
Canlarım, ballarım selam ben geldim!
Ölümle Baş Başa'nın 31.Bölümüyle sizlerleyim...
Bölüme başlamadan önce yıldıza basmayı ve satır arası yorumlarınızı bana sunmayı ihmal etmeyin lütfen.
Sosyal medyam: durukurtk
Kitap hesabımız: olumlebasbasaaofficiall
Keyifli okumalar!
31. BÖLÜM MAZİNİN ZEHİRLİ SARMAŞIKLARI
Ameliyatın üzerinden bir gün geçmişti. Gece yarısı uyanan Yıldırım’ı ilk gören kişi de ben olmuştum. Oldukça iyi gözüküyordu, yalnızca yorgundu o kadar. Olayı dinlediğime göre, tam toparlandıkları esnada vurulmuştu. Bana çok saçma gelen olay ne kadar doğruydu bilmiyordum ama onu yormamak adına inanmış gibi davranmıştım.
Şu anda eve gidiyordum. Daha doğrusu gelmiştim bile…
Arabamı binanın önüne park ederek arabadan indiğimde, dayak yemişim gibi ağrıyan bacaklarımı sürüklercesine binaya yönlendirdim. Merdivenleri duvardan destek alarak zorla çıktığımda eve girmek için hareketlendim.
“Neden sana ulaşmamı bu denli engelledin?” Kısık çıkan ses ile istemsizce hopladığımda, irileşmiş gözlerim kapıya yaslanmış ama oldukça kötü gözüken adama kaydı.
Ne diyeceğimi bilemez gibi yüzüne bakarken, “Ben…” demekle yetindim. Bir kelime daha edersem içimde kalan ağlama dürtüsü ortaya çıkacaktı.
Göktuğ elimdeki anahtarı alarak kapıyı açtığında içeri geçmem adına belimden tutarak ittirdi. Saçları oldukça boş verilmiş bir derecede alnına dökülüvermişti. İçindeki beyaz gömleğindeki kırışıklık onu biraz garip gösteriyordu. Her zamankinden daha farklıydı...
Postallarımı çıkarmak için eğilirken sarsılan dengem ile yana devrilecekken Göktuğ kolunu açarak düşmemi engelledi. Beni kucağına alarak vestiyerin dolaba benzer çıkıntısına oturtturdu. Ayağımdaki postalları ustaca çözerken, kendi ayakkabılarını da çıkararak tekrardan bedenimi kucakladı.
Odama girdiğimizde halsizce yatağa oturdu. Bakışlarım açık duran kapımdan, karşıdaki çelik dış kapıya kayarken kısık bir sesle konuştu. “Beklemekten hiç çekinmedim ama haber verebileceğin halde hiç bana ulaşmamana üzüldüm Armin.”
Dudaklarım titredi. Üç yaşındaki kız çocuğunun istediği oyuncağı alamadığı anki üzüntüsünü üzerimde hissediyordum. Yanaklarımı içten dişlerken, ağlamamak adına kastığım bedenim titrememe neden oldu.
“Şşt.” Göktuğ başımı kendine çekerek göğsüne bastırdığında, “Ağlaman için söylemedim yapma bunu.” diyerek mırıldandı.
Sanki bu anı beklermiş gibi şiddetle ağlamaya başladığımda, dudaklarımın arasından kaçan acı çığlıklar gerilmesine neden oldu. “Onu da kaybedeceğim sandım! O kanlı görüntüyü ikinci kez bana yaşatacaklar sandım!”
Kollarının arasında çırpınırken acıyla fısıldadım. “Onca şeyi, üç hafta boyunca bir ekranın ardından izlemek sevgisiz büyüyen Mihri’den de çok koydu. Canımın hiç bu denli yanacağını tahmin edememiştim…” Göktuğ bana daha sıkı sarılırken bedenimi çevirerek yüz yüze gelmemizi sağladı. Akan gözyaşlarımı gözlerimi yakarken alnımı alnına yaslayarak acıyla, “Çok canım yandı.” Diye sitem ettim.
Göktuğ damarları belirginleşmiş elini çeneme sardığında hafif gerileyerek gözlerine baktım. Yavaşça gülümsedi. “Sen neden onlarla gitmedin?”
Lanet! Ona bu durumdan bahsetmemiştim. Herhalde bahsetmediğim tek durum bu olabilirdi.
Gözlerimi gözlerinden kaçırdım. Göktuğ bu tepkime anlam veremez gibi bakarken, sakince konuşmaya başladım. “Yaşadığım sağlık problemlerinden dolayı, nazik bir şekilde saha görevlerinden men edildim.”
Göktuğ’unun hareketlerinin donduğunu hissettim. Eli yüzlerimiz arasında dururken dudakları yavaşça aralandı. “Ne sorunu? Nasıl bir sağlık sorunu? Ne var yani bu denli büyük? Anlamıyorum bir saniye…” Elim yavaşça uzayan sakallarının üzerinde gezinmeye başladığında burukça gülümsedim. Belki de benimle samimi olduğu son andı… Belki beni bu şekilde kabullenmek istemezdi…
“O görevin ardından Afil ile yaşadığımız olay sonrasında Atalay’a muayene oldum. Tabii askeri hastanede olunca haber çok hızlı yayılıyor… Yumurtalıklarımda kist var. Bu durum başta çok sorun teşkil etmese de sonradan sonraya iş ciddiye binmeye başladı. Atalay ameliyat olmam konusunda çok baskıcıydı o zamanlar, ben istemiyordum çünkü ameliyat olursam kendi sağlığıma dikkat etmem gerekiyordu ve bu bir askere söylenilecek en son şey olabilirdi… Öyle böyle derken korktuğum başıma geldi ve bu durumu üstlerim fark etti. Hâl böyle olunca da görevin akışını bozabilecek bir sağlık durumum olabileceğinden, saha görevlerinden men edildim. İşin kötüsü bunu timdekiler bilmiyor. Rütbe töreninde çıkıp yaptığım -yapmak zorunda olduğum- açıklamada affımı istediğimi söylemiştim yalnızca… Her neyse işte, istihbarat üzerine çalışmaya başladım ve bu beni beklediğimden daha da yıprattı.”
Dayanamamış, konuşmasının ortasında yüzümü boynuna gömmüştüm. Eğer ki gözlerine bakarsam, görmek istemediğim tepkileri sezmek beni korkutmuştu.
“Bana bakar mısın?” Sesinde bir baskı vardı. Kalbim tekledi. Yüzümü boynuna daha sıkı bastırarak derin bir nefes aldığımda, gözümden akan yaşlar boynunu ıslatmaya başlamıştı.
“Güzelim kaldırır mısın kafanı?”
Benden bir hareket gelmediğinden kendini geri çekerek yüzümü avuçladı. “Sen şimdi bu anlattıklarının ilişkimiz hakkında olumsuz bir akış sergileyeceğini mi düşündün? İster kistin olsun ister travman… Bu saatten sonra aramızdaki en uzak yakınlık bu kadar olacak.” Aramızda kalan santimleri belirtirken dudaklarında güzel bir gülümseme yer aldı.
Gözlerimden akan yaşlara oldukça uyumlu bir gülümsemeyle yüzüne baktığımda ellerim yanaklarına uzandı. İki elim de yüzünü sıkıca kavramış vaziyette gözlerine baktığımda haylaz tebessümü dudaklarının kenarındaydı.
Başımı hafifçe eğerek ona yaklaştığımda aynı şekilde bana yaklaştı. Dudaklarımın üzerine kapanan dudakları kalbimin hızını uçururken yavaşça karşılık vermeye başladım. Aramızda oluşan güçlü bağ öpüşmemizi alevlendirirken aramızdan çıkmaya çalışan hafif sesler gülmeme neden oldu. Göktuğ da gülerek hafifçe geri çekildiğinde, dudaklarını çeneme bastırdı. “Seni çok seviyorum yaralı kuşum.” Duyduklarımla kaşlarım havalanırken, “Bende seni çok seviyorum.” Diyerek kollarımı boynuna sardım.
Sanki üç haftadır ihtiyacım olan tek şey, şu adamın kolları arasında nefes almakmış gibi hissettirirken gözlerim huzurla kapandı. Aniden çalan telefon ile istemsizce hopladım. Göktuğ merakla yüzüme bakarken, üniformanın karışık ceplerinden bulduğum telefonu açtım.
“Gerçekten yaptınız mı bunu?” Miralay’ın keyifli çıkan sesiyle ne dediğini anlamaya çalıştım. Kaşlarım çatılırken, “Neyi Komutanım? Anlayamadım af buyurun.” dedim sakince.
Miralay keyifli bir kahkaha atarken, “Alerjisi olan şeyi adama mı enjekte ettiniz siz? Haberi duyalı çok oldu ama seni göremedik görev yüzünden… Kimin başının altından çıktı bu?” dedi.
Göktuğ hafif geri çekilmiş yatağın yüzeyini incelerken ayağa kalkarak bir elimi belime yerleştirdim. Sırtım Göktuğ’a dönükken, “Benim başımın atlından çıktı komutanım, ben yaptım. Acı çekmesi gerekiyordu, öyle de oldu.” deyip çatık kaşlarım eşliğinde karşımdaki aynadan çökmüş yüzüme baktım.
Miralay’ın babacan sesini duydum. “Çok güzel yapmışsın kızım, her ne kadar sana çektirdiklerimizin yanında konuşmaya yüz bulamasak da… Ellerine sağlık.” Telefon kapanırken aynadan yüzümü izlemeye devam ettim. Göz altlarım morarmış, göz akım kanlanmıştı. Yüzüm oldukça kötü gözüküyordu.
“Kabul et ama, insanın baktıkça bakası geliyor değil mi hayatım?” Göktuğ kollarını belime sararak çenesini omzuma yasladığında aynadan yüzüme baktı.
Alayla güldüm. “Tabii canım ne demezsin.”
Kulağımın yanından sıvışarak yanağıma sert bir öpücük bıraktı. “Hadi üzerini değiştir biraz hava alalım.”
Yüzümü ona çevirerek, “Ne yapacağız ki?” dedim anlamsızca yüzüne bakarken. Göktuğ düşünür gibi bakışlarını odada gezdirdi. “Bilmem, halletmen gereken bir işin varsa beraber halledelim… Yoksa da en basitinden yürürüz mesela.”
Gülerek yüzünü izlemeye başladım. Nasıl bu kadar çabuk kabullenmiştim onu bende bilmiyordum. Birine bu denli güvenmek pek bana uygun bir davranış değildi ama içimdeki his ona tutunmam konusunda haykırıyordu.
Göktuğ beni yalnız bırakıp mutfağa geçtiğinde, üniformalarımdan sıyrılarak dolaptan çıkardığım boğazlı, dar ve siyah kazağı üzerime giyindim. Altıma da kazakla aynı renk, bacaklarımı saran bir pantolon giydiğimde beylik tabancamı belime sıkıştırarak cüzdanı yanıma aldım.
“Aşkım hazırlandım!” Keyifle bağırarak mutfağa girdiğimde bana şaşkınlıkla bakan adama kahkaha attım. “Ne o? Ah pardon! Sen aşkım demeyi tercih etmiyordun, hızlı falan oluyordu sonra…”
Takılırcasına mırıldandığımda yanımda biten adam kollarını göğsünde toplayıp tezgâha yaslandı. “O zaman aşk-ı ilanımızın ilk günüydü ondandır belki hayatım.” Göz devirerek omzuna vurduğumda vestiyere doğru yönelerek ayakkabılarımı çıkardım.
“Biraz canilik var sanki kabul et.” Arkamdan konuşan adama ufak uyarılı bir bakış yolladığımda gülerek ayakkabılarını giyindi.
Birbirimizle itişe kakışa dışarı çıktığımızda soğuktan hızlıca kızaran burnumu çekerek gözlerimi kıstım. “Bankaya gidelim mi?”
Göktuğ dudağını bilmem dercesine büzerek, “Ne yapacağız ki?” dedi.
“Para çekeceğim.”
Göktuğ’unun cipine binerek yola çıktığımızda merkeze inmek adına bir saati aşkın bir sürede mücadele vermiştik. Arabadan inerek Göktuğ’u beklediğimde hızlıca yanıma gelerek elimi tuttu. Sıcak eli üşümüş parmaklarımı kavrarken huzurla gülümseyerek bankaya girdik.
Oturan kadına derdimi anlatarak hesabımdaki yüklü miktar parayı çekmek istediğimden bahsettim. Kadın beklemem konusunda beni kenara alırken önümüze bırakılan çayı içmekle meşguldüm. Göktuğ avcuna nazaran ufacık kalmış çay bardağını sallarken gülerek kulağıma fısıldadı. “Zengin sevgilime bak, asalet akıyor resmen.”
Kendi kendime havalara girerek kaşları kaldırdığımda çayımdan keyifli bir yudum alarak ona döndüm. “Bizde böyle tatlım, alışsan iyi edersin.”
Göktuğ kısık sesli, boğuk bir kahkaha atarak önüne döndüğünde kadın benim ismimi söyleyerek gelmemi istedi. Kadını takip ederek bir odaya girdiğimde masanın üzerine dizilmiş banknotlar ile kısaca bakışmış bulunmuştum.
“Armin Hanım hesabınızdaki paranın yarısını bıraktık. İstediğiniz meblağ, bir milyon iki yüz bin Türk lirası… Arkadaşlar parayı saymayı bitince alabilirsiniz.” Kadın oturmam adına masanın yanındaki koltuğu işaret ettiğinde yavaşça oturdum. İki adam makinelere yerleştirdiği paraları hızlıca saydırırken olay çok sürmemişti. Neredeyse iki dakika içinde sayılan paralarda herhangi bir eksiklik olmadığı için, deri, siyah, özel bir çanta içine yerleştirilen paraları teslim alarak gerekli formları imzaladım.
Odadan çıktığımda kadına kısaca teşekkür ederek Göktuğ’a yürümeye başladım. “Hallettim.”
Göktuğ gülümseyerek elimi tuttuğunda dışarıya çıktık. “Ne yapacaksın o kadar parayla merak ettim doğrusu.”
Kaza anı gözlerimin önünden kayıp giderken yavaşça gülümsedim. Sessiz adımlarım arabaya ulaşmamla kesildiğinde Göktuğ kapımı açarak beni araca geçirdi. Kendisi de bindiğinde çantayı arka koltuğa bırakarak ona döndüm.
“Bundan üç ay öncesinde falan olması lazım… Aldığım haber sonucu bir kaza geçirdim. Kazada eski arabam hurdaya dönünce Albayım kullanmam adına yeni arabamı tahsis etmişti. Görevlerin yoğunluğundan parayı ödemeye fırsatım kalmadı diyebiliriz. Parayı ona vereceğim yani, hatta şimdi tugaya uğrasak çok daha iyi olur.”
Göktuğ arabayı yavaşlatarak kenara çektiğinde buz kesmiş bakışlarını bana çevirdi. “Neden hiç ciddi bulamıyorum seni Armin?”
Kaşlarım çatılırken anlamsızca yüzüne baktım. “Bana ciddiyetsizsin mi demeye çalışıyorsun?”
Göktuğ direksiyonu kavrayan elini sıkıca kapatarak, “Sanki yolda yürür gibi kaza yaptığından ve arabanın perte çıktığından bahsediyorsun… Bunlar normal değil, neden böyle davranıyorsun?” dedi gergin çıkan sesiyle.
Yüzüm anında düşerken burukça konuştum. “İstemediğim onca şeyi yaşayınca bana da kabullenmek düşüyor Göktuğ. Kusura bakma kafaya taktıkça kendimi parçalayasım geliyor.” Önüme dönerek gözlerimi kapattığımda elim alnımı buldu.
Göktuğ sessizce yola çıkarken, camı açarak sigaramı dudaklarıma sıkıştırdım. Alev alan tütünün kokusu hızlıca içeri yayılırken içime çektiğim zehir, hırslanmama neden olmuştu. Telefonumu çıkararak Kalender’i aradığımda arama hızlıca yanıtlandı.
Sakince, “Yıldırım uyuyor mu?” dedim.
Kalender mırıldanarak, “Yok kahvaltı yapıyordu az önce, Tekin var yanında onu ara istersen.” dediğinde telefonu kapatarak Tekin’i aradım. Konuşmasına fırsat vermeden, “Yıldırım’ı versene bana.” dedim.
Kamburlaşan sigara külünü camdan dışarı serpiştirdiğinde Yıldırım’ın halsiz gelen sesini duydum. “Buyurun Komutanım?”
Sesi gülümsememe neden olurken, “Nasılsın Çaylak? Sabah işim olduğu için uğrayamadım, sorayım dedim.” deyip sigaramı dudaklarıma çektim.
Yıldırım sakince güldü. “İyiyim komutanım biraz halsizlik var ama sorun değil yani.” Başımı ağırca salladım. “İyi bari, bir saate kalmaz gelirim yanına konuşuruz zaten.” Yıldırım da aynı şekilde karşılık verdiğinde telefonu kapatarak Erdem’i aradım. Saniyesinde açılan telefona, “Miralay tugayda mı?” diyerek hızlı bir giriş yaptım.
“Tugayda komutanım.” Aldığım cevap yeterli olurken telefonu kapatarak bacağıma fırlattım. Sigaram yarıya evrilmiş, külleri üzerime düşmek adına uğraşıyordu. Kolumu hızlıca camdan çıkararak külü savuşturduğumda derin bir nefesi içime bahşettim.
“Arkadaşlarımla konuştum, sende istersen boşluklarını seninle dolduracaklar.” Göktuğ sakince konuşurken derin bir nefes alarak sigaramı dışarı fırlattım. Camı kapattığımda aradan geçen saniyeler, dediklerini reddetmişim gibi bir yenilgiyi omuzlarına yüklemiş gibiydi.
“Tamam, söyle arkadaşlarına boş günlerini doldursunlar.”
Göktuğ yandan bana bakarak yavaşça gülümsediğinde, “Her şey çok daha iyi olacak, inan bana yavrum.” diyerek bacağımın üzerinde duran elimi kavradı.
Onunla tartışmak bütün enerjimi düşürüyordu. Tutunduğum dalımı büken sözleri her ne kadar benim iyiliğim içinde olsa ben bunlara alışık değildim ki…
Sakin geçen yolculuğumuzun ardından tugayın ormanlık arazisine girmiş bulunuyorduk. Göktuğ’a dönerek, “Sen istersen bekle burada. Ben hem parayı verip hem de hastaneye uğrayacağım çünkü…” dediğimde Göktuğ’unun kaşları çatıldı. “Ne hastanesi?”
Arka koltuktan çantayı alırken, “Yıldırım yaralandı ona bakmaya gideceğim.” dedim.
Göktuğ kendi kendine, “Nasıl normalce söylüyorsunuz bunları anlamıyorum cidden.” dediğinde sesini bana duyurarak, “O zaman sen parayı ver hastaneye beraber uğrayalım olur mu? Bende göreyim Yıldırım’ı.” dedi.
Alt dudağımı öne sarkıtarak ağırca başımı salladım. “Tamam o zaman parayı verince ararım seni gelirsin.”
Arabadan indiğimde kapıya avcumu şiddetlice birkaç kez geçirdim. “Oğlum bir kere de şurada bağırtmadan açın lan kapıyı!” Gözlerimi devirerek gözetleme kulesine baktığımda, kuleden eğilmiş askerin mahcupça, “Kusura bakmayın Komutanım ben uyarırım arkadaşları.” dediğini duydum.
Kapıyı açtıklarında vakit kaybetmeden içeri girdim. Kalabalık koridor beni bunaltırken ilk kaçış noktam olan dinlenme odasına girdim. Yıldırım ve Tekin hariç hepsi odadaydı.
“Günaydın beyler!” Sakince yanlarına oturduğumda Kalender, “Uyusaydınız ya Komutanım, biz bile göreve rağmen uyuduk o kadar.” diyerek mırıldandı.
Delici bakışlarım Barkının üzerindeyken o da aynı şekilde sert bakışlarından asla ödün vermeden bana bakıyordu. “Seninle sonra hesaplaşacağız Koç.” Tehditvari sesim onda gram etki yaratmazken Emir içimden geçeni yaparak Barkının ensesine sert bir şaplak attı. Barkın da aynı hareketi Emir’e uygularken saniyeler içinde çıkan ufak çaplı tartışmayla hiç ilgilenmeden Kalender’e döndüm. “Ufak bir işim var sonra Yıldırım’a bakmaya gideceğim, gelsenize sizde.”
Kalender başını sallayarak, “Tamam sen işini hallet çıkalım o zaman.” dedi.
Odadan ayrılarak Miralay’ın yanına geçtiğimde bana neden geldiğimi anlamak istercesine bakıyordu. Bacaklarımın üzerindeki çantayı sakince masanın üzerine bıraktığımda, ellerim deri işlemenin üzerinde gezindi. “Komutanım geçen ki kazadan sonra benim için tahsis ettiğini arabanın parası burada. Hakkınız üzerimde kalsın istemem, eğer eksik varsa bana söyleyin üzerini hemen tamamlayayım.”
Miralay böyle bir şey beklemiyormuş gibi yüzünü ekşittiğinde, tam da beklediğim bir tepkide bulundu. “Bu da nereden çıktı Tan?” Dudaklarımı içe çekerek yavaşça yutkundum. “Zaten bu şekilde anlaşmıştık Komutanım, alın lütfen.”
Miralay buruk bir tavırla yüzümü izlerken sakince, “Sadece seni korumak istemiştim ama ilk defa her şeyi elime yüzüme bulaştırdım. Affet kızım, elimde büyüdün resmen…” dediğinde içimi kaplayan hüznü dışa vurmadım.
Başımı ve omuzlarımı dikleştirerek, “Olanla ölmüşe çare olmadığını bana öğreten ilk kişi sizdiniz Komutanım, acı tatlı çoğu zamanı beraber paylaştık ama hayat acımasız bilirsiniz… Böyle olması, bunca şeyin yaşanması gerekiyormuş demek ki, sağlık olsun.” dediğimde ilk defa bu masada ezilen tarafın ben değil karşımdaki adam olduğuna tanıklık ettim.
Gözlerindeki hüzün dalgalandırmasını dizginlemeye çalışsa dahi pek başarılı olamadığından, elini çantanın üzerine yavaşça vurarak kapıyı işaret etti. Uysalca odadan ayrıldığımda Göktuğ’u arayarak telefonu kulağıma götürdüm. “Hayatım işim bitti gel istersen.” Merdivenlerin başında ondan gelecek cevabı beklerken hoş sesi gülümsememe neden oldu. “Tamam hayatım geliyorum şimdi.” İltifatını yayarak vurgulaması komiğime gitmişti.
Gülerek telefonu kapattığımda dinlenme odasından başımı uzatarak, “Hadi beyler çıkalım!” diyerek şakıdım. Kalender ve Ertuğrul halime gülerken, Barkın ve Emir hâlâ atışıyor gibi gözüküyorlardı.
Önden çıkarak gözetleme kulesine doğru yöneldiğimde, erlerden biriyle konuşan sevgilimi görmek aptal tebessümümü açığa çıkardı.
“Göktuğ!” Sesimi duyması adına bağırdığımda konuşan ikilinin bakışları bana döndü. Ere bakarak, “Aslanım sen işine bak herhangi bir sorun yok.” dediğimde er selama durarak geri çekildi.
Alanda koşan yeni timin bağırış ve gülüşmeleri kulak tırmalarken bakışlarım ağırca tim komutanına çevrildi. Yüzümdeki donuk ifadeyi gören adam, sinirle yanındaki askerleri susturduğunda bana doğru iki adım attı. “Yüzbaşım, yaralı askerimizin durumu nasıl?”
Böyle bir soru beklemediğimden hafif şaşırsam da bozuntuya vermeden, “Gayet iyi.” diyerek kestirip attım. Komutan sert bakışlarını yumuşatma gereği duymadan, “Selamımızı iletirseniz seviniriz Yüzbaşım.” dedi. Başımı salladığımda sağımı ve solumu dolduran adamlara bakarak, “Hiç sevemedim ben bunları. Konuşmaktan çeneleri yerlerinden çıkacak daha dırdır peşindeler.” deyip burun kıvırdım.
Kalender dediklerime gülerek, “Ne yaparsınız Komutanım herkes bizim gibi mükemmel olmak zorunda değil tabii.” derken Ertuğrul Kalender’i ittirerek, “Yıldırım yok diye görevini üstlendin herhalde, çenen düştü bu aralar.” dedi.
“Merhaba.” Hepimizin bakışları bir anda elindeki çiçek ve jilet gibi takımıyla karşımızda kalan adama kaydığında, sevgilisini unutan ilk kadın olarak tarihe girmiştim sanırım.
Kalender gülümseyerek Göktuğ’u selamladığında aynı şekilde diğerleri de samimi bir şekilde karşılık verdiler. Hepsi önden hastanenin yolunu tutarken Göktuğ’un yanına geçerek, “Ne ara değiştirdin üstünü? Ayrıca bu çiçek de nereden çıktı?” dedim şaşkınlıkla.
Göktuğ kaşlarını kaldırıp ukalaca gülümsedi. “Yavrum tabii sevgilin yetenekli bir insan, yani pek düşünmene gerek yok bunları.”
Kaşlarım hadi ya dercesine havalandığında gülmekle yetindim. “Çiçeği ne yapacağız tam olarak?” Göktuğ anlık duraksayarak bana döndüğünde ciddi misin dememek adına zor duruyormuş gibiydi. Çiçeği biraz aşağı çekerek yüzüme baktığında, “Hasta ziyaretine gidiyoruz ya hani…” dedi büyük bir sakinlikle.
Hastaneye girdiğimde ezbere bildiğim odanın yoluna yöneldim. “Ne gerek vardı? Biz ona mermi seti hediye ederdik, daha mutlu olurdu.”
Göktuğ homurdanarak girdiğim odanın kapısında belirdiğinde şu anlık daha önemli olan duruma yöneldim. Yıldırım oturur vaziyette başını geriye atmış oflarken beni görür görmez kendini düzeltmeye çalıştı.
Elimi aniden kaldırarak, “Dursana oğlum lan!” dediğimde Yıldırım sakince kalkmaya çalıştığı yere oturdu. Gözlerimi kısarak yüzünü süzdüğümde, aynı şekilde karşılık vererek bana baktı. “Sen baya turp gibisin, az daha kalpten götürüyordun hepimizi Keskin!”
Yıldırım alayla gülerken kolundaki serumu huysuzca çekiştirip, “Bana bir şey olmaz Komutanım, malum benden iyisini bulamayacağınız için…” dediğinde ukala tavrı kaşlarımı havalandırdı.
Bakışları arkama kaydığında, “Göktuğ da mı geldi?” derken sesindeki şaşkınlık gülümsememe neden oldu.
Göktuğ bu anı bekliyormuş gibi yatağın etrafına üşüşmüş bizlere yaklaştı. Yüzündeki hafif tebessümüyle beraber içtenlikle, “Çok geçmiş olsun Yıldırım, haberini almamıştım yeni gelebildim.” dediğinde Yıldırım, dibinde oturan beni bacağıyla dürterek imayla güldü.
“Çok sağ ol Göktuğ, ne gerek vardı çiçeğe…” Yıldırım ilk çiçeğini alır gibi saçma bir heyecanla güldüğünde Göktuğ çiçeği kenara bırakarak başını omzuna yatırdı. “Hasta ziyareti sonuçta.”
Tekin birden at gibi kişnemeye başladığında, hepimizin anlamsız bakışlarını onu buldu. Bir elini ağzına sıkıca kapatmış susmaya çalışırken diğer elini de bize doğru sallayarak özür dilercesine bakıyordu. Göktuğ’a dönerek, “Biz böyle naifliklere alışık değiliz birader kusura bakma.” dediğinde Tekin’in arkasındaki Kalender sert bir tokadı ensesine geçirdi. “Aynısını Mineye de söyle sen kardeş.”
Kalender sakince gülümseyerek, “O günlük papatya çayı dozunu almadı Göktuğ, kusuruna bakma boş yapıyor.” dedi.
Göktuğ da hafif erkeksi bir kahkaha attığında, “Yok önemli değil Armin de aynı düşüncede olduğu için alıştım ben artık.” diyerek alttan alttan lafını da sokmayı ihmal etmemişti.
Kaşlarım hızla havalanırken bakışlarım çok sevgili sevgilime kitlendi. “Tabii biz dağdan indiğimiz için anca bu kadar oluyor ciğerim idare et.” Belimi ona dönerek tabancamı işaret ettiğimde, kahkahasını durdurmaya niyeti yok gibi daha çok güldü.
Bakışlarımız Yıldırım’a dönerken Göktuğ’unun çalan telefonuna her ne kadar Yıldırım ile ilgileniyor gibi davransak da istemsizce hepimiz onu dinliyorduk. Tekin telefonunun ekranını belli etmeden kaldırarak Göktuğ’a çevirdiğinde, parlayan ekrandan odanın diğer ucuna giden adamı izlemeye başladık.
“Bugünkü randevularımı iptal etmeni istemiştim…” Eli sakallarında gezinirken yüzünde pek de hoşnut olmayan bir ifade vardı. “İyi de şu anda gelemem, bunu dün çıkmadan önce söylemiştim aslında.” Karşı tarafı dinleyerek gözlerini sıkıca kapattığında derin bir nefes verdi. “Beni neden kimse dinlemiyor?”
Telefonda konuştuğu kişi bir kadın olmalıydı. Her ne kadar çok duyulmasa bile karşıdaki ses ince ve tizdi.
“Hayır seni kast etmedim.” Birkaç saniye duraksayarak, “Yani öyle de denilebilir.” dediğinde oflayarak, “Neymiş ki bu kadar acil olan şey?” deyip huysuzca söylenmeye devam etti. “Gelince konuşacağız seninle, tamam söyle gelsin bari.” Başını hızlıca aşağı yukarı salladı. “Tamam tamam, söyle diyorum ya gelsin işte.”
Telefonu kapatmak adına bir şey demeye başladığında Tekin sanki onu dinleyip, izlediğimiz yetmemiş gibi yarım ağız konuştu. “Adamın ses tonu hep aynı he! Ben olsam vallahi dayanamaz illaki bağırırdım.” Sesi kısık ama kısıklığına göre yüksekti. Kalender Tekin’in sırtına vurarak susması gerektiğini ima ettiğinde arkamda kalan Emir’in ve yatan Yıldırım’ın gülüşmelerine karşılık verdim.
“Yıldırım tekrardan çok geçmiş olsun, benim şimdi çıkmam gerekiyor bir hastam acilen görüşmek istiyormuş… Dikkat edin kendinize.” Ceketinin içine koyduğu telefonunun ardından bozulan gömleğini düzelttiğinde gözleri bana değdi. Gel dercesine bakan irisleri eşliğinde ayaklandığımda, “Geliyorum birazdan çıkmayın, bekleyin beni.” dedim sakince.
“Benim mükemmel çiftimin uyumuna ne demeli peki?” Emir dirseğini Barkının omzuna yaslamış âşık gibi Göktuğ ve bana bakarken, tepki vermeme gerek kalmadan Yıldırım ve Barkın gerekeni yapmıştı.
Odadan çıktığımızda koridorun boş olması dikkatimi çekmişti. Ben daha ne olduğunu anlamadan Göktuğ bileğime sarılıp beni çekiştirmeye başladığında, anlamsızca ona ayak uydurdum. Sırtım bir anda duvarla buluşurken üzerime abadan adamın yumuşak dudakları dudaklarımın üzerine mühürlendi. Kıkırtım ikimizin arasında boğuklaşırken, elim ensesine gitti. Kendime çektiğim adamı sıkı sıkıya öperken, aradan geçen yarım saniyenin sonunda durmamız gerekiyormuş gibi hızlıca geri çekildi.
Alnını alnıma yaslayarak, “İki saatçik gidiyorum hemen geleceğim yavrum, anlaştık mı?” dediğinde gülerek gözlerine yakından baktım. “Gitmesen daha güzel olurdu aslında ama… Anlaştık diyelim.” Göktuğ çenemi sıkıca kavrayarak dudaklarını sertçe yanağıma bastırdı. “Bekle beni, tugaydan alırım seni işlerin bitince.”
Dudaklarına minik bir öpücük bırakarak başımı salladığımda koşarak çıkışa doğru ilerledi. Ellerimi yüzüme bastırarak hızlıca saçlarımı düzelttiğimde odaya girdim.
“Lan!” Barkının kükreyişi odada duyulurken, ayaklarımın dibine düşen ikiliye sinirle baktım. Kaşlarım çoktan çatılmıştı bile. “Gene ne yapıyorsunuz lan siz?!”
Emir üzerine düştüğü Barkının göğsüne tutunarak başını kaldırdı. “Komutanım teknik arıza.”
Üniformasının yakasından kavradığım Emir’i kendime çekerek kaldırdığımda başımı ağırca salladım. “Hadi biraz koş sen, teknik arızan giderilir belki.” Emir ağzını beş karış açarak yüzüme bakarken bedenini ileriye itekleyerek kalçasına doğru bir tekme savurdum. “Çık lan dışarı geliyorum birazdan! Çık!”
Emir kaçarcasına odadan çıkarken Kalender’e döndüm. “Dosyalara baktın mı?”
Kalender başını iki yana sallayarak, “Yok, pek vakit olmadı.” dedi sakince. Başımı salladığımda elim kapının koluna ilişti. Bakışlarım Yıldırımda iken, “Gözüm üzerinde Çaylak, iyileş de gel bekliyorum.” deyip genişçe gülümsedim. Yıldırım başını eyvallah der gibi salladığında, hızlıca hastaneden ayrılarak bahçeye geçmiştim. Yeni tim ve erlerin oluşturduğu kalabalığa ek gördüğüm bordo bereli tim ile kaşlarım çatıldı.
Emir ciddiyetle yanıma yaklaştı. “Yeni gelmişler sanırım ben de anlamadım.”
Dudaklarım büzülürken yüzümdeki ciddi duruşu toparlayarak yarım ağız fısıldadım. “Dön geri, timle konuşalım bunu.”
Emir hızlıca tekrardan hastaneye girdiğinde peşinden giderek odaya girdim. Kalender bana anlamsızca bakarken yüzümdeki ciddiyet dikkatini çekmiş olmalıydı. “Komutanım sorun mu var?”
Dudaklarım gerilirken, “Yeni bir bordo bereli tim gelmiş, tam teçhizat bahçede toplanmışlardı anlamadım.” dedim huzursuzca.
Ertuğrul bir adım öne çıktı. “Yok komutanım onlar bizim getirdiğimiz kansızı almak için geldiler. Erdem demişti ama aklımdan çıkmış tamamen.” Ciddiyetim dağılırken derin bir nefes aldım. Yüzümde imalı bir gülüş oluştu. “Sen şu kadını ne yaptın Duman?”
Ertuğrul bir anda panikler gibi gerilediğinde Yıldırım’ın keyifli kıkırtısını duyduk.
“Halletmek üzereyim Komutanım, hatta ben gideyim şimdi. Tekin sende şu adama mı baksan birader he ne dersin?” Eli ayağı birbirine dolaşmış Ertuğrul’dan böyle bir tepkiyi kimse beklemiyordu. Sanırım ateş bacayı sarmıştı. Sanırım…
Tekin gülerek ayaklandığında bakışları bana düştü. “Komutanım benim çıkmamda sakınca var mı? Şu embesil kılıklıya bakayım bir, kaç hafta oldu arada kaynaşamasın salak şey.” Başımı sallayarak kapıyı işaret ettiğimde Tekin hızlıca çıktı. Ertuğrul da bu anı bekler gibi odadan sıvıştığında Emir’in, “Birini daha kaybettik neslimiz tükeniyor!” haykırışlarına pek kulak asmadık.
Kalender’e bakarak kapıya yöneldiğimde arkamdan gelen adamın varlığını hissedebiliyordum.
KURTULUŞ
Önümdeki dosyayı imzalayarak Kalender’e fırlattığımda sinirle bağırdım.
“Elimi hissetmiyorum yeter lan!”
Kalender halime gülerek kahvesini yudumlarken, “Üç haftalık dosya birikmiş normal değil mi Komutanım?” diyerek alay etti. Gözlerimi devirerek biten dosyalara şükrettim. Bacaklarımı ileriye uzatıp esnerken yudumladığım buz gibi kahve ile memnuniyetsiz tavrım açığa çıktı.
Çalan telefonuma hevesle sarıldığımda, “Bitti mi işin bitti mi?!” diyerek bağırdım.
Göktuğ keyifli ve erkeksi bir kahkaha patlattığında, “Bitti bitti gel hadi.” diyerek mırıldandı.
Telefonu kapatarak hızlıca ayaklandığımda, “Kalender sana kolay gelsin ciğerim ben kaçtım!” diyerek kapıya yöneldim. Kalender arkamdan kahkaha atarken ben merdivenlere koşmakla meşguldüm.
Özlemiştim işte.
Kalp atışlarım hızlanırken kapının dibinde bitmiştim bile. Nöbetçi erler kapıyı açarken bakışlarım sağı, solu taradı.
“Nasılda özlemiş şuna bak sen.”
Ayaklarım yerden kesilirken, bir anda saçlarım uçuştu. Göktuğ beni sıkıca belimden kavramış iki tur döndürürken gülerek başımı boynuna gömdüm. “Çok özledim hayatım!”
Beni yavaşça yere bıraktığında, “O zaman daha vaktimiz bol olduğuna göre gezelim biraz.” deyip gözünü saatine iliştirdi.
Başımı sallayarak, “Tamam gezelim, ne yapacağız?” dedim sakince. Göktuğ biraz düşünerek, “Aç mısın?” dedi. Başımı hızlıca salladım. Neredeyse günlerdir aç geziyordum ben.
“Üç haftadır sadece çay ve kahve tükettim, ölür müyüm doktor?” Cıvıyarak elimi alnıma attığımda, dudaklarımın arasından naif bir nida yükseldi.
Göktuğ gülerek elini belime attığında beni arabaya iteklemeye başladı. “Hadi bin o zaman gidelim.”
Gülerek arabaya geçtiğimde çoktan yola çıkmıştık bile. Bana yandan attığı bakışları fark etmiyor değildim. Kaşlarım çatılırken yolu izlemeye devam ettim. “Söyle ne söyleyeceksen böyle bekleyince daha çok sinirleniyorum.”
Bunu beklemiyor olacak ki kaşları havalandı. “Atalay ile konuştum.” Gözlerimi devirerek elimi alnıma çarptığımda sinirle soludum. “Neden yaptın bunu? Bu yaptığın hiç doğru değil, gelip bana sormak varken neden yani?”
Göktuğ derince bir nefes aldı. Boğuluyormuş gibi camı ve gömleğinin iki düğmesini açarak ofladı. “Merak etme Atalay hastalarının bilgilerini bana verecek kadar düşük bir adam değildir. Atalay ile seneler süren bir dostluğumuz var, ona senden elbette bahsetmiştim zaten. Bugün hastam için hastaneye gidince ona da uğradım. Sadece ameliyat konusunun ciddiyetini sordum o da bunu sen varken konuşmak istediğini ama durumun ciddi olduğunu söyledi. Sen beni ne sanıyorsun Armin, salak bir adam falan mı? Kadınların gururunu incitmek yapacağım son şeyden biri bile olamaz.”
Sesindeki netlik canımı sıkarken neden her seferinde bir sorun yaşadığımı anlayamıyordum. Konuya cevap vermeden yolu izlemeye devam ederken bunaldığımı hissettim. Cebimden çıkardığım sigarayı hızlıca yaktığımda içime bahşettiğim zehirli hava beni rahatlatmıştı. Göktuğ ben daha ne olduğunu anlamadan bileğime sarılarak sigarayı eline aldığında hafif bir sinirle camını açıp dışarı fırlattı. Kendi kendine söylenir gibi, “Şu saçma şeyi içmesen mi acaba her seferinde? Ne dersin içememeye?” diyerek mırıldandı.
Ben bu adama her seferinde hayran mı oluyordum yoksa görmediğin hareketleri yabancılıkla mı izliyordum? Bir insan nasıl olurda sinirlendiği şeyi bile kendi kendine söylenerek rica ederdi? Ben olsam bir tane çarpıp iki seksen yere uzatmıştım mesela. Neden böyle kibardı ki bu kadar?
“Neden bakıyorsun yüzüme garip garip?” Sitem eder gibi bana döndüğünde bakışlarımın üzerinde kitlendiğini daha yeni anlamıştım.
Hızlıca kendimi toparladım. “Bu kadar kibar olman garibime gidiyor bazen.”
Yarım ağız güldüğünde kırmızı ışıkta durarak bana döndü. “Annemden gördüğüm saygıyı her kadına uygularım Armin. Kadınlar dünya üzerindeki en değerli varlıktır.” Derin bir nefes alarak elimi sıkıca kavrayarak sakince öptü. “Bu yaşıma kadar çok kadın tanıdım. Hepsini dinledim hepsini anlamaya çalıştım, anladım da… Ama sendeki bu bakışı gördüğüm ve tattığım her saniye bildiklerimi unutuyorum. Günden güne de değil, saniyeden saniyeye vuruluyorum sana Armin…”
Dudaklarımda buruk bir gülümseme oluştu. Yanağını okşayarak gözlerine baktığımda, yüzümüze vuran yeşil ışık kornaları beraberinde getirmişti.
Yolculuğumuzun devamı sessiz geçmişti ama kasıklarımda hissettiğim keskin ağrılar devamlı yüzümün buruşmasına vesile oluyordu. Alnım hafif nemlenmişti. Elimin tersiyle silmeme rağmen pek de etki etmemiş gibi gözüküyordu.
“Bebeğim, neyin var senin?” Göktuğ park ettiği araçtan inerek benim tarafıma dolandığında hızlıca kapıyı açtı. Yüzüm buruşurken derin bir nefes alarak gözlerine baktım. “Acıktım ya ondan muhtemelen, kötü hissettim kendimi.”
Göktuğ beni yavaşça yere çekerken yüksek cipten inerek yemek yiyeceğimiz mekâna el ele ilerlemeye başladık. Siparişlerimi verip sakince beklemeye başladık ama ben pek de beklemiyordum sanırım.
“Sen bence hasta olmuşsun hayatım, alnın terliyor baksana.” Göktuğ sandalyesini yanıma getirdiğinde beni kolumdan çekerek omzuna yasladı. Gözlerim yorgunlukla kapanırken, “Tek yapmak istediğim şey sadece uyumak aslında. Hiçbir şeyi umursamadan günlerce uyumak hatta…” dedim sakince.
“Tamam hadi kalkalım.” Göktuğ beni hızlıca kaldırırken kaşlarım çatıldı. “Nereye ya?”
Göktuğ beni duymazdan gelerek kasaya yüklü bir para bıraktığında dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. “Daha hiçbir şey yememiştik ne diye koydun o kadar parayı?”
Saçlarını düzelterek dışarı çıktığında, haliyle peşinden bende sürükleniyor gibi bir şeyler yaşıyordum.
“Sipariş vermiştik, uğraşıyorlardı sonuçta hakları.” Omuz silkerek beni amaya bindirdiğinde her şey o kadar hızlı gerçekleşmişti ki hızına ben bile yetişememiştim. Cip yolları jilet misali yararken bir elim kasıklarımda diğer elim alnımda boş bakışlarımla dışarıyı izliyordum. Gözlerim kapanırken başımı yavaşça arkaya yasladım.
“Hadi güzelim gel.”
Gözlerim sersemce aralandığında Göktuğ endişeyle beni kucakladı. “Hastaneye mi gitseydik acaba? Ne oldu böyle birdenbire anlamadım yavrum.” Söylenerek binaya girdiğinde ceplerimi karıştırarak anahtarı buldu. İçeriye geçtiğimizde, “Ağrı kesici istiyorum.” diyerek sitem ettim. Neden bir anda böyle olmuştum anlam verememiştim doğrusu.
“Tamam güzelim şimdi seni hemen yatırıyorum, beş dakikaya yanındayım.” Sırtım yatakla buluşurken, üzerimi sıkı sıkıya örttü. Yüzüm buruşurken endişeyle bana baktı. Ne yapacağını bilemez gibi afalladığında telefonunu çıkararak mutfağa gitti. Her ne kadar uzaklaşmış olsa da ne konuştuğunu duyabiliyordum. Hoparlöre aldığı telefondan ince bir kadın sesi eve yayılırken kaşlarım halsizce çatıldı.
Kadın’ın sesini bölen Göktuğ telaşla, “Anne karın ağrısı nasıl geçiyordu?” dediğinde hafifçe gülümsedim. Demek annesiydi… “Oğlum ne karın ağrısı? Bende halimi soracaksın sanmıştım oysa…” Kadının sitem içeren sesi gülmeme neden olurken, yatağa iyice sokularak gözlerimi yumdum.
“Anneciğim daha iki saat önce aradım ya ben seni… Hem sen bana cevap verecektin. Karın ağrısı nasıl geçer?” Göktuğ’unun çekmeceleri karıştırdığını duyabiliyordum ama o kadar konudan uzaktı ki ne yapacağını çekmece kurcalayarak arıyordu naif sevgilim.
“Karnın mı ağrıyor? Dedim ben sana o kadar takım elbiseyle dolaşıp durma diye!” Kadın telaşla konuşurken Göktuğ da en az onun kadar büyük bir telaşla, “Anne cevap verir misin yengemi mi arayayım?” dedi.
“Ay bırak ne yengesi be! Sıcak su torbası koy karnına, ağrı kesici içsene oğlum senelerce okul okuyan ben miydim Allah aşkına?” Kadın saniyeden saniyeye gülmeme neden olurken, gülüşlerim yastıkla buluşuyor boğuk bir sesle kulaklarım çarpıyordu.
“Geçer mi onları yapınca yani? Karnını mı ovsam sence? Ne yapmam lazım annem, yardım mı etsen az?” Göktuğ neredeyse üç yaşında çocuk gibi olduğu yerde tepiniyordu sanırım. Cüssesine baya uyan hareketlerine şen bir kahkaha attığımda bedenim yanıyor gibi hissediyordum.
“Bir saniye bir saniye…” Kadın imayla gülmeye başladığında olayın ince kısmını yakalamıştı sanırım. “Karnını mı ovsam derken? Oğlum! İkinci gelin mi geliyor bana yoksa?!”
Göktuğ huysuzca, “Anneciğim karın ağrısı diyorum, ne geçirir diyorum?” diyerek ocağa bir şeyler bıraktı.
“Sıcak suyu koy sen, ısınınca torbaya döküver. Hem sen bir sakin olsana bakayım, ne bu celal? Kimmiş bu kız? Şoklardayım şu anda bir tanem! Ay Allah’ım şükürler olsun oğlum evde kalmadı!” Kadının keyifli sesini bozan Göktuğ, bir o kadar inatçıydı. “Ne evde kalması anne? Gök yirmi ikisinde evlenince sorun bende mi oluyor? Sanırsın elli yaşıma girdim…” Suyu ocağa koyarken hafif bir sinir basmıştı vesselam. Çıkan sesler oldukça sert ve toktu çünkü…
“Göktuğ…” dedi uyarır gibi. Hemen ardından, “Karşında kadın var anneciğim, neler oluyor?” dedi naifçe. Göktuğ oflayarak, “Sesim sert çıktıysa özür dilerim anne paniklediğim için oldu.” diyerek mırıldandı.
“O kadar oldu diyorsun yani? Ateş bacayı sarmış, evi kül etmiş herhalde… Bende tam Hakkâri’ye gelmek istiyordum nokta atışı oldu bak.”
Göktuğ güldü. “Biletini alırım ne zaman istersen…” Konuşma naifçe devam ederken su kaynamış olacak ki arama sonlanmıştı. Su torbasını nerden bulduğunu asla bilmiyordum ama çoktan yanıma gelmişti bile.
Gözlerimi açmadan boylu boyunca uzanmaya devam ederken, elinin alnımda gezdiğini hissettim. Üzerimi yavaşça açarak karnımın üzerine su torbasını bıraktığında yavaşça gülümsedim. “Ne o, endişelendin mi yoksa?” Göktuğ ilk defa gördüğüm huysuz tarafıyla, “Elbette endişelendim, biraz kötü gözüküyorsun… Hasta olmak bakımından yani, yanlış anlama güzelim.” dedi hızlıca.
Gözlerimi açarak yüzüne baktığımda, telaştan kızaran yanaklarına kıkırdadım. Elim yüzüne giderken, “Şu an ne istiyorum biliyor musun?” diyerek fısıldadım.
Yavaşça gülümsedi. “Ne istiyorsun yavrum?”
Kolundan bir anda çekerek yanıma devirdiğim adam bana şaşkınlıkla bakarken şen bir kahkaha atarak göğsüne sokuldum. “Şöyle sıkı sıkıya sarılarak sakince uyumak. Ne ona buna ne olmuş diye düşünmek ne de geçmişe kafa yormak aklımdan bile geçmiyor. Sadece ilk defa huzurla uyumak istiyorum.”
Göktuğ beni hafifçe itekleyerek üzerindekileri çıkardığında, üstü tamamen çıplak kaldı. Kaslı göğsü, benim timle yarışacak derecede göz alıcıydı.
Göktuğ beni sıkıca göğsüne çektiğinde, dudaklarını saçlarıma bastırdı. Eli kasıklarıma giderken istemsizce kasılan bedenime bakarak gözlerini kıstı. “Bence de sadece uyumalıyız.” Gülerek göğsüne vurduğumda beni daha da sıkı sarmalayarak, kasıklarımdaki elini yavaşça hareketlendirmeye başladı. Su torbası elinin altına kalırken o halinden memnun gibi büyük eliyle kasıklarıma daireler çizmekle meşguldü.
Gözlerim ağrılarıma ve yorgunluğuma daha fazla direnemezken yavaşça kapandı. Göğsüne iyice sokulduğum adamın erkeksi kokusu burnuma dolarken daha çok mayıştığımı hissettim.
“Çok güzelsin, bakarken kirpiklerimin yerle yeksan olacağı kadar…”
KURTULUŞ
“Yirmi yedi, yirmi sekiz, yirmi dokuz…” Yanımdan gelen kısık ses kirpiklerimin titreyerek ayrılmasına neden olurken, elalarım yavaşça aydınlandı. Komidinin üzerindeki gece lambası odayı sarımtırak bir füzeyle aydınlatıyordu.
Göğsünde yattığım adam, işaret parmağını yanağımda gezdirirken bakışlarındaki ciddiyet ile yavaşça gülümsedim. “Neyi sayıyorsun?” Uyku sersemi kısık sesim öksürmeme neden oldu.
Bakışları gözlerime kaydığında bana doğru eğilerek alnıma ufak bir öpücük bıraktı. Dudaklarında hoş gülümsemesiyle beraber, “Çillerin varmış ve bunu yeni fark ediyorum…” diyerek üzgünce mırıldandı.
Kaşlarım çatılırken alayla güldüm. “Çillerim mi varmış?”
Göktuğ benim gibi hafifçe kaşlarını çattığında, telefonun kamerasını açarak yanaklarıma yaklaştırdı. “Baksana çok belli değil ama oldukça sıklar.” Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken başımı ağırca iki yana salladım. “İyi de ben bunları hiç görmedim.”
Göktuğ gülmeye başladığında şaşkın halimden yararlanarak fotoğrafımı çekti. “Ya çok kötü çıktım ne yaptın?!” Kaşlarım havalanmış, merakla yüzüne bakarken omuz silkerek telefonunu kenara attı.
Eli yanağıma giderken, “Çok güzeller.” diyerek füsunlu bir sesle konuştu.
Kasıklarımdaki ağrı hafiflemiş ama gitmemişti. Şu anda saat kaçtı bilmiyordum ama hiç kalkasım yoktu.
“Uyumak istiyorum!” Başımı göğsüne gömerek boğuk bir sesle mırıldandığımda, kasılan bedenine güldüm.
Göğsünün üzerine şiddetli bir öpücük bıraktığımda, “Armin.” diyen baskıcı sesi ile dudaklarım büzüldü.
“Saat kaç?”
Göktuğ komidinin üzerine bıraktığı kol saatine baktı. “Akşam oldu çoktan, saat sekiz buçuğa geliyor.”
O zaman uyumaya devam etmeliydik! Gözlerimi sıkıca kapatmış uykuya dalacakken, sahura kaldıran davulcu misali bağıran telefonumun zil sesi ile yüzüm buruştu. Göktuğ hareketlendiğinde telefonumu alarak bana uzattı.
İstemsizce telefonumu aldığımda arayana bakmadan açtım. “Ne var lan akşam akşam?!” Karşı tarafta oluşan sessizlikle içimi saran korku Miralay’ın aramamış olmasını diliyordu.
“Komutanım kusura bakmayın rahatsız ettim.” Emir’in yorgun ve kırık çıkan sesiyle kaşlarım çatılırken yattığım yerden doğrularak onu dinlemeye başladım.
“Bir sorun mu var?” Tedirgindi sesim. Sıkılmıştım artık diken üstünde yürümekten.
“Komutanım ben albaydan izin aldım ama size de haber vereyim dedim. Ben şu anda yoldayım, Ankara’ya annemin yanına gidiyorum. Doktoru ile konuşup tedaviyi hızlandıracağız… Eğer kuşlar yuvadan uçacak gibi olursa siz bana söyleyin ben yemlerini hazırlarım.” Yavaşça yutkunduğumda içimdeki mazi canlandı. “Emir,” dedim kırık çıkan sesimle. “Ona bir şey olmayacak tamam mı? Her zaman çok güçlüydü her zaman dimdik ayaktaydı… Gene öyle olacak aslanım, sen sakin kalmayı dene olur mu? Hem istersen bende geleyim, gerçi çıkmışsın ama arkandan gelebilirim…”
Emir dilini damağına vurdu. “Sağ olun Komutanım ama gerek yok, sanırım biraz baş başa kalmamız gerekiyor.”
Alt dudağımı dişlediğimde derin bir iç çektim. “Haber bekliyorum o zaman, uykun gelince de kenara çek bak! Gözlerin dalıyor sonra uğraştırma bizi…” Emir gülmeye başladığında sakince, “Emredersiniz Komutanım birkaç güne görüşürüz.” deyip telefonu kapattı.
Göktuğ çıplak kollarını belime sardığında yavaşça uzandım. Hiçbir şey sormadı. Hiçbir şey anlatmadım. Renklerine asla bir sıfat bulamadığım gözlerinin derinliklerinde kaybolurken, karanlığın beni içine çektiğini hissettim.
KURTULUŞ
En son onun kollarındaydım. En son kavramının üzerinden ise bir hafta geçmişti… Gözlerimdeki hırs gözyaşları sicim sicim yanaklarıma akarken karşımda ellinciye dönen videonun acı çığlıkları yüreğimi milliyordu.
Masaların üzerindeki her şeyi kollarımla yere süpürürken kırılan parçalar zemine saçıldı.
“Bıktım artık yeter!” Çığlıklarım odanın içerisine mahkumken karşımdaki videoyu bir kere daha izlemeye cesaretim kalmamıştı.
Pislikten gözükmeyen odanın ortasında, altında yalnızca iç çamaşırıyla oturtulmuş askerimin bedenindeki yaralar kendi derisinin üzerini boyamıştı. Her yerinde ayrı bir yara vardı. Kollarındaki kesiklerden akan kanlar kurumuş, kesiklerin etrafı morarıp, yeşillenmeye yüz tutmuştu.
Artık dayanacak gücünün olmadığını ağzından çıkan kısık iniltilerden anlayabiliyordum.
Karşısındaki kansız, kitapsız, “Senin komutanın kimdir, söyle hele?” derken diğer yandan bedenine bastırdığı kızgın demirin bıraktığı yere bakıyordu. Yorulmadı. Isıttı ısıttı geri bastı. Bedeninde normal bir deriden eser kalmayan askerimin her zerresine kızgın demiri bastırdı. Yerde iki büklüm kalan askerimin ellerindeki zincirler odada yanı uyandırırken, “Ben sen miyim vatanımı satayım?” diyerek zorla konuştu.
Demiri boynuna yaklaştırarak sertçe bastırdığında benimle eş zamanda çıkan çığlığı odada yankılandı. Askerim yerde kıvranıyor, dudaklarını birbirine bastırmasına rağmen acı çığlıkları odada yankılanıyordu. Video oynamaya devam etti. İlerleyen saniyelerde pek çok gün atlandı. Hepsinde daha da çöken askerimin görüntüleri karşıma geldi. Çığlıklarım odada yayılırken canım ondan daha çok yanamasa da yüreğim yangın yeriydi.
Elime aldığım cam kalemliği sertçe ekrana fırlattığımda, ekran aniden karararak görüntüyü dondurdu. Oda kararmıştı. Çığlıklarımla baş başa kalırken halsizce yere düştüm. Bir haftadır elime gelen her görüntü, bir seneden derlenilen görüntülere aitti. Bir senedir yaptıkları her işkenceyi kayıt altına alan şerefsizler, kırmızı bültenle aransa dahi bulamadığımız bir örgütün pislikleriydi.
Bir hafta önce gece yarısı elime aniden düşen haber ile zor ayaklandığımı hatırlıyordum. Tugaya nasıl geldiğimi bir ben bir de Allah bilirdi.
O kadar pislik bir dünyada yaşıyorduk ki! Birileri ölmesin diye savaşan yiğitlerimin, işkence anlarını izlemek keşke orada ben olsaydım diye feryat edilebilecek kadar kötü bir durumdu.
Şu anda istihbarat odasının kapısı kırılmak suretiyle çalınıyordu. Dün gece izlediğin görüntülere dayanamayacağımı anladığım an herkesi odadan kovmuştum. Neredeyse on saati aşkındır ekranda dönen video kaydı içimdeki hırsı şiddetlendiriyordu.
Öyle bir ağladım ki; alnımdaki, boynumdaki, göğüs kafesimin üzerindeki damarlar patlayacak raddede şişti. Boynumun felç geçirmesine az kalmıştı sanırım, kendimi sıkmaktan kıpkırmızı olduğuma emindim çünkü.
Benimkiler askerimi almaya gitmiş, onlara ek olarak da Yiğitler ve Komando timi de göreve eşlik etmişlerdi. Hiç kimse yoktu yanımda. Ne gidenlerden haber alıyordum ne de tugayda olanlardan…
Yüzümü sündüre sündüre bir hâl kaldığım kazağıma sildiğimde akan burnumu çekerek yüz ifademi toparlamaya çalıştım. Kapının arkasına çektiğim dolabı kenara ittiğimde, kilidi açarak dışarı çıktım. Çağla ve Erdem ikilisi endişeyle bana bakarken, o kadar ruhsuzdum ki şu anda onlar bile bakışlarımdan korkmuşlardı. Omuzlarım dikti. Bakışlarım sert. Armin’dim işte. Duygusuz ve ruhsuz olmak zorunda olan Armin.
İkisinin de yanından hızlıca geçtiğimde, attığım her adımda yer korkuyla sarsılıyor gibiydi. Yeni keşfettiğim bir yer vardı. Zemin katın altında yer alan, şimdiye kadarki bütün görevlerin işlenildiği ve dosyaların saklandığı oda… Hiç tereddüt etmeden odanın önüne geldiğimde içeriye nasıl gireceğim hakkında bir fikrim yoktu çünkü odaya girebilen yalnızca üç kişi vardı. Boz, Miralay ve Yarbay.
Odanın sol üst köşesindeki kameranın ışıkları yanıp sönmeye başladığında, sert bakışlarımı tam kameranın ortasına diktim. Kameranın kırmızı ışıkları yüzümü tararken bir an olsun geri adım atmadım. Bir anda duvara yansıyan el yazısına benzer yazıda, büyük harflerle, B O Z yazdığında kaşlarım hafifçe çatıldı. Korunaklı kapının kilitleri bir bir açılmaya başlandığında dudaklarımdaki hafif tebessüm bütün yüzüme yayıldı.
Boz her ne kadar soğuk ve ciddi dursa da bu vatan için her şeyi yapacağından şüphem yoktu.
Aralanan kapıdan içeriye girdiğimde odanın beklediğimden de büyük olduğunu gördüm. Duvarları boydan boya saran mavi, kırmızı dosyaların içinde büyük yaşanmışlıklar vardı.
Hızlıca kapıyı kapattığımda odanın tam ortasında durarak etrafıma bakındım. Örgütün adını yeni öğrenmiştim ve olmayan kanlarını ağızlarından ve burunlarından son damlasına kadar özenle alacaktım. Raflardan indirmeye başladığım dosyaları ortadaki ahşap masaya yığdığımda, masa gıcırdayarak sallandı. İlk örgütün dosyasını açtığımda karşıma çıkan pislik, askerimi döven kişiydi. Hejar denilen esmerlerin yüz karası, kırmızı bültenle aranılan teröristlerin en başında yer alıyordu.
Hejar’ın fotoğrafını kapının yanındaki mantar panonun en üstene astığımda dosyalardan çıkardığım yeni yüzlerde onun altında devamlılığını sürdürdü.
Hejar, dosyalardan okuduğuma göre her şeyin en üstündeydi. Hepsinin karşısında titrediği ve ölesiye korktukları puşt, sağ salim elimize almamız gereken en önemli kişiydi.
Hejar’ın hemen altında, Ejder ve Kobra yer alıyordu. Ejderin altında ayrılan oklar panoya sığmazken birçok noktada ortak kişiler Kobrayla Ejder’in arasında kalıyordu. Elime aldığım kırmızı ipi, iğnelerin etrafından fotoğrafların üzerlerine atlatıyordum. Bütün hepsi birbirinin kuklası gibiydi. Hepsi birbirinden iğrenç olaylara bulaşmış, ellerindeki kandan kendi benliklerini kaybetmişlerdi.
Aradan saatler geçti. Dosyaların arasında sinirle dört dönerken, karşımdaki panodan duvara taşan iğrenç silüetlerle karşı karşıya kaldım.
Seneler önceki görevlerimin ve anıların aklıma doluştuğu saniyelerde bakışlarım panodaydı. Sanki zehirli sarmaşık hepsinin boğazında düğümler oluşturmuş gibi git gide karışıyordu. Elimdeki dosyadan okuduğum bilgiler, panodaki birbirine bağlanan simalar zihnimde büyürken bir anda aydınlanmış gibi elim ayağım boşaldı. Senelerdir aranan, kodlarına kod eklenen kansızların en başındaki kişinin Hejan değil göreve ilk adım attığım zaman esir düştüğüm yerdeki soysuz olduğunu anladım. Dosya şiddetle yere düşerken, sayfalarının arasından çıkan fotoğraf karesi ile bakışlarım donuklaştı. Oydu işte. Daha ne olduğunu anlamama vakit kalmadan elimi kolumu bağlayan pislik.
Mazinin zehirli sarmaşıkları bedenimi sarmaya tescillenmişken, bakışlarım yerdeki fotoğraf karesinde kilitlendi.
Rojhad.
Bir bölümü daha bititrdik...
Yıldoşum? Artık yaralı bir kuş...
Göktuğ'un her daim Armin'in arkasında durması?
Hasta ziyareti?
Ertuğrul'da bir haller mi var, hm?
Göktuğ'un Armin'İ kötü görünce annesine sorular sorması? (Yazarken Göktuğ 5 yaşında bir çocuğa dönüştü gözümde:)
"Çillerin varmış..."
Sanırım artık bir odamız var...
Armin'in odaya girişi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Genel olarak bölüm nasıldı, beğendiniz mi ballarım?
Salı gününe denk gelen 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'mızı şimdiden canı gönülden kutluyorum!
Haftaya Cumartesi 32.Bölümde görüşmek üzere canlar, kendinize dikkat edin.
26.10.2024
Sevgilerle, Duru TAŞKULAK
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 27.86k Okunma |
2.26k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |