
Canlarım, ballarım ben geldim!
Ölümle Baş Başa adına hoş duygular ve hangi evrende olduğundan asla sapmayan bir bölüm ile sizlerleyim.
Bölümler ve diğer kurgularım hakkında haberdar olmak için sosyal medyada buluşalım.
Kendi hesabım: durukurkt
Kitap hesabımız: olumlebasbasaaofficiall
Bölüme başlamadan yıldıza basıp satır arası yorumlarınızla destek olursanız çok sevinirim.
Keyifli okumalar ballar!
29.BÖLÜM SEVGİLİ SEVGİLİM
Dünyayı bir terazi gibi düşünmek kolaydı. Ama dünyayı bir terazi gibi görmek… İki kefene ayrılan parçalar elbette ki birbirinden farklı olmalıydı. Mesela sevilenler ve sevgisizliğe mahkûm olanlar gibi…
Sol taraf, her zaman sevilenlerle dolardı. Aslına bakarsak, bir annenin çocuğuna beslediği sevginin içtenliği hiçbir tonla ölçülemeyecek kuvveteydi.
Anneler çocuklarını severdi.
Severdi değil mi?
Benim annem beni çocuğu olarak bile görmemişti aslında… içinde bana karşı oluşan tek his nefret miydi sahiden?
Terazi sevgide mi daha ağır basardı, sevgisizliğe mahkûm olanlarda mı?
Bu sorunun cevabı herkes için farklılaşırdı elbet… Ben tam ortada dengede durmaya çalışan bir zavallıydım sanırsam. Çevresinden görmeye muhtaç olduğu sevgiyi dilenen birisi…
Karşımdaki adam, sanki bir yabancı değil de benim yansımam gibiydi. Anne, baba sevgisinden mahrum, güvenip benimsediği insanların hançerlerinden kamburu çıkmış bir mahrum.
Dünya üzerindeki hiçbir varlık eşit değildi. Herkesin bu dünyada bir amacı varsa, o amaçlardan ilki sevgiye muhtaçlık olmamalıydı. Muhtaçlık, terazinin zeminle bütünleşmesini sağlayan bir kuvvete sahipti. Hiç kimse hiç kimseye muhtaç olmak zorunda değildi. Ama dünya üzerinde yaşamak ve hayata tutunmak zorundaysan, en az bir tane muhtaçlığın olmak zorundaydı.
Karşımdaki ayna parçalara ayrılıp etrafa saçılmıştı. Sevgisizlikten kurtulacağım derken parçalara ayrılan cam kırıklarından bir Mihri değil, yüzlerce Mihri doğmuştu.
Sevgisizlik can yakardı. En çokta tatmadığın o duyguyu bir yabancıdan tatmaya başladığını hissettiğin an can yakardı.
Kim isterdi sevgisizliği iliklerine kadar tatmayı?
Bazen yalnızca yüzleşmek isterdiniz ama terazinin zeminle buluştuğu süre zarfının hızından yüzleşmeniz adına bir zaman kalmazdı.
Önümdeki terazinin sağ kefesi yere çakılmış, sol kefesi zirveden bana el sallıyordu. Boynu bükük kalan Mihri ise boşluğa bakıyor, kendi kendine mırıldandığı şarkıyı zihninde besliyordu.
Odanın tam ortasındaki şamdan, içinden sarı-turuncu karışımı ışık eşliğinde ortamı aydınlatırken etraftaki sessizlik, ölümün son saniyeleri andıran sessiz haykırışlarla yarışırdı.
Zihnimdeki labirentte kaybolan küçük Mihri’nin aklında bir soru vardı. Sevgisizlik insanın kendi seçimi miydi?
Yollar ayrılmak zorundaydı. İkiye, üçe belki beşe? Eninde sonunda parçalanacak ve başka yerlere sapacaktı, öyle değil mi? Belki de seçtiğin yolun doğruluğuna hem kalbin hem beynin onay verirken, karşındaki kişi yolun sonundaki gizemleri birbirine harmanlayarak kaderinle oynardı…
Sol çaprazımdaki koltukta bacaklarını kendine çekmiş, bacaklarının etrafına kollarını sararak çenesini de diz kapağına yaslamış bir adam vardı. Saatlerdir yaptığı şeyin devamlılığını sürdürerek halının kremsi ama sarı-turuncu ışıktan kararan anlamsız rengini izledi.
Soramıyordum. Neden yaptığını, neden kendine hâkim olamadığını… Çünkü biliyordum. Bir insan en çok biriktiği zaman patlamak isterdi. İçine attığı her şeyi sonra düşüneceğine dair bir yalan ile kenara kaldırır, hiç beklemediği bir anda ise önüne düşen gerçeklerin doğruluğuna inanmak istemezdi. Saçma gelirdi gerçekler. Can yakardı doğrular.
Siz hiç kendi içinizde neden yanlış yolu seçtim diye bir sorgulama yapmış mıydınız? Ben her gün her saat her dakika her saniye… Günün en anlamsız, en mutlu olduğum, en huzur bulduğum anlarda önüme düşen gerçeklerden bir yılan görmüş misali kaçıyordum. Yılan ayak bileklerim etrafında uysal bir hamle ile dönerken, size kendisini sevebileceğinize inandırdı. Siz ona, onun gibi bir uysallıkla yaklaştığınızda ayak bileklerinizden bacaklarınızı saran yılanın hızına anlam dahi veremez bir bilinmezlikte bulurdunuz kendinizi.
Bacaklarımın etrafına sardığım kollarım yılanın kaygan derisini hissetmeme neden olurken ürpererek mırıldandım. “Yapma Yıldırım.”
Gözlerim mumun cılız ışığından buğulanırken, “Kendine zarar vermekten başka bir şey yapmıyorsun… Bu acılarının üzerine gitmek değil, onların zihnini ele geçirmesine yardım etmek.” Dedim hissizce.
Bunu kendine yaparak yalnızca zarar veriyordu. Onun gözlerinde kendimi görüyordum. O küçük acımasız ama bir o kadar da korkak Mihri’yi.
Saatlerdir asla açmadığı dudakları ağırca aralandı. Dili alt dudağının üzerinde büyük bir sakinlikle gezdiğinde, eş zamanlı olarak derin bir nefes aldı. “Bana bir keresinde beni kendine benzettiğine dair bir cümle kurmuştun. Hatta ‘sanki gözlerinde kendimi görüyor gibiyim’ demiştin. Söylesene Armin, aile sevgisi almamış bir çocuğu kim büyütüp sevebilir?” Sorusu beynimden vurulmuşum gibi hissetmeme neden olurken, kalbimde derin bir sızı hissettim.
İçinde, içimde, içimizde… İçimizde asla büyümemiş olan o çocukların nasıl büyüyüp, bir başkası tarafından sevileceği hakkında bir fikrim yoktu.
Ürperdiğimi hissettim. Bedenimdeki tüm kanın oluk oluk akarak benden ayrıldığını, kanımın çekildiğini hissettim. Ortamızda kalan mum ürpermemin şiddetiyle sağa sola dans etmeye başladığında tavana yansıyan görüntü zihnimin bir odasını açarak beni başka bir evrene itekledi.
Bir mahzen vardı. Nemli ve rutubetli duvarlar, yosunlaşmaya başlayan zemin, metal bir sandalye, zincirler, muştalar ve daha can yakıcı birçok alet. Karşımdaki kadın susmamı haykırırken, öfke krizi geçirircesine titreyerek büyüttüğü gözlerinin ardından yüzüme bakıyor. Sanki yüzüm ona kötülükleri çağrıştırıyormuş gibi. Canımı yakmak istiyor, ki bu her halinden de belli oluyor. Parmaklarının arasından geçirdiği muştanın sivri yüzeyi en çok karnım olmak üzere, bedenimin çeşitli yerlerinde geziyor. Canım yanıyor ama o bunu bildiği halde durmuyor. Bir şeylerin acısını çıkarmak adına bağırıp, ağlayarak deli gibi tüm gücüyle üzerime abanıyor.
Sanki bir kabustan uyanmış gibi oturduğum yerden istemsizce sıçradığımda başımı iki yana salladım. “Annesinin gözlerindeki nefreti tadan bir çocuk, gerçek sevginin ayrımını yapamaz Yıldırım. Ona verilen ilgiyi de sevgi zannedebilir… Bence sen şanslısın, annenin gözlerindeki o nefrete tanık olmadığın için.”
Yıldırım burnundan sert bir nefes vererek bakışlarını bir kartal misali bana çaktı. “Bana göre de en azından annesinin kendine dair ne his beslediğini bilen bir çocuksun, yani sen daha şanslısın. Söylesene Armin, annenin gözlerinde sen hariç herkese oluşan o sevgiye şahit olmak nasıl hissettiriyor?”
Nemlenen burnumu çekerek başımı yan bir şekilde kendime çektiğim dizlerimin üzerine yasladım. “O kadar iğrenç bir his ki… Keşke annemin kim olduğunu bilmesem de sokakta tek başıma büyüsem diye yalvaracak kadar.”
Yıldırım bakışlarını benden çekerek ortamda hiçbir esinti olmamasına rağmen şiddetle sağa sola savrulan mumun ışığına odaklandı. “Anneler çocuklarını neden sevmez?”
Ağlarcasına gülmeye başladığımda gözümün önünde canlanan o güzel ama kalbi taş kadının canımı ne denli yaktığını hissettim. Çok güzeldi. Dönüp dönüp defalarca bakacağım, gözlerimi kamaştırmasına rağmen bakmaktan kendimi alıkoyamadığım kadar güzeldi… O güzelliğin canımı nasıl yaktığını her seferinde yüzüme sert bir yumruk değerinde hissediyordum.
“Benimki bu sorudan kaçıyor Yıldırım. Yirmi yedi senedir cevabını aradığım soru maalesef bende de yok. Kaçmak en basit eylem değil midir sahiden?” Başımı dizime sürterek dalan gözlerim eşliğinde fısıldadığımda bedenim karıncalanıyordu. Bunu hissediyorum ama hissettiğim hissizlik beni uyuşturuyordu.
“Uyuyalım mı artık?” Yıldırım bacaklarını yavaşça yere uzattığında bana bakmadı ama ortamda kalan tek kişi olarak sorusu banaydı.
Koltuğun üzerinde duran telefonumu elime aldığımda Emir’i çaldırdım. Telefon hızlıca açıldığında konuşmasına fırsat vermedim. “Emir ne yaptın?”
Rüzgâr sesi Emir’i kovalarken, “Her yeri temizledim Komutanım, Tekin adamla güzel bir sohbet edecek ondan sonrasını zaten sabah içtimadan önce konuşuruz.” dedi hırıltılı çıkan sesiyle.
Ortalıktaki delilleri kaldırması adına güveneceğim tek adam Emirdi. Emir her ne kadar gevşek, konuşkan ve pek ciddi gözükmeyen bir adamda olsa aramızdaki en hızlı kafasını toplayan oydu. Geri kalanlardan Barkının fevriliği, Ertuğrul’un ben merkezciliği derken pek de seçeneğim yoktu zaten.
“Tamam sende çok oyalanma eve geç.” Sakince mırıldandığımda telefonu kapatarak cebime attım. Ayağa kalktığımda, az evvel oturduğum yere düşen siyah şeyle kaşlarım çatıldı. Elime aldığım siyah kıyafet bir ceketken, olduğum yerde birkaç saniye düşündüm.
Etrafa yayılan erkeksi koku ile dudaklarım yavaşça aralandığında Yıldırım, “Belki de o çocuğu büyütmeyi göze alan gerçek bir sevgiyi çoktan bulmuşsundur…” diyerek yanımdan sıyrıldı.
Elimde ceketle koltuğun önünde dikilmeye devam ettiğimde misafir odasının kapı sesini duymam, kendime gelmemde az da olsa yardımcı olmuştu. Mutluydum. Kum saatinden zemine akan tanelerde şen kahkahalarla birbirlerine çarpıyordu. Sonra bir anda kum saatinin hizasından atılan adım ile kum saati savrulmuş, akan taneler savrulduğu gibi kalmıştı.
Hep mi böyle olacaktı bilmiyordum. Mutlu olmak herkesin hakkı değil miydi?
Oflayarak elimi alnıma bastırdım. Uyuşan bacaklarım yıkılmamak adına zor direnirken salonun iki adım sağında kalan odama girerek kapımı kapattım. Bazen kendimi çok yıkılmış hissediyordum. Sanki hiçbir işe yaramayan bir beceriksiz gibi hatta…
Üzerimdeki bol tişörtü ve gri eşofmanı yırtarcasına çıkarttığımda odanın bir köşesine fırlatarak üzerimde kalan iç çamaşırlarım eşliğinde yatağa uzandım. Göğsümün üzerine bıraktığım ceketten etrafa vuran o keskin erkeksi koku bedenimi mayıştırırken, onun sesini duymaya ihtiyacım olduğunu hissettim. Sanki o ses kalbime sızsa, bütün her şey çözülecekmiş gibi…
Komidinin üzerinde duran telefonumu alarak isminin üzerine tıkladığımda telefonu omzumun üzerine bırakarak gözlerimi kapattım. Ellerimin arasında, parçalara ayrılmış bir cismi birleştirmek adına didiniyormuşum gibi sıkıca kavradığım ceket bana iyi hissettiriyordu.
Telefon açıldığında, “İyi misin?” diyen adamın uyku mahrumu sesi ile ne zaman dolduğuna anlam vermediğim gözlerimden bir damla yaş, yanaklarımın üzerinden gerdanıma süzüldü.
“Senin annen seni nasıl seviyor?” Dudaklarımın arasından zoraki çıkan kelimeler bir araya geldiğinde, pek düzgün gözükmese de büyük bir anlam içeren cümleye dönmüştü.
“Her annenin kendi çocuğunu sevdiği gibi… Kendinden bir parçayı kırmamak adına çırpınan biri gibi…” kısık sesi kulaklarımdan bütün bedenime yayıldığında ürperdim.
“Benimki beni neden sevmiyor sence?” Kendi annenin seni neden sevmediğini başkalarının ağzından çıkacak tek bir kelimeye muhtaç olmanın zorluğu, boğazımdaki yumrudan anlaşılıyordu.
Derin bir iç çekiş işittim. “Herkesin kendine göre bir sebebi vardır Armin. Belki o sana olan sevgisini nefret kusarak gösterebiliyordur.” Kapalı gözlerimin arasından akan ılık yaşlar, çıkıntılı köprücük kemiğimin üzerinde kalan oyukta birikiyordu.
“Neden? Birine, hatta o biri senin kendi kanından olan bir çocuksa… Ona nasıl nefretle bakabilirsin ki?” kalbimdeki sızı derin nefesler almam adına beni zorlarken, halsizce nemlenen burnumu çektim.
“Bir hikâyeyi tek taraflı dinlediğin taktirde, anlatan her daim haklı çıkar Armin. Eğer bu hikâyenin baş kahramanını Afil’in hayatını dinlersek, iki tarafında haklı çıkacağı yerler elbette ki olacaktır. Evet onun yaptıklarını kesinlikle savunmuyorum ama o da bunları yapmaya mecbur kalmış olabilir.”
Duyduklarım zihnimi git gide bulandırırken dudaklarım büzüldü. Titreyen dudaklarım birbirlerine sıkıca baskı uygularken ne diyeceğimi bilemedim.
“Ben sevilmeyecek biri miydim sence?” İçimden yalnızca sormak geliyordu. Belki cevap almaya gerek bile duymadan sormak.
“Az önceye dek bir psikolog olarak tarafsız cevaplarımı söyledim ama bu soruyu Göktuğ olarak cevaplayacağım. Hiç kimse sevilmeyecek birisi olarak nitelendirilemez, özellikle o birisi de sensen Armin…” dedi erkeksi, kalın ve hoş bir sesle.
Gözlerimden akan yaşlara tezat dudaklarımda sıcak bir gülümseme olduğunda, ikimizin de kalbini tekletecek bir cümle kurdum. “Seni seviyorum Göktuğ, nasıl bu hisse kapıldım bilmiyorum ama her zerrene aşığım.”
Nefesim kesilirken karşı tarafta uzun bir süre sessizlik oluştu. Bir hışırtı dalgası kulaklarımda kımıldandığında, “Beş dakika görebilir miyim seni? Gözlerini görmek, hızlı ritimlerini on adım öteden işitmek istiyorum.” Dedi heyecanlı çıkan sesiyle.
Yattığım yerden yavaşça doğrulduğumda sol kolum ceketi himayesi altına aldı. “Kaç dakikalık yolu, sırf beni görmek için mi geleceksin cidden? Saat geç oldu, dinlenmelisin bence…” Dudaklarımdan dökülen kelimeler ne kalbimin ne de zihnimin içinden geçiyordu. İki taraflı haykırılan gerçek, o adamı yanımda görmem gerektiğini söylüyordu.
“Geliyorum, on dakikaya aşağı iner misin?” Emir kipinden uzak ama emreder tonda çıkan sesi iç çekmeme neden olurken halsizce başımı salladım. “Gel Göktuğ, seni görmek istiyorum…”
Telefonu kapatarak yatağın üzerine bıraktığımda odanın köşesine fırlattığım kıyafetlerimi bitkin bir tavırla üzerime geçirdim.
Omuzumdan kayan tişört göğsümün üzerinde durduğunda yavaşça yutkunarak yatağın üzerine bıraktığım ceketi omuzlarıma bıraktım. Ne olur ne olmaz diyerek belime beylik tabancamı sıkıştırdığımda, telefonumu elime alarak odadan çıktım.
Spor beyaz bir ayakkabıyı giyerek anahtarı yanıma aldığımda kapıyı sessizce çektim. Dört kat merdiven yolculuğum ağır adımlarım sayesinde uzarken, düşüp bayılmam adına dakikalar kalmıştı sanırım. Yiğitlerin çıktığı görev onlardan çok beni yormuştu. Üzerine binen apır sapır olaylar da işin tuzu biberiydi.
Merdiveni bitirerek ağır adımlarımla dış kapının kilidini açtığımda, gördüğüm manzara ile olduğum yerde duraksadım. Arabanın önünde bir ayağını diğer ayağının önüne atmış, elleri cebinde yeri seyreden adamı görür görmez, kalbimde bir sızı meydana geldi. İçindeki yuvarlak yaka gri tişörtün üzerinde kot bir ceket, altında ise kot ceketinin aynı tonlarında hafif bol bir kot pantolon vardı. Onu takım elbise dışında ilk görüşüm olduğundan yadırgamadım desem yalan olurdu.
Durduğum yerde attığım bakışları keserek telefonu cebime koyduğumda hızlıca ona doğru yürüdüm. Açtığım kollarımı sertçe boynuna sardığımda, bu anı bekliyormuş gibi belimin etrafına bir çift kol sarıldı.
“Özür dilerim bu saatte getirdim seni, emrivaki gibi oldu-“
“İstediğin her saniye arkanda veya yanında değil, dibinde biterim Armin. Sen yeter ki iste, ben her zaman buradayım.” Eli göğsümün üzerine kapandığında geri çekilerek gözlerim tam içine baktı. “Bu hızlı ritimlerin sahibi olduğumu bilmek, çok karmaşık duygular hissettiriyor.”
Ellerim boynunun ardından kayarak göğsüne düştüğünde başım hafif dikelmiş, duygu patlaması yaşayan gözlerim eşliğinde yüzünü inceliyordum.
“Söylesene.” Dedi sakince mırıldanarak.
Kaşlarım çatılır gibi olduğunda anlamayarak, “Neyi söyleyeyim?” dedim.
Dudakları iki yana kıvrılarak büyük bir gülümsemeyi ardında getirdiğinde, “Telefonda dediklerini…” diyerek elini sırtıma doğru kaydırdı. Bedenlerimizi çarpıştırarak, aramızda birkaç santim bıraktığında ilgi odağı yalnızca gözlerimdi.
Dudaklarımda duru bir tebessüm oluştuğunda, “Her zerrene aşığım Göktuğ, kısaca seni seviyorum değil, seni deliler gibi seviyorum. Aklımı kaçıracağım şiddette, kontrolumu kaybedeceğim büyüklükte, iplerimin koptuğu saniyenin genişliğinde… Anlam veremiyorum ama ben sana çekildiğimi iliklerime kadar hissediyorum Göktuğ.” dedim ellerimi omuzlarının üzerine çıkararak.
Göktuğ yüzünü bana yaklaştırdığında lanet kalbim bedenimden fırlayıp savrulacakmış gibi atmaya başladı. Göz bebeklerimdeki büyüme ilgisini çekmiş gibi güldüğünde, “İşte bunu duymak, yirmi dokuz senesinin acısını tek celsede silmeye eş değermiş. Sana aşığım Armin,” dedi dudaklarıma doğru fısıldayarak. Hafifçe geri çekildiğinde yüzlerimizin arasında bir boşluk oluşmuştu. Bundan fırsat bilerek, gözlerimin derinliklerine gömülmüş o çocuğa kilitlendi. “Seni de sevgiyle büyüteceğim Mihri.”
Bacaklarımın bedenimi taşıyamayacağını hissettiğimde üzerindeki kot cekete sıkıca tutunarak bacaklarımı yönetmeye çalıştım. Göktuğ çevik bir hamleyle sırtımı kavrarken, “Sakin ol, bundan sonra her duyguyu yaşayacaksın, alışsan iyi olur.” dedi sakince.
Omuzlarını sıkıca kavrayarak bedenimi toparladığımda, “İçeri gel derdim ama Yıldırım uyuyor. Hatta evden çıktığımı fark etmiş ve çoktan çıkmaya hazırlanmıştır…” dedim hüzünlü bir sesle.
“Armin!” Apartmandan yükselen sesle ellerimi Göktuğ’dan çektiğimde dış kapının arkasından beliren yüz beklediğim gibi Yıldırım’a aitti. Üçe vurulu saçlarının üzerinde gezdirdiği eli ve kısık bakışları etrafı taradığında, saniyeler içerisinde hedefini buldu. Üzerindeki ince ve sıkı kazak bedenini sararken, altına telaşla geçirdiğini varsaydığım kot pantolonu kırışmış görüntüsü ile kendini ele veriyordu.
Dış kapının arkasından çekilerek kapının kapanmasına sebep olduğunda ellerini cebine yerleştirerek uzaktan bana baktı. Dudağının sağ tarafında meydana gelen yükselme, ne düşündüğü hakkında oldukça büyük bir fikri bana sunuyordu.
Göktuğ saatin kaç olduğu gerçeğini es geçerek Yıldırım’a döndüğünde dudaklarında tatlı bir gülümseme vardı. “Merhaba.” Elini kaldırarak Yıldırım’ı selamladığında Yıldırım bana bakarak gülmeye başladı. Bakışları Göktuğ’unun üzerinde oyalandığında, ilgisini çeken şeyin Göktuğ’unun boyu olduğuna adım kadar emindim.
Uzun boyu, yapılı ve geniş omuzları hatta kalın sıkı bacakları ile bir psikologdan çok bizim özel kuvvetteki askerleri andırıyordu kendisi.
“Merhaba.” Yıldırım da Göktuğ gibi elini havaya kaldırıp indirdiğinde, “İşiniz bittiyse ben Armin’i alayım. Malum erkenciyiz.” diyerek sahiplenici ağabey duruşunu sergilemekten çekinmedi.
Göktuğ Yıldırım’a ayak uydurarak hay hay dercesine başını eğdi. Bana döndüğünde kollarımı iki yana açarak bedenini sıkıca sardım. “Seni seviyorum psikolog, tekrar görüşeceğiz bu saatten sonra kaçışın yok.” Kulağına doğru fısıldadığımda gülen adamın hareketlenen göğsü benim göğüs kafesime çarpıyordu.
“Siz nasıl isterseniz Armin Hanım.” Gülerek geri çekildiğinde son kez bakışarak hafifçe geriledim.
Bakışları Yıldırım’a değmeden Yıldırım’ın olduğu tarafa düştüğünde, git hadi dercesine başını yana itekledi.
Tam gidecekken omuzlarımdaki ceketin varlığını hissettim. “Bu evde kalmış, sana verecektim.” Omuzlarımın üzerinden çıkarmaya yeltendiğimde ceketi omuzlarıma geri bastırdığında, “Sende kalsın. Hadi git, baksana oldukça sorusu var gibi duruyor.” dedi Yıldırım’ı işaret ederek.
Gülmekle yetindim. Yıldırım’a doğru yürümeye başladığımda hızlı attığım adımlar beni saniyeler içinde Yıldırım’a sürüklemişti. Yıldırım imayla gülümserken dış kapıyı itekleyerek geçmemi bekledi. Apartmana girdiğimde merdivenlere yöneldim. Arkamdaki adamın varlığı beni geriyor ama rahatlatıyor da gibiydi. Karmaşık duygular arasında gelgitler yaşarken çoktan dört katı çıkmıştım bile.
Anahtarı zorla deliğine soktuğumda kapıyı açarak içeri girdim. Yıldırım arkamdan gelerek kapıyı çektiğinde, sırtını kapıya yaslayarak kollarını göğsünde toparladı. “O adam içindeki sevgisiz çocuğun sevgiyi tatmasına yardımcı olur Armin. Sana nasıl baktığını gördüm. Yeni doğan bir bebeği kucağına alan babanın, kollarındaki canı incitmekten doğan korku vardı gözlerinde.”
Gülümsemekle yetinip ayakkabılarını çıkardığında yanımdan saniyeler içerisinde ayrıldı.
Ayakkabılarımı çıkararak odama geçtiğimde üzerimdeki her şeyden tekrar kurtuldum. Yatağın içine girdiğimde zihnime sızan tek şey, ‘seni de sevgiyle büyüteceğim Mihri’ cümlesiydi.
Mihri mutluydu. Gerçek sevgiyi ilk defa tadacağı için…
KURTULUŞ
Gözlerim yavaşça aralandığında üzerimdeki ceketi sıkı sıkıya kavrayan ellerimin uyuşup, buz kestiğini hissettim. Yattığım yerden yavaşça doğrulduğumda üşüdüğünü belli eden bedenim ile derin bir nefes aldım. Yumruk halindeki ellerimi açıp kapayarak uyuşukluk hissini gidermeye çalıştığımda ellerim yüzümde gezindi.
Hava karanlıktı. Odanın içerisine sızan tek ışık fümesi, sokak lambasının sarımtırak ışığına aitti.
Ceketi dolabımdan aldığım askıya astığımda, takım elbiselerimin olduğu tarafa koyarak dolabı kapattım. Üniformamı alarak sakince üzerime geçirdiğimde, içi soğuyan kıyafeteler bedenimdeki soğukluğu ikiye katlamıştı.
Tabancamı belime sıkıştırarak, kimliklerimi bacağımdaki cebe yerleştirdiğimde odadan çıktım. Mutfaktan gelen seslerden Yıldırım’ın uyandığını anlamak pek de zor olmamıştı.
Tuvalete uğrayıp elimi ve yüzümü yıkadığımda çok oyalanmadan mutfağa girdim. Sırtı bana dönük adam tezgâhın üzerimdeki malzemelerden kırdığı yumurtayı çırpmaya başladığında, sert ve hızlı hareketi mutfakta bir gürültüye neden oldu.
“Günaydın.” Sakince mırıldandığımda buzdolabına yönelerek kahvaltılık malzemeleri tezgâha dizmeye başladım.
Yıldırım’ın omzunun üzerinden attığı bakışları sırtımda hissetsem de bozuntuya vermeden kahvaltılıkları çıkarmaya devam ettim.
“Sana da günaydın.”
Alabildiğim kadar kahvaltılığı ellerime doldurarak masaya dizmeye başladığımda, kızmış yağa dökülen yumurtanın vahşi sesleri mutfağı doldurdu.
“İyi misin?” Kısık bir sesle sorduğum soruya karşılık Yıldırım ağırca yutkunarak başını salladı. “İyiyim işte, başka nasıl olabilirim?” Bakışlarım karanlık ormana kaydığında, yarım ay gri görüntüsü ile geceyi süslediğini gördüm.
“Miralay ile önce ben konuşacağım sonra da topluca tüm tim eşliğinde konuşacağız.” Başka bir fikre kapılmaması adına, zihnimde dönen sahneyi ona sundum. Başını sallamakla yetinen adam tabaklara yerleştirdiği omletleri alarak bana döndüğünde kahvaltıya başlamıştık bile.
KURTULUŞ
Arabadan iner inmez hızlıca tugayın içerisine yöneldiğimde vakit kaybetmeden merdivenlere yöneldim.
“Komutanım!” Olduğum basamakta duraksayarak arkamı döndüğümde, “Ne oldu Emir?” dedim çatık kaşlarım eşliğinde.
Emir bana eşlik ederek merdivenleri çıkmaya başladığında, “Komutanım sizden sonra ben timi toplayıp getireceğim. Adam şu anda Tekinle beraber, Miralay ne derse ona göre bırakacağız adamı artık…” dedi yüzüme pür dikkat bakarken.
Miralay’ın odasının önünde durduğumda yavaşça başımı salladım. Kapıyı tıklatarak içeri girdiğimde sert yüzü ve memnuniyetsiz gözüken adamın gözleri gözlerime değdi. “Geç Tan.”
Koltukları işaret ettiğinde emrine uyarak oturdum.
“Olay ne? Ne diye dövmüş adamı?” Kolları göğsünde sinirle yüzüme bakmaya devam ediyordu.
Ellerimi bacaklarımın üzerine bırakarak yüzümü yüzüne çevirdim. “Adam yanındaki kadına şiddet uygulamış, benimki de dayanamamış adamı dövmüş. Yanına gittiğimizde şoka girmiş gibi yeri izliyordu sadece… Emir, gören duyan olduysa diye etrafı kontrol etti. Ortada herhangi bir sorun yok. Tekin de adamın yanındaydı en son, sizden fikir alana kadar bir şey yapmayalım dedik Komutanım.”
Miralay yavaşça yutkunduğunda, “Git çağır hepsini, hemşir adamın yanında kalsın.” Dedi ağırca.
Hızlıca ayaklanarak odadan çıktığımda merdivenleri tırmanan adamlar ile göz göze geldim. Tekin hariç hepsi art arda kata çıktığında, başımla odayı işaret ederek tekrardan içeri girdim. Peşimden gelen adamlar selama durup Miralay’a baktıklarında, Miralay masayı işaret etti.
Herkes saniyeler içerisinde masaya kurulduğunda sert ses, “Amaç nedir Keskin?” dedi bakışlarından akan zehirli sinir eşliğinde.
Yıldırım masanın sağ çapraz ucundan öne doğru çıktığında, “İstemsiz oldu Komutanım. Kadın bırakması adına büyük bir çaba sarf etti ama adam üzerine daha çok gitti. Kimse de sağ olsun adamı kenara çekmediğinden müdahale etmek zorunda kaldım.” dedi doğruları söyleyerek.
“Yaptığın doğru mu sence?” Çnesi kasılan Miralay’ın bakışları bir an olsun Yıldırım’dan ayrılmıyordu.
Yıldırım üzerine gelen adama karşılık, “Kadının kemiklerini kırması daha mı doğruydu Komutanım?” dedi. Boğazımı temizleyerek kaşlarımı kaldırdığımda, uyarım Yıldırım’aydı.
Kollarını göğsünde toplayarak arkasına yaslandığında alay edercesine konuştu. “Kadın kaçmış, adam bizde… Adamı bıraksak ne olur sence? Ben pek mantık kuramıyorum da sen cevap ver madem.”
Ertuğrul söz isteyerek araya girdi. “Komutanım emniyetten tanıdığımız çok, adamı veririz kadını da buluruz… Şikayetçi olmasına yardım ettikten sonrası kolay, suçlu olan Yıldırım değil zaten.”
Miralay solunda kalan Ertuğrul’a bakarak bakışlarını masaya düşürdüğünde, “Kadın şikayetçi olmazsa ne olacak?” dedi kendini patlamamak adına zor tutuyormuşçasına.
Kalender sakince, “İzin verirseniz onu biz hallederiz komutanım.” diyerek imayla Ertuğrul’a baktı.
Ertuğrul hızlıca başını salladığında Miralay, “Tamam size bırakıyorum, önemli bir gelişme olursa bana haber verirsiniz.” Diyerek çıkmamız adına kapıyı işaret etti.
Hepimiz aynı anda ayaklandığımızda seri adımlarla dışarı çıktık. Arkamda kalan Yıldırım Ertuğrul’a omuz atarak güldüğünde, “Bu yolun sonu evliliğe giderse çok gülerim ama.” diyerek gülüşünü kahkahaya çevirdi. Olayın sorumlusu da kendisiydi aslında ama morali yerine gelmişti herhalde…
Ertuğrul homurdanarak önümüzden yürümeye başladığında Emir’in Yıldırım’ın kafasına vurduğunu gördüm. “Sen komutanınla ne biçim konuşuyorsun lan?”
Emir’i ittiren Kalender, “Dedi ağzı durmaz, gıcık Teğmen…” diyerek burun kıvırdı.
Şu anda ne yaşanıyordu peki?
“Ay susun da yürüyün hadi!” Sinirle yanlarından sıvıştığımda Ertuğrul’un bahçeye çıktığını gördüm. Gözlerim saate iliştiğinde içtimaya uygun bir saati görmemle bende Ertuğrul’un arkasından ilerlemeye başladım.
Arkamdan gelen adamlar ile kısa bir sürede başladığımızda her şey şu anlık iyi gidiyordu.
KURTULUŞ
“Komutanım, beni duyuyor musunuz?” Dibimden gelen sesler kulaklarımdaki çınlamayı azaltmazken yüzüm buruştu.
“İki geri zekalı yan yana… Alın size yakın dövüş, salak salak işleriniz var ya! Çocuk musunuz anlamıyorum ki?” Söylenip duran Emir’e kapalı gözlerim ardından, “Şu embesili sustur Kalender, ağzını kırıp başka yerlerine sokmayayım.” diyerek sinirle mırıldandım.
Tekin, “Komutanım başınız mı dönüyor?” dedi merakla.
“Sedye getirsenize oğlum iki tane!” Kalender sinirle bağırıyor, etraftakilere dalmamak adına zor duruyordu.
Emir Kalender’i gram kaile almayarak, “Hep geri zekalı, salak, geri beyin sürüsü! Bir tane akıllı yok!” şeklinde bir cümle kurdu. Yıldırım ise olaydan bağımsız, “Diyen de sensin değil mi Emir?” dediğinde ortalık kısa bir süre içerisinde gene elli altıya dönmüştü.
Emir gülerek konuştu. “Sana konuş diyen oldu mu çaylak?”
Sinirli çıkan sesimle, “Halbuki bende yarım saniye önce sana sus demiştim Emir.” dbağırmamıştım ama sesim oldukça netti.
Ertuğrul yanımdaki malları geriye iterek, “Şimdi var ya belanızı he! Adamı zorla sövdürteceksiniz, defolun gidin lan!” dediğinde elini başımın altına koyarak bana yaklaştı.
“Ay beni bir rahat bırakın, biraz yatayım kalkarım gidin başımdan.” Kendi kendime sızlandığımda Kalender’in alayla gülen sesini duydum. “Aynen, yakan top oynarken yere düştün çünkü hemen kalkarsın.”
Gözlerimi araladığımda alanın etrafını saran büyük ağaçların etrafımdan dört döndüğünü gördüm. Deli gibi dönen başım midemi bulandırırken, merakla başıma eğilmiş adamlardan daraldığımı hissettim.
“Lan Barkını unuttuk!” Emir telaşla yana koştuğunda, yanıma devrilmiş olan Barkından bir sızlanma duydum. “Oğlum bir defol git lan.”
“Beyler biraz açılın lütfen.” Tanıdık gelen kadın sesiyle kısık bakışlarım hafif yana çevrildiğinde, Şeyma hemşirenin yere çömeldiğini gördüm. Göz kapaklarımı ikiye ayırarak tuttuğu ışık, gözlerimi yaşartırken dudaklarım buruştu.
“Burada ne olduğunu sorabilir miyim?” Şeyma merakla bir bana bir yanımda yatan Barkına baktığında, Şeyma’nın arkasından dedikoducu teyzeler gibi yaklaşan Emir’i gördüm. Kalender Emir’i yakasından tutarak geriye ittiğinde Emir saniyeler içerisinde göz önünden kayboldu.
“Yakın dövüş yapıyorduk, ters bir harekete denk gelince de istemsiz bir şeyler oldu işte.”
Evet baya böyle olmuştu Barkın, sende haklısın.
Barkınla beraber yakın dövüş yaptığımız sırada beyefendi hızını alamayarak, alnımın tam orta yerine bir yumruk çaktığında gözlerimin önünde dönen yıldızlar ile bir müddet bakışmıştık. Hafif kendime gelir gibi olduğumda çenesine doğru attığım yumruk ile boynuna kramp girmişti. Başı döner gibi olduğunda bana tutunmaya çalışırken bir anda şiddetle başım dönmüş, üst üste yere düşmüştük.
Kalender ben içimden olay anını düşünürken Şeyma’ya anlattığında, gerisi zaten taktire şayandı. Bir saate yakın süren hastane serüvenimizde, nasıl olduğunu asla anlamadığım bir şekilde başımın arkasında iki dikiş atılmış, alnıma ise işaret parmağım uzunluğunda saçma bir bant yapıştırılmıştı. Barkının işleri de bittiğinde iki salak kol kola girmiş tugaya doğru yürüyorduk.
“Hayır yani ne diye çeneme vuruyorsun? Mantığı anlamaya çalışıyorum ama…” Yanımda söylenen adamın bacağına tekme attığımda olduğum yerde durarak sinirle, “Diyene bak! Ulan sen benim alnımın çatısına yumruğu çaktın, sorun ben miyim sen misin acaba?” dedim.
Barkın beni kolumdan çekiştirerek bahçeye sürüklendiğinde istemsizce yanında yürümeye devam ettim. Çalan telefonum ile Barkını çekiştirerek durdurduğumda bacağıma attığım telefonu çıkardım.
Arayan kişi ile yavaşça güldüğümde, aramayı yanıtlayarak telefonu kulağıma yasladım. “Efendim.” Bir anda çıkan içime kaçmış sesimle gözlerim büyüdüğünde Barkın bıyık altından gülerek beni izlemeye başladı.
“Sana efendim…” Sesimi taklit eden adama karşılık homurdandığımda, “Ne o rahatsız mı oldun? Allah Allah…” diyerek göz devirdim.
Karşıdan gür bir kahkaha sesi duyduğumda istemsizce gülmeye başladım.
“Yok canım rahatsızlık değil, keyif diyelim biz ona. Ses dediğin nedir ki gülüm? Sen konuş sabaha kadar-“ Lafını hızlıca bölerek araya girdim. “Ay sus! O ney öyle kro kro…”
Sızlayan başım yüzümün buruşmasına neden olurken, “Tamam her neyse, ne yapıyorsun diye sormak için aramıştım.” dedi sakin çıkan sesi eşliğinde.
Bakışlarım karşımda ağzını yüzünü deli gibi güldüğü için eliyle kapatmaya çalışan Barkına kaydığında sinirle bacağına bir tekme daha geçirdim. Barkın hafif tökezleyerek yüzünü buruşturduğunda bana kınayıcı bir bakış atarak bir adım geriledi.
“Armin sen beni dinliyor musun?” Karşıdan gelen kuşkulu sesle kendime geldiğimde Barkına dudaklarımı oynatarak sakince küfrettim. “Dinliyorum tabii ki.”
“Diyorum ki ne yapıyorsun?”
Kaşlarım havalanıp düştüğünde, “He şey…” dedim bir an beynim durmuş gibi etrafıma bakarak.
Barkın iki koca adımda yanımda bittiğinde telefonu elimden çekerek rahat bir tavırla, “Merhaba kardeşim, ben Barkın. Her neyse bu detayı atlıyorum, Armin’in beyni durdu da biraz…” dediğinde kısa bir süre karşıyı dinledi. Başımı salladığında sinsice gülerek, “İçtimada ufak bir yara aldı da kendisi, beraber hastaneden dönüyorduk.” Dedi.
Bir karşıyı dinliyor bir bana pisçe sırıtıyordu. “Tamam ben vereyim artık yoksa yeniden yakın dövüşe geçeceğiz gibi…”
Telefonu Barkının elinden çekerek uzaklaştırdığımda, ağzımı doldurarak, “Barkın siktir git, ağzını yüzünü kırarım senin!” dedim bağırarak.
Barkının yüzü saniyesinde düştüğünde hızlı adımlarla tugayın bahçesinde ilerleyerek kalabalığa karıştı. Arkamdaki hastanenin boş banklarından birisine oturduğumda, “Ne konuşuyorsun sen elin adamıyla? Saçma sapan konuşuyor sende eşlik ediyorsun yani ne alaka?” dedim sinirli çıkan sesim eşliğinde.
“Ne mi konuşuyorum? Telefonunu alıp rahatça konuşabiliyorsa, senin değil benim sormam gerekiyor bence bu soruyu. Ne yapıyorsun diyorum, cevap yok. Karşındakiyle konuşacaksan niye kapatmıyorsun ki? Her neyse, beş dakika boşluğum vardı o da doldu sayenizde, hastam gelecek konuşuruz sonra.” Yüzüme kapanan telefonla şaşkın bakışlarım arama sonlandırıldı yazısına kitlendi.
Sinirle ayaklandığımda hızlı adımlarım tugayın içerisine yönlendi. Dinlenme odasının kapısını açtığımda göz göze geldiğim Tekin’e kısa bir baş hareketi yaparak kapıyı çektim. Tekin hızlıca odadan çıkarak yanıma geldiğinde, “Nerede o adam?” dedim sorarak.
“Zemin katta komutanım, götüreyim sizi.” Beni merdivenlere yönlendirdiğinde ikimizde hızlıca aşağı indik. Bakışlarım deri kaplamalı kapıya kaydığında Tekin omzuma dokunarak bana odayı gösterdi. İstihbarat odasından oldukça uzak kalan kapıya yöneldiğimde Tekin’de peşimden geldi.
İçeri girdiğimizde elleri ve ayakları bağlı duran adamın yüzü tanınmaz haldeydi. Bakışlarım hızlıca Tekin’e döndüğünde Tekin bana değil doğruca oturan adama bakıyordu.
“Sor şuna kadının ismi neymiş.” Omzumu koluna çarparak adamı işaret ettiğimde Tekin ilk defa gördüğüm sert yüzü eşliğinde sinirle adama ilerledi. Başı öne düşmüş adamın boğazına sarılarak yüzüne eğildiğinde, “Kadının ismi ne lan?” dedi fısıldarcasına.
Tekin adamın boğazını sıkmayı bırakarak kafasını geriye ittirdiğinde adamdan herhangi bir ses çıkmadı. Tekin geniş sırtını bana göstererek adamı gizledi. Ortama yayılan inleme ise adama bir şeyler yaptığını açığa çıkarıyordu. “Belanı… O çeneni yerinden çıkarırım hiç konuşamazsın pezevenk! Kadının ismi ne lan?”
Kollarımı göğsümde bağlayarak sırtımı duvara yasladığımda beş dakikayı geçen bir süre boyunca birkaç acı inleme, birbirine karışan küfürler ve tok yumruk seslerini işittim.
Tekin hafif kanlanan parmak boğumlarını üzerine silerek bana yaklaştığında, “Serpil Ada’ymış kadının ismi.” Diyerek beni odadan çıkardı.
Tekin’e bakarak tatsızca dudaklarımı büzdüğümde, “Sağ ol.” Diyerek mırıldandım.
Tekinden ayrılarak istihbarat odasına girdiğimde dönen sandalyelerden birinde yarı baygın uyuyan Çağla ile gülerek dev ekranın önüne ilerledim. “Merhaba arkadaşlar.” Bilgisayar tayfasına baş selamı vererek Çağlanın yanındaki sandalyeye oturduğumda yerinden hoplayan kadına tebessüm ettim. “Ben mi uyandırdım?”
Çağla elini alnına yaslayarak, alnına düşen saçlarını ittiğinde sandalyede dikleşerek yutkundu. “Yok kâbus gördüm komutanım.”
Kaşlarım hafif çatılır gibi oldu. Elimi omzuna koyup sıkarak, “Bir sorun yok değil mi?” dedim kuşkuyla.
Çağla değişik bir tavırla başını iki yana salladığında derin bir enfes alarak ayaklandı. “Komutanım müsaadenizle ben bir hava alıp geleyim. Arkadaşlar sizi Yiğitlere bağlasın, haberleşmek için bu saati bekliyorduk bizde.” Başımı sallayarak Çağlayı onayladım. Çağla odadan çıkarak kapıyı çektiğinde, dev ekran bir anda karardı. Etrafı karanlık esir alırken sandalyeyi biraz geri iterek kendimi ekranı daha rahat görebileceğim bir konuma getirdim.
Ekranda beliren gri, beyaz ve siyah karışımı noktalar hareket ederek cızırdarken Göktürk’ün sesini duydum. “Merkez, duyuyor musunuz?”
“Duyuyoruz Göktürk, durum nedir?”
Karşıdan gelen görüntü ile etrafı süzmeye başladım. Anlaşılan içeriden çıkmışlardı. Ekran bir anda ikiye bölündüğünde bölünen kısmın altında yazan isim, Sezer’in kamera görüntüsü olduğunu bana belirtti.
Sezer başını eğerek bir noktaya kitlendiğinde gördüğüm manzara ile ayaklanarak gülümsedim. “Ooo beyler! Bu ne güzel bir sürpriz böyle! Sizi ne zaman burada göreceğiz acaba?” Yerde omuzları öne çökmüş, dizleri yarıdan kırılıp kalçasının altında kalmış kadın; Şîyar’ın ta kendisiydi.
“Bizde size bu güzel haberi verebilmek için uğraşıyorduk dünden beri… Artık bir helikopter mi araç mı ne yollarsanız geleceğiz.” Göktürk’ün keyifli çıkan sesinden olayın sadece Şîyar ile alakalı olmayıp, başka bir şeyler daha bulduklarından emin olmuştum.
“Tamam o zaman size en yakın bölgeden bir helikopteri yönlendiriyorum, siz gene de çok göz önünde beklemeyin.” Diyerek bilgisayarın başında oturan adamlardan birine bir baş hamlesinde bulunarak helikopter yönlendirmesini istedim.
Göktürk ile birkaç bir şeyler daha konuştuğumuzda ekran kapanmıştı. Odadan ayrılarak, Miralay’ın yanına geçtiğimde sakince, “Komutanım dünkü olay için kadın hakkında bir şeyler öğrenmek istiyorum, biraz dışarı çıkıp geri gelebilir miyim?” dedim.
Miralay önündeki dosyalardan başını kaldırarak beni onayladığında, “Yiğitlerden haber var mı? Erdem’i göremedim, sana soruyorum o yüzden.” dedi merakla.
Ağırca başımı salladığımda, “Her şey istediğimiz gibi ilerledi, kadınla beraber geliyorlar. Bölgeye helikopter yönlendirmesi yaptım en kısa sürede burada olacaklardır.” Diyerek mırıldandım.
Miralay başını sallayarak arkamdaki kapıyı işaret ettiğinde sakin adımlarla odadan ayrıldım. Aşağı kata geldiğimde dinlenme odasının kapısını yarım aralayarak, “Ben şu kadın hakkında bilgi edinmek için çıkıyorum, bir iki saate gelirim tekrar.” Diyerek Tekin ve Ertuğrul ikilisi arasında bakışlarımı gezdirdim.
Herkes beni onayladığında odadan çıkarak arabama yöneldim. Hazır kadın için çıkmışken bir yerlere daha uğrayabilirdim öyle değil mi?
Beremi çıkararak yan koltuğa bıraktığımda hafif çıkan saçlarımı geriye ittirerek ensemdeki topuzumu düzelttim. Arabayı çalıştırarak yola çıktığımda yolu gözümde planladım. Yüksekova ve tugay arası biraz uzak kalıyordu. Biraz değil baya…
Yol boyu kulağıma dolan tek ses, yanımdan geçip giden arabaların motor sesleriydi. Nedense kendimi mutsuz hissediyordum. Sanki biraz eksik gibi…
Armin Mihri Tan, her zaman eksik kalacaktı. Mihar’ın ondan koptuğu gün, kalbinin bir yarısını da sökmüşlerdi. Yarım kalbiyle ne kadar yaşayabilirse o kadar yaşayacak, o yarım kalbine aldığı sevgi biraz olsun onu gülümsetecekti. Gülümsemeler buruk, gözler sönüktü.
Başım ağrıyordu. Topuzumu tek hamlede bozarak, ensemin hizasına yapıştırdıkları bandı gizledim. Dikişlerim sızlamıyordu ama sanki birisi kafamın içinde çivi çakıyordu. Başımın ağrısı gözlerime vurmuş gibiydi resmen. Alnımdaki saçma banttan hiç bahsetmek bile istemiyordum. Sağ kaşımın biraz üzerinden alnıma yapışan beyaz parça gereksiz gözüküyordu.
Kendime bahaneler bularak Yüksekova’ya giriş yaptığımda arabamı rastgele bir sokağın köşesine park ederek araçtan indim. Dün Yıldırım’ı bulduğum sokağa doğru ilerlemeye başladığımda, yüksek katlı binalar Hakkâri için oldukça lüks gözüküyordu.
Sokağın ortasında durarak etrafıma bakındığımda, üzerlerinde rengarenk gözüken kıyafetlerle ayakta sohbet eden kadınlar dikkatimi çekti. Sanki buraların haberleri ilk onlara uğruyormuş gibi bir hava vardı üzerlerinde.
“Hanımlar merhaba.” Nasıl yaklaşacağımı bilmediğim için sakince yanlarına yürüdüm. Üç kadın bir anda bana dönerek üzerimi süzdüklerinde aralarından birisi doğu ağzıyla, “Kimlerdensin?” dedi çatık kaşları eşliğinde.
Sakince, “Buralı değilim. Ben size birini sormak için geldim aslında.” diyerek mırıldandım.
Kadın bana şüpheyle bakarken yanındaki bana doğru yaklaştı. “Kimmiş o?”
“Serpil Ada… Serpil Ada adında bir kadın tanıyor musunuz?” Dikkatli bakışlarım üçünün üzerinde gezindiğinde gözlerinde gördüğüm tek his, memnuniyetsizlikti.
“Ne yapacakmışsın sen Serpil’i.” Tek konuşmayan kadın dudağını büzerek beni süzdü. Hepsinin ses tonu baskındı. Kelimeler ağızlarının içerisinde büyük bir vurgu eşliğinde bana çarpıyordu.
“Sadece burada mı yaşıyor onu merak ediyorum. Eğer biliyorsanız söylemeniz daha doğru olur hanımlar.” Bakışlarım üçünün üzerinde gezindi.
Kadınlar biri elini ağzına kapatarak yanındakine yaklaştığında sessiz olduğunu düşündüğü yüksek sesiyle, “Kız Fato buda o adamınkilerden biri çıkmasın… Başına bak hele yapıştırıvermişler bandı koskocaman. Benim gözüm tutmadı sen ne diyorsun?” dedi bir bana bir yere bakarak.
Kadın konuşanı dürterek, “Aman söyleyelim de gitsin işte,” dedi. Bakışları beni bulduğunda, “Aman o adamın eline geçen geçene maşallah… Kız buralı da değilmiş zaten nereden bulduysa… Yazık kızcağızı evirip durur o, deli herhalde. Sen söyleyiver ne yapacaksın Serpil’i?” dedi merakla.
Bakışlarımı etrafta çevirerek karşı karşıya dizilmiş evlere baktım. “Burada mı kalıyor Serpil?”
“He şu karşı bina işte.” Kadın umursamazca arkamdaki binayı işaret ettiğinde bakışlarım binayı buldu.
“Anladım… Sağ olun bu arada, iyi günler.” Sessizce mırıldanarak sokağın ucuna yürümeye başladığımda Ertuğrul’a binanın konumunu atarak kadınlardan duyduğum birkaç şeyi de mesaja ekledim.
Onu biraz olsun fazla görmek adına koşarak arabaya bindiğimde hızlıca sokaktan ayrıldım. Yüksekova ve hastanenin arası pek uzak değildi. O yüzden az bir süre zarfında onu görebilecektim.
Gaza abanarak asfaltı ağlattığımda yol bana keyifli gelmişti anlamsız bir şekilde. Heyecanlanmıştım.
Çok sürmemişti. On-on beş dakikaya yakın sürede varabilmiştim hastaneye. Arabadan hızlıca inerek belimi saran gümüş tokalı siyah kemerimi düzelttiğimde koşar adımlarla hastaneye girdim. Merdivenleri tırmanırken karşıma çıkan sarı çiyan ile istemsizce gülerek duraksadım.
“Tatlım yorgunsun galiba?”
Füsun bayık bakan gözlerini bana çevirdiğinde beni görmek onu mutlu etmiş gibi bakışları hafif de olsa aralanmıştı. Dalga mı geçiyorsun dercesine yüzüme baktığında Fransızca bir küfür savurdu.
Gülerek omzuna vurduğumda, “İzin günün falan yok mu senin? Çok yorgun gözüküyorsun.” Dedim merakla. Omuz silkerek huysuzca etrafa baktı. Kıvırcık sarı saçları topuz haline getirmeye çalıştığı yuvarlaktan etrafa saçılmış, oldukça tatlı gözüküyordu. “Birazdan çıkacağım da senin alnına ne oldu?”
Eli hızlıca alnıma gittiğinde bir sorun olup olmadığını anlamak adına yüzümü inceledi. “Bir sorun yok içtimada oldu. Neyse ben kaçayım işim var.” Tam yanından sıvışacakken kolumu sıkıca kavrayan el ile olduğum yerde durdum.
“Hayırdır nereye?” İmayla bana bakan kadın ile göz teması kurmayarak dudak büzdüm. “Randevum var işte gitmem lazım.”
Füsun’un tatlı kıkırdamasını duydum. “Hm pekâlâ, Kalender nasıl?” Gözlerim sinirle kapandığında yüzümü yüzüne çevirdim. “Şu konuyu geç, Kalender falan yok tamam mı? Bitti Kalender, sadece arkadaşız.”
Füsun alt dudağını ısırarak kıstığı gözlerini yüzümde gezdirdi. “En son onunla alakalı bir şey sorduğumda kocam diye savunduğun için garibime gitti. Neyse işin varmış git bakalım.”
Sinirle omzuna hafifçe vurdum. “Az laf çok iş hayatım git hadi bayılıp kalacaksın şimdi.”
Füsun gülerek kıvırcık saçlarını karıştırdı. Merdivenlerden sersemce inerken kısa bir süre içerisinde gözden kayboldu.
Koşarak koridorun sonuna geldiğimde danışmaya yaklaşarak, “Psikolog Bey müsait mi acaba?” dedim hafif bir tebessümle.
Kadın bilgisayardan bir şeylere baktığında, “Şu an hastası var ama seans bitmek üzeredir, bekleyin isterseniz.” dedi benim gibi tebessüm ederek. Teşekkür ederek kadının yanından ayrıldığımda dudaklarımda oluşan hafif tebessüm eşliğinde Göktuğ’un odasına doğru ilerledim.
Odanın kapısı bir anda açıldı. İçeriden çıkan kadın gür bir kahkaha attığında ışıldayan gözlerini Göktuğ’a çevirdi. Eli Göktuğ’unun koluna iliştiğinde yavaşça sıvazlayarak, “Çok keyifli bir seanstı.” diyerek mırıldandı.
Göktuğ hafif bir tebessümle kadına baktığında, “Haftaya görüşmek üzere.” dedi sakince.
Kadın anlamsız bir şekilde Göktuğ’a sokulduğunda Göktuğ dudaklarındaki tebessümü asla silmeden kadına baktı. Kadın, “Daha erken görüşemiyor muyuz?” dediğinde Göktuğ hafifçe geriye çekilerek, “Maalesef hanımefendi boşluğum yok.” dedi.
Kadın üzülmüş gibi dudak büzdüğünde omuz silkti. “Tamam o zaman haftaya görüşürüz.” Göktuğ ağırca başını salladığında kadın gülümsemesini arttırarak koridorun diğer ucuna doğru yürümeye başladı.
Göktuğ tam kapıyı kapatıp içeri geçecekken gözleri benim üzerimde dondu. Sıktığım çenem, kısılan gözlerim ve yaslandığım duvar eşliğinde göğsümde bağladığım kollarımla baya uyumlu bir dörtlü olmuştuk.
Göktuğ şaşkınlıkla kaşlarını havalandırdığında pozisyonumu hiç bozmadan sinir dolu bakışlarımı üzerinden ayırmadım.
“Armin?” Sorarcasına sorduğu soruyla üst dudağım istemsiz bir refleksle yukarı kalkıp düştü.
Hızlı adımları iki saniye içinde dibimde bitmesine vesile olurken eli koluma sarıldı. Kolumu sertçe geri çektiğimde yaslandığım duvardan sinirle doğruldum. “Gelsene sen.” Kolundan sertçe çekiştirdiğim adamı odaya soktuğumda kapıyı kırarcasına kapattım.
Aramızda oluşan hafif boşluğu iki adım gerileyerek iyice açtığımda, “Sen her hastanla böyle dip dibe mi sohbet ediyorsun Göktuğ?” dedim sinirli çıkan sesimle.
“Sende ona kalırsa adamlarla dövüşürken oldukça temas içinde oluyorsun, bir şey diyor muyum?” Anlamsızca yüzüme bakan adama sinir bozucu bir kahkaha ile karşılık verdim.
“Diyemezsin zaten.” Omuz silkerek meydan okurcasına yüzüne baktım. “Ben onlarla fingirdeşmiyorum, dövüyorum. Sen anlamsızca gülerek görüşürüz hanımefendi diyorsun. Gülmenden yüz buluyor iyi misin sen?” Sesimi kalınlaştırarak vurguladığımda karşımdaki adam oldukça sakin gözüküyordu.
Gözleri ağırca kapanıp açıldığında, “Armin saygını korur musun, ne biçim kelimeler kullanıyorsun Allah aşkına? Kadının sorunları var, hastalarımla bu şekilde yorum yapmana izin vermeyeceğim hiç kusura bakma bu kıskanılacak bir konu değil.” dedi oldukça normal çıkan bir sesle.
Ağırca yutkunduğumda başıma giren ağrı ile yüzüm buruştu. “Neyse işim vardı zaten ne diye geldiysem.” Tam kapıyı açmaya yönelecekken kapının kolunu kavrayarak kapının önüne geçti. “Nereye?”
Omuz silkerek, “Tugaya.” dedim.
Göktuğ bana anlam veremez gibi baktı. “Armin sen iyi misin? Daha dün çok mutluydun, sabah ne yapıyorsun diye sormak adına arıyorum, ben hariç her şeyle ilgileniyorsun. O da yetmiyor adamın biri telefonu elinden çekip benimle konuşuyor, sonra telefonu alıp bana kızıyorsun. Sorun bende mi sen mi yanlış düşünüyorsun acaba? Ne yapmaya çalıştığını anlamıyorum benimle açık konuşur musun?”
Başımı kaldırarak gözlerine bakmaya çalıştığım adam ensemin üzerinde kalan bandajı geriyordu. Yüzüm istemsiz zamanlarda buruşuyor, çenem acıyla kasılıyordu. “Tamam Göktuğ yok bir şey. Uğramak istemiştim, uğradım ve gidiyorum. Hadi çekil çıkacağım.”
Göktuğ derin bir nefes aldığında hafifçe bana doğru eğildi. “Gidemezsin demeyeceğim ama gitme Armin. Madem geldin, otur beş dakika adam akıllı yüzünü göreyim. Hem alnına ne oldu senin?” Kapıyı bırakarak bana yaklaştığında büyük ve kemikli eli alnımda gezindi. Sızlayan alnım dokunuşu ile acırken yüzüm kasıldı. “Bir şey olmadı.”
Göktuğ geri çekilerek bana baktığında yüzündeki ifade o kadar boştu ki, küfretse daha normal karşılardım. “Keyfi bir şekilde bant yapıştırdın yani?”
Elim alnıma gittiğinde, “Sabah içtimada oldu.” dedim oflarcasına.
Göktuğ beni kolumdan tutarak koltuğa oturttuğunda kapıyı kilitleyerek yanıma oturdu. “Siz böyle keyfine birbiriniz mi dövüyorsunuz ben anlamıyorum. Baya şiddet yanlısısınız herhalde…” Eli alnımda gezmeye devam ederken hafif gergin çıkan sesiyle kurmuştu cümlesini. “Of Armin of.” Sızlanırcasına söyledikleriyle sakince yüzüne baktım. “Bakma şöyle.” Bakışlarımı kaçırdığımda daha önce oturup kendimi anlattığım odayı süzdüm. Aynıydı. Her şey, aynı olduğu gibi duruyordu. Yalnızca biz değişmiştik anlaşılan.
Beni ensemden tutarak kendine çektiğinde tam sarılacakken dudaklarımdan çıkan inleme ile kalakaldı. “Ne oldu?” Telaşla bana baktığında, gözlerim sıkıca kapanmış elim ise enseme kapanmıştı.
Göktuğ arkamdan dolaşıp hızlıca saçlarımı yukarı kaldırdığında, “Ya, Armin siz deli falan mısınız? Kusura bakma çok özür dilerim ama cidden yani… Ne bu şimdi?” dedi yandan yüzümün hizasında eğilerek.
Saçlarımı ellerinden kurtararak ensemi tutmaya devam ettiğimde, “Dikiş attılar yok bir şey.” Dedim sıkkınca.
Göktuğ yüzünü sıvazlayarak sırtını bir müddet bana döndüğünde, “Dikiş attılar yok bir şey?” diyerek mırıldandı. Keskin bakışları yüzüme çevrildiğinde, “Hangisi yaptı bunu?” dedi merakla.
“Barkın.” Dedim anlamsızca.
Göktuğ kaşlarını havalandırdı. “Telefonda konuştuğum… Süper ya, harika gerçekten. Sana vurmasına izin veriyorsun ve o da insan dışı bir varlık gibi sana vuruyor. Efsaneymiş cidden.”
Göktuğ’unun damarları çıkık, kemikli ve uzun parmakları barındıran elini kavrayarak kendime çektiğimde pek etki etmemişti ama Göktuğ bana uyum sağlayarak kendini bırakmıştı. Yanıma çektiğim adam sakince koltuğa kurulduğunda, “Armin yapmayın şöyle şeyler, Allah aşkına tövbe ya rabbim.” dedi kelimelerini özenle seçmeye çalışıyor gibi zorlanarak.
Gerginliği hafif dağılsın diyerek, “Ne o kıyamadın mı?” dedim uysal bir sesle.
Göktuğ yandan bana bir bakış atarak güldüğünde, “Yok ya öyle boşa gelmiş olma diye konuşuyorum… Bazen cidden bir şaka olduğunu falan düşünüyorum Armin. Az ciddi kalır mısın?” dedi gözlerini gözlerime çevirerek.
Buraya ondan laf yemeye değil birazcık sevgi görmek ümidiyle gelmiştim ama maşallah pek beklediğim gibi olmamıştı.
Derin bir nefes alarak bakışlarımı üzerinden çektim. Umursamazca, “Benim zaten günün neredeyse tamamında ciddiyetten içim dışıma çıkıyor. Sen tugayın içinde halay falan mı çekiyoruz sanıyorsun? Alt-üst ilişkisi falan hani… Şuraya iki dakika kafa dinleyeyim diye geldim, sarılmak harici her şeyi gördüm maşallah.” Dediğimde ayaklanarak kapıya yürüdüm.
Belime sarılan sıkı kollar ile hareketim kısıtlandığında bırakması adına hafif debelenerek, “Bıraksana be, dedikten sonra yapman ne anlam ifade ediyor?” dedim sinirle.
Uzun ve yapılı kolları bedenimi bir yılan misali sarıp sarmaladığında, “İstesen o kadar rahat çıkarsın ki kollarımın arasından… sonuçta bir bordo bereli olmak kolay olmasa gerek.” Diyerek son cümleyi kulağıma fısıldadı.
Aklına bir şey gelmiş gibi yüzünü başımın üzerine eğdiğinde başım istemsizce havalandı. “Bu arada benim seni, hatta sizi öyle görmem…”
Gülerek, “Ben miydim ki o?” dedim.
Göktuğ’unun kaşları çatıldı. “Ne demek ben miydim? Konuştuk ya Armin...”
Gülmeye devam ederek, “Bizi öyle görmen bir anlam ifade etmiyor, eğer ki olur olmadık yerlerde hakkımızda bir şeyler dersen o zaman tabii pek iyi olmaz senin adına.” dedim.
Göktuğ bana gözlerini kırpıştırmakla yetindi. “Kime ne diyeceğim ki?”
Benim yanımda o da benim gibi salaklaşıyordu herhalde. “Yok bir şey hayatım boş ver sen.” Umursamazca başımı iki yana salladığımda Göktuğ’unun bedenime sarılan kollarının kasıldığını hissettim.
Bakışları yüzümde asılı kalan adam, “Ne dedin?” diyerek mırıldandı.
Birkaç saniye düşünerek, “Boş ver dedim?” dedim sorarcasına.
“Hayatım…” sessizce mırıldandığında öylesine söylediğim kelimeye takılması hoşuma gitmişti.
Kollarından kurtularak beline sarıldığımda, “Hm aynen hayatım.” diyerek onun gibi mırıldandım.
Göktuğ gülmeye başladığında kollarını sırtıma sararak bedenimi havalandırdı. Birkaç tur döndüğümüzde Göktuğ’unun boynuna sıkı sıkıya sarılmıştım. “Ya dur düşeceğiz manyak mısın?” Gülerek konuştuğumda bedenimi sakince yere bıraktı.
Büyük avuçlarını yanaklarıma bastırdığında gülümseyerek yüzüne baktım. Yüzüme yaklaşarak sert bir öpücüğü başımın üzerine bastırdığında, başımı göğsüne yaslayarak güldü. “Seni seviyorum.”
Duyduklarım beni gülümsetti. “Bende seni seviyorum.”
Göktuğ tam bir şeyler demek için dudaklarını araladığında, telefonumda yayılan bildirim sesi ile sustu. Kollarımı Göktuğ’dan ayırarak telefona baktığımda Hüseyin’den gelen mesaj ile kaşlarım havalandı.
Çatlak Hüseyin: Hakkâri’deyiz, bir yemek yeriz diye düşünüyorum… (11.32)
Dudaklarımda bir gülümseme meydana geldiğinde parmakların klavyenin üzerinde dolaştı.
Armin Tan: O zaman akşam sekiz de hepinizi bekliyorum. Timi de çağırayım, kaynaşırsınız… (11.33)
Hüseyin hızlı bir mesaj atarak beni onayladığında telefonu kapatarak Göktuğ’a baktım. Benden birkaç adım uzaklaşmış bakışları masanın üzerindeydi.
Kaşlarım hafifçe çatıldığında gülümsedim. “Ne yapıyorsun?”
Göktuğ bana bakarak, “Mesajlaşıyordun.” dedi sakince.
Anlamsızca yüzüne baktım. “Yani?”
Göktuğ başını omzuna yatırarak gülümsedi. Yanıma yaklaşarak, “Beraber mi yazsaydık mesajı? Etik bulmuyorum bu tarz şeyleri, o yüzden uzaklaşmıştım.” diyerek elini belime yerleştirdi.
Ben şahsen böyle şeylere pek dikkat etmezdim. Mesleki deformasyondan kaynaklanan, insanları dinleme ve izleme ihtiyacımın etik kavramını yerle yeksan ettiğini şu an anlamış olabilirdim.
“Nasıl da saygılı bir bey…” Sakince mırıldanarak Göktuğ’unun göğsüne yaklaştığımda Göktuğ derin bir nefes alarak güldü.
Aklıma gelen mükemmel ötesi fikir ile, “Akşam yemeğe gelsene, hem timi de çağıracağım tanışmış olursunuz.” dedim beklentiyle gözlerine bakarak.
Göktuğ başını eğerek bana baktığında, “Benden haberleri var mı?” dedi merakla.
Başımı eh işte dercesine salladım. “Yani, Yıldırım zaten dün gördü. Barkın da geçen beni almak için geldiğinde görmüştü seni, Kalender’i biliyorsun zaten. Diğerlerinin konuyla hiç alakası yok.”
Göktuğ derin bir nefes aldığında şişen göğsü göğsüme sürtündü. Gülerek, “Merak etme hepsi çok sıcak insanlar…” dedim kadroyu göz önünde bulundurarak. “Aslında sadece tim değil, genel olarak yakınlarımla tanıştırmak istiyorum seni. Yani o çerçevenin bir de arka planı var, o yüzden kalabalık olacağını unutmadan gel.”
Göktuğ’unun gözlerinden bir duygu karmaşası geçtiğinde, “Peki madem… Kaç gibi geleyim?” dedi gözlerini gözlerimden bir saniye olsun ayırmadan.
Önce gelenlerle biraz ilgilenmek istememi var sayarsak, “Sekiz buçuğa doğru gelirsin, olur mu?” dedim sakince. Göktuğ başını sallayarak beni onayladı. “Tamam… O zaman şimdi ayrılmamız gerekiyor çünkü beş dakika sonra hastam gelecek.” Kolundaki gümüş renk saate göz atarak konuşmuştu.
Başımı sallayarak geri çekildim. İçimden geçen duygu ile, hızlıca parmaklarımın ucunda yükselerek yanağına sıkı bir öpücük kondurdum. “Seni seviyorum, sevgilim…”
Bu adımı benden beklemediği aşikardı. Aramızda olan şeyi bir hiç olarak sayamayacağımıza göre, bir isim konmak zorunda değil miydi? Benim bekleyecek zamanım yoktu. Yarınımın belli olmadığı mesleğim, beni bu duruma sürüklüyordu.
Gözlerim endişeyle gözlerine tutunduğunda, ondan gelecek ters bir tepkiye karşılık içimdeki korku harlanmıştı.
Göktuğ’unun bakışlarındaki dalgalanma kalbimde derin bir sızı oluşturduğunda tam bir şey demek için dudaklarımı aralamıştım ki, dudaklarımın üzerine mühürlediği dudakları ile gözlerim şokla açıldı. Hissettiğim naif dokunuş başımı döndürürken elim ağırca ensesine dolandı. Yavaşça yutkunarak dudaklarımı hareket ettirdiğimde Göktuğ’da bana karşılık vermekte geç kalmamıştı. Göktuğ ellerini belime sıkıca bastırarak beni geri geri ilerlettiğinde, sırtımın kapıyla buluştuğunu hissettim. Kapıdan aldığım destekle ensesini sıkıca kavradığımda, bana doğru eğilmiş adama karşı büyük bir şehvet beslediğimi anlamış oldum.
Birkaç saniye devam eden bu yakınlığımız, nefesimin kesildiğini hissederek yaralı bir kuş misali titremem sonucu sona ermişti.
Göktuğ alnını alnıma yaslayarak soluklandığında, “Ben seni daha çok seviyorum, sevgilim.” diyerek mırıldandı.
Kapalı gözlerim ardından boynuna sardığım kollarım eşliğinde, “Beni hiç bırakma olur mu, sevgili sevgilim?” dedim hafif buruk çıkan sesimle.
Göktuğ hafif bir nefesini yüzüme vurduğunda, aldığı nefesin şükür kaynağı olacağını asla tahmin edemezdim. “Bizi ayıran tek şey ölüm olur sevgilim. O da yalnızca bedenen gerçekleşebilir, ruhlarımız her zaman bir bütün olarak kalacak…”
Gözlerim ağırca aralandığında, dolduklarını hissettim. Görüntüm bulanıktı. “Beni bekleyecek sabrın var mı? Bir gittim mi dönme ihtimalim bile sıfıra düşecek bir mesleğe sahibim. Belki gecelerde orada kalacağım, yüzümü bile göremeyeceksin belki telefonlarımızı bırakıp bütün hayatla iletişimimizi kesmek zorunda kalacağız… Bunları göz önünde bulundurarak beni bekleyebilir misin? Belki birazdan söyleyeceğim kulağına çok arsızca gelecek ama ben senin beni sonsuza kadar beklemeni istiyorum Göktuğ… Özür dilerim ama ben senden kopmak istemiyorum. Arkamda kalacak adamın bana sonsuz güveninin yitmesini istemiyorum.”
Göktuğ yalnızca gözlerime baktı. “Beklerim Armin, söz konusu sensen sonsuza kadar beklerim… Tuttuğumu yarı yolda bırakmak gibi huylarım yoktur. Bu elini bir kez tuttuysam, bizi ayıracak tek yetki Allah’ın canımı almasıdır.”
Elimi sıkıca kavramış ve havalandırmıştı. Birbirine dolanan parmaklarımıza bakarak burukça gülümsedim. İlk defa sevildiğimi hissediyordum ve yaşadığım hiçbir duyguyla kıyaslanamayacak bu his, için dışıma çıkana kadar ağlamama neden olacakmış gibi hissettiriyordu.
“Teşekkür ederim.” Cılız çıkan sesimi gömmek adına boynuna sarıldım. Ne kadar da çok sarılmıştık böyle… Onun yanındayken sürekli bedeniyle bir bütün olmak, kemiklerim kırılırcasına sıkı sıkıya sarılmak istiyordum.
“Rica ederim. Bu arada biraz da çift sohbetlerine başlasak iyi olur gibi… Nelerden hoşlanırsın, ailenden görüştüğün kişiler var mı, yakın çevrendeki kişiler kimler, mesleğin hayatını nasıl şekillendiriyor? Sorularla birbirimizi tanımamız aramızdaki bağı güçlendirir.” Ellerimi tutarak yüzüme baktığında benden bir cevap beklediği açıktı.
Dişlerimi göstererek gülümsedim. “O zaman yarın akşam bunları konuşalım…”
Göktuğ kaşlarını kaldırarak gülmeye başladı. “Bakıyorum da her boşluğu benimle dolduruyorsun… Tamam tamam olur ama bu sefer değişiklik olsun, ben seni ağırlayayım.”
Başımı hay hay dercesine salladım. “O halde yarın akşam sekiz gibi sendeyim.”
Göktuğ beni onaylayarak başını salladı.
Yaslandığım kapı çalınmaya başlayınca anlık bir refleksle kapıya döndüm. Göktuğ arkamdan, “Hastam geldi gitmen lazım.” dediğinde biraz hüzünlü bir sese ev sahipliği yapmış gibiydi.
Kapının kilidini açtığımda Göktuğ beni hafifçe yana çekerek kapıyı araladı. Dışarıya bakarak halinden memnun kalmış gibi kapıyı araladı. Bu huyuna anlam veremiyordum. Bana asla kapıyı açtırmıyor, ne zaman elim kapı koluna uzansa beni kenara çekiyordu. “Ben açabilirdim aslında.” Sakince mırıldandığımda Göktuğ elini sırtıma yaslayarak, “Hadi hadi kadın bekliyor, akşam geleceğim zaten.” diyerek sızlandı.
Konuyu arada kaynatması hoşuma gitmese de eli büyümüş karnında, ayakta zor duran kadına bakarak kendime küfrettim. “Buyurun lütfen bende tam çıkıyordum.” Yavaşça gülümseyerek kadına içeri geçmesi adına yardımcı olduğumda Göktuğ kadının kolundan tutarak ilerlemesinde yardımcı oldu.
Kadını bırakarak odadan çıktığımda Göktuğ kadına sorular sormaya başlamış, ikili çoktan tatlı bir muhabbete girmişlerdi bile. Kapıyı arkalarından çekerek hastanenin koridorunda ilerlemeye başladığımda zihnime sızan görüntüler ile yanaklarımın ısındığını hissettim.
Armin ve Göktuğ birbirlerine verdikleri güvene sığınarak yeni bir hayata yelken açmışlardı. Denizdeki dalgalar teknelerini sallandırsa dahi, ikili arasında kurulan bu güçlü bağın kopması çok zordu.
KURTULUŞ
“Bebeğim saçmalama da gel artık! Hem Hüseyin söyledi bana tam kadro buradalar, Burak zaten sakin adam ne diyecek?” Elimdeki tabakları salona taşırken diğer yandan da Emeği yemeğe katılması için ikna etmeye çalışıyordum.
“Armin hayatım sen beni anlamıyor musun? Ağabey’im bilmiyor diyorum-“
Olduğum yerde durarak sinirle bağırdım. “Bana da söylemedin! Sadece böyle bir adam var hoşlanıyorum diye çıtlattın. Sinir etme beni yoksa korumam seni kalırsın Burak’ın karşısında dımdızlak! Çağır adamı da tanışsınlar işte, bak daha dünya kadar işim var hâlâ seninle uğraşıyorum. Uzatma da çıkın hadi!” Omzumun üzerinde duran, yanağımın baskısıyla zar zor konuştuğum telefonu koltuğa fırlattığımda, uzattığım masanın bir ucuna dolanarak elimdeki meze tabaklarını bıraktım.
Emek kendi timinden hoşlandığı adama nihayet açılmış ve aralarında bir şeyler filizlenmişti. Burak hem burada olmadığından hem de Emeğin çekingenliğinden dolayı bu haber hakkında bir düşünceye sahip değildi.
Mutfağa koşarak çalışan fırını kapattığımda, kapağını aralayarak sıcak buharın mutfağı doldurmasına izin verdim.
Yemeğe neredeyse herkesi çağırmıştım. Hüseyinler ve tim zaten kesin geliyorlardı. Ekstra olarak, Emek ve hoşlandığı bey, Kalender’in kardeşi Mine ve Samet’te bize eşlik edeceklerdi. Samet bugün öğlene doğru Ankara’ya gelmişti ve evi satmayı becermişti. Olayın aciliyetinden bahsettiğimde, benden daha yakın olduğu arkadaşı Emir adına elinden geleceğinin en iyisini yapacağımdan zaten şüphem yoktu ama bu kadar hızlı olacağını ben bile düşünmemişim.
Açık söylemek gerekirse çok heyecanlıydım. Sanki sevdiğim kişilere Göktuğ hakkında bir şeylerden bahsedecek olmak beni çıldırtmıştı…
Havlu eşliğinde tuttuğum tepsiyi tahtamın üzerine bıraktığımda, çağırdığım kişileri anca doyurabileceğim için et, tavuk, balık ne varsa ana yemek olarak kullanmıştım. Fırından çıkardığım buharı üzerinde tüten somonları çıkardığım tabağa dizmeye başladığımda dolan tabakları alarak içeri götürdüm.
Gelmelerine neredeyse dakikalar kalmıştı. İçim kıpır kıpırdı ve heyecandan bayılacak gibi hissediyordum. Üzerimdeki boyundan bağlamalı, ayak bileklerime kadar uzanan bol elbise; kumaşında koyu mavi minik çiçekler ile dört bir yanımı sarmıştı.
Zil sesi evin duvarlarını döverken yüzümde oluşan geniş tebessüm ile kapıya yöneldim. Kapıyı açtığımda karşımda duran iki adama karşılık kaşlarımı havalandırdım. “Ciğerlerim? Bu ne şıklı böyle…”
Yıldırım gülerek içeri geçtiğinde Samet elindeki deri işlemeli, siyah çantayı bana uzatarak içeri girdi. Çantaya kısa bir bakış attığımda Samet içerisinde para olduğuna dair kaş göz işareti yaptı. Çantayı odama bırakarak yanlarına döndüğümde ilk Samet’e sonra Yıldırım’a sıkıca sarıldım. Resmen benden daha iyi anlaşıyorlardı…
Koltuklara kurulup sohbete dalan adamlara katılacakken çalan kapı ile adımlarım geriledi. Kapıyı açtığımda karşıma çıkan maviş, uzun saçlarını sıkıca toplamış bana bakarak dişlerini gösterecek derecede gülümsemişti.
“Hüseyin!”
İçeri geçerek kollarını iki yana açan adama karşılık verdim.
“Güzelim, nasılsın?” Sırtını sıkı sıkıya sıvazlayarak sağa sola sallandığımda gülerek, “İyiyim iyiyim, siz nasılsınız asıl?” dedim hafif geriye çekilip arkada kalan Burak, Çağrı ve Hamza üçlüsüne bakarak.
Burak memnuniyetsizce Hüseyin’i ittirerek, “Hemen yapış bize hiç sıra gelmesin.” diyerek mırıldandı. Burak’a gülerek sarıldığımda arkasında itişen Çağrı ve Hamza ile de sarılarak hepsini içeriye geçirdim. Yıldırım ve Hüseyin’ler zaten düğünde biraz olsun konuşmuşlardı ama Samet ile hiç tanışma şansları olmamıştı. Birbirleriyle kaynaşan adamlar beni gülümsetirken çalan kapı ile kısır döngüye girmiş gibi kapıya koştum.
“Nihayet!” Sızlanarak kapıyı sonuna kadar açtığımda içeri dalan benimkiler ile sızlandım. “İnsan azcık erken gelir, bir sürü kişiyle tanıştıracaktım sizi…”
Kalender gülerek, “Hiç tanımadığımız yüzler çünkü sende haklısın.” derken içeri kaçan adamın arkasından baldırına doğru bir tekme savurdum. Hafif sendelediğim için beni sıkıca tutan Ertuğrul, “Tamam boğuşmayın, bir şey yok.” diyerek alay etti.
Ertuğrul’u iterek Emir’e sarıldığımda, Barkını es geçerek burun kıvırdım. Onun yüzünden az daha o an için olmayan sevgilimden ayrılacaktım.
Tam kapıyı kapatacakken, “Dur kız biz geldik!” diyen naif ses ile hafif bir kahkaha attım. Emek üzerindeki açık gri takımının önünü açarak ayakkabılarını çıkardığında hızlıca bana sarıldı.
“Hoş geldiniz.” Diyerek kapının önünde ayakkabılarını çıkaran adama baktım. Adam Emeğe bakarak güldüğünde Emeğin geri çekilmesinden faydalanarak bana elini uzattı. “Kadir ben, Komandolardan.”
Gülümseyerek elimi uzattım. “Armin bende, Kurtuluştan.”
Kadir gülerek başını eğdiğinde Emek hızlıca Kadir’in koluna girerek etrafa tedirgin bakışlar attı. “Abim geldi mi?”
Tam dudaklarımı aralamışken içeriden çıkan Burak’ın, “Armin su var mıydı?” diyen sesini duydum. Burak olduğu yerde duraksayarak bir Kadir’e bir de Kadir’in koluna sarılmış Emek'e baktı. “Ne oluyor lan?!”
Burak şaşkınca ikiliye bakarken Burak’a yaklaşarak Emek gibi koluna sarıldım. “Tatlım şimdi sakin oluyoruz ve damat adayımızla tanışıyoruz.”
Burak bana bakarak gözlerini kırpıştırdığında, “Ne adayı ne adayı?” diyerek mırıldandı şaşkınca.
Yavaşça yutkunarak, “Damat…” dedim sessizce.
Burak Allah var sakin bir adamdı. Emeğe şu zamana kadar nasıl davranmıştı bir fikrim yoktu çünkü ben Emekle bu sene tanışmış, Burak ile olan samimiyetimize rağmen yüzünü asla görmemiştim. Bu durumu da sakin karşılayacağı konusunda neredeyse emindim.
“Böyle tanışmak bir garibime gitti ama Allahtan Armin’deyiz sevgili kardeşim.” Diyerek kolumdan kurtulup Kadir’in omzunu sıktı yavaşça.
Mutfağa geçen Burak sessizce suyunu yudumlarken Emek ve Kadir’i içeri gönderdim. Merdivenden gelen sesler ile kimlerin gelmediğini çözmeye çalışırken karşıma çıkan ikili ile kaşlarım havalandı. Tekin şaşkın bakışlarıma çekingen bir tavırla karşılık verirken, Mine utançla gözlerini kaçırdı.
“Hoş geldiniz.” Dedim şaşkın çıkan sesimle.
Mine üzerindeki gömleği düzelterek boğazını temizlediğinde, “Hoş bulduk Armin.” diyerek mırıldandı.
Mineyle sarılıp içeri geçirdiğimde karşımda dikilen Tekin’e imayla gülümsedim. Tekin göz devirip yanımdan sıyrıldığında kapıyı kapatarak içeri geçtim. “Evet, sevgili canlarım ve ciğerlerim! Hoş geldiniz.” Şen şakrak hallerime alışık olmayan yakınlarım bana garip bakışlar atarken, oturdukları koltukların arkasındaki uzun masayı işaret ettim. “Geçelim mi?”
“Çok mutlu değil mi? Baksana tam benim kankam.” Yıldırım Emir’i ittirerek güldüğünde yanındaki Kalender, Yıldırım’ın ensesine sert bir tokat attı. Emek bu tarz görüntülere olukça alışık olacak ki hafif bir kahkaha atarak Kadir’e sokuldu. Kadir saygısından ödün vermeden dümdüz otururken, ikilinin radarına takıldıkları kişi Burak’tı.
Herkes sakince masaya geçerek yerleşmeye başladığında, masanın en baş köşesine ayırdığım iki sandalyeden birini çekerek yavaşça oturdum. Herkes bana garip bakışlar atıyor, bu buluşmanın normal bir buluşma olmadığını sorguluyordu.
“Bu masada oturan herkes benim için çok değerli. İyi günde kötü günde yanımda olduğunuz için bir süredir yaşadığım şeyleri sizinle paylaşmak istedim. Evet bu yemek normal bir yemek ama ayrıyeten sizlerle tanıştırmak istediğim biri var.” Dirseklerim masaya yaslı, üst üste kapanmış ellerim ise çenemin altındaydı.
Masada oluşan güçlü sessizlik beni biraz gererken, aralarında en çok kasılanın Hüseyin olduğunu gördüm. Timin zaten bendeki değişikliğin farkında olduğunu göz önünde bulundurursak onlar pek de şaşırmamıştı. Emek mutlu olmuş, Kadir Emeğin mutluluğundan nasiplenmiş, Samet’in gözlerinin derinliklerinde bir burukluk meydana gelmiş, Mine ise ufak ve tatlı bir tebessüm ile bana karşılık vermişti.
Çalan kapı ile kalbim teklediğinde hızlıca ayaklandım. Herkes halime ufak bir tebessümle karşılık verirken kapıya doğru attığım koşar adımlar beni hedefime ulaştırmıştı.
Kapıyı sonuna kadar açarak kaşımdaki adama baktığımda, her zamankinden ayrı bir özenli olduğunu gördüm. Üzerindeki lacivert takım elbisesi, elbisemle büyük bir uyum yakalamışken, içindeki beyaz gömleği de elbisemin kumaşının rengini anımsatıyordu. Yakasında beyaz renk bir mendil, kollarında geçen gün gördüğüm kurt yüzünden ilham alınan kol düğmeleri ve bileğini sıkıca saran gümüş renk erkeksi saati ile kombinine bayılmıştım.
Koyu kumral saçlarını özenle yana taramış, karışık yerlerden alnına düşen tutamlara dokunmamıştı. Keskin çene hattı gülümsememe neden olurken, biçimli burnu ve anlamlandıramadığım gözleri kalbimdeki sızının baş mimarıydı.
“Çok güzel gözüküyorsun.” İçeri doğru bir adım atarak konuştuğunda, “Sende çok nefes kesici gözüküyorsun.” diyerek fısıldadım.
Göktuğ bana gülerek ayakkabılarını çıkarttığında, “O zaman, hadi tanışalım bakalım.” diyerek dudaklarını birbirine bastırdı.
Ondan daha çok heyecanlı hissetmem normal miydi?
Göktuğ arkamda kalacak şekilde ondan önce salona girdiğimde bütün bakışlar üzerime çevrildi. Hafif kızarmış yanaklarım ve buz kesmiş ellerim ile heyecanla masadakilere bakındım.
“Göktuğ, gelir misin hayatım?” Arkama dönerek sakince mırıldandığımda masadan gelen şaşkınlık nidaları kulağıma çarpmıştı bile.
Göktuğ iki adım atarak salona girdiğinde önce bana gülümsedi sonrasında ise bakışlarını masada gezdirdi. “Herkese iyi akşamlar.” Naif çıkan sesi gülümsememi artırırken elimi sıkıca kavrayarak bana masaya kadar eşlik etti.
“İyi akşamlar.” Zar zor çıkan toplu sesten, büyük bir şok yaşadıklarını anlamıştık ama sorun değildi. O yanımdaydı, huzurluydum, mutluydum, geri kalanının ise hiçbir önemi yoktu.
Oturduğum yerden herkesin yüzünde bakışlarımı gezdirdim. Aralarındaki en rahat ve sakin gözüken Kalender’di çünkü Kalender’in böyle bir şeyi tahmin ettiğini gözlerindeki o hafif ışıldamadan anlamıştım.
“O zaman yemeğe başlayalım.” Sağıma soluma bakarak başlamaları adına gülümsediğimde şarapları getirmeyi unuttuğumu fark ettim. Tam ayaklanacakken Göktuğ derdimi anlamış gibi elini elimin üzerine kapatarak sakince salondan ayrıldı.
Sağımda oturan Emek bana eğilerek, “Kızım bizim timlerde bile böyle bir şey yok, nereden buldun bunu?” dedi şaşkınca. Emek’e gülmekle yetindiğimde, Kadir dikkatle Emek’i izliyor ve dediklerini sorguluyordu. Emek bu bakışların farkında olmadığından ağzı beş karış açık bana eğilmiş, şaşkınlığını yenmeye çalışıyordu.
Sol uç köşeden Emir, “Komutanım asker falan mı? Valla kendimi bit yavrusu kadar hissettim. O neydi öyle?” dedi belerttiği gözleriyle bana bakarken. Samet yanındaki Emir’in ensesine sertçe geçirdiğinde, “Mal mısın kardeşim, al mezeni ye de kes sesini.” diyerek kaşığına doldurduğu kereviz salatasını Emir’in ağzına tepti.
Hüseyin üzerindeki şoku hâlâ atlatamamış gibiydi. “Baya baya sevgilinle tanıştık yani…” ellerini yanaklarına bastırarak mavi gözlerini belertti. “Oha Armin. Çağrıyla Hamza zeki bir fikir bulup ortaya atsa o bile çok normal gelirdi şu anda…”
Çağrı ve Hamza Hüseyin’e burun kıvırarak göz devirdiklerinde Hüseyin hiç oralı bile olmadı.
İçeri giren Göktuğ elindeki üç şarap şişesinden en öndekini bana uzattı. Direkt elindeki tüm şişeleri alarak ikisini yere bıraktığımda, elindeki tirbuşonu mantara batırarak döndürdü. Açılan şarabı kadehlere paylaştırmaya başladığında, en uçta kalan Samet ve Tekin kendi kadehlerine de belli bir miktar şarap alarak tabaklarını doldurmaya başladılar.
Heyecandan ne yapacağımı unutur gibi etrafa bakındığımda Göktuğ tabağıma belli bir miktar meze ve kırmızı et bıraktı. Gülerek Göktuğ’a baktığımda, ye dercesine kaşlarını kaldırdı.
“İsminiz…”
Barkın merakla Göktuğ’a bakarken Göktuğ elindeki bıçağı tabağına yaslayarak gülümsedi. “Göktuğ Kurt. Sizde Barkın olmalısınız…” Barkın kendisini tanıyacağını düşünmemiş gibi afallarken Göktuğ gülmekle yetindi. İkisi arasında hafif bir gerilim sezmiştim. Aslında sadece Göktuğ tarafından...
Kadir ilk kez sohbete dahil olarak sakince, “Askerlikle mi ilgileniyorsunuz? Sizi daha önce hiç görmemiştim aslında…” diyerek mırıldandı kıstığı gözlerinin ardından.
Göktuğ kestiği et parçasını ağzına atarak sakince çiğnedi. Şarabından ufak bir yudum aldığında, avcunun arasından parlayan şaraptan gözlerini alarak Kadir’e çevirdi. “Asker değilim, psikoloğum. Yüksekova yakınlarındaki özel bir hastanede çalışıyorum, görmemiş olmanız normal aslında.”
Kadir hafife tebessüm ederek başını salladı. Göktuğ’da aynı şekilde karşılık verdiğinde bakışları bir kılıcın keskinliğinden esinlenerek Yıldırım’a saplandı. “Siz…”
Yıldırım gülerek, “Resmiyete gerek yok, Yıldırım ben hatırlarsın.” dedi.
Emir, Yıldırım’ı dürterek, “Nereden hatırlıyormuş seni? Bizden gizli görüşüyordunuz da haberimiz mi yok?” dedi kınarcasına.
Yıldırım, Emir’in bacağını cimcikleyerek gözlerini belerttiğinde, “Az biraz susmayı dene, al bak meze varmış yesene.” dedi ağzına tıktığı tıka basa kereviz kaşığının ardından. Emir zar zor yutkunarak Yıldırım’a kötü bakışlarını yollarken Mine Tekin’in yanında, en uçta kaldığından masaya doğru eğilerek Göktuğ’a baktı. “Nasılsınız Göktuğ Bey? Görüşmeyeli uzun zaman oldu.”
Göktuğ kibarca gülümsediğinde Tekin şaşkınca Mine ve Göktuğ ilişkisinin mantığını anlamaya çalışıyor gibi gözüküyordu.
Göktuğ, “İyiyim Mine, zaman çabuk geçiyor tabii…” diyerek tanımadığım bir kız üzerinden sohbet etmeye başladılar. Anladığım kadarıyla Göktuğ ile aramızda oluşan bağın temeli Mineye bağlanmıştı. Mine bir arkadaşı aracılığıyla Göktuğ’u bulmuş, bir görüşme yaptıktan sonra da Kalender ile bu konu hakkında anlaşmışlardı.
Tabağımdakileri sakince yemeğe devam ederken Emek’in masanın altından bacağımı deşmelerini belli etmeden şarabıma uzandım. “Rahat dur.” Dudaklarımı kasarak nefesimle fısıldadığımda Emek imayla güldü. Sanki bu gülüş, seninle sonra konuşacağız gülüşünü andırıyordu. Emek'in gülüşünü yarıda kesen olay, karşısında kalan abisinin -Burak’ın- Emek’i alttan ayağıyla dürtmesi olmuştu. Bu bakış ise, asıl seninle sonra konuşacağız bakışını andırıyordu. Dudaklarımdan çıkan kıkırtıyla Göktuğ sohbetini bölerek bana döndü. Belirli süre zarfında bana baktığında herhangi bir sorun olmadığına kanaat getirmiş gibi tekrar Mineyle konuşmaya devam ettiğinde bakışlarım Hüseyin’e kaydı. Hüseyin’in gözlerinde gördüğüm buruk mutluluk dudaklarımda naif bir gülümseme oluşturdu. Kendim, ilkbaharın başlarında panikle koşuşturan arıların arasındaki o naif çiçek gibi hissediyordum. Beni ziyarete gelen arılar sanki yapraklarımın güzelliğiyle mest oluyor, gövdemde oluşan tomurcuklar ile içten içe mutlu oluyorlardı.
Hüseyin yalnızca gözlerime baktı. Gözlerim hafiften yanmaya başlamıştı ama bütün sevdiklerim yanımdaydı. Dört bir yanım, hayatımın her anından karelere şahit olmuş insanlardı. En basitinden daha bugün tanışmaya fırsat bulduğum Kadir bile şehidimi onlara emanet ederken ki çaresizliğimi gözlerimden okumuştu.
Tüm sevdiklerim masadayken, birbirleri ile daha da iyi kaynaşmış gözüküyorlardı. Yıldırım ve Ertuğrul, Göktuğ ile konuşmaya başlamış; Hüseyin, Samet ve Kadir ikilisiyle tanışmış, Mine ise Emek’e mesleği hakkında sorular soruyordu.
Masadan yükselen uğultular git gide çoğalırken, herkesin bu boş anından faydalanarak Burak’a kısaca göz kırparak ayaklandım.
Bugün, 29 Şubat 2021, Hüseyin Balaban’ın doğum günüydü.
Öğlenden yalvar yakar zorla hazırlatabildiğim beş kiloya yakın pastayı buzdolabından dikkatlice çıkardım. Pastayı sığdırmak için bir rafı baştan sona boşaltmıştım. Boş tezgâha bıraktığım yaş pastayı kutusundan çıkardığımda, yanında verdikleri mumları pastanın köşelerine dikmeye başladım. İki maytabı paralel bir şekilde sağa ve sola batırdığımda çaktığım çakmak ile bütün hepsini alevlendirdim. Zorla kollarımın arasında aldığım pastayı içeri götürmek adına mutfaktan çıktım.
Gür bir ıslık çaldığımda hepsi olayı çakmış gibi ayaklanmıştı. Gelmeden önce doğum günü kutlaması yapacağımız konusunda ufak bir bilgi çıtlatmıştım çünkü… Salona girerek genişçe gülümsediğimde hep bir ağızdan güle oynaya doğum günü şarkısı söyleyenlere kahkaha atmakla yetindim.
Masada herkes ayaklanmış, Hüseyin şaşkınca etrafına bakakalmıştı. Yeni tanıştığı insanlardan böyle bir tepki beklemediği yüzünden anlaşılıyordu.
“Doğum günün kutlu olsun kaşıkçı!” Gür bir sesle bağırdığımda Hüseyin dudaklarını birbirine bastırarak ayaklandı. Başını omzuna yatırarak bana baktığında, eriyen mumlara telaşla baktım. “Dilek dile, eriyorlar çabuk!”
Hüseyin büyük bir adım atarak dibime geldiğinde hafifçe pastaya eğilerek birkaç saniye duraksadı. Bütün nefesini mumlara paylaştırdığında, sönen mumların ince buharı tavana doğru yükselmeye başladı.
Hüseyin gülümseyerek bana baktı. Çapraz solumda kalan Göktuğ’dan yardım isteyen bakışlarım ile pastayı işaret ettim. Göktuğ pastayı tuttuğunda Hüseyin’e sıkıca sarılarak, kulağına doğru fısıldadım. “Otuz bir olduğun gerçeği de gözümden kaçmadı, baya yaşlanmışsın kaşıkçı.” Hüseyin gülerek geri çekildiğinde, “Ama hâlâ on sekiz gösteriyorum.” diyerek omuz silkti. Şaşkınlıkla arkasından bakakaldığımda en yakınında kalan Emek’e sıkıca sarıldı. Anlaşılan Emek ile benden de eski bir dostlukları vardı.
Sırayla herkesle sarılan Hüseyin en son Göktuğ’a döndü. Hızlıca pastayı Göktuğ’dan aldım.
Hüseyin Göktuğ’a burukça tebessüm ederek, yalnızca ikimizin duyabileceği bir sesle, “Armin benim için çok değerli… İçindeki o ufak kızı göz ardı etmeden, koşulsuz şartsız sarmala onu Göktuğ. Ben ona nasıl baktığını gördüm, hakkınızda hayırlısı olsun.” diyerek Göktuğ’u kendine çekti. Tabii bunu yaparken kolunu biraz yukarı kaldırması gerekmişti çünkü Hüseyin’in boyu da benimkiler kadardı.
Göktuğ Hüseyin’e bir şeyler söylediğinde Hüseyin gülerek omzuna vurdu.
Daha fazla oyalanmadan mutfağa geçtiğimde, gece ne zaman bu denli hızlı akmıştı aklım ermemişti. Herkes kendi tabağını ve ortadaki boşalan tabakları mutfağa getirerek makineye dizdiğinde, etraf neredeyse beş dakika içinde toparlanmıştı. Kestiğim pastaları içeri taşırken, sohbet harlanmış herkes birbiriyle yakınlaşmıştı.
Dakikalar; şiddetli bir rüzgârın yaprağı savurduğu hesap hızlıca ortadan kaybolurken, yanımdaki Göktuğ’a yaklaşarak sakince fısıldadım. “Nasıllar? İyi anlaştınız gibi…”
Göktuğ kolunu sırtımdan doladığında, başımın üzerinde gezinen eli ile gülümsedim. Göktuğ hafifçe bana eğilerek, “Genel olarak hepsiyle iyi anlaştım ama en sakin ve kendime benzettiklerim, Kalender ve Kadir oldu sanırım.” Dedi hafif bir tebessümle.
Derin bir nefes alarak bacağının üzerindeki elini kavradım. “Onları benimsemene sevindim.”
Göktuğ alnına düşen tutamlara alttan bakmaya çalıştı. Elimi yavaşça elinden çekerek alnındaki saçları yana taradığımda, gözleri artık daha net gözüküyordu.
“İyi insanlar.” Başımı sallayarak bakışlarımı Göktuğ’dan çektim. Üzerimizde dolanan bakışlar altında ezildiğimi hissettim. Hepsi beni iyi gözlemlemiş ve iyi tanıyan insanlardı. O yüzden bu sakin tavırlarımı garipsemeleri çok normaldi ama gene de ister istemez utanmıştım.
“Kes lan sesini, dövmediğime şükret sen.” Fısıldamasına rağmen ortamdaki sessizlikten sesi etrafa yayılan Samet, sinirli bakışlarını Emirden çekti. Samet, Barkın ve Emir’i gördüğünden beri olayın etkisinden çıkamamış gibiydi. Yaşadıklarına seviniyor ama onların yokluğunda yaşadıklarımız adına içinde oluşan öfkeyi dizginleyemiyordu.
Ortamda yükselen telefon sesiyle bacağımın üzerinde duran ekrana bakakaldım. Ne alakaydı acaba? Bakışlarım istemsizce Kalender’e saplandığında ayaklanarak mutfağa yürümeye başladım. “Efendim Albayım?”
Arkamdan geldiğini hissettiğim Kalender, kapının pervazına yaslanarak beni izlemeye başladı.
“Yüzbaşım, şu kanı bozuk… Alphan’ı bıçaklayan.” Miralay sinirli çıkan sesi eşliğinde yarım ağız mırıldandığında kaşlarım çatıldı. “Ne olmuş ona Albayım?”
Miralay derin bir nefes aldı. “Şehadet haberinden bu yana, özel bir izin için haber bekliyordum. En sonunda az önce onay verildi. Sana yaptıklarımızın yanında hiçbir şey ama… O kanı bozuğun yanında hoş bir sohbet etmek için izniniz var kızım. İster timi al git ister tek başına… Ağzı yüzü yamulsa, hiçbiri umursamayacak çünkü her şeyi bunun için ayarladım. İster komalık et ister medenice konuş. Hakkında çıkan tutuklama kararı ile, yarın öğlen iki de kapalı ceza evine sevki için araca bindirecekler. İkiden önce sana yollayacağım adrese git, arkadaşlara selamımı söyle, şehidimin gönlü ferahlasın.” Duyduklarım ile bir yere tutunma ihtiyacı hissettiğimde yanımda kalan masaya sıkıca tutundum. Derin bir nefes aldığımda, dudaklarım bu haberi duymayı beklemediği için aralanmıştı. Gözümün önünde canlanan anılar, kanlı görüntülere ev sahipliği yaparken telefon parmaklarımın arasından zemine doğru kaydı. İki elim de masanın üzerine sertçe çarptığında, başımı yere eğerek gözlerimi sıkıca kapattım.
Alphan, benim için açık kalan bir yara iziydi. Onunla hem çok geç tanışmış hem de çok geç açılmıştık… Zaman acımasızdı. Belki de en acımasız olduğu an ise, Alphan’ın bana gerçekleri anlattığı andı. Sinirliydim. En çok da kendime sinirliydim. Sanki olanların tek suçlusu benmiş gibi hissediyordum ve bu acımasız his, yarım kalan kalbimin diğer çeyreğini bir zehir misali sarmalamıştı.
Aklıma bakışları geldi. Ela harelerindeki acımasızlığı gizleyen vatan aşkının farkına bile şu an varabiliyordum. O bana mesleğini hiçe saymak pahasıyla gelecekken, tek tutunduğu dalın bu olduğundan kaynaklı geri çekilmek zorunda kalmıştı.
Ama görmüştüm. O son nefesinde, gitmek istediğini görmüştüm. Sanki bana gerçekleri anlatmayarak bir darbe de onun vurduğu sinsi his, bedenini çevrelemiş. Bu hisle boğulmasına neden olmuştu. Son saniye, kendi intikamını kendi bile alabilirdi ama o bunu yapmamıştı. O bıçağı son nefesini benden özür dileyerek harcamasaydı yanındaki adamı tek hamlede öldürebilirdi. O, giderken bile hatırlanmak istemişti. Onu asla unutmamamız gerektiğini ve intikamını bizim almamızı istemişti. Aksi taktirde o adamı kendi başına öldürmesi iki saniyesini bile almazdı.
“O giderken bile hatırlanmak istedi…” Zorla fısıldadığımda, kırık çıkan sesimden ağlamaya başladığımı anladım. Nasıl da kolaydı değil mi? Gidenin ardından ağlamak…
“O, onu asla unutmamamız için intikamını bize armağan etti…” Ellerimi sertçe masaya geçirdiğimde, sıktığım dişlerimle çenemi havaya kaldırdım. Kapalı gözlerim tavana çevriliydi. Gözyaşlarımın akması sanki ona saygısızlık gibi gelmişti içimden. Ama dayanamadım. İçim dışıma çıkana kadar da ağlamaya devam ettim. Bir müddet sonra bir çift kol bedenimi sarmaladı. Burnuma dolan kokudan bana sarılanın Kalender olduğunu anladım ama ona asla karşılık vermedim.
Fısıldadığımda, fısıltım acı bir haykırıştan farksızdı. “O hatırlanmak istedi Kalender. Onu unutmamızı asla istemiyordu…”
Kalender’in sırtımı kavrayan kollarının gerildiğini hissettim. “Elbette ki unutmadık. Unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız… Alphan’ın namı her daim nesillere aktarılacak Armin.”
Burnumu çektiğimde hissizce fısıldadım. “Alphan’ın namını ilk olarak ben aktaracağım. Onun gibi, mert bir adam yetiştireceğim Kalender. Bu da onun için yapamadıklarım adına verdiğim andım olsun. Alphan adı yaşayacak, kalbimizdeki ismi dillerde şahlanmaya devam edecek.”
Kalender hafifçe geri çekilerek yüzümü ellerinin arasına aldı. “Başaracaksın Armin. Ne zaman verdiğin sözü tutmadın? Hayatımdan gördüğüm en güçlü kadınsın sen, hem baksana sana güvenen yalnızca ben değilim.”
Düştüğüm yerde yarım yamalak otururken, sırtım arkamda kalan dolaplar sayesinde dik duruyordu. Kalender yüzümdeki ellerini gevşettiğinde başım mutfağın kapısına döndü. En önde duran adam -sevgili sevgilim- Göktuğ, hissiz gözlerle ıslanan yüzümü izliyordu. Kollarını göğsünde bağlayan adamın, her ne kadar yüzünde bir ifade barınmasa da kasılan bedeninden gerildiğini anlamak pek zor değildi. Göktuğ’unun arkasından ilk gördüğüm yüz Yıldırım’ın yüzü oldu. Konu hakkında tahmini varmış gibi, gözleri hem acı hem de hırsla dolup taşmıştı.
Bütün sevdiklerim kapının eşiğinden dağılan suratımı izlerken Kalender’e dönerek sessizce fısıldadım. “Onun adını yaşatacağım Kalender. Eğer bana ayrılan vakit bunu yapmama engel olmazsa, o ismi yaşatacağım. Bu benim Alphan adına verdiğim ilk andım. Eğer ki vaktim yetmezse, Kurtuluş’a vasiyetim olsun; Alphan’ın ismini yaşatın.”
Kalender yalnızca gözlerime bakmakla yetindi. Onda sevdiğim bir özelliği söylemem gerekseydi; beni koşulsuz şartsız, yalnızca gözleri ile anladığından bahsederdim. Buz kesen ellerim Kalender’in ince gömleğinden sırtına vururken, bedenim sıkıca kavrandı.
Mutlu olmak haram olsaydı, o haramın baş tacı ben olurdum. Mutluluk çok basit bir his olarak düşünülse de mutlu olmak için canımı dahi verebileceğimi bilen var mıydı bilmiyordum…
Armin Tan, mutlu olmak için kendi kafasına dahi sıkabilecek acıları tatmıştı. Onun için son nefesini vermek, nefes almaktan daha kolaydı.
"Alphan adı yaşayacak."
Yıldıım ve Armin dertleşmesi?
"Senin annen seni nasıl seviyot?" Sanırım biraz ağır bir cümleydi ;)
Göktuğ'un Armin'İn kötü olduğunu anlar anlamaz yanına gelmesi?
Barın ve Emir boğuşması?
Göktuğ Barkın'I kıskandı mı dersiniz?
Göktuğ paşamı sevdiniz mi?
Ufak yakınlaşmalar...
First kiss???
Emek ve Kadir ikilisi?
Göktuğ genel olarak sevildi, siz sevdiniz mi ballarım?
Hüsomuzun doğum günüsü...
Alphan açık bir yara iziydi ballar, sanırım hiö bir zaman kapanmayacak.
Genel olarak nasıl bir bölümdü, bölüm duyguları size geçti mi?
Yıldıza basalım haftaya Cumartesi 30.bölümde görüşelim.
Seviliyorsunuz.
12.10.2024
Sevgilerle, Duru TAŞKULAK
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 27.86k Okunma |
2.26k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |