30. Bölüm

30.BÖLÜM- GEÇE KALINMIŞ İNTİKAM

Duru Taşkulak
durutaskulakk_

Canlarım, ballarım ben geldim!

Bazı intikamların alındığı buruk bir bölüm bizleri bekliyor.

Dİğer kitaplarım ve ÖBB evreni hakkındaki sohbetlerimiz için sosyal medyada buluşalım.

Kendi hesabım: durukurtk

Kitap hesabımız: olumlebasbasaaofficiall

Okumaya başlamadan önce bölümü oylamayı ve satır arası yorumlarınız eşliğinde düşücelerinizi bana sunmayı unutmayın lütfen.

Keyfili okumalar, bol şanslar!

 

 

30.BÖLÜM GEÇE KALINMIŞ İNTİKAM

Doğanlar ve yaşarken ölenler.

O gün, al bayrağa sarılı tabutunun üzerine bıraktığım kurşunun hakkını vermek gerekirdi.

Ne kadar da zor geliyordu kulağa… Kalbimizde yaşatıp, toprağa gömdüklerimiz.

Kalbimde saatlerdir geçmek bilmeyen o zalim ağrı, bütün bedenimi uyuşturuyordu. Sanki mezarın başında dikilen bir yabancı değil, o toprağın bedenleri içine çektiği bir bataklıktım.

İçinde bulunduğum şehit mezarlığı, onlarca askeri, polisi, jandarmayı ve daha nicelerini karşıma dikmişti. Her bir mezarın başında, havanın şiddetinden faydalanan kan kırmızısı bayraklar sanki gururla sağa sola savruluyorlardı.

Neredeyse hiçbirini tanımıyordum. Elbette yazan isimlerin bazlarından kulağıma gelenler olmuştu ama geri kalanları ben bile tanımıyordum. Kolaydı, saniyelerimizden çalınmasın diyerek yarım saniyeye zor sıkıştırdıkları şehit haberlerini hafızadan silip atmak çok kolaydı.

Bedenimdeki ürperti soğuktan değildi. Ona gidecek cesaretim olmadığındandı…

Alınması gereken bir intikam vardı. O intikamı da en iyisi ile yerine getirmek lazımdı.

 

KURTULUŞ

Dizlerimi kendime çekerek kollarımı bacaklarıma sardığımda, oturduğum ahşap sandalyenin üzerinde ileri geri sallanmaya başladım. Esen hava, üzerimdeki incecik yazlık elbiseyle oldukça tezat kalırken ürperen bedenim ilgi odağım dışındaydı.

Göz bebeklerim irileşmiş, gecenin karanlığından gelerek tek ışık kaynağı olan yarım hilalden bakışlarımı bir an olsun çekmemiştim.

Keyifli bir akşam olacağından şüphem yokken, bazen değil her an olacak en ince detayı bile hesaba katmam gerektiği gerçeği ile bir kez daha yüzleşmek zorunda kaldım.

Saatler birbirinin üzerinden atlıyor, dakikalar salınarak sağa sola kaçıyordu.

Göz kapaklarım sızlıyordu ama önemli değildi.

Geç kalmıştım. Onun intikamını almak için geç kalmıştım. Kendi mutluluğumu düşünen bir umursamaza dönüşerek, onun şehitliğini unutmuştum. Çok bencil bir insandım. Afil’in dediği gibi iğrenç birisiydim ve asla doğmamam gerekiyordu. 2

Yanan gözlerimin ıslandığını hissettim. Yanaklarımda şerit çizen tuzlu yaşların bir süre sonra bedenimde bile durmak istemediğini, zemine aktıklarında anladım. Gözlerimi kırpamıyordum. Sanki o iki kapak birbirleriyle buluşsa, kötü şeyler olacak gibiydi. Yarım kalan kalbimdeki o sızı, saniyeden saniyeye büyüyordu.

Çenem diz kapağıma yaslıydı. Bedenim olabildiğince küçülmüş, dünya üzerinde daha fazla yer kaplamaktan çekiniyor gibiydi.

Dış kapının açıldığını, delikte takla atan anahtarın tok sesinden anladım ama pozisyonum asla değişmedi.

Artık omuzlarım daha şiddetli sarsılıyordu. Sarsılan omuzlarım, bir bütün haline gelmiş bedenimi de titretmeye yetiyordu. Gözlerim yanıyordu, bedenim uyuşuyordu ama uyuştuğum için pek bir etki ettiğini söyleyemezdim.

“Güzelim lütfen bir tepki verir misin artık? Bağır, çağır istediğini yap…” Arkamdan gelen adam ağlamamı şiddetlendirirken bedenime sarılan kollar ile bakışlarım ayın ışığından ayrılmadı.

“Ah hadi ama buz gibi olmuşsun, içeri giriyoruz.” Kollarımın altına sarılan ellerinden kaçmak istesem de bunu yapmadım. Yapmadım değil, yapamadım. Bedenim saatlerdir aynı şekilde oturmaktan kitlenmişti ve ben hareket edemiyordum.

Göktuğ beni ufak bir bebeği sarmalarcasına, sıkı sıkıya kavramıştı. Kollarım karnımın üzerinde yığılmıştı, başım sola düşerken gözlerimden akan bir damla yaş halıya düşerek kayboldu. Evin içi karanlıktı. Kendimi görmek istemiyordum. Birilerinin beni görmesini istemiyordum.

“Şu an tamamen dolduğun için ağlıyorsun çünkü intikam almak senin için ağlanacak bir konu olmasa gerek…” Göktuğ çenesini başıma yaslarken bedenimi sıkıca kollarıyla sarmıştı. Kasılan pazuları göğsümün yanından sert bir baskı uygularken, kolları arasında küçülüyormuş gibi hissettim.

“Aldın mı?” Saatler sonra ilk kez konuşmamdan kaynaklanan, cılız sesim yüzümün buruşmasına neden olurken o beni duymuştu. Başımın üzerindeki baskı şiddetlendi. “Aldım. Ne yapacağını bilmiyorum ama senin için gecenin bir yarısı bütün Hakkâri’de yer fıstığı sosu aradım. Bence önemli bir şey, o yüzden birazcık tebessüm etmemiz gerekiyor.” Göktuğ uzun ve kemikli parmaklarını dudaklarımın üzerinde gezdirirken, alt dudağımı yukarı doğru kıvırdı. “Baksana ne kadar güzel bir görüntü…”1

Şu anda bırak beni, kendi elini bile görmüyordu ama sırf ağlamam dursun diye konuştuğuna emindim.

“Beni ona götürecek misin?” belki bencilce bir soruydu, sonuçta o artık benim sevgilimdi ve aramızda oluşan bağın adını kuramadığım adamın mezarına gitmek için ondan yardım istiyordum…

Göktuğ benim düşüncelerimin aksine, “Almak istediğin intikamı alır almaz ilk işimiz ona uğramak olacak. Senin için her zaman boşum, sen sadece gidiyoruz desen bana yeter bir tanem.” dedi sırtımda dolaştırdığı eli eşliğinde.

Göktuğ’unun kucağında kalan bedenimi yavaşça hareket ettirdiğimde yüzüm buruştu. Her yerim tutulmuş gibi hissediyordum.

“Nereye gidiyorsun?” Göktuğ’unun şaşkın bakışlarını üzerimde hissediyordum ama buna rağmen ayaklandım. Kırık çıkan sesimle, “Tugaya geçeceğim sonra da işlerim var işte…” derken bileğime sarılan kemikli parmaklar ile dengem sarsıldı. Geriye doğru düştüğümde beni bacaklarının üzerine sıkıca oturtarak kulağıma yaklaştı. Burnunun boynumla buluşan teması kasılmama neden olurken, nefesim kesilir gibi donakaldım. “Önce biraz uyuyorsun sonra da seni tugaya bırakıyorum. Bence gayet makul bir anlaşma… Sonuçta intikam almak kolay değil bebeğim, efor sarf etmeden önce bedenini dinlendirmen gerek.” O kadar naif bir ses tonuyla konuşuyordu ki, karşı çıkmak oldukça zordu. 1

Elim sızlayan alnıma gittiğinde, bandajın o pamuksu dokusunu hissettim. “Yatsam bile uyuyamam zaten, gitsem iyi olacak.” Kalkmaya yeltendim ama belimin etrafında tam tur dönen kolları buna da engel olmuştu. “Sadece bir kere beni dinler misin? En azından bir saat dahi olsa, gözkapakların ve zihnin durulsun. Sonra ben zaten götüreceğim seni…”

Karşı çıkamıyordum. Ona karşı koyamadığım gerçeği yüzüme çarparken, bunun ne kadar tehlikeli olabileceğini de içimden geçirmiş bulunmuştum.

Kollarım halsizce bacaklarımın üzerine düştüğünde, omurgam küçük bir c harfini anımsatarak bükülmüştü. “Sen ne yapacaksın?”

Sert ve titrek çıkan nefesinden güldüğünü anladım. “Eğer istersen seni uyutacağım.” Kaşlarım havalanırken dudaklarımda bir kıvrılma meydana geldi. “Öyle miymiş?”

“Öyleymiş.”

Bir anda ayaklandığını hissettim. Boynumdan bağlamalı elbisemin modelinden kaynaklanan, sırtımdaki boşluktan yararlanarak kemikli elini çıplak sırtıma bastırdı. Kolunu bacaklarımın altıdan geçirerek salondan çıktığında hemen sağa saparak odama girdi. Uzun bir süre balkonda oturduğumdan odama girer girmez yüze çarpan parfümüm ile yüzüm buruştu. Hiç bu denli keskin koktuğunun farkına varmamış mıydım?

“Kokun odana dolmuş…” Fısıldayan adamın ensesine sarılarak düşmemek adına direnirken, yavaş bir hamle eşliğinde yatakla buluştum.

“Sen üzerini değiştir bende bir su içip geleyim.” Odadan sıvıştığında birkaç saniye boşluğa baktım. Halsizce dolaba yönelerek elime ilk geçen, eşofman ve kısa kolluyu aldım. Boynumdan sıkıca bağladığım elbisenin düğümü açtığımda yere düşen kumaş parçası ile tepkisiz kalarak kıyafetlerimi giyindim. İçimde hiçbir şey yoktu. Daha doğrusu giyecek mecalim yoktu…

“Giyindin mi?” Kapının ardından mırıldanan adama sakince karşılık verdiğimde kapı aralandı. Göktuğ içeriye doğru bir adım attığında onu beklemeden yatağa girerek duvar dibine kaydım. Sırtım ona dönük vaziyette bedenimi cenin pozisyonuna soktuğumda, sokak lambalarının perdeden sızdırdığı ince ışık fümesinden yararlanarak duvarları seyretmeye başladım.

Arkamdaki hışırtılardan üzerindeki ceketi çıkardığını anlamıştım ama bozuntuya vermeden duvarı izlemeye devam ettim. Çok geçmedi, arkamdan belime sarılan kollar ile, üzerimdeki tişörte rağmen bedenime yaslanan sıcaklık ile kalbimden ılık bir sızı akmıştı adeta.

Karnımın üzerine düşen kollarına karanlıktan görebildiğim kadarıyla baktım. “Çıplak mısın sen?” Arkamdan gülen adamın sarsıntısı bedenimi sarstı. “Hayır sadece gömleğimi çıkarttım.”

Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım. “Bu çıplaklık sayılmıyor yani, öyle mi?”

Göktuğ başını başımın üzerine yaslayarak, “Tam olarak sayılmıyor evet.” Diyerek mırıldandı. Dirseğimi karın boşluğuna geçirdiğimde hafif bir hırıltı eşliğinde gülmeye başladı. Gözlerimi açarak başımı omzumun üzerinden arkaya çevirdim. “Uyuyacağım tamam mı? Sonuçta bedenim dinç olmalı…”

Göktuğ gülmeye devam ederken kısılan gözlerinin kalbimi durduracağını düşündüm ama daha kötüsünü yaşadım. Ağrıyan kalbim ile nefesim kesilir gibi olduğunda Göktuğ, “Tamam konuşmuyorum, sen uyumaya çalış.” dedi ve gözlerini kapattı.

Sırtımı ona dönmekten vazgeçerek hızlıca duvarın tersine döndüm. Yüzlerimiz arasında birkaç santim anca kalırken sakince, “Yanımdasın…” diyerek fısıldadım.

Kapalı gözlerini bir an olsun açmadan, dudaklarındaki ufak tebessüm eşliğinde fısıldadı. “Her zaman yanındayım…”

Onun cüssesine nazaran ufacık kalan elim, hafif kirli sakallarının üzerine kapandı. Elime batan sakallar kıkırdamama neden olurken, belimdeki baskısı arttı. Bedeni bedenime yapışmış vaziyetteydi ama onunla yakın olmak hoşuma gidiyordu.

Aldığı nefeslerin düzenliliği gözlerimdeki sızlamayı arttırırken, başımı çenesinin altına gelecek vaziyette yastığa koyarak gözlerimi kapattım. Huzur nedir deseler, koca adam ilk ve son işaret edeceğim kişi olurdu. Yirmi yedi sene sonra huzuru bulmak, çocuk gibi sevinmeme neden oluyordu.

Bana bakarak yalnızca, hadi sana oyuncak alalım dese yaşımı toz bulut ederek, tuttuğum eli eşliğinde oyuncakçıya koşardım. Onun yanındayken çocuk gibi davranasım geliyordu. Nedenini anlamak pek de zor olmasa gerekti ama…

“Düşünme ve uyu güzelim, fazla düşünmek insanı yorar.” Eli çenemden kayarak boynuma düştüğünde derin nefesler alarak karanlığa doğru yürüdüm.

 

KURTULUŞ

“Bebeğim… Şu an küçük bir çocuk gibi uyuduğuna inanamıyorum ama kalkman gerek.” Yanımdan gelen sızlanma sesiyle homurdandığımda yüzümü buruşturarak yana döndüm.

“Bak sen… Demek yüz buruşturma hareketi he? Bu hiç yakışmadı bebeğim, gül cemalini izliyordum şurada.” Çenemin altından sızan el yüzümü diğer tarafa döndürdüğümde uyku mahrumu bir sesle, “Uyumak istiyorum.” diyerek mırıldandım.

Erkeksi hafif bir kahkaha sesi duydum. “Bir de ben gideceğim diyordun. Tabii böylesine bir yakışıklıyla uyumak kolay değil, seni de anlıyorum ama kalk yavrum.” Gözlerim kısıkça aralandı. Sırtını yatak başlığına yaslamış, karnının üzerine denk gelen kafamı yüzüne çevirmiş adama baktım. “İltifatlarını etmeye devam edersen biraz zor kalkacağım gibi gözüküyor.”

Göktuğ gülerek saçlarımı okşadı. “Biliyorum bana çok aşıksın… Bana göre de hava hoş aslında ama kendine geldiğinde neden beni uyandırmadın gibi sitemler duymak istemiyorum, yoksa uyurken büzülen dudaklarını ve çatık kaşlarını izlemek kulağa hoş geliyordu.” Sanki beni senelerdir tanıyormuş gibi büyük bir hevesle konuşan adama mayışmış halimle bakmaya devam ettim. Dişlerim gözükecek şekilde gülümsedim. “Ben sana baya baya âşık olmuşum…”

Göktuğ bana doğru eğilerek dudaklarını alnıma bastırdığında göz kapaklarım yavaşça birbirine sürtündü.

“Bir şeyler oldu da biz de çözemedik, boş ver kafanı yormadan devam et aşk-ı ilan etmeye.” Alay mı ediyordu ciddi miydi bilmiyordum ama gözlerim anlamlandırmadığım renklerle çarpıştığında gözlerindeki ciddiyet iliklerime işledi.

“Hadi kalk artık, kahvaltı yapalım seni tugaya bırakayım.” Göktuğ elini başımın altına yerleştirerek ayağa kalktığında, başımı yavaşça yatağa bıraktı. Bakışlarım üzerinde gezinmeye devam ederken, bana kısaca göz kıparak sırtını döndü. Kasılan sırtından, heybetli cüssesini süzmeden edemedim. Artık bu heybetini kalıtsal bir duruma bağlıyordum aksi taktirde bu kadar kasın bir arada olması pek normal değildi gerçekten. 3

Göktuğ gömleğini üzerine geçirerek düğmelerini ilikleye ilikleye odadan çıktı. Yataktan kalkarak kapıyı kapattığımda, üniformamı çıkarıp üzerimdekilerden kurtuldum. Dolabın atmosferiyle bütünleşmiş üniformanın içi buz kesmişti. Altıma geçirdiğim kamuflaj pantolon bacaklarımı ürpertecek cinstendi.

Kemerimi belimden geçirerek sıktığımda, kemerin altına sıkıştırdığım beylik tabancamın namlusunu tenimde hissediyordum. Üzerimdeki hâkî yeşili kısa kollu tişörtü, pantolonun içine sokuşturmuştum. Ceketimi çıkmadan önce üzerime geçirmek istediğimden vestiyere bırakarak tuvalete geçtim. Avcuma doldurduğum soğuk suyu yüzüme çarpmaya başladığımda, damlalar gözyaşı misali kirpiklerimden çeneme doğru kaydılar. Ellerimi lavabonun uçlarına yaslayarak aynaya eğildiğimde, ıslak yüzüm biraz şiş gözüküyordu. Göz altlarım hafif kararmış, elmacık kemiklerim daha da bir belirginleşmişti. Bakışlarım aynadan alnıma kaydığında, kocaman bandaj sinirimi bozmuştu. Sakince bandajı söktüğümde, ufak yara kabuk bağlamış, etrafını yeşilimsi çürük bir renge bulamış olduğunu gördüm.

Ensemdeki bandaja yandan bakmaya çalışarak değişik şekillere girdiğimde, sızlayan bölgeyi boş verip banyodan çıktım.

Mutfaktan gelen sesler gülümsememe neden olurken içeri girerek ayakta hızlı hızlı hareket eden adama baktım. “Günaydın!” enerjik bir tavırla bağırdığımda Göktuğ gülerek bana döndü. “Sana da günaydın oiseau blessé” Duyduğum kelimeyle kaşlarım çatılırken, “Fransızca biliyorsun?” derken sesim sorar bir tona ev sahipliği yapıyordu.

Göktuğ ocağın başına döndüğünde sakince, “Fransızca ana dilimden daha iyi konuştuğum bir dildir.” Dedi.3

Alt dudağım öne çıktı. “Biz baya benziyoruz sevgilim, hm ne dersin?” dedim arkasından sarılarak. Başım yan yatmış bir şekilde sırtına yaslanmıştı. Kolların sert karnın üzerinde toplandığında gözlerim çoktan kapanmıştı bile.

Elimi kavrayarak üzerine ufak bir öpücük bıraktı. “Yirmi dokuz senedir ruh eşim nerede diyordum, meğerse işten bana vakti kalmamış.”

Omzuna vurarak güldüğümde çok uzun sürmeyen bir kahvaltı faslına geçiş yaptık. Ne zaman aldığı hakkında asla bir bilgim olmadığı simitleri açlıktan nasıl yiyeceğimi şaşırmıştım resmen. Salatalık sevdamı gören Göktuğ uzun bir süre yalnızca salatalık yememe odaklanmış, belli bir süreden sonra olayı kabullenmiş gibi kahvaltısını yapmaya devam etmişti.

Postallarımı giymek adına eğildiğimde arkamdaki hareketlilik ile anlık bir refleksle arkama döndüm. Göktuğ şaşkınca bir adım gerilediğinde, “Ceketimi alacaktım.” diyerek yüzüme baktı.

Elim belimdeki tabancama gittiğinde, biraz daha aşağı itekleyerek postallarımı giymeye devam ettim.

“Bir de tabancası var… Yakıyorsun yavrum!” Göktuğ sanki her hareketime ayrı bir düşüyormuş gibi tepkiler vermekten ne zaman vazgeçerdi bilmiyordum ama bana göre hava hoştu.

Dün gece saatlerde Göktuğ’a arattığım yer fıstığı sosunu cebime atarak evden çıktım. Adımlarım ezbere ileri yönelirken, Göktuğ’a ait cipe binerek sessiz bir yolculuğa başladık. Tugaya gidip diğerlerini de peşime takmak istemiyordum ama onlarında bu intikamda bir arzuları olduğunu da es geçemezdim.

Düşüncelerimin ardından çok geçmedi. Yüksek sesle çalan telefonumdaki aramayı yanıtladığımda Yıldırım’ın ilk defa duyduğum yüksek sesi yüzümün buruşmasına neden oldu. “Tek başına gidip ona bir şey yapacağını mı düşündün? Ulan kardeşim yerine koyduğum adamın kanlı görüntüsü gözlerimin önünden silinmezken, tek başına gidip intikam almayı mı düşündün?! Eğer bunu yaptıysan, Yıldırım diye bir kardeşin yok bilesin!” 1

Kaşlarım şiddetle çatılırken, “Sesinin ayarını kıs, sinirimi bozma! Bir şey yaptığım falan yok, zaten tugaya geliyordum gezi zekalı! Gelince bir hasıl konuşuruz Keskin, karşındaki kişinin komutanın olduğunu farkına var yoksa senin de Armin diye bir kardeşin kalmaz bilesin!” dedim öfkeyle.

Yıldırım’ın tarafından kopan kırılma sesi ve kısık sesli küfürden, öfkesini hissetmiştim. “Diğerlerini de alıp geliyorum, tugayda değil direkt orada buluşalım.”

Telefon yüzüme kapanırken sinirle bacağıma vurduğum ekran hafif bir çizgiyle aşağı doğru kaydı. Çatlayan ekrana bakarak elimde sıktığım telefonu camdan dışarı fırlatmamam için tek bir neden yoktu ama ondan önce konuşmam gereken birileri vardı. Kalender’i çaldırarak telefonu kulağıma yasladım.

“Benim ağzımı bozdurmaya yeminlisiniz herhalde… Ne oluyor gene? Keskin biraz agresifleşmiş, kaşıntısını almadan önce sen konuş istersen. Saçma sapan triplerinizle uğraşamam Doktor, yanına git ben gelene kadar konuşursunuz.” Kalender kaçış noktam gibi bir şeydi. Sanki kollarımı kesmişler, iki çifte ihtiyaç duyuyormuş gibi ilk ona koşuyordum her defasında…

Kalender’in derin bir enfes alıp verdiğini duydum. Kapanan kapı sesinin ardından nefes nefese, “İşler pek bildiğin gibi değil. Dün gece senden döndükten sonra gene amcası aradı, konuştular ama bu sefer farklı bir şeyler olmuş belli… Kafası dağınık, hırsını atacak birini arıyor. Çok takılma çocuğa, ben konuşurum zaten üzerine gitme.” Dedi.

Elimi alnıma yaslayarak gözlerimi kapattığımda, “Barkın ve Emir’e haber verdin mi? Emir’e ihtiyacım var. Diğerlerini yalnızca ikimiz durduramayabiliriz, pratik zekasına başvurmak istiyorum.” dedim mırıldanarak.

Kalender, “Herkesin haberi var, senden dönerken Miralay’dan Barkına haber geldi. Şimdi toplanacağız, haberleşiriz.” diyerek koştuğunu düşündüğüm bir nefes eşliğinde konuştu.

Başımı salladım. “Haberleşiriz.”

Telefonu kapatarak hızlıca Emir’e Yıldırım’ın öfkesini kontrol etmesinde yardımcı olması gerektiği hakkında bir mesaj attım. Emir’den onay gelirken, telefonumu stresten titrettiğim bacağımın üzerine bıraktım.

Üniformanın rastgele bir cebine attığım sigara paketini bulduğumda içinden çıkardığım bir dalı dudaklarımın arasına sıkıştırarak alevlendirdim. Camımı yarıya kadar açarak başımı koltuğa yasladığımda, yüzüme vuran soğuk hava bedenimi ürpertiyordu.

“İçme sebebin ne?” Sorusu da sesi gibi naifti. Aslında naifliğin altındaki gerginliğe anlam veremesem de bozuntuya vermedim.

Kapalı gözlerimi açmadan, içime çektiğim zehri camdan dışarı üfledim. “Bilmem, rahatlatıyor beni. Uğraş alanı gibi bir şey işte, boş ver.” Üflediğim zehir dönüp tekrar üzerime çarptığında, yüzüm buruştu.

Elmacık kemiklerimi günyüzüne çıkaracak şiddette içime çektiğim sigarayı, göğüs kafesimi rahatlatarak dışarı bıraktım. Çalan telefonum gözlerimi açtırırken, oturduğum yerde dikleştim. “Emredin Komutanım.”

Miralay boğazını temizleyerek, “Tek başına gidince bir delilik yapmandan endişelendiğim için diğerlerine de haber verdim. Zaten onlarında hakkı var ama gene de… Her neyse, dediğim gibi gidince arkadaşlara selamımı ilet, sonrası da size kalmış.” dedi uzun zaman sonra duyduğum içten bir ses eşliğinde.

Derin bir nefes verdim. Parmaklarımın arasındaki sigaranın külü büyürken, dışarıya serperek konuştum. “Her şey için teşekkür ediyorum Komutanım.”

Homurdanarak, “Belki yaptıklarımı hiç affetmeyeceksin ama gene de ufak bir özür borcumun telafisi olsun. Tek amacım seni korumaktı ama elime yüzüme bulaştırdım...” dedi durgun bir ses tonuyla.

Burukça gülümsediğimde telefonu kapatarak gözlerimi sıkıca kapattım. Düşünmekten yorulmuştum. Olur olmadık zamanlarda aklıma düşen yaşanmışlıklar, beni hem yoruyor hem de geriyordu.

“Yapamıyorum.” dedim fısıltıdan da düşük bir tonajla. “Düşünmeden edemiyorum. Sürekli kendimi suçluyorum, başarısız salağın teki gibi hissediyorum.” Sigaram camdan aşağı atlayarak parmaklarımdan ayrıldığında, bileğime dolanan eli ve elimin üzerinde dolaşan parmağı hissettim.

“Başaracaksın. Elbette ki düşünme demiyorum, desem bile zaten işe yaramayacak ama zamanı gelince ben başardım diye mutluluktan ağlayacaksın Armin. Hayatımızın belli bir dönemi; bu bataklıktan nasıl çıkacağım endişesiyle dolarken, o dönemin ardındaki güzellikleri görmemek normaldir. Zamanla geçer dediklerinde öylesine dediklerini düşünüyorsun, biliyorum ama gerçekten zamanla geçiyor güzelim. Zamanı geçiremezsen, ben her zaman yanında olacağım.”

Elimin üzerine bıraktığı öpücük bedenimi gevşetirken Barkının araması ikimizin arasına girdi. Sakince, “Dinliyorum.” dedim.

“Gelmeme çok az kaldı, orada öğrenmektense şimdi söyle Armin. Seni tanıyorum ve planlarının hiçbir zaman öylesine kurulduğunu görmedim. Son dakika öğrenmektense, bana şimdiden söyle. Ne düşünüyorsun?” Barkının sesi gergindi. Şu anda yüzünün kasıldığını ve kaşlarının çatılmaktan iflas edecek raddede olduğundan şüphem yoktu.

Elim üniformanın cebine girdiğinde, hissettiklerim eşliğinde sinsice gülümsedim. “İğnem var. Kim bilir belki de alerjim vardır.”

Telefonu kapatarak yola odaklandığımda, çok yolumuz kalmamıştı. Aradan dakikalar geçti. Karşımda yan yana sıralanmış arabalara yaslı duran her adamın yüzündeki ciddiyet göğüs kafesimdeki baskıyı zorlatırken Göktuğ’a baktım. “Teşekkür ederim.”

Göktuğ dudaklarını birbirine bastırarak başını eğdi. Yüksek cipten inerek kapıyı sertçe kapattığımda gözlerim Keskin’in koyu kahve gözlerindeki öfkeyi gördü. Üçe vurulmuş kısa saçları, başka zaman olsa yüzündeki tebessüm eşliğinde sempatik bir ifadeye başvurabilirdi ama şu anda o kadar öfke doluydu ki… Emir attığım mesajı uygulamaya koyarak Yıldırım’ın yanına ilerlerken, Kalender ve Barkına kısaca bakarak ileriyi işaret ettim. Cezaevinin ürkünç görünüme göz atarak önden ilerlemeye başladığımda; sağıma, soluma ve arkama doluşan adamların her birinde yatan duygular içimi daraltıyordu.

İçeri attığım adımla birlikte karşıma çıkan X-Ray siyah görüntüsü ile gözlerimi boyadı. Güvenlikler iki yanımızda dikilirken adamlardan birine yaklaşarak, “Miralay’ın selamıyla geldik. Bizi kim yönlendirecek?” dedim kısılan gözlerim eşliğinde adamı süzerek.

Adam bir bana bir arkamdaki iri yarı adamlara bakarak derin bir nefes aldı. “Şöyle buyurun, arkadaşlar size eşlik edecek.” Diyerek koridoru işaret etti.

Kalender’e bakarak kısa bir anlaşma yaptığımda koridorun dört bir yanındaki adamlar bize doğru yaklaşmaya başladı. Kalender adamlara kısaca durumu özetlerken, Yıldırım ve Emir arasındaki itiş kakış sesleri kulaklarıma vuruyordu.

Adamlar bizi koridorları uzun uzun yürüterek köşede kuytu bir köşeye çektiklerinde, karşımızda kalan metal kapıyı işaret ettiler. “İçeride, geleceğinizden haberi yok. Saat iki de transfer gerçekleşecek, en geç bir buçuk gibi buradan ayrılsanız iyi edersiniz.” Barkın adamı yanına çekerek bir şeyler söylediğinde adam önce kaşlarını çattı. Sonrasında diğer adamları da alarak koridorun ucuna doğru yürümeye başladıklarında, kısa bir süre içerisinde gözden kaybolmuşlardı. Barkın bana baktı. Gözlerindeki emin misin vurgusuna göz devirmekle yetindim.

Kapının dıştan oluşan kilit sürgüsünü yana çektiğimde, tok bir ses ıssız koridorda yankılandı. Kapı ağır bir itmeyle arkaya kaydığında gözlerim, çok az bir ışığın aydınlattığı rutubet kokulu odaya kaydı. Kirli zemin kapkara bir görüntüye ev sahipliği yaparken, dizlerini kendine çekmiş ileri geri sallanan adamda geceki halimi gördüm.

İçeri doğru bir adım attığımda, odadaki o şiddetli ter ve başka kokularla harmanlanmış hava yüzümü buruşturmama neden oldu. Barkın omuzlarımdan tutarak durmamı sağladığında, başımdan boynuma çektiği kamuflaj desenli boyunluğu, gözlerimin altına kadar yükseltti.

Barkın ve Emir’e baktım. “Kaldırın şunu.”

Kanı bozuk pislik bir anda başını kaldırıp bize baktığında, gözlerindeki titremeye bizzat şahit oldum. En arkada kalan Yıldırım odaya giren son kişi olurken, kapıyı sertçe kapatıp titreyen pisliğe yaklaştı. “Uzun zaman olmuştu… Ne haber?” Yıldırım öfke dolu bir kahkaha attığında şerefsiz, titremekten başka bir şey yapmıyordu. Barkın ve Emir kollarını sertçe tutarak hava çektiklerinde, diz kapakları kırıldı ve olduğu yerde sendeledi. “Ne- neden geldiniz?” Titreyen yalnızca bacakları değildi, elleri, kolları, sesi, göz bebekleri… Her bir zerresi titriyordu.

Medenice sohbet etmeye şekerim.” Cümlesinin başını ve sonunu vurgulayan Tekin yüzündeki alay dolu tebessümüyle karşısındaki titreme özürlüsüne bakıyordu.

Başını zorla iki yana salladı. “Be- ben bir şey yapmadım.”

Barkın ensesine doğru açılarak sert bir tokat patlattı. “Kes lan sesini!”

Arkamda kalan Ertuğrul ayağını pisliğin diz kapağının arkasına gelecek şekilde konumlandırdığında, sertçe kendine çekti. Bir dizi yerle çarpıştığında acı dolu bir inlemeye karışık bağırdı. Ertuğrul yere düşen şerefsize eğilerek, “O ses tellerinin zerresini sağlam bırakmam, sesini kes.” dedi tıslarcasına.

Başını aşağı yukarı sallamaya çalıştı. Titreyen uzuvları insanın siniri bozarken, Kalender gülmeye başladı. “Neden titriyorsun ki? Kardeşimin boynuna bıçağı saplayan ellerin bir o kadar da durgundu aslında…” Gözleri panikle Kalender’e döndüğünde, “Kendimi koru-korumak için yaptım. Be- beni öldürecekti…” diyerek sakince konuşmaya çalıştı.

Yıldırım kendini sıkarak yapmacık bir kahkaha patlattı. “Şimdi yaşayacağını düşünmen de beni çok eğlendirdi bak!”

“Ben yap-yapma-yapmadım!” Bağırmaya çalışan adamın yanağına sert bir tokat atan Emir fısıldarcasına, “Sesini kes sikerim belanı.” diyerek dişlerini sıktı.

Tedirgin gözlerini Emir’den çekerek ağzını asla açmayan bana döndüğünde dudaklarım usulca iki yana kıvrıldı. Beklediği umut benmişim gibi gözlerini parlattığında, kıvrılan dudaklarımı açarak histerik bir biçimde gülmeye başladım. Parmaklarımı kütletmeye başladığımda odadaki ölüm sessizliğine karışan kütleme sesleri içimdeki duyguları harladı.

Hiç beklemediği bir anda, kolumu hırsla geriye açarak gözünün tam üstüne yumruğumu indirdiğimde dudaklarının arasından kopan bağırışı kesen şey, Emir’in büyük eli olmuştu. Yere düşen adamı kaldırmaya çalışan Barkın ve Emir’e, “Bırakın.” diyerek sinirle konuştum.

Yıldırım beni kenara iterek, postalının ucunu pisliğin karnına geçirdi. Yerde iki büklüm kalan şerefsiz, soysuz inlemelere doyamazken; Tekin, Ertuğrul, Kalender ara ara Emir ve Barkında medeni hareketlerle kansızı okşamışlardı.

Dizlerimi zemine yaslayarak eğildiğimde, çenesinin altından kavrayarak gözlerime bakmasını sağladım. “Hangi elinle sapladın?” Titremekten mecali kalmamış embesil halsizce sağ elini kaldırdığında, elini sıkıca kavrayarak geriye doğru büktüm. Çıkan ses mide bulandırırken Yıldırım’ın attığı kahkahanın içtenliği gülmeme neden olacakken son saniye toparlandım. “Senin ağzınla götünü yer değiştiririm, kimse de ne olduğunu sorgulamaz. Anladın mı beni?”

İnlemelerinin arasından zorla, “Ta-tamam bırak beni, bı-bırak.” dediğinde yüzüne doğru eğildim. “Allah belanı vermiş vereceği kadar ama gene de Allah belanı versin!”

Tekin arkamdan yaklaşarak münasip bir yerlerine sert bir tekme savurduğunda, yattığı yerden hoplayarak bağırdı. Tekin hırsla, “Bağırma lan! Bağırma çeneni çıkarır bir yerlerine montelerim, bağırma!” dediğinde gür sesi odanın duvarlarına çarparak bize döndü.

Çenesini sıkmaya devam ederken, kızaran yüzü ve kesikleşen nefesleri ile yüzüne sert bir yumruk geçirdim. Yıldırım’a tutunarak ayaklandığımda Ertuğrul’un kalktığım yere geldiğini gördüm. Kansızın boynuna sarılarak sıkmaya başladığında, “Nasıl sapladın o çakıyı?” diyerek boynuna doğru sert bir yumruk attı. Başı geriye savrulan pisliğin saçlarına yapışarak kendine çekti. “Önce vurdun mu ne yaptın?” Çenesini sıkarak yüzüne yaklaştı. “Çenesini mi sıktın?” Uzun bacaklarından faydalanarak, bacağını sıkıca beline sardı. “Üzerine mi atladın?” Göğüs kafesine sert bir yumruk geçirdi. “Göğsüne vurup yere mi düşürdün?”

Yıldırım’a bakarak tutması adına bir şeyler mırıldandı. Yıldırım bu anı bekler gibi kolundan sertçe çektiği kansızı kaldırarak hırsla tuttu. “Nasıl yaptın? He, söylesene! Boyun onun boyunun yanında bit yavrusu kadar kalıyor. Nasıl düşürdün koca adamı, söyle lan!” Ertuğrul sinirden delirmiş vaziyette adamın yüzünü parçalarken Kalender araya girerek Ertuğrul’u yana itti. Yıldırım’ın iki kolunun altından sıkıca kavradığı adama alayla bakarken oldukça sakin gözüküyordu. “Halbuki o an biz geldiğimizde çoktan bayılmıştın, ne o oldukça dinç gözüküyorsun?” Başını öne düşen şerefsizin çenesinden kavrayarak yüzüne baktı. “Zoruna giden neydi? Çakıyı alıp saplayınca işlerin bittiğini mi düşündün yoksa?”

Kalender bizim bile beklemediğimiz bir atiklikle adamı kendine çekerek kollarını boynuna sardığında, “Önce böyle mi boğmaya çalıştın?” diyerek dudaklarını usulca iki yana kıvırdı.

Barkın Kalender’e yaklaşarak olası bir duruma karşılık atakta beklerken, Kalender kolları arasında çırpınan soyu bozuğa, “Boynunu kaplayan kanların ardındaki kızarıklığı gördüm. Onu nasıl boğdun? Bu boyunla onun boynuna nasıl eriştin?” dediğinde olduğum yerde donakaldım. Bu nasıl olabilirdi? Âhi’nin boynundaki çakıya zaten anlam vermezken, asıl sorun onu nasıl yere devirebildiğiydi…

“Cevap versene oğlum!” Sövercesine kendini kasan Kalender pisliğin saçlarını kavrayarak hızlıca duvara yürüdüğünde alnını sertçe kirden gözükmeyen duvara çarptı. Barkın Kalender’in kolunu kavradığında, “Sakin kal, daha zamanı var.” diyerek mırıldandı.

Ellerini ağırca göğüs kafesine kaldırarak, ben suçsuzum dercesine Kalender’e bakmaya başladı. “Be- beni tutmaya çalışır-çalışırken ikimizde yere devrildik… O sıra-sırada boğuşurken, şans eseri sapladım çakı-çakıyı. Ben suçsuz-suçsuzum, yapmadım bir şey!”

Sinirden kendimi parçalamam adına ramak kalmıştı. Sıktığım dişlerimin arasından inlercesine haykırdığımda Kalender’i sertçe ittirerek şerefsizin boynuna ellerimi sardım. “Ulan seni sikerim! Seni öyle bir döverim ki, inleye inleye ölürsün şurada kimsenin ruhu duymaz! Sen benim askerime, benim askerime! Ulan nasıl yaptın şerefsiz piç kurusu!” Yüzüne yaklaşarak avazım çıktığınca bağırdım. Ellerim yanaklarına kapandığında, derisini çekiştirerek sinirle kafasını arkasındaki duvara vurmaya başladım. “Bu son günün. Bu son günün, öleceksin! Toprak bile seni kabul etmeyecek lan, duydun mu?”

Bedenim sinirden titriyor, kasıklarımdaki sızlama saniyeden saniyeye artıyordu.

Gözlerinin beyazı gözükmeye başladığında, bedenini sertçe yere iterek düşmesini sağladım. İşaret parmağımı yüzüne sallayarak derin derin aldığım nefeslerin arasından, “Sürünerek öleceksin.” diyerek mırıldandım.

Birinin beni kollarının arasına çektiğini hissettim. Kokusu tanıdıktı. Denizin o meltemle karışık kokusundan tanıdığım Yıldırım, “Ya sen öldürürsün ya da ben, yap şunu yoksa daha fazla beklemem.” diyerek sinirle fısıldadı.

Ertuğrul, Tekin ve Kalender üçlüsüne bakarak, “Dövün şunu.” dediğimde titremelerimin dinmesi adına ufak bir zaman yarattım.

Tekin bu anı bekler gibi piçi ellerinin arsına aldığında, sanki voleybol oynarlarmış gibi Ertuğrul’a itekledi. Ertuğrul yüzüne sert bir yumruk atarak Kalender’e ittiğinde Kalender boynunu sıkıca sıkarak Tekin’e ittirdi. Kısır döngüye dönen olaya Barkın ve Emir’de dahil olduğunda aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum ama tek bildiğim şerefsizin bayılmasına çok az kalmış olmasıydı.

Yıldırım yanımdan çoktan ayrılmış, Ertuğrul’un tuttuğu şerefsizin yakalarına sarılarak sertçe yere fırlatmıştı. Artık inlemeye bile takati yoktu. Gözlerinin oldukça kısık bir bölümü gözüküyor, ağzının açık kalan kısmından zar zor nefes almaya çalışıyordu.

Hepsini kenara ittirerek yavaşça yere eğildim. Elim cebimi avuçlarken, hissettiklerimle sadistçe gülümsedim. Sıvı sosun kapağını açarak iğnenin içine çekmeye başladığımda, sonuna kadar dolan sarımsı sıvıya baktım. Ne yapacağımı bekleyen tedirgin bakışlarına alayla bir kahkaha patlatarak, “Fıstık seviyormuşsun, buralarda mahrum kalma diye getirdim. Ne kadar da düşünceliyim ama öyle değil mi?” diyerek uysal bir tavıra büründüm.

Kalender’in ortamı korumak adına büründüğü ciddiyeti, belime temas eden postalının sayesinde görmüştüm. Gözleri dolu gözlerime karamsar bir tavırla değerken, yavaşça gülümsemekle yetindim.

Sol elim sertçe çenesinin altını kavradığında, yaklaştırdığımda iğneden uzaklaşmak ister gibi bacaklarını geriye çekmeye başladı. Elimin altında çırpınan adama sinirle baktım. Sıktığım dişlerim, boynumdaki damaları seğirtirken, iğneyi sertçe boynuna sapladım. Gözleri sonuna kadar açılmış, nefesleri kesikleşmişti. İğnenin bastonunu ittirerek sosu sonuna kadar enjekte ettiğimde, nefes almakta o kadar zorlanıyordu ki, işi beklediğim süreden daha erken bitecekti muhtemelen.

Kalender beni kolumdan çekerek kaldırdığında, yüzümü yüzüne çevirdi. “Otopside iğnenin izi ya da alerjisi olan şeyin çıkmayacağını sana düşündüren neydi?”

Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım. İğneyi ikimizin arasında tutarak, “Vurduktan saniyeler sonra deliği yok eden bir iğne… Aslında senin bilmen daha mantıklıdır diye düşünüyorum Doktor. Her neyse, daha düşünecek vaktimiz var. Miralay bizi buraya sokmayı göze aldıysa arkamızı da toplar elbet.” diyerek omuz silktim.

Emir ortamın şokunu ve gerginliğini yok etmek adına, “Tamam sorun yok. Ben tugaya geçince olayları anlatır, bir plan oluştururum. Herkes sükûnetini korusun. Zaten hak etti, Miralay bize yardımcı olacaktır.” dediğinde beni ve Kalender’i kapıya ittirdi. “Hadi herkes çıkışa! Oyalanmadan tüyelim hemen.”

Kapıya sertçe vurarak açmaları gerektiğini belirten Yıldırım’ın yüzünde oldukça ciddi bir gülümseme vardı. Sanki olanlar hoşuna gitmiş ama kahkahasını bastırmak adına gülümsemekle yetinmiş gibiydi. Birçoğu belli bir süre sonra boyunluklarını yüzünden çıkarmış, umursamaz kahkahalarını atmaya başlamışlardı. Üzerlerindeki ifadeleri bu kadar net okumamın sebebi, apaçık belli olan yüzleriydi.

Kapı yarım saniye içinde açıldığında güvenlikler başları yerde, olayları ciddiye almaz bir tavırla biz hariç her noktaya bakıyorlardı. Bütün hepsinin odadan çıktığına emin olduğumda hızlıca çıkışa doğru yürümeye başladım. Hepsi arabalarına yönelirken Kalender’in peşine takılarak seri bir hamleyle kendimi araca attım. Bu anı bekliyorlarmış gibi yola çıkan beşliye dikiz aynasından tanıklık ederken derin bir enfes aldım. “İyi oldu.” Dudaklarım büzülürken halimden memnun bir tavırla konuşmuştum.

Kalender’in yandan attığı bakışları hissetsem de ona dönmedim. “Kötü oldu demiyorum yalnızca planın var mı onu sorguluyorum.” Yüzümü buruşturarak, “Of tamam sus, başım çatlıyor zaten konuşmak istemiyorum.” dedim. Başımı cama çevirerek arkamızdan gelen adamların arabalarını izlemeye başladım.

Kısa bir süre sonra, “İçime doğmuştu…” diyerek kendi kendine mırıldanan adama dönerek kaşlarımı çattım. “Ne içine doğmuştu?”

Kalender gülmeye başladığında, bakışları yoldaydı. “Göktuğ ve sen. Nedense ilk gün sizi yan yana gördüğümde, istemsizce yakıştırmıştım. Dün de bir anda bütün herkesin önünde hayatım gelir misin deyince… Dedim bu işin sonu evlilik!”

Kalender’in omzuna sertçe geçirdiğimde gülmesi şiddetlendi. Gözlerimi devirerek, “Sende az değilsin he! İzdivaç programı da sun istersen. Elinde beyaz karton kartlar, geniş bir tebessüm, cilveli haller… Yakışır bak düşün bunu.” dediğimde bu sefer gülen ben olmuştum.

Kalender burun kıvırarak, “Baya komikti. Oha yıkıldım şu an gülmekten.” dediğinde onunla uğraşmayı keserek önüme döndüm.

Cebimdeki titreşim ani olduğundan,irkildim. Hızlıca ekranı açtığımda, cevapsız çağrılar ve mesajlar şaşkınlığımı ikiye katladı. Göktuğ’dan gelen onlarca iyi misin mesajına ek, aramalar da yanında ek paket olmuştu.

Hızlıca aramaya koyulduğum adam saniyesinde telefonu açarken, “İyisin değil mi? Bir sorun varsa gelebilirim Armin.” Dediğinde bu denli paniklemesinin sebebine anlam verememiştim.

Yüzüm şaşkınlıkla kasılırken, “Neredeyse yarım saat anca olmuştur, neden bu kadar merak ettin? Ayrıca her seferinde böyle panikleyeceksen, alış bence Göktuğ normal değil bu…” dedim garipsercesine.

Kalender yandan kaş göz işaretleriyle beni dürterken ne dercesine yüzüne baktım. Kalender başını omzuna yatırdığında Göktuğ’unun sesini duydum. “Hayır yani, yarım saat değil iki buçuk saattir oradasınız. Olayları birbirine bağlayamadığım için endişelendim sadece. Her neyse sesini duymak iyi geldi…”

Yavaşça yutkundum. “Akşam geleceğim zaten bunu konuşuruz olur mu?”

Göktuğ telefonu kendinden uzaklaştırarak birisiyle kısa bir konuşmaya daldığında istemsizce dinlemeye başladım. Kadın başka birkaç kadının adını söylediğinde Göktuğ’unun gülerek bir şeyler dediğini duydum. Yüzüm anlamsızca buruşurken Göktuğ, “Randevuları hakkında konuştuk kusura bakma. Evet akşam geleceksin, o zaman konuşalım… Şimdi kapatmalıyım hastam geldi çünkü.” dediğinde bakışlarım karşımda akan yola kilitlendi.

“Tamam görüşürüz.” Telefonu kapatarak bacağıma bıraktığımda Kalender’in, “Ona böyle tepkiler verme Armin.” dediğini duydum. “İlk defa böyle bir şey yaşadığı yüzünden okunuyor resmen… Emin ol askerlerin yaşam tarzlarını, hareketlerini, tavırlarını, senden benden bile iyi biliyordur cidden bak. Bu konular hakkında o kadar çok makalesi ve romanı var ki… Ama terzi kendi söküğünü dikemez hesabı, konu sen olunca bildiklerini unutuyor. Sen fevri davranarak onun aklını bulandırıyorsun, onu sevdiğini biliyorum o yüzden biraz daha dikkatli olmalısın.”

Duyduklarımın gerçekliği duraksamama neden olduğunda, kendimi sorgulamaya başladım. Hiç böyle bir ilişki içinde bulunmamıştım ki… Düşünceler nefesimi bir engerek misali dolarken, çoktan tugaya gelmiştik bile. Etraftaki kalabalığa günler geçmesine rağmen bir türlü alışamamıştım ama yeni gelen simalar artık tanıdıklaşmaya başlamıştı.

İçeri geçerek dinlenme odasına kendimi attığımda kısa bir süre sonra bütün tim odaya doluşmuştu, Emir hariç. Tekin hepimizin çok gergin olduğu düşüncesiyle evhamlanırken hepimize bir bardak papatya çayı yapmaya koyulmuştu. Ertuğrul Tekin’e laf atarak sinir ediyor, Barkın ve Kalender fikrimin olmadığı bir konu hakkında konuşuyorlardı. Yıldırım sessizliğe bürünmüşken tam yanına gideceğim sıra aramızda giren Tekin, yeni gelin edasıyla hafifçe öne eğilmiş, elindeki tepsiye sıraladığı kupalara bakıyordu. Şu an ne kadar komik gözüktüğünden haberi var mıydı acaba? Bir doksan beşlik adamı böyle görmek başka bir zaman olsa büyük bir alay konusu olurdu.

Kupalardan ikisini elime alarak ayaklandığımda, Yıldırım’ı dürterek kapıya doğru yürümeye başladım. Arkamdan gelen adamın varlığını hissettiğimde beklemeden bahçeye çıktım. Geçen ki saldırı esnasında yıkılan ormanlık alanın çardaklarının arasında benim, tapulu malım bellediğim çardak da gitmişti. O yüzden sağlamlardan birine geçtiğimde kısa bir sonra Yıldırım’da karşıma geçmişti.

Papatya çayının anlamsız kokusu yüzümdeki ifadesizliği oluştururken, gözlerimdeki anlat vurgusu yüzünden konuşmaya gerek duymamıştım.

“Yirmi beş sene sonunda ilk kez, o kadının sesini duydum.”

O kadın. Annesi.

Bakışlarım Yıldırım’dayken o sadece durgun papatya çayının yüzeyine bakıyordu. “Bana, hiçbir şey olmamış, yirmi beş sene oldukça normal bir hayat yaşamışım gibi yanına gelmem gerektiğini söyledi. Haklıymışsınız Komutanım, keşke annemin kim olduğunu bilmesem de sokakta tek başıma büyüsem diye yalvaracak kadar can yakıyormuş.”

Acı eşliğinde gülümsemekle yetindim. Yıldırım sessizce çardaktan çekip giderken bakışlarım ahşapların üzerinde ayakta duran kupaya odaklandı. Sevgiyi başka adamlarda aramaktansa anneden tatmak ayrı olsa gerekti...

“Komutanım, Albay’ın yanına gelir misiniz? Acil!” Erdem’in sesi nereden yükselmişti bilmiyordum ama bütün bakışların tek kaynağı ben olmamdan kaynaklı, sanırım benim gitmem gerekiyordu. Ayaklanarak hızlıca Miralay’ın yanına geçtiğimde, kısa bir selamlaşma faslının ardından masaya oturdum.

Önündeki dosyaları karıştırarak, “Yiğitler döndü ama tamamlanılması gereken görevin asıl sahipleri Kurtuluş üyeleri diye düşündüm.” dediğinde dosyaları benim önüme itti. “Temizlenmesi gereken dört in var ama ondan daha önemli olan bir şey varsa o da bu kansızı sapasağlam ele geçirmektir!” Yumruğunu önümde açık dosyanın yarısını kaplayan adamın fotoğrafına vurduğunda sinirle soludu. “2019 senesindeki büyük patlama ve saldırı girişimini duymuşsundur, oldukça yaralayıcı ve bizi sarsan bir saldırıydı. Neredeyse iki yüze yakın askerimiz şehit düşmüştü ama nasıl olduysa o saldırının başındaki isme asla ulaşamadık. Madem teker teker şehitlerimizin intikamını alıyoruz, o zaman bu adamı bana sapa sağlam getireceksiniz.”

Hiçbir görevi anlatırken yüzünde böylesine acı bir ifade canlanmamıştı. Onu etkileyen olay her neyse, oldukça açık bir yaranın hâlâ bedeninde yaşadığını anlamak pek de zor değildi.

Başımı sallayarak sert bir sesle, “Emredersiniz Komutanım!” dediğimde derin nefesler alan adam, tek kelime etmeden kapıyı işaret etti. Dosyaları toparlayarak dışarı çıktığımda çalışma odasına ilerlerken, merdiven boşluğuna doğru gür bir sesle bağırdım. “Erdem, Kurtuluş’u çalışma odasına yolla!”

Erdem’in özel güçleri olup olmadığı konusunda bir ikilemdeydim açıkçası, nasıl beceriyorsa her işim düştüğümde dibimde buluyordum adamı resmen. 1

Odaya girerek kalçamla kapıyı ittirdiğimde, elimdeki kalın dosyaları atarcasına masama bıraktım. Bakışlarım istemsiz sol yanımda kalan masaya dokunduğunda, isimliğindeki ismin bir santim bile yerinden oynamadığını gördüm. Oradaydı işte. Ela gözleri, turuncumsu kıvırcık saçları ve derin bakışlarıyla…3

Dosyalara girişmeden önce haber vermem gereken birileri vardı. Telefonumu alarak Göktuğ’a detay vermeden, görev olduğunu ve bana ulaşamazsa endişeye kapılmaması adına ufak bir mesaj attım. Ek olarak, akşamki buluşmamızın telafisini yapacağım hakkında da bilgilendirmemi geçmiştim. Telefonu kapatarak kenara bıraktığımda, amacım onu telaşlandırmak değil kendi aklımı onun anlamlı bakışlarıyla bulandırmamaktı. Göreve odaklanmam gerekiyordu ve en ufak dikkatsizliğim kötü sonuçlara mâl olabilirdi.

Kapı tıklatıldığında saniyesinde içeri doluşan adamların en ardındaki Emir, eline aldığı iki sandalye ile kapıdan geçmeye çalışıyordu. Barkın Emir’e umutsuz bir bakış atarak başına sertçe vurduğunda, sandalyeden birini kenara bıraktı. Hemen ardından Emir’i çekiştirdiğinde kapı çoktan kapanmıştı bile.

Yumruk halindeki sol elimin üzerine kapanan sağ el parmaklarımı ağır bir ritimle çıkıntılara vururken derin bir nefes aldım. Kalender herkesi oturması adına yerleştirirken, sol çaprazım boştu. Barkın ve Emir en uçta kalan Yıldırım’ın masasının yanlarına yerleşmişlerdi.

“Görev var.” Sakince mırıldandığımda, sesimin altında yatan bütün duyguları ezbere bilen adamlar yüzlerindeki, burukluk ve öfke eşliğinde bana bakmayı sürdürdüler. Ertuğrul’a işaret verdiğimde, projeksiyonun perdesini indirerek, siyah perdeleri çekerek odayı kararttı. Kapıyı kilitleyerek yerine oturduğunda elimdeki kumandayla sayfaları değiştirmeye başladım. Amacıma ulaştığımda keskin bakışlarım, beyaz perdeye düştü. “2019 senesindeki büyük patlama ve hain saldırı girişimini duymuşsunuzdur. Şehit düşen yüzlerce yiğidin intikamı, aradan geçen zamana rağmen alınamadı. Şu an elimizdeki bilgileri derleyerek, güzel bir plan doğrultusunda bu göreve girişeceğiz ama her şeyden önce sizinle bir konuşma yapmak istiyorum.” Bakışlarım Tekin, Yıldırım, Barkın, Emir, Ertuğrul derken en son gözlerimizle konuştuğum adam, Kalender’de durdu. Kalender ne konuşacağımı az buz anlamış gibi gözlerini ağırca kapatıp açtığında buruk tebessümüm eşliğinde derin bir nefes aldım.

Alnımı önümde duran ellerime yaslayarak, “Bildiğiniz üzre, saha görevlerinden ayrıldığımı törende bildirmiştim ama bunu icraata dökmem gerektiğini düşünüyorum… Bu çıkacağınız görev, bensiz çıktığınız ilk görev olacak. Belki sizinle çok tanışıklığımız olmadı ama birlikte olduğumuz aylar boyunca, yapbozumun eksik parçalarını bulmuş gibiydim. Belki bu konuşma sizin için bir anlam taşımayabilir ama benim içim çok buruk. Böyle olmasını istemezdim… bana kalsa sizi de asla bırakmazdım…” dedim zorla.

Bana bir teklif sunulmamıştı. Nazikçe men edilmektense, istifa etmem gerektiği söylenmişti o kadar.

Elim boğazıma gittiğinde yavaşça ovdum. “Ama eminim... Bensiz de bu görevin üstesinden geleceğinizden eminim. Zaten sürekli irtibat halinde olacağız, yokluğumu hissetmezsiniz bile. Tek istediğim, aramızdan bir kayıp daha vermemek. O acıyı bana bir daha tattırmayın arkadaşlar.”

Gözlerimin yandığını hissettim ama bu umurumda olmadı. Bakışlarım hepsinin üzerinde oldukça büyük saniyeler takılı kaldığında, Yıldırım’ın gözlerindeki o son zamanların en büyük öfkelerinden birini daha gördüm. Bana değil, olanlara sinirliydi. Biliyordum.

Ertuğrul bana hak verir gibi bakarken, Tekin üzgün gözüküyordu. Barkın ve Emir beni mazinin bir köşesinden izler gibi geçmişin tozlu raflarına üflerken, Kalender her zaman olduğu gibi yavaşça tebessüm ederek gözlerini yummakla yetindi.

 

KURTULUŞ

Biraz yıpranmış hissediyordum. Yattığım yerden tavana bakarken, dudaklarım yarım aralıktı. Sanki aralık kalan dudaklarımın arasından çıkan ezgiler beni sakinleştirmek ister gibi saatlerdir aynı döngüden devam ediyordu.

Neredeyse aralıksız sekiz saate yakın görev hakkında konuşmuştuk. Şu an gitmek için hazırlanıyorlardı ve onları ilk defa bu şekilde uğurlamak nefesimin daralmasına neden oluyordu. 3

Yanlarına gidecek cesareti kendime bulamamıştım. Sanki onların yanına gidip odanın bir köşesinden izlesem gözyaşlarıma hâkim olamayacakmışım gibi hissediyordum. Şu an bile o kadar zor tutuyordum ki kendimi… Ellerimi yüzüme kapatarak derin nefesler almaya çalıştım ama gecenin karanlığı beni en derine çekerken, bedenimde hissettiğim boşluk hissiyle boğuluyordum. 1

Elim yüzümden kayarak kasıklarıma doğru yol çizerken, her şeyin bu denli üzerime abanmasının normal olup olmadığı arasında büyük bir ikilemdeydim.

“Komutanım?” Tıklatılan kapı ve duyduğum ses Kalender’e aitken, burnumu sertçe çekerek tavana bakmayı sürdürdüm.

Kapı yavaşça aralandı. Koridorun ışıkları kararan çalışma odasına birkaç saniyeliğine vurdu. Kalender içeri girip kapıyı ardından kapattığında, masaların arasında kalan boşlukta boylu boyunca yatan bedenime şaşkınlıkla baktı. “Komutanım…” Resmiyeti elden bırakmıyordu çünkü ona herhangi bir tepki dahi vermemiştim.

Dudaklarım büzülürken çenemin sert darbelerle titrediğini hissettim. “Hiçbir şey bu kadar koymamıştı Kalender. Annemin nefreti dahi…” Kalender yavaşça yere çömeldiğinde, yüzündeki peçeyi indirerek bana baktı. “Hayat böyle değil midir zaten? En sevdiğiyle vurmaz mı insanı?”

Hayat sizin en büyük düşmanınızdı. En mutlu anlarınızın katili, tutunduğunuz dalların testeresiydi.

Gözlerim acıyla kapanırken, başım omzuma düştü. “Sizleri bir ekranın ardından izlemek, ölümle eş değer olmalı. En ufak olayda müdahale etmem bile saatlerimi alacak anlıyor musun?” Ellerim elinin yerini bulmak adına karanlıkta gezinirken, bileğime çarpan parmaklarından sıkıca destek alarak sırtımı dikleştirdim. “Kalender sadece sana güvenebilirim, önce kendiniz sonra da benim için koruyun birbirinizi olur mu? En çaresiz hissettiğim an dediğim zamanlar çok olmuştu ama bu çaresizliği henüz tatmamış olmama veriyorum bu durumu… Şu an çok çaresizim. Elimden gelen tek şey, oturup deli gibi ağlamakmış gibi geliyor. Bu meslekte duygu olmaz derler ama ben sizi ailem yerine koydum, kaybetmeye de niyetim yok. Benim için koruyun birbirinizi.” Cümlelerim biter bitmez sırtıma dolanan sıkı kollara hızlıca karşılık verdim. Bu sözsüz bir anlaşmaydı ama değeri çok büyüktü.

Kalender’in yardımıyla hızlıca teçhizat odasına geçtiğimizde, hepsinin açıkta kalan tek yerlerine bakmakla yetindim. Gözlerinden çok fazla duygu okunan adamlar sırasıyla bana yaklaştıklarında hepsiyle öylesine derin sarıldım ki, sanki seneler sonra kavuşmuştuk birbirimize. Aralarından en canımı yakan kişi Yıldırım olmuştu. Böylesine dolu bir zihin eşliğinde göreve gitmenin ne demek olduğunu en iyi ben anlayabilirdim çünkü.

Onları helikopter eşliğinde yollayacaktık çünkü gidecekleri alana ancak bu yöntemle varabilirlerdi. Helikopterin gür sesi bütün Hakkâri’de inlerken, karşımdaki adamlara gururla baktım. Bakışlarım Barkındayken, “Kalender’den sonra sensin demek isterdim ama deliliğine güvenemediğim için Ertuğrul’a bu görevi devretmek zorunda kaldım Koç bilesin. Zaten Ertuğrul’a kadar Kalender görevini layığıyla yerine getirir ama, olası durumlar falan… Her neyse! Hepiniz birbirinize emanetsiniz, her ne kadar Barkın ve Emir eşliğinde çıktığınız ilk görev de olsa kolay uyum sağlayacağınızı düşünüyorum. Her zaman ekran başında olacağım, haberlerinizi bekliyorum Kurtuluş!” diyerek uzun uzun gözlerinde gezinmeye devam ettim. Helikopterin sesinden dolayı sertçe bağırırken, ardımdan gelen adım sesleriyle arkama baktım. Boz ve Miralay bize doğru yaklaşıyordu.

Boz kısaca benim dediklerimi onlara tekrar söylerken, Miralay o adamı sağ salim istediği konusunda yaptığı vurgu dışında konuşmamıştı. Hepsi konuşmalar sonlanır sonlanmaz helikoptere geçtiğinde sona kalan Kalender bana dönerek gülümsedi. Omzuma yavaşça vurduğumda, gözlerimdeki burukluk canını sıkmış gibi ona yaptığım hareketi tekrarladı.

Helikopterin kapısı kapanırken, dönen pervaneler bedenimi gerisin geri savuruyordu.

Sadece saniyeler içinde havaya karışan helikopterin ardından yalnızca bakmakla yetindim. Alan boşalmıştı hatta Miralay ve Bozda çoktan tugaya geçmişti ama ben o soğuğun altında bedenimin buza evrilmesine saniyeler kalana dek gökyüzüne bakmaya devam ettim. Alana en yakında kalan çardağa kurulduğumda sigara paketini önüme atarak titreyen ellerime aldırış etmeden dalları tüketmeye başladım. Zehir bazen bedenime bazen de havaya karışarak daldan koparken, üzerime düşen küllerin bazıları bedenimi yaktı. Canım yanardı ama yanmadı. Soğuktan hipotermi geçirmeme az kalmıştı ama umursamadım. Paketten çektiğim dallar, zaman gibi bedenime bir bir işlerken yalnızca gökyüzüne bakmakla yetindim.

Paketim bitmişti. İç ceplerimde daha onlarca paket vardı ama canım sigara değil alkol istiyordu. Şöyle şişenin dibini görmeme vakit olmadan beni uçuracak bir şeylerden hem de…

Bir haber gelip benim geç kalmamdansa gidip hızlıca ekran başına kurulmam gerekiyordu. Leş gibi sigara kokan üstüme aldırmadan tugaya koştuğumda saniyeler sonunda deri kapıyı ittirerek içeri daldım. Çağla dönen sandalyesinin yanından düşürdüğü kolu ve omzuna yatan başı eşliğinde uyurken, Erdem yere oturmuş elindeki kitaba boş bakışlar atıyordu. Bilgisayar ekibi her zamanki gibi sessizlikleriyle ölürken kenarda duran sandalyeye oturarak kan çanağına döndüğüne emin olduğum gözlerimi cızırdayan ekrana çevirdim. Şu an gözlerimden akması gereken inci tanelerini tutmak çok zordu. Onları tek yollamak beklediğimden daha beter bir ağırlıkla üzerime abanmıştı.

Bakışlarım bir an olsun ekrandan ayrılmıyor, aradan geçen dakika mı saat mi her neyse ona rağmen kendimle büyük bir mücadele veriyordum. Gözlerim yanıyordu hatta bir ara cızırdayan noktalara bakmaktan gözlerim akmaya başlamıştı bile. Umurumda değildi. Canım yanıyordu ve bildiğim bir şey varsa o da acıya acıyla karşılık vermem gerektiğiydi.

Muhtemelen hava aydınlanmıştı. Planlarımıza göre çok kısa bir süre sonra alana ulaşmaları gerekiyordu. Neredelerdi bilmiyordum çünkü frekanslarda hâlâ sorun vardı. Onlarla konuşmak adına birkaç kez çağrı yollatmıştım ama maalesef herhangi bir karşılık alamamıştım.

“Komutanım Yıldırım’dan bir çağrı var!” Erdem panikle bana koşarken elindeki tableti yüzümün hizasında tuttu. Yıldırım bir ses kaydı yollamıştı. “Komutanım, Barkın Komutanım sizi çok panikletmemek adına sürekli iletişimde olmamamız konusunda bizi tembihledi ama böyle daha çok panikleyeceğinizi düşünüyorum. Biz alana ulaştık, muhtemelen iki saat sonra Kalender Komutanım sizinle iletişime geçecektir ama şu anda herhangi bir sorunumuz yok bilginiz olsun.”

Yıldırım ses kaydını yollar yollamaz arkasından bağıran Emir’in neredesin nidalarını duymuştum ama önemli olan Yıldırım’ın ince düşüncesiydi. Elim kalbime kapanırken, yarım kalan kalbimin yerini doldurabilecek adamın varlığı ile ağırca gülümsedim. Yıldırım’ı o kadar kendime benzetiyordum ki… Sanki o yarım kalan parça ondaymış, zorlasak o bölgeyle bütünleşecekmiş gibiydi.

Çağla o kadar yorgun ve halsiz gözüküyordu ki, hasta olduğuna neredeyse emindim. Gözleri hiç olmadığı kadar bayık bakıyor, adımları oldukça sersem bir şekilde zemine emanet kalıyordu. Ses kaydını dinler dinlemez içtenlikle gülümsedi. “Size çok değer veriyorlar…”

Çağlaya aynı şekilde gülümsediğimde, “Sen istersen benim odama çıkıp biraz dinlen, hatta istersen değil sen direkt benim odama git ve yat Çağla.” diyerek cebimden çıkardığım anahtarı ona fırlattım.

Çağla tereddüt eder gibi yüzüme baktığında, “En olmadı birkaç saate geri uyandırırız seni hadi git. Baksana oldukça yorgun gözüküyorsun, böyle durman bir işimize yaramaz zaten.” dedim. Çağla başını sallayarak sarsak halleriyle odadan çıktığında donuk bakışlarımla ekranı izlemeye devam ettim.

İçimde iki merak duygusu vardı. Biri Kurtuluş’a aitken diğeri ona aitti… Mesajıma cevap vermesini beklemeden telefonu kapatmıştım ama merak etmiyor da değildim doğrusu.

Tıklatılan kapı ile kaşlarım çatılırken, karşımda oturan Erdem’e bakarak yüzünü buruşturdum. Erdemle beraber aynı anda kapıya gittiğimizde gözlerim hâlâ ekrandaydı. Kapıyı aralayan Erdem’i es geçerek gelen baktığında Göktürk’ün yorgun bir ifadeyle bana baktığını gördüm. “Konuşalım mı biraz?”

Erdem’e tereddütle baktığımda, “Siz burada konuşun bir şey olursa hemen çağırırım olur mu?” dedi. Başımı salladığımda kapıyı çekerek spor salonunun aletlerinden birine oturdum. Göktürk bana bakarak derin bir nefes aldı. “Kurtuluş’u yollamışsın.”

Başımı ağırca salladığımda gözlerimdeki hüznü görüyor olmalıydı. Dilini dudaklarında gezdirerek, “Şîyar konusunda ve görevde gösterdiğin ilgi için teşekkür etmeye geldim Armin. Gerçekten uzaktan da olsa görevde büyük rolün vardı… Aslında tabii ki bunun için gelmedim, yani nasıl denir bilmiyorum ama Kurtuluş sağ salim döner. Yanlarında olamadığın için endişe duymanı anlıyorum ama sakin ol, gözlerindeki o duygunun bir manası yok. Sakin kafayla onlara yardım edersen ne âlâ yoksa devamının bir önemi olmaz biliyorsun.” dediğinde burukça gülümseyerek ayaklandım. Omzuna yavaşça vurduğumda ardımda kalan adamın bu konuşma için yanıma gelmesi bile beni sevindirmişti doğrusu.

Odaya girdiğimde karşılaştığım manzarada bir değişiklik olmadı. Ben aynı hareketlerimi tekrarlarken ekranda cızırdamaya devam etti. Kasıklarımda inanılmaz bir ağrı vardı. Ağrının sebebi her ne kadar belli olsa da hiç bu denli ayakta durmakta zorlandığımı hatırlamıyordum. Bacaklarım resmen titriyordu. Göz altlarımın şişmiş olduğunu hissediyordum, çok yorgundum ama bu yorgunluğu derine çeken olayın aslı farklıydı.

Aradan sanırım saatler geçmiş olmalıydı çünkü merkeze gelen çağrının, kulak tırmalayan sesi odada çarpışıyordu. Ekran cızırdamayı kestiğinde, öz çekim yapar gibi kameraya gülümseyen adamlara sevinçle baktım. Ayakta iki elimde ağzımın üzerine örtülmüş vaziyetteyken, yanan gözlerimin dolu damlaları akmaya başlamamış ama tetikte bekliyorlardı.

“İyisiniz…” dedim fısıltıdan da düşük çıkan bir sesle.

“Valla Komutanım Tekin’in çay sevdası yüzünden az kalsın paket oluyorduk.” Emir Tekin’in kafasına sertçe geçirerek somurttuğunda, Tekin sinirle Emir baktı.

Gülmeye başladığımda, “Ne olmuş yani? Onunda canı görevde çay çekiyor, size ne be!” dedim Tekin’i korur bir edayla.

Tekin al bak dercesine Emir’e döndüğünde gülerek kameranın hizasına baktı. “Komutanım sizde olmasanız beni kim savunacak ya…”

Gülümsediğimde her ne kadar beni göremeseler de seslerimden anladıklarını yüz ifadelerinden çözmüştüm. Kalender hepsini boş vererek, “Şu anlık bir sorunumuz yok, yalnızca hava çok soğuk ve beklediğimiz gibi arazinin belirli noktalarında buzlanma meydana gelmiş. Elimizden tek gelen şey, dikkatli olmak o yüzden şu anlık net bilgiler veremiyorum.” dedi.

Kollarımı göğsümde bağlayarak, “Arazi için bir keşif yaptınız mı?” dedim merakla Kalender’e bakarken.

Kalender soğuktan kızardığına emin olduğum burnunu peçenin altından çekerek gözlerini kırpıştırdı. “Yaptık ama elimizde net bilgi yok dediğim gibi. İki tane ine rastladık. İçerileri dolu ancak adamın kendisi şu anlık görünmüyor.”

“O zaman siz daha fazla açıkta kalmayın, Tekin size çay hazırlasın da içiniz ısınsın biraz.” dediğimde içimde oluşan burukluğu iletişimimiz bitene kadar bekletmeye karar verdim.

“Komutanım sizsiz tadı mı çık-“ diyen Emir’in ensesine geçiren Yıldırım, “Komutanım sizin yerinize de içerim ben, siz rahat olun.” dediğinde Tekin’in, “Ayı işte fazlasında da gözü var.” diyerek mırıldandığını duydum.

Yavaşça güldüm. “Tamam ben sizi tutmayayım, arada böyle haberleşiriz. Çok üşütmeden kendinize bir yer bulun, zaman atlaya atlaya da uyumayı ihmal etmeyin sakın. Hepinizi çok seviyorum benim minik ciğerlerim!”

Bütün hepsinden keyif dolu bir kahkaha yükseldiğinde kapanan ekran ile kendimi kastığım o iğrenç andan tamamen kopmuştum. Kendimi zorla sandalyeye attığımda elim alnıma gitti. Kapanan gözlerimin arasında biriken yaşlar aşağı inmekte ısrarcıyken odadakilerin varlığını önemsemeden gözyaşlarımı serbest bıraktım.

Neydi beni bu kadar dağıtan? Onların başında olamamak ve ekranın ardından haber beklemek miydi yoksa her şeyin bu denli beni bularak üst üste gelmesi miydi?

 

Kalender Çiler -Görev-

Elimdeki sıcak çayın buharı açıkta kalan gözlerime vururken, kahverengi irislerim küçülerek duruldu.

“Kesin uyumamıştır şimdi.” Barkın kendi kendine mırıldanırken içten içe hak vermiştim kendisine. Konuştuğumuzda her ne kadar sakin tutmaya çalıştığı bir ses tonuyla konuşsa dahi, titreyen ve kısık çıkan sesinden ne durumda olduğunu tahmin etmek çok da zor olmamıştı.

Ertuğrul ve Emir’i uyumaları adına biraz ötemize göndermiş, sessizce oturduğumuz yerden plan kurarken ısınmak adına elimizdekileri tüketiyorduk. Hava eksi dereceleri görmüş ve bu sebeple bize dimdik durmamız konusunda çok büyük bir zorluk çıkarıyordu. Hiçbir görevde bu deli soğuğu hissettiğimi hatırlamıyordum.

“Komutanım biz bu adamı nasıl bulacağız?” Yıldırım yanımda sinirle solurken ona dönüp bakmadım. Çok sinirliydi. Şu anda Armin olsa onu köşeye çeker ve sinirini çok kolay bir şekilde dindirirdi ama ben olayı ne kadar bilsem dahi yorum yapamıyordum.

Başımı ağırca iki yana salladım. “Bilmiyorum Yıldırım bilmiyorum.”

Planlarımız belliydi ama aradan geçmiş koskoca dört günde elimizde olan bilgi sıfırdı. Şu anda kurulduğumuz mağara tarzı geniş oyuğun altında oturup etrafı kesmek dışında başka bir şey yapmıyorduk. O pisliği burada bulmak neredeyse imkansızdı. O patlamanın üzerinden geçen koskoca iki senede bulunamayan, bulunmayı geç en ufak bir bilgi edinilemeyen şerefsizi nasıl bulabilirdik ki?

Yüzümdeki peçeyi çekerek yeni çıkmaya başlayan sakallarımı sıvazladığımda çayımı içerek, uyuyan Emir’e baktım. Barkına dönerek, “Şu Emir’i kaldırsanıza bir.” dediğimde Barkın çoktan ayaklanmıştı.

Emir’i iki dürtmede uyandıran Barkın elini sıkıca kavradığı adamı kendine çektiğinde, Emir uyku sersemi bir tavırla etrafını süzdü. Bana yaklaşarak Yıldırım’ın yanına oturduğunda, iz çıkan elini yüzünde gezdirmeye başladı.

Çayımı ayaklarımın ortasına bıraktım. “Nasıl buluruz o adamı?”

Emir kısık gözlerini bana çevirdi. “O burada değildir komutanım, Biz yanlış yerde arıyoruz o kansızı.”

Kaşlarım çatılırken, “Niyeymiş o?” dedim anlamsız bir tavırla.

Emir Tekin’in doldurduğu sıcak çayı avcuna aldığında, “Düşünsenize, iki sene geçmiş ve asla haber alınamamış. Sizce de oldukça garip değil mi? Onun gözünden düşünün. Katliam yaptığınız alana bir daha geri dönmeye cesaret eder misiniz? Kalender olarak değil, o kansız olarak düşünün…” dedi ciddiyetle bana bakarken.

Yıldırım Emir’i onaylar gibi mırıldanırken, bakışlarım karşımda oturan iri yarı adama kaydı. Tekin buz mavisi ürkünç görünümlü gözlerini kısarak yüzümü süzdüğünde dudaklarımda istemsiz bir buruşma oluştu.

Düşünceli bir tavırla, “Ama burada olmadığından da emin olmalıyız. Olmalıyız, değil mi?” dedim.

Emir derin bir nefes aldı. Alt dudağını dişlerinin arasına yuvarlarken, “O senelerde birçok gizli görev haberi yayılmıştı hatırlıyor musunuz?” dedi hepimize tek tek bakarak. Emir’in arkasındaki hareketlilikten Ertuğrul’un uyandığını anladık ama bozuntuya vermeden Emir’i dinlemeye devam ettik.

Emir dilini ısırarak pislikten siyahlaşmış zemine baktı. “Hatta o görevlerin ikisini de Barkınla benim kabul ettiğimizi düşünürsek… Bizim haricimizde de birçok görev dağılımı meydana gelmişti. O patlamada ve ayrıyeten bizim yaşadığımız patlamada, görevler için şehit düşmüş gösterilen askerlerin neredeyse yarısına daha ulaşmış değiliz. Bu da demek oluyor ki, hâlâ göreve devam eden ve bu durumun gizliliğini koruyan istihbarat çalışanlarımız var.”

Ertuğrul yüzünü buruşturarak Tekin’in yanına çömeldi. “Ne demek istiyorsun yani? Sadede gel Yıldız.”

Emir Ertuğul’a göz devirerek bana döndü. “O adamın bu kamplarda olduğunu düşünüyorlarsa, bu kamplarda büyük bir istihbarat vardır, öyle değil mi?”

Ertuğrul’dan kısık sesli bir küfür ortama yayılırken, Barkın gülerek Emir’in omzuna vurdu. Emir gözlerini benden çekmezken elinin telsize uzandığını gördüm. Telsizi bana uzatarak sor hadi dercesine yüzüme baktı.

Frekanslarını ayarladığımız telsizi açtığımda, “Merkez, bizi duyuyor musunuz?” dedim sakin bir sesle.

Aradan zaman geçmesine fırsat kalmadan Armin’in bağırışlarını ve Erdem’in sakin olmasını söylediği konuşmaları dinledik. Armin sinirle Erdem’e bağırdığında, “Duyuyoruz, sorun nedir? Bir şey mi oldu? Doktor!?” diyerek telsize haykırırcasına inledi.

Bakışlarım hepsinin yüzüne dokunduğunda, Armin’in bu paniğini beklediklerini gördüm. “Bir sorun yok, sakin ol Armin. Sizden 2019 senesindeki patlamada şehit düşmüş olarak gösterilen ama gizli görevde olan askerlerimiz hakkında bilgi istemek için bağlandık.”

Armin tarafından kısa bir sessizlik oluştu. “Bunun hakkında nasıl bilgi verebilirim Kalender, siz delirdiniz mi?” sesinde zorunlu bir ciddiyet vardı. Eğer yanına başkaları olmasa çoktan dosyaları karıştırmaya başlayacağına neredeyse emindim.

Alnımı sıvazlayarak başımı eğdim. “Zaten detay istemiyoruz sizden. Şu an bizim olduğumuz kamplara sızmış bir askerimiz var mı onu duymak istiyorum o kadar.” Bu bilgiyi hemen öğrenmesi lazımdı. Eğer ki öğrenirse işimiz kolaylaşacak, istediğimiz bilgiyi saniyesinde bulacaktık.

Karşıdan derin bir iç çekiş duydum. “Boz ile konuştuktan sonra size tekrar döneceğim, maksimum bir saat kadar sürer ona göre biriniz beklesin telsizi.”

Telsizi geri Emir’e uzattığımda zamanın akmasını bekledik. Hava çoktan kararmış, birbirimizi göremeyeceğimiz raddede bir siyahlığı ortamıza bırakmıştı. Tekin neresiden çıkardığını bilmediğimiz, senelik stoğunu sürekli ortaya bırakarak herkese yedirirken onunda gergin olduğunu hissedebiliyordum.

Barkın Ertuğrul’a dönerek, “Kadınla konuştun mu sen?” dediğinde Ertuğrul’un yüzünün anlık bozguna uğradığını hissetmiştim. Yıldırım Ertuğrul’un yüzünü görmek istemiş gibi ortaya bir çakmak çaktığında, Ertuğrul’un çenesinin altından yüzünü saran turunculuk yanaklarındaki kızarıklığı gizlemeye yetmedi.

Barkın ondan hiç beklenmeyen bir tepkide bulunarak şen bir kahkaha patlattığında, yanaklarındaki gamzeler o kadar şiddetli bir şekilde derisini yardı ki, herkes şaşkınlıkla ona bakakaldı.

Ertuğrul gözlerini kaçırarak, “Gittim konuştum, halledilmeyecek bir şey değil yani.” dediğinde Tekin munzurca gülerek Ertuğrul’a baktı.

Bundan sonrasında hepsinin Ertuğrul’a yüklenip, dalga geçmesiyle devam ederken Armin nasıl becermişti bilmiyorum ama elimize iki tane dosyadan okuduğu bilgileri aktarmıştı. Emir’in tahminleri doğru çıkmıştı. Kampların içerisinde toplam dört tane gizli görev askerimiz vardı. Asıl hikâye onları ayırt etmek değil, aramızdan birinin içeriye girerek askerimizden bilgiyi dikkat çekmeden almasıydı.

Aradan iki gün geçti. En hızlı plan yeteneğine sahip olan adamı yani Emir’i kamplardan birine sokmayı becermiştik. Zaten çok kalabalıktı, dikkat çekmesinin imkânı yoktu ama gene de tedbiri elden bırakmamak gerekiyordu.

Dümdüz yattığım çimenli ve buz tutmuş yerden, tüfeğimi sıkı sıkıya kavramıştım. Dürbünden izlediğim kadarıyla Emir’in delici bakışları içerideki kansızları süzüyordu.

“Komutanım bir adam dikkatimi çekti.” Barkının kısık sesini duyduğumda hızlıca devam etti. “Kampın arkasındaki uçurum tarzı alanda dikkatlice dosya okuyor, Emir’i yönlendirsek mi sizce?” dediklerimi ilgimi çekerken Emir’in kulaklığına bir sinyal gönderdim. Emir’in bakışları bir an olsun içeriden ayrılmazken konuşmaya başladım. “Emir kampın arkasındaki uçuruma doğru git, orada bir adam var ilgimizi çekti. Muhtemelen hedefimize ulaştık.”

Emir ağır hareketlerle yüzündeki puşiyi düzelttiğinde adımlarını hedefimize çevirdi. Puşiyi almak içinde birilerini yok etmek gerekiyordu elbette. Kolay olmamıştı ama halletmiştik. Her zamanki gibi…

Emir sessizce adama yaklaştığında aniden ayaklanan adamın refleksi ile yüzümde gurur dolu bir gülümseme oluştu. Emir adama Kürtçe bir şeyler sorduğunda, gözlerinde oluşan öfkeyi görmemek elde değildi. Emir de olayı çözmüş gibi görevin seyrini değiştirecek sorularını askerimize sormaya başladığında, asıl görevin şimdi başladığını anlamış olduk.

 

Armin Tan

Elim kasıklarımın üzerine baskı uygularken, sıktığım dişlerimin kırılmaması adına içimden dua ediyordum. Kasıklarımdaki ağrı günden güne değil, saatten saate artarken bayık gözlerim kapanmamak adına büyük bir savaş veriyordu.

“Komutanım gidip biraz uyusanız olmaz mı? Hayır, bayılmıyorsunuz da bir tepki verin artık.” Erdem ve Çağla başımda endişeyle bakarken gözlerimi ekrandan çekmeden derin nefesler aldım. “İstemiyorum dedim gidin başımdan.”

Çağla sandalyenin hizasında eğildi. “Komutanım ağrı kesici serum mu taktırsak size acaba, hemşireyi alıp gelmemizi ister misiniz?” Başımı iki yana sallayarak dedikleri her şeyi reddettim. Gözlerimden akan yaşlar, şiddetli bir ağlamanın evlatları değildi. Karşımdaki ekranın fevkalade ışığı, gözlerimi ayırmadan bakmamdan kaynaklı yeter sinyallerini veriyordu.

Kalender’in istediği bilgiye resmen yalvararak Boz’un yardımıyla ulaşmıştım. Her ne kadar bilgiler gizli tutulsa da çok detaya inmeden, hangi askerin hangi kampta görevi olduğunu öğrenebilmiştim.

Arada sırada Yıldırım’dan gelen ses kayıtları ve Kalender’in bağlanmaları üzerine irtibata geçebiliyorduk ancak son dört gündür hiçbir gelişme yoktu. Göreve gitmelerinin üzerinden bir haftayı aşkın bir süre geçmişti ama ben hâlâ bu duruma alışamamıştım.

 

2 hafta sonra…

“Alana acil helikopter istiyoruz! Şu anlık idare edebiliriz ancak birkaç saat adına genelleme yapamayacağım!” Emir’in telaşlı sesi kalbimi hoplatırken, ellerim göğümün üzerinde telaşla görüntüleri izliyordum.

Emir’den gelen kamera kaydında, timden birinin yaralandığını anlamıştım ama detay vermeyen adam işimi zorlaştırmıştı. Görüntü iki saat önce merkeze düşmüş ve haberi alır almaz sinyal gelen konuma helikopterleri yönlendirmiştik.

Ellerimi yüzüme kapatarak yavaşça yere eğildiğimde, dudaklarımın arasından tiz bir inleme çıktı. Parmaklarım saçlarıma kaydığında, ellerime doladığım tutamları çekiştirerek öfkeyle bağırdım.

“Komutanım!”

“Komutanım sakin olun, Erdem Şeyma’yı çağır!”

Bağırış sesleri omuzlarımdaki sarsılmayı çoğaltırken üç haftanın sonunda tam anlamıyla yıkılmış bir vaziyetteydim.

Saçlarımı sıkı sıkıya kavramış, dehşetle siyah döşemeli halı zemine bakakalmıştım. Nefesim kesilir gibi oldu ama boğulmadım. Gözlerimden akan yaşlar boynuma süzüldü ama bayılmadım. Üç haftada her türlü saçma haberi aldım ama ölmedim.

Birilerinin bedenimi sıkıca sardığını hissettim. Üniformadan anladığım kadarıyla beni tutan tutmaya çalışan kişi Erdemdi.

Kolumu sıvadılar. Deli gibi bağırırken, ağlamam daha da şiddetlendi. Yüzüme düşen saçlarım nefes alışlarımı zorlaştırırken inleyerek, “Hangisi? Neden kimse bir şey söylemiyor? Neredeler, neredeler?!” dedim kısılan sesime inat.

Çağla elimi sıkarken, “Çok az kaldı komutanım gelecekler, kendinizi bu kadar salamazsınız… Sizi gördüklerinde çok üzülecekler yapmayın böyle.” Diyerek telaşla konuştu.

Kolumdaki sızıya anlam veremedim çünkü önümü göremiyordum. Başımı sertçe geriye attığımda avazım çıktığınca şiddetli bir çığlık attım. “Birini daha kaybedemem!”

Kollarımı beni tutanlardan kurtarmak adına çekiştirirken gözlerim yerinden çıkacakmış gibi hissediyordum. Bir anda nefesim kesildi. Başım ağırca yana düşerken bedenimin dizginlendiğini hissettim. Karşımdaki hemşirenin siması tanıdık gelirken bakışlarım boşluğa düştü.

“Komutanım geldiler!” Tugayın içerisinden gelen bağırışlarla ayaklanmaya çalıştığımda bedenim geri düştü. Erdem ve bir adam koluma girerek beni kaldırırken hızlıca dışarı çıkmıştık. Kendimi boşlukta gibi hissediyordum ama onları acilen görmem lazımdı. Helikopter pistinin etrafına toplanan sağlık personellerinin yanına geçtiğimizde havada duran helikopterin zeminle buluşmasını bekledik.

Çok geçmeden helikopter durduğunda, pervanelerinin şiddeti yavaşlayarak söndü. Sürgülü kapı açıldığında yere atlayan iki adamın boylarından anladığım kadarıyla Tekin ve Barkın dışarı çıkmışlardı. Kalender başını dışarı çıkararak etrafa baktığında hızlıca içeride bir şeyler yapmaya başladı.

Erdem ve adamın kollarından kurtularak piste koşmaya başladığımda helikopterden çıkardıkları adamla adımlarım buz kesti. Yıldırım karnından akan kanlar eşliğinde, dümdüz uzanırken Ertuğrul ve Kalender hızlıca Yıldırım’ı aşağı indirdi. Emir en sona kalarak atladığında sağlık personelleri Yıldırım’ı sedyeye alarak hastaneye ilerlemeye başlamıştı.

Donuk bakışlarım az önce Yıldırım’ı gördüğüm noktada kalırken, ellerimin deli gibi titrediğini hissedebiliyordum.

Bakışlarım Tekin’le kesiştiğinde, üzerinin Yıldırım’a ait olan kana bulandığı ve kana eklenen çamurların bu görüntüyü gizlediğini gördüm. Tekin beni sıkıca tutarak hastaneye koşturmaya başladığında, sadece ona ayak uydurmakla yetiniyordum.

Hızlıca hastaneye vardığımızda koridordaki telaştan çok uzaktım. Ertuğrul’un sinirle banklardan birine savurduğu tekmeyi dizginlemeye çalışan Emir’i gördüm. Barkın sinirle doktorlardan birine küfrederken, Kalender’in ameliyat alanına koştuğunu gördüm. Tekin hem beni tutmaya çalışıp hem de Yıldırım’ın durumu hakkında bilgi almaya çalışıyordu. Her şey o kadar hızlı gelişmişti ki olanları idrak edemiyordum.

Ellerim saçlarıma giderken şaşkınlıkla yere baktım. “Nasıl oldu bu?” Kendi kendime fısıldarken bakışlarım bir anda Emir’i buldu. “Nasıl oldu bu? Nasıl vurulabilir Emir? Neden kimse bana cevap vermiyor, konuşsanıza!”

Emir’e doğru seri iki adım atarak yumruğumu yüzünün tam ortasına geçirdiğimde yakalarından kavrayarak bedenini kendime çektim. “Cevap ver bana! Nasıl vuruldu? Cevap ver!” Emir halsiz bakışlarını bana çevirirken beni çekiştiren Kalender ve Barkını sinirle ittirdim. “Nasıl vurulabilir? Nasıl ya nasıl!” Önümdeki oturaklara geçirdiğim tekme eşliğinde sinirle bağırırken halime acıdığımı hissettim. Aciz görünüyordum.

“Şu an bize zorluk çıkarmaktan başka bir şey yapmıyorsun, kendine gelsen iyi olur.” Barkın karşımda sinirle konuşurken, sinir anında içinden çıkan bu hain karakterinden bir kere daha nefret ettim.

Gözümde kuruyan yaşlarla beraber ona döndüm. “Ne diyorsun lan sen! Senin ağzına sıçarım götüne baka baka çıkarsın hastaneden, şu tavırlarına çeki düzen ver yoksa ben vermesini bilirim!” Kalender Barkını Tekin’e ittirirken Tekin Barkını alarak uzaklaşmaya başladı.

Halsizce duvarın dibine çöktüğümde anlam veremedim. Yıldırım kadar başarılı bir adam, nasıl olurda vurulurdu. Çıktığımız görevlerin çoğunda ben ile bulamazdım onu… Nasıl olabilirdi ki?

Bedenim titrerken düştüğüm yerde iyice küçülerek kollarımı bacaklarıma sardım. Yanağımı diz kapağıma yaslayarak bakışlarımı ameliyat kapısına çevirdim. Böyle olmamalıydı. Yıldırım kendine gelir gelmez duruma göre soluğu onun yanında almak istiyordum. Sevdiğim adamın, kokusuna düştüğüm bey’in…

Aradan bir saat gibi bir süre geçtiğinde şeffaf cam kapı iki yana devrildi. Doktor eldivenlerini çıkararak maskesini açtığında derin bir nefes alarak bize döndü. Bakışlarındaki duygulara anlam vermezken ayaklanmaya çalıştım ama beceremedim. “Ne oldu?!” Kalkamadığım yerden sinirle bağırdığımda Kalender beni çekerek kaldırdı.

Doktor bakışlarını bana çevirerek, “Sakin olun hanım efendi.” diyerek uyarıda bulundu. Doktora atılacakken belimi saran Kalender’e sertçe vurdum. “Ona ne oldu diyorum söylesenize!”

Doktor beni takmayarak Ertuğrul ve Emir’e döndü. “Hastamızın sağlık durumu gayet iyi, kurşun riskli bir noktada olmadığı için oldukça şanslısınız. Kendisi de dirayetli çıktı ve bize oldukça yarımcı oldu. Birkaç saat uyuyacak, sonrasında kendisini ziyaret edebilirsiniz.”

Yanımdan geçen doktora sinirle bakmaya devam ederken rahatladığımı hissettim. Onu da kaybedemezdim. Bana Mihar’ı anımsatan sempatik adam, hayatımda beklediğimden de büyük bir yer kaplamıştı. Onu bu denli benimsedikten sonra kaybetmek, tüyler ürperticiydi.

Ama başarmıştık. Kurtuluş yeni bir zafere daha imza atarken, bununda üstesinden geldiğimiz için, içimde büyük bir gurur busesi oluştu.

Başarmıştık. Başarmışlardı.

 

Evet başardık...

Sorulara başlamadan önce biraz sizlerle konuşmak istiyorum çünkü canımı sıkan bir konu var ballarım... Göktuğ ve Armin ikilisini yakıştırmayan bir kitlemiz var ;) neden bilmiyorum ama ikisinin uyumsuz ve asla yakışmadığı düşünülüyor. Elbette herkes her çifti sevmek zorunda değil lakin Göktuğ ve Armin artık bir çift sayılır, o yüzden Armin'i Kalender ile yakıştıranlar adına bu ikiliyi okuyamayacaklarını belirtmek isterim. Kalender'in ne kadar sözünün eri bir adam olduğunu her fırsatta vurgulamama rağmen neden Armin'e o gözle bakacağını düşünüyorsunuz bilmiyorum açıkcası... Göktuğ ve Armin ikilisini uyumlu bulmuyorsanız, artık ikisinin bir çift olduğunu göz önünde bulundurarak bölümlerini okumanızı tavsiye ederim çünkü bu saatten sonra Armin'in hayatında bir başkası olmayacak, teşekkürler :)1

Göktuğ'un Armin'e olan desteği?

İkili arasındaki bağ?

Alınması gereken bir intikam vardı ballarım...

Keyifli bir intikam okuduk ha, ne dersiniz?

Sizce intikamın bu kadar beklemesine değdi mi?

Kalender'in kaynanalık... (Göktuğ ve Armin ikilisini o yaptı diyebiliriz:)

Görev.

Armin'in saha görevlerinde olmaması Kurtuluş'u etkiliyor mu sizce?1

Barkın ve Armin arasındaki gerginlik?

Yıldırım'ın yarası?

Evet ballarım bir bölümün daha sonuna geldik. Yıldıza basarak kitabıma destek olmayı unutmayın lütfen.

Haftaya Cumartesi 31.Bölümde görüşmek üzere!

 

19.10.2024

 

Sevgilerle, Duru TAŞKULAK

Bölüm : 19.10.2024 22:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Duru Taşkulak / ÖLÜMLE BAŞ BAŞA / 30.BÖLÜM- GEÇE KALINMIŞ İNTİKAM
Duru Taşkulak
ÖLÜMLE BAŞ BAŞA

22.42k Okunma

1.9k Oy

0 Takip
41
Bölümlü Kitap
1.BÖLÜM- BEDENİMDE DEĞİL RUHUMDA SIZI2.BÖLÜM- ÖZÜRLER VE SÖZLER3.BÖLÜM- ÇAKIR İLE TAN DAVASI4.BÖLÜM- EVVELİM SEN OLDUN AHİRİM SENSİN5.BÖLÜM- YENİ BAŞLANGIÇLAR YENİ KURTULUŞLAR6.BÖLÜM- ÖLÜMÜNE İÇTİMA7.BÖLÜM- BU DA İNSAN BU DA CAN8.BÖLÜM- AJANLAR & BORDOLAR9.BÖLÜM- ESKİMİŞ TREN RAYI10.BÖLÜM- MASKENİN ARDINA SAKLANAN ACILAR11.BÖLÜM- BİR BORDO MESELESİ12.BÖLÜM- ASLANIN İÇERİSİNDEKİ KEDİ13.BÖLÜM- KANLAR VE GÖZYAŞLARI14.BÖLÜM- KIRILMIŞ KALBİN PARÇALARI15.BÖLÜM- GÜNLERE DEVRİLEN HAFTALAR16.BÖLÜM- CAN YARISININ KATİLİ17.BÖLÜM- AÇIKLANAMAYAN GERÇEKLER18.BÖLÜM- İHANETLERİN HANÇER DARBELERİ19.BÖLÜM- BAZI VEDALAR CAN YAKARMIŞ20.BÖLÜM- DOLAP CESET KANLANMASI21.BÖLÜM- SESSİZ HAYKIRIŞLAR BİR GÜN ÖLÜMLE SON BULUR22.BÖLÜM- SAHAYA MEN23.BÖLÜM- PSİKOLOG BEY24.BÖLÜM- YAŞARKEN ÖLENLER25.BÖLÜM- İSTİHBARATA İLK ADIM26.BÖLÜM- ATAĞA KARŞILIK ATAK27.BÖLÜM- AŞK DEDİĞİN28.BÖLÜM- SEVİLENLER VE SEVGİSİZLİĞE MAHKÛM OLANLAR29.BÖLÜM- SEVGİLİ SEVGİLİM30.BÖLÜM- GEÇE KALINMIŞ İNTİKAM31.BÖLÜM- MAZİNİN ZEHİRLİ SARMAŞIKLARI32.BÖLÜM- SON BAKIŞTAKİ GÖZLER33.BÖLÜM- ENDİŞENİN RENGİ34.BÖLÜM- TAN'IN KURT'A EVRİLDİĞİ SAHNE35.BÖLÜM- GÜZELLER İÇİNDEN BİR SENİ36.BÖLÜM- YENİ DÖNEMİN KAPILARI37. BÖLÜM-İSTİRİDYENİN İNCİSİ38.BÖLÜM- MEYHANENİN ÇÖZÜLMÜŞ DİLİ39.BÖLÜM-ADI YAŞATILAN SÖZ40.BÖLÜM- ÖLÜMLE BAŞ BAŞA (FİNAL)ÖLÜMLE BAŞ BAŞA- Göktuğ Kurt Özel
Hikayeyi Paylaş
Loading...