seçerek önüme bakmaya başladım.
Yıldırım ve Emir’in itişip kakışması odada net bir şekilde duyulurken Emir zor tutuğunu dilini devreye soktu. “Komutanım ayrıldınız mı siz?”1
Yanımdaki Kalender arkasındaki yastığı sert bir şekilde Emir’in tam yüzünün ortasına fırlattığında, “Oğlum sen vaziyetin olmayan her olaya ne diye burnunu sokuyorsun he? Ağzını burnunu kırıp yer değiştireceğim en son o olacak yani!” diyerek bağırdı.
Emir Kalender’e delici olduğunu düşündüğü kedi bakışlarını gönderdiğinde Kalender’in bir baş hareketi sonucu Barkın Emir’e sert bir şekilde vurdu. Emir solundaki Yıldırım’a doğru düştüğünde Yıldırım’dan yediği darbe sonucu yere kapaklandı.
“Lan oğlum ben seni en son bıraktığımda yaşın daha küçüktü ama olgundun he… Şimdi bakıyorum da bizim çaylak bile seni gördükten sonra şükür sebebine dönüşmüş.” Dirseğimi koltuğun çıkıntısına yaslayarak boş bakışlarımı Emir’e gönderdim.
Emir bir darbe de benden yemiş gibi boşluğa bakmaya başladığında Barkın hevesini alamamış gibi oturduğu yerden öne kayarak uzun bacağını Emir’in sırtına doğru itekledi. Emir sırtına yediği tekmeyle yılmış vaziyette yere yatarken Tekin’in ayaklandığını gördüm.1
“O zaman gerginliğimiz ortadan kalksın diye bir papatya çayı…” Tekin bana bakarak imayla sırıttığında her zaman olduğu gibi göz devirmekle yetindim.
“Komutanım şaka bir yana benim sizinle konuşmak istediğim bir şey var.” Emir bir anda ruh değişimi yaşarken günler hatta haftalar sonunca duyduğum ciddi sesiyle kalbimde bir ağrı oluşturdu.
Tek kaşım havalanırken, “Hayırdır inşallah?” dedim hafif bir tedirginlikle yüzüne bakarken.
Emir yattığı yerden kalkarak Kalender’e baktığında Kalender yanımdan kalkarak Barkının yanına geçti. Emir ağır hareketlerle yanıma oturduğunda ellerini bacaklarına vurarak derin bir nefes verdi. “Komutanım değil seni çok eski bir dostum olarak gördüğümden konuşmayı yapıyorum, yoksa zaten böyle bir şey istemeyeceğimi bilirdin…”
Emir kısık bir sesle bana doğru konuşurken konuşmanın pek de hayra alamet olmadığı çoktan anlaşılmıştı.
Bacağımı kalçamın altına doğru kırarak Emir’e döndüğümde, “Bunu demen bile yersiz, ne derdin varsa elbette ki benimle paylaşacaksın.” dedim sakin ve onun gibi kısık bir sesle.
Emir’in yüzü anlık kasıldı. Bakışları donuklaşırken gözlerini bana döndürerek, “Her ne kadar görev boyunca biraz birikmişim olsa da ben paraya sıkıştım Armin.” dedi utana sıkıla.
Bakışlarımla bunu mu dert ettin dercesine yüzüne baktım.
Emir bana dediğimi zıtlaştıracak bir şekilde, “Öyle elden alınabilecek az bir para değil kast ettiğim meblağ… Annemin doktoruyla konuştum, ilaçlar oldukça pahalı ve biraz daha geç kalırsak tedavinin pek de bir anlamı olmazmış. Demem o ki, Ankara da ki ev… Yani o evi sen bize aldın ama-“
Ellerimi havaya kaldırarak sözünü kestim. “O ev her ne kadar bana iyi günleri hatırlatmasa dahi, o evde hep beraber yaşadık Emir. O ev benim, onun ya da bunun diye kestirip atılamayacak kadar değerli. Sanki hissetmişim gibi evin devir işlemlerini yaparken tutarı üçümüz adına hesaplattırmıştım… Yani demem o ki, Barkına söyle imzalayalım ve o şehirle bütün bağımız kesilsin.”
Emir kendini olabildiğince kasarak gözyaşlarını geri göndermeye çalıştı. Dilini dudaklarında gezdirerek sertçe birbirine bastırdığında derin bir nefes aldı. “Teşekkür ederim.”
Başımı iki yana salladım. “Önemli değil. Hatta kabul edersen ben kendi payımı da sana devretmek istiyorum, sonuçta maddi sorunumu etkileyecek bir faktör değil bu… Elimde birikmişim de var, sen benim payımı da al Emir.” Emir olmaz der gibi yüzüme baktığında gülümseyerek bacaklarındaki elini kavradım. Bu, hiçbir şeyin önemi yok dercesine bir anlaşmaydı. Sözsüz olanlardan…
Bakışlarımız konuşma esnasında ara ara Barkına döndüğünde Barkın ve oturan tayfanın gözleri üzerimizdeydi.
Barkına dönerek sessizce, “Ankara da ki evi satışa çıkarıyorum.” Diyerek dudaklarımı oynattım.
Barkın elini göğsüne yaslayarak hafifçe başını eğdiğinde Emir’in omzunu sıvazlayarak burukça gülümsedim.
Samet’e bununla ilgili bir haber versem yardımı dokunabilirdi belki… Kısaca olayı özetleyen bir mesaj attığımda dakikalar içinde elime uzun bir paragraf ulaştı. Samet’in bir dava için Ankara’ya gitmiş olduğunu öğrenmiştim. Buraya gelmeden önce görüştüğüm bir emlakçıyı Samet benim adıma ziyaret edecek ve ev hakkında konuşacaklardı. Her şey o kadar denk gelmişti ki, içim biraz olsun rahatlamıştı.
“Komutanım çayınız soğudu.” Tekin dakikalardır yaptığı gibi susmak bilmezken bıkkın bir tavırla masada duran buz kesmiş papatya çayına uzandım. Takmıştı bitkisel çaylara manyak.
“Dosyalara baktın mı?” Kalender kupasını dudaklarına götürdüğünde aynı hareketi tekrarlayarak başımı salladım.
“Komutanım meraktan soruyorum, sizinkisi ciddi bir evlilik değildi değil mi?” Yıldırım bir bana bir çaprazındaki Kalender’e baktığında Kalender çayını yavaşça yutarak Yıldırım’a döndü. “Değildi tabii aslanım ne ara sevip ne ara evlenelim Allah aşkına… Sadece o zaman için öyle olması gerekiyordu ama şu an bizi engelleyen bir unsur kalmadığından şahsımız adına bu işi sonlandırdık.” 3
Yıldırım zaten biliyormuş gibi başını ağırca salladığında adamlar arasında en şoka uğrayan kişi Ertuğrul’du. “Oha lan ben ciddi ciddi evlendiniz sanmıştım.” Tekin ve Barkın eş zamanlı bir kahkaha patlattıklarında Barkının yanaklarında oluşan oyuklar, içten güldüğünün en büyük kanıtıydı.
Ertuğrul anlayamamasının verdiği şoku kendi içinde yaşamaya devam ederken daha çok kendine sinirli gözüküyordu.5
Sıkılmanın verdiği bunalmışlıkla hızlıca ayaklandım. Oturan adamlar gene bir şeyler yaptıracağımı anlamış gibi bana bakarlarken yavaşça gülümsedim. “Haydi beyler işimiz var!”
Hepsi kupalarını masaya bırakarak peşime takıldıklarında dışarı yönelerek derin bir nefes aldım. Etraftaki kalabalık hiç azalmamıştı ve ben bu kalabalıkta bir şey yaptıramazdım. “Beyler alanı kullanmamız gerekiyor, hadi dağılalım hemen!” Gür bir sesle bağırdığımda önce herkesin bakışları üzerimde toplandı, sonraysa yavaş yavaş dağılan kalabalıktan elbette ki meraklı bir tayfa çıkmış köşeden bizi izliyordu.
Bu gelen tim nasıl adamlara sahipse bir tanışmak isterdim doğrusu… Hem geveze hem enerjik garip bir timlerdi.
“Kurtuluş karşıma!” arkamda kalan adamlara ileriyi işaret ettiğimde hepsi rütbe sırasıyla karşımda dikildi. Başımdaki bordo bereyi hafif bir eğimle yana çevirdiğimde kollarımı arkamda bağlayarak sağa sola yürümeye başladım. “Kurtuluş rütbe say!”
Kalender bir adım öne çıkarak elini alnına vurduğunda gür bir sesle bağırdı. “Kurtuluş timi üç üsteğmen, bir kıdemli teğmen, bir asteğmen ve bir astsubay üstçavuş ile emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!”
Başımı ağırca aşağı yukarı salladım. “Bakalım hamlanmışsınız beyler!” Keyifle güldüğümde bakışlarım yana yana dizilmiş adamlar üzerine dolaştı. “Barkın ve Tekin, Kalender ve Yıldırım, Ertuğrul ve Emir. İkili olarak karşılıklı geçin yakın dövüş başlıyoruz!”
Herkes hızlıca eşini karşısına alarak belli aralıklarla yan yana dizildi.
Güçlü bir ıslık çaldığımda karşılıklı gelen ataklar ile yüzümde haylaz bir gülümseme oluştu. Tekin ve Barkın neredeyse aynı uzunluktalardı. Tekin oldukça iri yapılı ve uzun bir adamdı ama Barkının da ondan aşağı kalır bir yanı yoktu. Barkına uzaktan bakıldığında ilk göze çarpacak özelliği bacağımın uzunluğuna denk gelecek omuz boyuydu. Kara kaşlı kara gözlü iri yarı adam maziden sonra artık tam anlamıyla karşımdaydı.
Barkını sonbahara benzetiyordum. Etrafı kaplayan turuncu sarımtırak yapraklar yerlere savrulmuş, esen bir rüzgâr ile savrulmaya devam ediyorlardı. İnsanların üzerine basarak kırdığı yaprakların içlerinde besledikleri ağır duygulardan bihaberlerdi elbette. Barkın en az o yapraklar kadar gizli saklı duygusuz gözüken bir insandı. Onunla samimi olmadığın müddetçe sana ağzını açmaz, tek kelime etmezdi. Sessizdi Barkın, gürültüyü gıpta edecek kadar sessiz. Ağır gözükürdü. Öyleydi de haliyle… Onunla ilk tanıştığımız zamanlar kadınlarla nasıl iletişime geçeceğinden bile haberi olmayan bir adamdı. Dediğim gibi konuşmayı sevmezdi, iki dudağını aralamak da zor gelirdi ona.
Barkın Tekin’in yüzünün tam ortasına sert bir yumruk geçirdiğinde Tekin sarsıldı ama düşmedi. Aynı hamle terse döndüğünde Barkın iki adım sendeledi ama ikisi de oldukça dişli gözüküyorlardı.
Yıldırım Kalender’e sert bir tekme armağan ederken Kalender bacağını yukarı doğru sert bir hamleyle açıp Yıldırım’ın kulak hizasına geçirdi. Yıldırım aldığı darbenin sertliğiyle geriye düşerken koşarak bacaklarımı başının altına yasladım. Her şey o kadar ani olmuştu ki, bir salise geciksem başı zeminle çarpışacaktı.
Kalender’e dönerek ağzımı köpürte köpürte, “Ağzına sıçtığımın salağı, tekmeyi attığın noktaya bak! Ya çarpsaydı başını, salak mısın Kalender?!” dedim dişlerimi kasarak.
Kalender istemsiz yaptığı her halinden belli olan bir yüz ifadesiyle bana baktı. “Komutanım bilerek olmadı kusura bakmayın. Kardeşim iyi misin?” Yıldırım’ın yanına çöktüğünde Yıldırım gözlerini kapattı yavaşça. “İyiyim iyiyim darbe birden gelince sersemledim sadece.”
Başı hâlâ bacaklarımda olan Yıldırım’a baktım. “Yıldırım iyi değilsen içeri geç sen koçum.”
Yıldırım Kalender’e elini uzatarak destek aldığında ayaklandı. “Yok Komutanım iyiyim ben devam edelim.”
Arkamda kalan Barkın kalkamama yardım ettiğinde hızlıca ayaklandım. “Bana bakın hiçbiriniz baş bölgesine ve boyuna çalışmayacak, gördüğüm ilk yumrukta havuza gömerim sizi!” Sinirle bağırdığımda bana bakan adamlar hızlıca yerlerine geçti.
Güçlü bir ıslık çalarak dövüşü başlattığımda iç cebimden çıkardığım boyunluğu başımdan geçirdim. Boynuma düşen kamuflaj desenli boyunluğu gözlerimin altına kadar çektiğimde yüzüme vuran soğuk biraz olsun kesilmişti.
Vuruş ve sert postal seslerini yakinen duyuyordum. Araya karışan kısık sesli küfürler ve yılan misali tıslamalar da buna dahildi haliyle… Havanın soğuğu o kadar keskindi ki, bedenime çarpan esinti derimi keskin bir bıçak misali ikiye ayırıyordu. Hafiften atıştıran yağmur yerleri ıslatırken karşımdaki adamları ceplerime koyduğum ellerim eşliğinde izliyordum.
“Komutanım biz de katılalım mı?”
“Yüzbaşım bizi de çalıştırır mısınız?”
Bağırış sesleri çelik kapının yanındaki ağaç evi andıran güvenlik kulübelerinin altında duran gevezelerden gelirken oflayarak onlara doğru yürümeye başladım. Birkaç devasa adım sonucu yanlarında bittiğimde kısılan gözlerim eşliğinde boş boş dikilen adamlara baktım. “Ben size içeri geçin demedim mi lan?!”
Sert sesim hepsinin gözlerinde bir çekingenlik oluştururken çatık kaşlarım eşliğinde karşımdaki guruba bakmaya devam ettim. “Derhal içeri gidiyorsunuz, hadi!” Elimle tugayın kapısını işaret ettiğimde içlerinden biri oflayarak dudak büzdü.
Yüzüm ekşirken, “Ne yapıyorsun lan sen?” dedim şaşkınlıkla.
“Komutanım bizim komutanımızın işi var, siz bizi çalıştırsanız ne olurdu ki?”
Adamı yanındaki Teğmen çekiştirerek götürmeye çalıştığında göz devirerek benimkilerin yanına ilerledim. Sakince yaklaştığım Barkının bacağına sert bir tekme attığımda öne sendeleyen adam Tekin’in üzerine düştü. Tekin üzerindeki adamın ağırlığıyla inlediğinde şen bir kahkaha attım. Azıcık dikkat önemliydi sonuçta…
“Doktor, karşıma!” Sert bir sesle bağırdığımda Kalender Yıldırım’dan ayrılarak karşıma geçti. Geri kalan adamlar yarı yarıya olacak şekilde sağımız ve solumuzda yerlerini almışlar ve bizi izliyorlardı.
Kalender beni beklemeden yüzümün tam ortasına bir yumruk geçirdiğinde başım yana doğru savruldu. Bedenim istemsizce kasılırken gözlerimi Kalender’e çevirerek boyunluğumun altından gülümsedim. O da bunu fark etmiş gibi bacağıma bir tekme savurduğunda geriye çekilerek tekmesinin boşa çıkmasını sağladım.
Karın boşluğuna art arda beş yumruğu sert bir şekilde vurduğumda öne bükülen adamın ensesine bastırarak boşta kalan kolumu boynuna sardım.
Kalender aniden bacağıma yapıştığında boynuna daha sıkı sarılarak benimle beraber yere çakılmasını sağladım. Yan yana serildiğimizde elimi hızlıca yüzüne sararak başını beton zemine bastırdım.
“Komutanım adamı mı öldürmek istiyorsunuz, amaç ne tam olarak?” Yıldırım başımızda bir bana bir Kalender’e bakarken gözleri bırak adamı dercesine yüzümde dolaştı.
Kalender’i bırakarak yattığım yerden Ertuğrul’un eline sarılarak kalktım. Kalender’e elimi uzattığımda benden destek alarak kalkan adama bakmakla yetindim. Gözleri gözlerimle çarpışırken sorun yok der gibi gözlerini kapatıp açtı.
Yıldırım ve Barkının yarası olduğu için ikisine pek yüklenmek istemiyordum, o yüzden gözüme çarpan ilk isim Emir olmuştu.
Emir karşıma geçtiğinde bacağımı sertçe açarak başına vurdum. Tekmeyi andıran darbeyle sarsılan adam beni nasıl alt edeceğini bilir gibi göğüs kafesime bir tekme attığında nefesimin kesildiğini hissettim. Bedenime yayılan sızı öne sendelememe neden olurken en yakınımda kalan Tekin sıkıca kollarımı kavradı. “Komutanım iyi misiniz?”
Emir hariç herkes saniyesinde başıma toplandığında gözlerim kararmış olduğundan olsa gerek başımda şiddetli bir dönme hissettim. Tekin’in desteğiyle ayakta duruyordum. Dişlerimi sıkarak, “Emir ben senin ağzına sıçayım, Emir!” dedim sinir küpüne dönmüş bir havada.
Barkın ve Ertuğrul tarafından dövülen Emir’in bilerek olmadı çığırışlarını işitiyordum ama konumuz bu değildi.
“Komutanım bir gelebilir misiniz?!” arkamdan gelen bağırış sesiyle Tekin’in ellerinden kurtulduğumda ağırca demir kapıya doğru ilerlemeye başladım.
Başımın şiddetle dönmesine rağmen az daha orada durursam Emir’in ağzını yüzünü patlatacağım kesindi. O yüzden en mantıklısı uzaklaşmak olabilirdi. Ama hakkını da yememek lazımdı, oldukça temiz ve kökten bir hamleydi.
“İçtimamı bölecek kadar önemli olan nedir Çavuş?” Tek kaşım havada ciddi bir ifadeyle çavuşa bakmaya başladığımda adam sakin bir tavırla karşısını işaret etti. “Sizi soruyor.”
Bakışlarım bir atmacanın avını kaptığı saniyenin şiddetiyle çavuşun karşısına döndüğünde karşımda dikilen adam ile boyunluğun altından dudaklarımı yavaşça iki yana kıvırdım.
“Tamam çavuşum sen gidebilirsin.” Çavuşa bakmadan kurduğum cümle ile birkaç saniye sonunda postal seslerinin uzaklaşması ile Göktuğ’a doğru bir adım attım.
Üzerinde bedenini saran beyaz bir gömlek, siyah kumaş pantolon ve pantolonuna uygun bir ceket vardı. Ceketin bileklerine düşen kısımlarını sıkıştıran kol düğmeleri bu sefer hiç görmediğim bir düğmeydi. Keskin bakışlı bir kurdun yüzünden ilham alınan düğmeler oldukça ince bir işlemeyle ortaya çıkmış gibiydi. İki kolunda aynı büyüklükte yer alan düğmeler soy adının hakkını vermeye ant içmiş gibiydi.
Gözleri gözlerime tutunduğunda göz rengine asla karar veremediğimi bir kere daha anladım. Değişikti göz rengi… Karışıktı. Anlam veremeyeceğim kadar karışık.
Koyu kumral saçlarının arasından firar eden asi tutumlar alnına dökülmüş ve yüzünün hafif serseri bir görünün almasına neden olmuştu.
“Komutanım demek…” Dolgun dudaklarının arasından dökülen kelimeler ile yüzümde hoş bir ifade oluştuğunda gülüşümü duyması adına ukalaca kıkırdadım. “Bizde işler böyle ilerliyor Psikolog Bey.”
Bakışları başımdaki bereye kaydığında kaşları şaşkınlıkla havalandı. “Bordo, askeri bırak bordo bere… Armin, Armin… Kelimelerin seni anlatmaya kifayetsiz kaldığından bahsetmiş miydim?”
Ona doğru bir adım daha atarak tam gözlerinin içine baktım. “İltifatlarını kabul edebileceğim bir konumda değilim, benimkiler bekliyor… İstersen git ya da işin yoksa bekle. Şu anda çıkamam, içtima yaptırıyorum.”
Bakışları arkama düştüğünde etrafı inceledi. “Buraya ilk defa gelmiyorum, daha önce birkaç hastam yaralanınca onları ziyarete gelmiştim ama bu tarafa geçmemiştim… Hem hastamı hem de hastası olduğumu göreyim dedim ama beklerim tabii, en beklenilesi olanı beklemek zamanın nasıl geçtiğine anlam vermemektir.”
Garip konuşuyordu. Sanki ezbere okuduğu cümleyi karşısındakinin anlamasını bekler gibi bir ümit eşliğinde karmaşık bir tavırla konuşuyordu.1
Aklına bir şey gelmiş gibi kaşını hızla kaldırıp indirdi. “Bu arada, siz böyle sürekli birbirinizi mi dövüyorsunuz yoksa bugüne özel bir şey miydi bu?” Gülmeye başladığımda, “Yakın dövüş fantezim var, beyefendiler de komutanlarını kıramıyor tabii…” diyerek mırıldandım.
Göktuğ tam bir şey demek için ağzını araladığında Barkının, “Komutanım bir bakar mısınız, acil?!” diyen gür, sert sesini duydum. Göktuğ’a bakarak kaşlarımı havalandırdığımda her ne kadar yüzümü göremese de yüzümde ben sana demiştim siması belirdi.
Koşarak benimkilerin yanlarına geldiğimde Barkına baktım. “Ne oluyor?”
Barkın göz devirdiğinde, “Millet sizi izliyor. Ne yapıyorsunuz koskoca tugayın ortasında? Aşk insanı salaklaştırıyormuş onu anladık da bari bu kadar yandıysanız buraya gelmesin. Milletin ağzı torba değil komutanım, büzülmüyor.” Diyerek mırıldandı.
Barkının sağlam omzuna vurduğumda gözlerine baktım. “Beni sinir edip boş boş konuşma be! Ne aşığı ne yanığı? Sen gene başladın saçmalamaya he!”
Barkın gülmeye başladığında anlamsızca yüzüne baktım. “Ne gülüyorsun?” Gülümsemesi tebessüme dönüştüğünde, “Âşık Armin’i izlemek çok keyifli olacak.” Diyerek fısıldadı.
Etrafıma baktığımda timden kimseyi görmemenin verdiği şaşkınlıkla Barkına baktım. “Nereye gitti bunlar?”
Barkın gözlerini bayarak, “Siz kendinizden geçince bende içeri yolladım Komutanım.” Dedi son kelimeyi vurgulayarak. Omzuna açılıp sert bir yumruk çaktığımda, “Defol git lan!” diyerek bağırdım.
Barkın gür bir kahkaha atarak tugayın içine ilerlediğinde adımlarım istemsizce tugaya yöneldi. Sızlayan göğsümü pek ilgi yöneltmeden dinlenme odasına girdiğimde kapının önünde dikilmeye başladım. “Beyler ben çıkıyorum haberiniz olsun.”
Kalender imalı tebessümünü bana işletirken derin bir nefes aldım. Anlamıştı sanırım. Başımdaki bereyi çıkararak Kalender’e attığımda, “Şunu da odama bıraksana çıkmayım şimdi boşuna…” diyerek mırıldandım.
Kalender başını salladığında imalı tebessümü bir an olsun bozulmadan, “İyi akşamlar komutanım.” Dedi.
Diğer oturanlarda Kalender’e eşlik ettiklerinde başımı ağırca sallayarak odadan çıktım. Bahçeye doğru yürürken cebimden çıkardığım telefonumun rehberinden Çağlanın ismini bularak aradım.
Telefon birkaç saniye içinde açılırken, “Efendim komutanım?” diyen sert ama kadınsı sesi kulaklarımı doldurdu.
Soğuk hava bunumun ucunun kızarmasına vesile olurken istemsizce burnumu çektim. “Çağla ben şimdi çıkıyorum önemli bir durum olursa bana ulaşırsın hemen gelirim tamam mı?”
Çağla beni onaylar gibi mırıldandı. “Tamamdır komutanım haberleşiriz.” Telefonu kapatarak cebime attığımda demir kapının önünde boş boş etrafa bakındım. Gitmiş miydi yani?
Ayakta etrafı izleyerek çay içen çavuşa yürüdüğümde, “Çavuşum burada bir adam vardı, nereye gittiğini gördün mü?” dedim üzgün çıkan sesimle.
Çavuş elindeki çayı hızlıca kenara bıraktığında bana yaklaştı. “Komutanım o beyefendi gitti.”
Dudaklarım yavaşça aralandığında yüz ifademi toplamaya çalışarak hızlıca başımı salladım. “Tamam çavuşum sağ ol.”
Çavuş baş selamı vererek benden uzaklaştığında demir kapıya vurarak gözetleme kulesindeki erin dikkatini çekmeyi becerdim. Kapı yavaşça aralandığında kararmaya yüz tutmuş hava eşliğinde ormanlık arazinin ortasında kaldım.
“Seni bırakıp gittiğimi mi düşündün cidden?”
Aniden belime sarılan kollar ile olduğum yerde taş kestiğimde şaşkınca başımı yukarı kaldırdım. Göktuğ bana gülümseyerek bakıyordu.
“Gittin sandım.” Kendi kendime mırıldandığımda belimdeki kollarını gevşeterek iki yana açtı.
Yavaşça bedenine sarıldığımda aramızdaki boy farkını ilk defa dikkat etmiş gibi şaşkınlıkla kala kaldım. Başım resmen göğsüne denk geliyordu. Kendimi bu zamana kadar uzun diye tanımlarken sorunun bende değil karşımdaki adamda olduğunu düşünmeden edemedim. Kollarım geniş sırtını sıkıca kavrarken diğer yandan boynundan gelen o yoğun erkeksi koku ile gözlerim kapandı.
“Sana attığı yumruğu gördüm.” Dedi yavaşça geri çekilerek. Bakışları yüzümden aşağılara doğru kaydığında bakışlarını kaçırarak, “Canın acıdı mı, iyi misin?” dedi yumuşak bir sesle.2
Yavaşça gülümsediğimde, “Yalan yok bir gittin geldim ama alışığım ben, o yüzden herhangi bir sorun yok yani.” diyerek mırıldandım.
Artık tam anlamıyla kararan hava yüzünden yüzünü karanlıkta pek seçemiyordum. Ortamı aydınlatan tek ışık, tugayın kapılarının üzerinde yer alan büyük floresan lambalardı.
“Arabaya geçelim, hava soğudu.” Eli belime gittiğinde beni yavaşça yan koltuğa yönlendirdi. Kapımı açarak geçmemi beklediğinde geçen binişimde pek inceleme fırsatı bulamadığım cipe alıcı gözüyle baktım. Deri koltuklar ben pahalıyım dercesine bağırırken, iç döşemesi de oldukça şık gözüküyordu. Her taraf simsiyahtı. Aynı cipin kendi rengi gibi.
Sürücü kapısı açıldığında içeri geçen adamın başına dikkat kesildim. Başı resmen tavana değiyordu.
“Şimdi bana evini tarif etmen lazım.” Eli direksiyonu kavradığında ormanlık araziden çıkarak ana yola saptı. Kısaca evimi tarif ettiğimde çoktan yola koyulmuştu bile.
“Genel olarak günün nasıl geçiyor?” Bana kısa bir bakış atarak yola döndüğünde dudak büzdüm. “Sabah genelde benimkilerle sağlam bir içtima yapıyoruz, sonra kahvaltıya çıkıp biraz oyalanıyoruz… Eğer dosyalar biriktiyse yardımcımla beraber dosya okuyoruz, hepsi bitince de diğerlerinin yanına, dinlenme odasına geçiyoruz. Yani çok karışık bir düzenim yok aslında, çoğunlukla bu şekilde geçiyor günlerim.”
Göktuğ başını salladığında, “Yanındaki adam…” diyerek emin olmayan bir tavırla yüzünü buruşurdu.
Barkın ya da Kalender’den birini soruyordu ama emin değildim. “Hastaneye beraber geldiğim mi, bahçede konuştuğum mu?”
“Hastaneye beraber geldiğin, Kalender’di sanırım… Onunla evliydin değil mi?” Sesi o kadar karmaşık duygular besliyordu ki ne hissettiğini anlamak da zorlanıyordum. Bu gerçek bir evlilik değildi, bu konu hakkında kısa da olsa bilgi vermiştim kendisine ama neye takıldığına anlam veremiyordum.
“Evet.” Dedim yarım ağız. İsteksizdim, onunla güzel şeyler konuşmak varken beni geçmişe sürmesi rahatsız ediyordu.
Araba bir anda sert bir fren yaptığında istemsizce kapıya tutundum. Göktuğ’a döndüğümde şaşkınca, “Ne yapıyorsun Göktuğ?” dedim.
Yavaşça yutkunarak bedenini ve bakışlarını tamamen bana yöneltti. “Armin siz neden evlendiniz?”
Soru bedenimin uyuşmasına neden olurken bir anlık düşündüm. Sahi, neden evlenme ihtiyacı duymuştum Kalender ile? Miralay’ın oyunbozan tavırlarına asla anlam yükleyemediğim gibi o zaman da verilen teklifin iki seçeneğinden bana yakın olanını tercih etmiştim. Ne fark etmişti? Hiçbir şey. Afil’in hırsını ve gücünü yok saymak pek de mantıklı bir fikir değildi.
Dişlerim sıkıca birbirine yaslandığında sert bir nefes vererek bakışlarımı Göktuğ’a çevirdim. “Neden soruyorsun bunu?”1
Göktuğ cevap bekler bakışlarını bozmadan yüzüme bakmaya devam etti. “Merak ettiğim için. Şimdi cevap vermek ister misin, evlenirken ki amacınız neydi? Sadece merak ediyorum Armin.”
Fazla merak dedim içimden geçirerek.
Anlık bir sinirle, “Afil’di tamam mı?!” diyerek bağırdım. “Onun benden uzak durması için soy adımı bile değiştirdim ama unuttuğum şey, onun hırsıymış anladın mı?! Bana geçmişi hatırlatıp duracaksan görüşmeyelim biz Göktuğ. Ben artık rahatça, insan gibi yaşamak istiyorum, anlıyorsun değil mi?” 1
Sert sesim yavaşça yutkunmasına neden olurken bakışlarımı yola çevirerek derin nefesler aldım. Sevmiyordum bu konu hakkında konuşmayı. Bana geçmişi ve sevgisiz büyüyen çocuğun acı bakışlarını hatırlatıyordu.
“Bunu bilmem gerekiyordu sende beni anla… Aksi taktirde ona karşı ciddi bir hissin olup olmadığını bilmeden sana koşmamı mı bekliyorsun Armin?” Sitem ederek arabayı çalıştırdığında boş boş yolu izledim.
Telefonum çalmaya başladığında isteksizce cebimden çıkararak arayan kişiye baktım. Aramayı yanıtladığımda, “Efendim.” Dedim durgun bir sesle.
Karşıdan yürüdüğünü belli eden hışırtılar ve sert rüzgârın vuruşları sesine eşlik ediyordu. “Armin ben ev için emlakçıyla görüştüm, aklındaki fiyattan daha da fazlasını söyleyince bende bozuntuya vermedim. Biz eve satılık pankartını astık ama içerinin boşaltılması lazım. Nasıl yapalım?”
Derin bir nefes aldığımda gözlerimi kapatarak dirseğimi kapının koluna yasladım. Elim alnıma gittiğinde, “Sen birilerini bulsan evi tamamen boşaltsalar… Eşyaların önemi yok. İstersen ihtiyacı olan birini bul ona ver istersen bas çöpe. Ev seneler önceki hâliyle duruyor, tamamını boşalttıktan sonra bir boya yaptırırız yeter. Ben sana anahtarı göndereyim, sen bakarsın içeriye olur mu?” dedim normale nazaran kısık çıkan sesimle.
Samet bir sorun olduğunu anlamış gibi homurdandı. “Bir sorun yok değil mi?”
“Yok yok yoruldum biraz sadece. Ben bunları istiyorum da senin işin var mı? Ayak bağı olmak istemiyorum aslında ama biliyorsun durumu… Şu an için Ankara’ya gitmek için bir izin kullanamam, durumlar sıkışık.” Ne yapacağımı bile bilmiyordum. Gene her şey üst üste binmişti.
Karşıdan sert bir nefes sesi duyduğumda, “Saçmalama istersen. Tamam ben evi boşaltacak birilerini bulup sana gene haber veririm. Zaten annemi görmek için kalacaktım biraz tam denk geldi, işim yok yani.” dedi sakince.
Gözlerimi açıp yola baktığımda sakince, “Tamam o zaman haberleşiriz.” dedim.
“Haberleşiriz.” Samet de aynı şekilde karşılık verdiğinde telefonu kapatarak bacaklarımın üzerine bıraktım.
Duyduğum kısık ses kalbimi tekletirken çatık kaşlarım eşliğinde başımı Göktuğ’a çevirdim. “Neden?”
Damarlı, büyük ve kemikli eli direksiyonun üzerinde kaydığında, “Seni kırdım, bilerek olmadı ama olsun. Özür dilerim.” dedi sakince.
Lambalara geldiğimizce yavaşça durarak kırmızı ışığın aramıza girmesine vesile oldu.
Başımı yavaşça iki yana salladım. “Önemli değil.”
Göktuğ derin bir nefes aldığında, “Önemli Armin. Ben bile daha kaç gündür tanıdığım insanın o kadın hakkında konuşmayı sevmediğinin farkına varıp susuyorsam, önemi var. Alıştığın için konuyu geçiştirdiğini fark ediyorum. Evet belki yaptığım etik değil ama kusura bakma… O kadar cani bir kadına karşılık böyle sakin kalman pek normal değil. Bunu deyince de anlattıklarını sana karşı kullandığımı düşüneceksin belki ama öyle değil. Sadece bunun normal bir durum olmadığını anlamanı istiyorum o kadar.” Dedi sakince.1
Gözlerimi devirmemek adına büyük bir çaba sarf ettiğimde sakince başımı salladım. Yeşil ışık yanar yanmaz hızlıca gaza yüklenen adam omuz silkerek konuştu. “Bak mesela gene aynısını yaptın.”
Yüzüm buruştuğunda, “Ne yaptım Allah aşkına?” dedim sinirimi belli etmemeye çalışarak.
“Konuyu geçiştiriyorsun.” Oflayarak önüme döndüğümde kollarımı göğüslerimin altından bağlayarak akan yolu izlemeye başladım. Ne kadar süre anlamsızca yolu izlediğim hakkında bir fikrim yoktu ama beni kendime getiren şey, Göktuğ’unun alaycı sesiydi.
“Bu da trip oturuşu herhalde?” Keyifli bir kahkaha attığında, pozisyonumu hiç bozmadan oturmaya devam ettim.
Onun konuşmasının üzerinden araba yavaşlayarak birkaç saniye içinde durduğunda sakince etrafıma bakındım. Tam evimin önünde duruyorduk. Ayaklarım adım atmaya, elim ise kapı koluna yeltenmiyordu.
Anlamsız bir şekilde yanımda o olduğu zaman ondan uzaklaşmak istemiyordum. Sürekli dibinde gezmek, apır sapır gülerek, saçma sapan konuşmak istiyordum.
Elim keyifsizce kapı koluna uzandığında kapımı yavaşça aralayarak aşağı indim. Elim kapının dış yüzünde olduğum yerde beklediğimde, “Zamanın varsa, tabii sende istersen biraz sohbet mi etsek?” diyerek arkamda kalan evi işaret ettiğimde bana bakan adam hafif bir tebessüm etti.
Alt dudağı hafif öne çıktığında, “Zamanım var tabii.” dedi ne diyeceğinden emin olamaz bir tavırla.
Kaşlarım havalanıp hızla indiğinde dudaklarımı birbirine bastırarak kapıyı itekledim. Arabadan inen adam cipini kilitleyerek arabanın önünden dolaştığında tam karşımda durdu. Elini yavaşça yana çevirdiğinde geçmem adına yüzüme baktı.
Salına salına apartmana yürümeye başladığımda ceplerimi karıştırarak anahtarı bulmayı ümit ettim. Anlamsız bir şekilde bacağımdaki cepten çıkan anahtara boşça bakarak dış kapıyı açtım. Göktuğ peşimden beni takip ettiğinde merdivenlere yönelerek dördüncü kata doğru çıkmaya başladım.
Apartmanın içinde yankılanan erkeklerin bağırış sesleri yüzümün buruşmasına vesile olurken çok takmayarak son birkaç basamağı çıktım. Evin önüne geldiğimde kapıyı açarak içeri geçtim. Kapının önünde bana bakan adama anlamsızca bakarak, “Ne yapıyorsun?” dedim.
“Gireyim mi?” Onaylamamı bekler gibi yüzüme bakmaya devam eden adama gülmekle yetinerek sırtımı kapının ardında kalan dolaba yasladım. Postallarımın iplerini çözmeye başladığımda uzun uğraş sonucu eve girmeye karar veren adam, kapıyı çekerek ayakkabılarını çıkarmak adına eğildi.
Postallarımı çıkararak ayakkabılığa bıraktığımda, beş yaşındaki çocuğun annesinin ağzından çıkacak kelimeyi bekler gibi beni bekleyen adama döndüm. “Sen şöyle geç, ben su koyup geleyim.”
Salonu işaret ettiğimde yavaşça yanımdan sıyrılarak içeri geçti. Hemen yanımda kalan mutfağa girerek ısıtıcıya su koyduğumda üzerimi değiştirmek için odama girdim. Dolaptan elime geçen kısa kollu salaş tişörtü ve gri eşofmanı yatağın üzerine bıraktım. Üniformamı çıkararak askıya astığımda yeni kıyafetlerimi giyerek tekrardan mutfağa geçtim.
İki tane desenli kupayı tezgâha bıraktığımda dolaptan çıkardığım kahveyi birkaç kaşık olacak şekilde kupalara döktüm. Isınmaya başlayan suyun fokurtuları sessiz mutfağı kirletirken, kahveyi nasıl içtiğini sorma gafletinde bulunmadan az miktar şekeri kahvenin üzerine döktüm.
Su ısındığında kupalara eşit miktarda paylaştırarak mutfaktan çıktım. İki elimde dolu olduğundan ağır adımlarla salona döndüğümde, salonun tam ortasında etrafı süsleyen çerçeveleri izleyen bir Göktuğ ile karşılaştım.
Göktuğ adım sesleri duymuş gibi bana döndüğünde yavaşça tebessüm etti. “Onlarla çok mutlu gözüküyorsun.”
Bakışlarım televizyonun yanındaki çerçeveye kaydığında kalbimde oluşan ağırlık yüzünden hüzünle gülümsedim. “Öyle.”
Tekin en önde güzel bir gülümsemeyle kameraya bakmış, ben ise Yıldırım ve Kalender’in arasında minnacık kalmama rağmen sıcak bir tebessüm sunmuştum. Benim arkamda kalan Ertuğrul ve Âhi ikilisi ise ortamın hâlinden memnun gibi içten bir şekilde gülümsemişlerdi. Fotoğrafa uzun uzun baktığımda bedenimi saran ürperti kötü hissetmeme neden olmuştu.
Göktuğ bana yaklaşarak kahveleri elimden aldığında ortadaki masaya bıraktı. Belime dokunarak beni hafifçe koltuğa iteklediğinde ona ayak uydurarak koltuğa oturdum.
“En arkadaki uzun olan, o değil mi?” Sakin çıkan sesinin altında bir merak deposu vardı. Sanki o deponun zinciri kırılsa, içeriye büyük bir can havliyle girip ortamın gizemini çözmek adına didinecek gibiydi. Başımı ağırca salladığımda dudaklarımı sıkıca birbirine bastırarak yemek masasının ardındaki kominin üzerini süsleyen çerçevelere baktım. Her bir karede ayrı bir duygu gizliydi sanki.
“Ağlayacaksan hemen gidebilirim Armin. Ağlaman için sormadım, lütfen ama…” bacaklarımın üzerine bıraktığım ellerimden kendine yakın olan sağ elimi kavradı.
Başımı iki yana salladım. “Aklıma geldiği zaman, daha doğrusu hiç aklımdan çıkmıyor ama… Boğuluyormuş gibi hissediyorum. Olanlara canlı şahit olmak can yakıyor Göktuğ, seninle alakası yok yani.”
Masadaki kahveleri aldığımda birisini Göktuğ’a uzattım. Buharı üstünde tüten kahveden ufak bir yudum aldığımda aklımı biraz meşgul etmek adına bir soru sordum. “Sen geçen gün benim arabamı gördün mü?”
Göktuğ anlamsızca bana bakarken bozuntuya vermeden, “Gördüm.” dedi.
Bir dizimi kırarak üstüne oturduğumda tamamen Göktuğ’a döndüm. “Sence ne kadar eder?”
Göktuğ sohbetin alakasını ararken sakince, “Hasarına göre değişiklik gösterir ama bir milyonu rahat geçer.” diyerek yüzüme baktı.
“Hasarı falan yok, sıfır araba… Tahmini bir rakam söyle bana.” Gözlerine baktığımda derin bir nefes alarak, “Bir iki yüz Armin.” dedi boş bir sesle.
“Tamam.” Başımı sallayarak bakışlarımı kahveme çevirdiğimde yandan gelen gülme sesiyle dikkatim dağıldı.
“Cidden şu anda araba mı konuşacağız? Sen sohbet edelim dediğinde ben biraz daha birbirimizi tanımak adına bir eylem düşünmüştüm.” Dudakları hafif aralık duran adam aniden ayaklandığında kahvesini masaya bırakarak üzerindeki ceketi çıkardı. Ceketini koltuğa bırakarak kahvesini tekrar eline aldı.
Dudaklarımda cilveli bir gülümseme oluştuğunda, “Sen başla madem.” diyerek mırıldandım.
Göktuğ bir dudaklarıma bir bana baktığında hafif geri kayarak güldü. “Bana biraz çevrenden bahsetsene.”
Şen bir kahkaha attığımda başım geri düştü. Göktuğ ne yaptığıma anlam veremez gözlerle beni izlerken derin bir nefes alarak sakince, “Bence ne yapalım biliyorsun musun? Bu sorunun cevabını birkaç gün içinde ben sana uygulamalı göstereyim.” dedim zihnimde deli dehşet görüntüler oluşurken.
Göktuğ hafifçe başını salladı. “Tamam olur da az biraz anlatsan mı diyorum…”
Dudaklarımı büzdüğümde biraz düşündüm. “Tamam… O zaman şöyle timden başlayayım birazcık. Kalender’i zaten gördün. Sessiz, sakin bir adam. Kendisi tim yardımcım oluyor aynı zamanda… Çoğunlukla fikir alışverişi yaptığım kişidir Kalender.”
Ayaklanarak yemek masasının arkasında kalan çerçevelerden ellerimizde tüfekler, çapraz duruşta ciddiyetle kameraya baktığımız fotoğrafı ve televizyonun yanındaki yüzümüzün açık olduğu fotoğrafı aldım.
Göktuğ’un dibine oturduğumda sırtımı hafifçe koluna yaslayarak dizlerimi kendime çektim. Yüzümüzün açık olduğu fotoğraf üstte dururken, en önde fotoğrafımızı çeken adam Tekin’i işaret ettim. “Tekin kendi halinde takılan, ara sıra cüssesine tezat deliren garip bir arkadaşımız ama konuştukça içindeki çıkan pamuk kalbini çok net görebilirsin.”
İki yandan sarıldığım adamlardan Kalender’i es geçerek Yıldırım’ı işaret ettim. “Yıldırım oldukça yaralı birisi… Ne aileden ne de aşk hayatından asla yüzü gülmemiş. Yetimhanede büyüdüğünden, kendimi ben büyüttüm… gibi bir şey söylemişti zamanında. Kendimi en benzettiğim insan Yıldırım aslında. İlk tanıştığımız zamanlarda da hemen ısındığım tek kişiydi.”
Yıldırım’ın ardında kalan Ertuğrul’u işaret ettim. “Ertuğrul, biraz ben merkezci bir insan… Yani onunla ilk defa konuşanlar genelde hâl ve hareketlerine ayar oluyor ama sonradan alışıyorsun işte.” Güldüğümde omuzlarım sarsıldı.
Göktuğ’unun başımın üstüne yasladığı çenesi yüzünden hafif bir baskı hissettiğimde sakince konuştu. “Başa gelen çekilir diyorsun yani?” Dirseğimle hafifçe karnını dürttüğümde gülerek, “Öyle deme arkadaşıma ya.” diyerek sızlandım.
Dilini damağına vurduğunda, “Onu da tanıştıktan sonra konuşalım bence…” dedi gülerek.
Yavaşça gülerek baş parmağımı sona kalan adamın üzerinde oynattım. “Âhi. O kadar gizemliydi ki benim gözümde… Sanki o gizeme ulaşabilsem her şey daha farklı olacakmış gibiydi. O bakışları, hareketleri… Bana kendini açtığı günden sonra her şey o kadar hızlı ilerledi ki… Daha yeni yeni farkına varabiliyorum olanların ama içimden asla kabullenmek gelmiyor.”
Arkamdan belime sarılan kollar, karnımın üzerinde kenetlendiğinde çerçeveleri yavaşça koltuğun kenarına bırakarak başımı arkamdaki adamın göğsüne yasladım. Ellerim, karnımda duran ellerinin üzerine kapandığında hissettiğim duygu o kadar hoşuma gitmişti ki…
Huzuru hissettiğim an, yirmi yedi senenin sonunda mı gelmek zorundaydı? Hayat cidden çok acımasızdı. Bir çocuğun tek hissetmek istediği duygu, sevgiyken; genç bir kadının huzur bulduğu duygu, sevgi olmamalıydı.
“Göktuğ…” Sessizce mırıldandığımda gözlerim yavaşça kapandı.
Başımın üzerine yasladığı çenesi hareketlendiğinde, “Hm.” diyerek mırıldandığını duydum.
Ellerim ellerini kavradığında, “Teşekkür ederim.” dedim titretmemek adına büyük bir savaş verdiğim sesim eşliğinde.
Ne olduğunu anlamadığım bir hızda bedenim Göktuğ’a doğru çevrildiğinde, o kadar yakın kalmıştık ki. “Göktuğ…” anlamsızca mırıldandığımda Göktuğ yalnızca gözlerime odaklanarak, “Asıl ben teşekkür ederim Armin.” dedi naif bir sesle.
Kollarımı boynuna sararak bacağının yanına oturduğumda sırtımı kavrayan kollar ile resmen bir bütün olmuştuk. “Seni seviyorum Armin. Nasıl oldu hiçbir fikrim yok ama sana aşığım.” Boynuma temas eden burnu tenimde hareketlendiğinde içimi kaplayan ürperti ile derin bir nefes aldım.
Göktuğ bana âşık olduğunu söylemişti! Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki, ritim seslerini duyduğuna adım kadar emindim.
“Biraz heyecanlısın sanki…” Kulağımın dibinde mırıldanan adamla kollarımı gevşeterek geri çekildiğimde, “Biraz değil, çok heyecanlıyım Göktuğ. Aslında heyecandan da ziyade, hiç yaşamadığım duyguları neredeyse bir aydır sesinle hissediyorum ve bu duygu beni biraz ürkütüyor.” Dedim yüzlerimiz arasında kalan milimlik boşluktan faydalanarak.
Gözleri gözlerimle sert bir şekilde çarpıştığında, “Bütün duyguları benimle yaşaman için elimden gelenin fazlasını yapacağım Armin. Bu bahsettiğim korku da olabilir, öfke de… O kadına karşı haykıramadığın her şeyin sesi olmaya hazırım. Anlıyorsun beni değil mi?” dedi erkeksi, boğuk bir sesle.
Hipnoz olmuş bir tavırla başımı salladığımda bana yaklaşarak yanağıma sert ama tutkulu bir öpücük bıraktı. Ağırca yutkunduğumda dudaklarımın arasından kaçan sert nefes ikimizin arasına kaynayarak saniyeler içerisinde yok oldu.
Sanki ikimiz bir zincirdik. Ben ve o. Biz. Zincirin bir ucunda açık kalan kilit, başka hiçbir zincirle uyuşmayacak derecedeydi. O bana yaklaştığı an kilit bir timsahın yemini kaptığı misal kapanacaktı sanki. Onunla bir olacak, onsuz hiç olacaktım.
Hissediyorum. Onda değişik bir şeyler vardı. Anlam veremediğim, çözümüne kilometrelerce geride kaldığım… Yanında olmak huzurlu hissettiriyordu. Huzurdan çok, güvende. Sanki teni tenimle saniyelik bir temas yaşasa omuzlarım dikliğine diklik katacak, çenem şahlanacaktı. Onda beni tamamlayan parçalar vardı. Bende onu tamamlayan ne vardı bilmiyordum…
Önümde devasa bir masa vardı. Dört ayrı köşede ise hayatım. Sol üstte Mihri’nin ölü bakışları yer alırken, aynı hizanın aşağısında Armin’in asi bakışları yer alıyordu. Sağ üstte Göktuğ ve Armin’in gözlerinin kestiği an etrafa saçılan renk cümbüşü soluk parçaları canlandırırken, aynı hizanın altı ise boştu. Oraya zaman vardı. O yapboz nasıl tamamlanırdı bilmiyordum ama görünüşe göre iki solukluk, tek canlılık vardı.
Yüzlerimiz arasında kalan tek nefes boşluğu yüksek sesle çalan telefonum sonucu açılmıştı. Yanaklarım utançtan kızarırken Göktuğ’a bakmadan telefonu açtım. “Ne var be?”
İçimdeki çirkef gün yüzüne çıktığında karşıdan gelen Kalender’in bağırışı ile hızlıca ayaklandım. “Yıldırım! Yıldırım birini dövmüş, sivil birini…”
“Ne?” Dudaklarımın arasından firar eden kelimeye ek çıkan küfür ile hızlıca elimi ağzıma kapattım. Kısık bir sesle, “Miralay’ın haberi var mı?” dedim.
Nefes nefese kalana adam, “Ortalığı toparlayıp Keskini getirin dedi.” diyerek fısıldadı. Elimi sertçe alnıma vurduğumda, “Nerede o geri zekalı?!” diyerek bağırdım sinirle.
“Yüksekova yakınlarında, ben çıktım diğerleri de çıkmıştır… Sende acele et!”
Oflayarak, “Bana bakın ben gelene kadar hiçbiriniz bir şey yapmayacak anlaşıldı mı? Kalender diğerlerine sahip çık, aksi taktirde hepinizin ağzını yamulturum!” dediğimde bir yandan da vestiyere doğru koşmuş ve üzerime paltomu geçirmeye çalışıyordum.
Telefonu kapatarak vestiyere fırlattığımda peşimden ayaklanan adama paltomu giymemde yardımcı oldu. “Ne oluyor?”
Postallarımın ipini bağlamaya çalışırken, “Bir şey yok, sen istersen otur beni bekle… Ya da geç gelebilirim. Of dur! Sen en iyisi git ben sabah arayım seni… Beynim durdu anlıyor musun? Soru sorma da ayak uydur bence!” dedim ne diyeceğimi bilememenin verdiği kararsızlıkla.
Paltomun kuşağını bağladığımda arabanın anahtarı ve telefonumu alarak çıkmak için yeltendim. Bir anda aklıma gelen tabancam ve kimliğimde yüksek sesli bir küfür haykırarak koştum. Odama bıraktığım ikiliyi aldığımda belime zar zor sıkıştırdığım tabanca ile kapıyı açtım.
“Çık hadi hadi!” Göktuğ’a bağırarak kapıyı çektiğimde, ne olduğuna anlam veremeyen adam anlamsız bir şekilde bana ayak uydurmaya çalışıyordu.
Koştur koştur merdivenleri indiğimde dışarı çıkarak arabama yöneldim. Göktuğ arabanın önüne gelerek bana baktığında arabaya binerek cama doğru ben seni ararım hareketini çakarak arabayı çalıştırdım. Hızlıca önüne kırdığım adamı solladığımda ana yola çıkmıştım bile…
Barkını aramaya koyulduğumda telefon saniyeler içerisinde açıldı. “Neredeymiş bu çaylak?!”
“Sen Yüksekova’nın içine gel bulursun zaten.” Barkının her zamanki gibi sakin çıkan sesiyle sıktığım dişlerimin arasından bir hırıltı çıkardım. “Bana bak, Kalender’e söyledim ama sana da söylüyorum sakın bir şey yapmayın! Ben gelince konuşacağız duydun mu?” Barkın beni onaylar gibi mırıldanarak telefonu kapattığında telefonu sertçe yan koltuğa fırlattım.
Amacı neydi acaba beyefendinin? Şu anda gidip ağzını burnunu patlatmamak adına zor duruyordum. İki dakika kafa dinleyim demek de haramdı herhalde… Hissediyorlarmış gibi saçma sapan işler çıkarmışlardı gene başıma.
Evimin Yüksekova’ya yakın olmasından fırsat bilerek yüksek katlı binalar arasında turlamaya başladığımda dikkat çekmemek adına arabayı park ederek yürümeye başladım. Ara sokaklardan geçerek etrafımı süzmekten bir an olsun çekinmezken ileride gördüğüm hafif kalabalığa doğru derin bir nefes almakla yetindim.
Adımlarımı sıklaştırarak onlara yaklaşmaya başladığımda, “Siz benim başıma bela mısınız lan?” dedim kısık ama sağlam çıkan sesimle.
En arkalarında koruma gibi dikilen Tekin yavaşça bana döndüğünde dilini damağını vurarak başını omzuna yatırdı. “Konuşmuyor da komutanım ne yapsak? Valla yanımda papatya çayı da vardı ama iç deyince çayı yüzüme döktü.”
Tekin’e boş boş baktım. Boynundan aşağı kısmı ıslak olan v yaka tişörtü üzerine yapışmış bir vaziyette elindeki termosu sıkıca tutmaya devam ederken Tekin’i sinirle ittirerek aralarından geçtim. Sırtını duvara yaslamış ve dizlerini karnına çekmiş adam, tek kolunu dizinin tepesinden sallandırırken boş bakışlarıyla yere bakıyordu.
Yere çömelerek paltomun yanlarını topladığımda, “Yıldırım.” Diyerek fısıldadım.
Yıldırım bakışlarını yerden çekmezken, arkamda kalan beşliye biraz gerilemeleri adına bir baş hareketi yaptım. Emir ve Ertuğrul yerde baygın yatan adamı tek hamlede yanlarına alarak uzaklaşmaya başladıklarında sokak lambasının altında kalan ikili Yıldırım ve bendik.
Gölgelerimiz, duvarda bir ruh misali hareketsiz dururken bir kez daha, “Yıldırım bana bak.” Diyerek baskın bir sesle konuştum.
Bakışları ağırca bacaklarımdan yüzüme tırmanan adamın dudaklarından iki kelime çıktı. “Kadını dövdü.” Bakışlarım istemsizce adamı götüren ikiliye kaydığında kaşlarım yavaşça çatıldı. “Kadın nerede Yıldırım?”
Yıldırım bakışlarını tekrardan zemine çevirdiğinde, “Ben o şerefsizi dövmeye başlayınca korktu kaçtı.” Dedi sessizce.
Elim çenesinin altına yerleştiğinde bakışlarını bana çevirmesi adına hafif bir baskı uyguladım. “Bu yaptığın olayı bilmeyen biri; örnek Miralay, açısından oldukça büyük bir cezayken bana yalnızca arkanı toplamak kalıyor Yıldırım. Şunu unutma, en az adamı dövdüğün kadar bende ağzınla yüzünün yerini değiştirmek istiyorum ama dua et ki kriz anında yapmışsın.” Sesim sakin çıkmak adına uğraşırken ister istemez sinirimi de ona yansıtıyordum.
Yanağına hafifçe vurdum. “Bana bak, eğer bir kere daha bir sivile dokunduğunu göreyim o bileğini kökten kırarım!” Yüzüne yaklaşarak sakince fısıldadım. “İyi yapmışsın ona lafım yok ama sen askersin Yıldırım. Rastgele bir sokakta bir sivili dövmen ne kadar riskli anlıyorsun beni değil mi?”
Adamın kadına uyguladığı şiddet doğru değildi. Yıldırım’ın adama uyguladığı şiddet az bileydi ama unuttuğu şey mesleğiyse bana da komutanı olarak fırçalamak düşüyordu. Ufak hatalara lüzum yoktu. Onun aklı başında bir asker olduğuna inanmak istiyordum ama Yıldırım’ın en ufak olayda geçmişe dönmesi işime gelmiyordu. Eminim ki adam kadına vurduğu an gözünde canlanan tek şey, Sanem’in ondan ayrılırken üzerine saldırarak acımasızca sarf ettiği sözlerdi.
Yıldırım bu saatten sonra birisine tutulamazdı. Geçmiş onu cehennemin kor alevleri arasında tutmak adına inatçıyken, kaçacak bir yeri olmadığını anlamak pek de zor olmamalıydı. Belki o gece hakkında uzun bir vakit yüzleşselerdi bu konu Yıldırım’ın kalbinde kalan açık yaranın üzerini kabuk bağlatabilirdi ama o yara görünüşe göre hep açık kalacağa benziyordu.
Kadınların ani çıkışları, birlikte olan iki yabancının atışmaları ona her zaman için geçmişi anımsatırken kalbindeki yaranın mikrop kaparak bedenine yayıldığını hissedecekti. Canı acıyacaktı. Belki o günün şokunu o saniye atlatıp iki çift lafı bir araya getirememenin verdiği öfkeyi kendine yansıtacaktı. Hatta en kötüsü, kendini suçlayacaktı. Her zaman olduğu gibi… Hatayı hep kendinde aramaya devam ettiği müddetçe de o ufak yaranın zehri bedenine yayılmakla yetinmeyecek, cehennemin lavları arasında küle dönecek adamın içinde kalan haykırışlar konuşacaktı.
Yıldırım Kıran ne aile sevgisini ne de tutulduğu kadının hislerini tadamamış bu sebeple de sevgisiz büyümeye mahkûm kalan bir adama dönüşmüştü. Hiç sevilmeyecekti. Hiç sevemeyecekti. Kalbinde sevgiye dair en ufak bir kırıntı dahi kalmayacaktı. Bu bir savaştı. Sevilenler ve sevgisizliğe mahkûm olanların savaşı.
Kalender'in Armin'e hafif tribi?
Yiğitlerin bitmek bilmeyen görevi?
Armin ve Göktuğ flörtleşmeleri...
Göktuğ ve Armin ikilisi?4
Göktuğ'un Armin'İn hayatını merak etmesi ve tatlı sorular ile onu kırmamaya çalışması?
Armin ve Göktuğ arası yakınlık...
Yıldırım... Yaralı çocuğum. Yıldırım'ı haklı buluyor musunuz?
Canlarım ballarım genel olarak bölümü beğendiniz mi? Duygular size geçti mi?
Yıldıza basarak ÖBB ailesine destek olmayı unutmayın lütfen.
Haftaya Cumartesi 29.Bölümde görüşmek üzere ballarım seviliyorsunuz!
05.10.2024
Sevgilerle, Duru TAŞKULAK
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
23.22k Okunma |
1.97k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |