34. Bölüm

34.BÖLÜM- TAN'IN KURT'A EVRİLDİĞİ SAHNE

Duru Taşkulak
durutaskulakk_

Ayın on altıları...

Canlarım, ballarım, aşklarım ben geldim!

Bu sefer ÖBB evrenine epey zıt kalacak, ağzı kulaklara vardıarack bir bölümle geldim...

Gelecek bölümlerden ve diğer kurgulardan haberdar olmak için sosyal medyada buluşalım.

Kendi hesabım: durukurtk

Kitap hesabımız: olumlebasbasaaofficiall

Bölüme geçmedne önce yıldıza basmayı ve satır arası yorumlarınızı bana sunmayı ihmal etmeyin lütfen!

Keyfili okumalar, bol tebessümler :)))

 

Bölüm Şarkıları,

Ayşegül Aldinç, Gökhan Türkmen- Durum Leyla

Dolu Kadehi Ters Tut- Dilerim Ki

Ero- Kontrol

Kolpa- Beni Aşka İnandır

Ozbi- Dünya'm

Ozbi- Geceyi Anlatmış

Yalın- Ben Bilmem

Yalın- Halbuki

Yalın- Her şey Sensin

Zakkum- Seni Rastgele Sevmedim

Sena Şener- Teni Tenime

 

 

34.BÖLÜM TAN’IN KURT’A EVRİLDİĞİ SAHNE

 

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim;

Yeryüzünde yer beğen:

Nereye dikilmek istersen, söyle seni oraya dikeyim…

Havanın şiddeti onu da mı etkilemişti yoksa intikam duygusunun harlanması yüzünden mi bu denli şiddetli gürlüyordu?

Karşımda dalgalanan kan kırmızısı bayrağın her zerrine kurban olabilecek potansiyelle sağlam adımlar atıyordum.

Onun karşısında titremek değil, dik durmak ve intikamla harmanlanmak gerekirdi.

 

KURTULUŞ

İçimdeki beyaz, boğazlı kazağın yakasını düzelttiğimde altımdaki bol, gri kumaş pantolonun belini çektim. Kazağımın üzerinde kısa bir blazer ceket, altımda ise ceketime uyumlu kumaş pantolonum vardı. Ayaklarıma geçirdiğimde yüksek taban kadife, gri topuklular ile aynaya doğru eğildim. Düz saçlarım omuzlarıma dökülmüş, ela gözlerim eskisine nazaran daha canlıydı bir görünüm kazanmıştı.

Ankara’daydım. Her ne kadar ameliyat olmamın üzerinden yalnızca dört gün geçse de evde ancak iki gün durabilmiştim. Çalışmam lazımdı. Alacağım belgeler için o kadar gurur ve heyecan doluydum ki bu duyguyu anlatamazdım bile…

“Sevgili sevgilim hazır mı-“ Banyodan çıkan Göktuğ eli ensesinde dona kalırken dudakları şaşkınlıkla aralandı. “Yavrum ne yaptın?” Gülerek saçlarımı düzelttim. Cilveli bir tavırla, “Bordo rujumda sona kalsın dedim.” Diyerek minik çantamdan çıkardığım ruju dudaklarıma yedirdim.

“Ne gerek vardı bu kadar süslenmene?” arkamdan söylenerek geçtiğinde üzerine giydiği siyah gömleğini pantolonunun içine soktu. Kemerini belinden geçirerek kapattığında, ceketini giyinerek kol düğmelerini yerlerine geçirmekten eksik kalmadı.

Burun kıvırarak, “Bana diyene bak. Sanırsın düğüne gidiyor… kol düğmelerine kadar getirmişsin.” Dedim.

Aslında planda yalnızca ben vardım ama Göktuğ sağ olsun asla yanımdan ayrılmamaya yemin etmiş gibi bütün randevularını iptal ederek benimle gelmişti. Sadece dosyayı alıp dönecektim aslında ne gerek vardı bunca hazırlığa?

“Tamam, tamam demedik bir şey. Bir an önce çıkalım artık, yoksa yarın akşama anca gideriz Hakkâri’ye.” Geldiğimizden beri söylene söylene bir hâl olmuştu. Neydi bu garip tavırları pek anlam veremiyordum ama çok da umurumda değildi açıkçası. Operasyon fikrim kabul edilmişti, var mıydı daha ötesi?

Ağrılarım devam ediyordu. Dikişlerim hâlâ benimle yaşıyor, ani hareketlerime karşılık pençelerini çıkarıyordu.

“Hayatım hadisene yahu.” Göktuğ gömleğinin yakalarını düzelterek bana baktığında oflayarak cüzdanlarımı cebime attım. Belimdeki silahımı iyice aşağı ittiğimde gözükmesini engelleyerek dışarı çıktım. Otelin geniş koridorlarında yürürken, elimi kavrayan elin varlığına şükrettim.

Otelden çıkarak cipe geçiş yaptığımızda gideceğimiz yer, Anıtkabirdi! İçimdeki heyecana eklenen, Atama uğrayacak olmanın verdiği gurur hafiften üşümeme neden oluyordu.

“Seninkilerle konuştun mu hiç?” Göktuğ garipçe bana bakarken anlamamış gibi kaşlarımı çattım.

“Kurtuluş mu?” Başını salladı. Anlamsızca yüzümü buruşturdum. “Hayır, evden çıkmadan önce gideceğine dair Yıldırım ile konuştum sadece o kadar.” Göktuğ başını belli belirsiz salladığında iki gündür garip hallerine anlam veremiyordum. Neler oluyordu böyle?

Otel Anıtkabir’in neredeyse dibinde olduğundan beş dakika içerisinde gelmiştik. Cipi park eder etmez araçtan indiğimizde el ele aslanlı yola giriş yapmıştık. Bakışlarım zemindeyken, bir tek Atamın seyrinde başımı eğebileceğimi anladım. Bir tek onun önünde düşebileceğimi bir tek onun sözlerinde titreyebileceğimi anladım…

Büyük liderdi o.

Mustafa Kemal Atatürk!

Aslanlı yolu ne kadar uzatabilirsem o kadar uzatmıştım sanırım. Sanki attığım adımlar küçülüyor, yol git gide uzuyordu. Aslanlı yolun sonundaki ufak merdivenli çıktığımızda karşımızda kalan geniş alana buruk gözlerle baktım. Kabrin önündeki devasa bayrak içimi titretirken, yaklaşmaya cesaretim kalmamıştı adeta.

Kalbimi sıkıştıran ağrı bedenimi yeterince titretiyordu.

Göktuğ ile beraber yürümeye başladığımızda, koskoca yerde tek başımızaydık. Etraf boştu. Belki de sabahın erken saatleri olduğundandı…

Elim Göktuğ’unun elinden yavaşça ayrıldığında, tek başıma olduğumdan yerden iki adım uzaklaştım. Kabrin önündeki bayrağın dalgalanmaları şiddetlendi. Ağırca yutkunduğumda içimden bir şeylerin kopup gittiğini hissettim.

Nasılda özel bir histi, karşısında bu denli dizlerin çözülmesi. Sanki ayakta zor duruyor gibi hissetmiştim. Yaşadığım onlarca şiddet onlarca aşağılama bile bu kadar derine çekememişti benliğimi.

“Armin.”

Arkamda kalan adamın hafif mırıldanmasını duyduğumda dönüp ona bakmadım. Gözlerim biraz dolmuştu sanırım. Atamın huzurda olmak işte bu denli özel ve kalp sızlatan cinstendi.

Seneler evvel buraya ilk adımımı attığımda yalnız başımaydım. Etrafımın kalabalıklığına rağmen tek başıma adımlamıştım buraya. O zamanlar omuzlarım çökük, duruşum kamburdu. Şu anki dik duruşum ve keskin bakışlarım eser yoktu kısacası.

‘O yüce bir dağa benzer. Eteğinde yaşayanlar bu yüceliği fark edemezler. Bu dağın azametini kavrayabilmek için; O’na daha uzaktan bakmak gerekir.’

Adımlarım ağır ağır geriye düştüğünde, ne kadar uzaklaşırsam uzaklaşayım kabrin büyüklüğü asla küçülmüyordu. Küçülmeyecekti de…

Bugün bu topraklar üzerinde dimdik durabiliyor, mesleğime sıkıca sarılabiliyorsam Ata’mın sayesindeydi. O’nun izinden gitmiştim. Şu an nasıl, anlı şanlı bir Türk askeriysem bütün her şeyi Ata’ma borçluydum.

Kabrin önündeki bayrak şiddetle sarsıldı. Soğuktan hafif dolan gözlerimi kıstığımda, bayrak kabrin uzun sütunlarına çarparak canlılığını gösterdi.

“Sevgilim.”

Bileğimi kavrayan el ile bakışlarım bayraktan ayrıldığında, elalarım ağırca yanıma döndü. Gördüğüm manzarayla bakışlarım donarken dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.

“Bu anı çok düşündüm… belki çok pahalı bir restoran belki sade ve şık bir mekân belki de doğayla iç içe bir ev… aklıma onlarca düşünce girdi. Çok ama çok düşündüm. Sonra fark ettim ki, bu anı yalnızca Atanın önünde sana sunabilirmişim sevgilim.”

Duyduklarım sağır olmuşum gibi zihnimi çınlatırken olduğum yerde durmaktan başka bir şey yapamadım.

Göktuğ elindeki siyah, kafiye kutuyu açarak yavaşça yere çöktü. Elim şaşkınlıkla dudaklarıma kapanırken kesik nefesler almak dışında başka bir şey yapamadım.

“Sana soruyorum Armin. Ata’mın huzurunda sana soruyorum… içindeki çocuk Mihri’ye sevgiyi, yetişkin Armin’e mutluluğun ne demek olduğunu öğretmeme izin verir misin? Sen Armin, hayatını hayatım yapıp, benimle evlenir misin?”

Dudaklarımın arasından bir inleme koptuğunda ne olduğuna anlam veremeden bir bağırış duydum.

“Komutanım! Evet desene! Evet desene! Evet desene! Evet desene!”

Bir anda etrafımı saran Kurtuluş üyelerine şokla bakakalırken, ritmi eş olan alkışlar ve gür cümleler kulaklarıma doldu.

“Evet desene! Evet desene!”

Hepsi yüzlerinde geniş bir gülümsemeyle ikimize bakarken, alkışlar ve bağırışlar birbirini kovalıyordu. Evet desene tezahüratları artarken dudaklarımı dişleyerek dolan gözlerimi Ata’mın gözlerinden esinlenilen maviliğe çevirdim.

Şaşkınlığımı bir kenara atarak Göktuğ’a döndüm. Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. Ki öyle de olmuştu…

“Evet! Evet! Evet Göktuğ evet!” gülmek ve ağlamak arasında kalmış gibi yüzüm değişik bir hâl alırken titreyen elimi ağırca öne uzattım.

Göktuğ ışıldayan gözlerini yüzüme dikerek genişçe tebessüm etti. Yüzüğü kutudan çıkararak yüzün parmağıma yerleştirdiğinde şen bir kahkaha attım.

Göktuğ yüzünü parmağıma takarak elimi sıkıca kavradığında hızlıca ayaklandı. Etraftan alkış sesleri yükselirken, Göktuğ sıkıca belime sarılmış ve bedenimi havalandırmıştı. Ayaklarım yerden kesilirken dönmeye başlayan bedenlerimiz ile ensesine sıkıca sarılarak şen bir kahkaha patlattım.

“Sevgilim…” mırıldanmamı yalnızca o duyarken, elalarımdan akan tuzlu bir yaş koyu kumral saçlarına düştü.

“Her şey için ama en çokta varlığın için teşekkür ederim bir tanem.” Göktuğ ensemi kavrayarak kulağıma fısıldadığında, boynuma değen dudakları ile genişçe tebessüm ettim.

“Bravo!”

Alkışlar ve ıslıklar git gide yükselirken susmalarını istediğimden kabri işaret ettim. Herkes alkışı ve bağırışı keserken yavaşça yere indim.

“İnanmıyorum size…”

Sesim hâlâ şokun etkisindeyken elim hızla çarpan kalbimin üzerine gitti.

Tarih, 25 Mart 2021…

Kalbim çoktan onun kalbine varmıştı. Ama bu tarih, kalplerimizin bir araya gelmesine vesile olan tarihti…

Ona olan aşkım ne stabil kalırdır ne de azalırdı. Aldığım nefesi verene kadar içimdeki aşk harmanlanıyordu. Seviyordum. Dediğim gibi, delicesine…

“Ne ara konuştunuz, ayrıca nasıl izin aldınız siz?” şaşkınlıkla etrafımdaki adamlara baktığımda, Barkının bile çukurlarının en derini boyladığını görmüştüm.

Göktuğ arkamdan kollarını belime sardığında, çenesini omzuna yasladı. “Zaten aklımdaydı, Kalender ile konuşunca devamını o halletti.” Kalender’e baktığımda, içtenlikle gülümsedi.

Bakışlarım sağ yüzük parmağımı tam kavrayan yüzüğe düştüğünde, irislerim titredi. Baget kesim, kare yüzük çok kaba değildi. Parmağımı tam ortalamış ve olması gereken büyüklükteydi. Parıldayan taşlar içimi kıpırdatırken, ellerimi karnıma duran adamın eline indirdim.

“Çok güzel gözüküyor.”

Göktuğ çenesini sağa sola oynatarak, “Senin kadar olmasa da en güzelini seçmeye çalıştım.” Dedi sakince. Oflayarak güldüğümde, herkes bana ayak uydurmuştu. Hepsinin üzerinde siyah bir takım, içlerinde ise jilet gibi beyaz bir gömlek vardı. Anlaştıkları o kadar belliydi ki…

“Hepinize çok teşekkür ederim, ne diyeceğimi bile bilmiyorum.” Ellerimi yüzüme savurarak kısık bir sesle konuştuğumda Ertuğrul’un bana döndüğünü gördüm.

İçten bir sesle, “Hayırlı olsun komutanım.” Dedi.

Başımı ağırca Göktuğ’a çevirdim. “Evrakları almamız gerekiyordu.” Göktuğ gülerek benden uzaklaştığında, ellerime temas eden nesne ile irkildim. Yıldırım elindeki kalın pembe evrakları bana uzatmış, genişçe tebessüm ediyordu.

Derin bir nefes aldım. “Cidden inanmıyorum size.”

Tekin elini ensesine atarak, “Komutanım izni alana kadar göbeğimiz çatladı. Albay iki gündür bütün işleri bize yıktı resmen.” Dedi yorgunca bir nefes vererek.

Kalender Tekin’in ensesindeki eline vurarak yüzünü buruşturdu. “Boş yapma. Geldik işte, ne kadar çok konuşuyorsun sen bu aralar.” İkisi arasında ufak bir gerilim hattı oluşmuştu ama bunu önemsemeden yanımda sessizce gülümsememi izleyen Emir’e döndüm. Emir sanki bu içten hallerime hasret kalmış gibi izliyordu çehremi. “Her şey daha güzel olsun komutanım, her zaman yanınızdayız ama bizsiz de çok mutlu olun.”

Sanırım hepsi burada olmasaydı hüngür hüngür ağlama safhasına geçiş yapabilirdim. Şu anda o kadar mutluydum ki, mutluluktan ağlamak istiyordum.

“Aa bir de ağlayın isterseniz! Hadi gelin fotoğraf zamanı!” Yıldırım telefonunu çıkararak Kalender ve Tekin’i iyice sıkıştırdı. Herkes birbirine yapışmış garipçe kameraya bakarken hiçbirini umursamadan sağ elimi havaya kaldırdım. Genişçe gülümsediğimde yüzümüze patlayan flaş ile kalbim çarptı.

Öz çekimler birbirini kovalarken, Yıldırım’ın mükemmel pozlarını uygulamaya çalışıyorduk. Nihayet istediğini elde etmiş gibi, “Komutanım ikinizi de çekelim.” Dediğinde ikimizi de kabrin tam ortasına çekti. Kabrin merdivenlerinin beş altı adım önünde durmuş kameraya bakarken, yavaşça elimi kaldırdım. Dudaklarımda belli belirsiz bir tebessüm vardı.

“Göktuğ tatlım biraz yaklaşsan mı acaba? Hadi bugünlük iznin var ama sadece bugünlük! Daha istemeye gelmediniz sonuçta…” Yıldırım dedikoducu teyze modunu açmış Göktuğ’u yanıma iteklerken Barkından gelen kıkırtıyı duymuştum.

Göktuğ arkama geçerek belime sarıldığında, başını omzumun hizasına getirerek yüzüme baktı. Sağ elim hâlâ havadayken, başımı Göktuğ’unun zıddına olacak şekilde eğerek gülümsedim. “Of çok romantik oldu. Ayrılın ya! Damat çık sen kenara!” Yıldırım telefonunu Tekin’in eline atarcasına bıraktığında Göktuğ’u iterek yanıma geldi.

Sağ elimin bileğini kavradığında, ağzını beş karış açarak boşta kalan eliyle yüzüğümü işaret etti. Tekin karşısında mal varmış gibi ağzı açık Yıldırım’a bakarken, Yıldırım ağzını bozmadan genzinden doğru boğukça konuştu. “Çeksene oğlum, poz veriyoruz.”

“Lan mal mısın? Gerçi bu da soru… çık kenara Göktuğ ile çekinsinler işte, salak salak iş yapma.” Tekin sinirle Yıldırım’a bakarken Yıldırım pozunu bozmadı. Kalender telefonu alarak Yıldırım’ın harika ötesi pozunu çekti. “Hadi çık, baksana çektim.”

Göktuğ kibarlığını bozmamak adına kenardan Yıldırım’ı ağır bir tebessümle izliyordu. En son Ertuğrul bile dayanamamış gibi Yıldırım’ı kenara savuşturduğunda Göktuğ sakince yanıma geldi.

Bu sefer yan yanaydık. Göktuğ gene bir kolunu belime sarmış ama hafif bir tebessümle kameraya bakıyordu.

Yıldırım tam bize atılmışken Emir tarafından sertçe geriye çekildi.

“Ya bir bırak, poz göstereceğim!” Emir’in elinden kurtularak bana yaklaştığında kollarımı Göktuğ’un boynuna sardırarak başımı da göğüs hizasına yasladı. Yüzüğün takılı olduğu elimi, sanki çok önemli bir görevmiş gibi özenle Göktuğ’un ensesine yerleştirdiğinde, Göktuğ’unun sırtını geniş bir açıdan çekmişti.

Pozun amacını asla anlamamış olsam dahi gene de dediklerine ayak uydurmuştum.

Göktuğ’dan ayrılarak Yıldırım’ın üstün ısrarları sonucu öz çekimlerine katılmıştım. Bir ciddi durup ağır ağabey pozu kesiyor bir de sempatikçe gülümseyip kameraya bakıyordu.

Barkın arkamda kalan Göktuğ’a kısaca bakarak, “Komutanım biz eşyalarımızı otelden alalım siz de o sırada biraz konuşursunuz sonrada hep beraber çıkarız yola, olur mu?” dedi sert sesini biraz olsun kırarak.

Elalarımı hepsinin gözlerine değdirdiğimde, bakışlarımda içten bir mutluluk vardı. Bu mutlu anımda benimle oldukları için çok sevinmiştim gerçekten.

Barkın ne ara ona geçtiğini bilmediğim dosyaların onda olduğuna dair ufak bir harekette bulunduğunda başımı salladım.

“Hadi Yıldırım sen önden yürü kardeşim.” Tekin ve Emir Yıldırım’ın kollarına girerek önden giderken, Kalender yanımdan geçmeden önce omzumu sıvazlayarak sakince mırıldandı. “Her zaman mutlu ol Armin, bu mutluluğu en çok sen hak ediyorsun.” Genişçe gülümsediğimde aynı şekilde karşılık almıştım. Yıldırım’ın bizi yalnız bırakmamak adına çırpınışlarını duysam da Tekin ve Emir sağ olsun onu bırakmaya pek niyetli değillerdi.

Göktuğ’unun nefeslerine karışan gülme sesi ile bakışlarım bizden uzaklaşan adamlardan ayılarak onun büyüleyici gözlerine çevrildi.

“Sen şimdi evleniyor musun benimle?”

İki elimi de sıkıca kavradığında gözlerinin hafif kızardığını gördüm. Kaşlarım geniş gülümsemelerimden dolayı çatılırken, “Evleniyorum… Evleniyoruz Göktuğ.” Diyerek başımı salladım.

Göktuğ başını göğe çevirerek şen bir kahkaha attığında kısılan gözlerini bana çevirdi. “Yeni hayatına hazır mısın Armin Kurt?”

Bakışlarımı utançla kaçırdığımda, “Göktuğ…” diyerek mırıldandım.

Göktuğ derin bir nefes aldı. “Artık gitmeliyiz yoksa çok geçe kalacağız.”

Gözüm kolumdaki saate iliştiğinde, sabahın erken bir saati olduğunu elbette biliyordum ama Ankara ve Hakkâri arası çok uzak kalıyordu. O yüzden bir an önce yola çıkmalıydık.

“O zaman gidelim.” Başımı çıkışa doğru salladığımda, Göktuğ bakışlarını kabre dikti.

“Ziyaret etmeden olmaz tabii.” El ele kabrin merdivenleri bir bir çıktığımızda yavaş adımlar eşliğinde içeri girdik. Her detayı insanın kalbini sıkıca kasarken derin bir nefes almakla yetindim.

Göktuğ gömleğinin iç cebinden iki tane kırmızı karanfil çıkardığında birini bana uzattı. Bunları ne ara almıştı onu bile bilmiyordum. Mermer ile döşenmiş alana yaklaştığımızda, ellerimizdeki karanfilleri yavaşça bıraktık.

Bakışlarımız birbirimize dönerken buruk bir tebessüm ile baktık gözlerimize.

Adımlarımız istemsizce dışarı ilerlerken, geldiğimiz yönden -aslanlı yoldan- geri çıkmıştık. Anıtkabir’in dibinde sayılan otelimize giriş yaptığımızda girişim ve çıkışım arasındaki tek farkın parmağımı kavrayan yüzük olduğunu anladım.

Göktuğ hiçbir şeye elimi sürdürmeden beni kenara oturttuğunda, çok dağıtmadığımız valizi toparlamaya başladı.

“Seni istemeye geleceğiz. Hemen Armin hemen… İçim içime sığmıyor resmen, her şeyi en hızlısından yaşamak istiyorum.” Elindeki eşofmanı katlayarak valize koyduğunda hafifçe kaşları çatıldı. “Üzerini mi değiştirsek? Pantolon dar gözüküyor. Dikişleri ağrıyabilir.” Dikkatle bana baktığında dediklerini onayladım. “Çantamda kapüşonlu da vardı onu bulabilir misin?”

Göktuğ hızlıca valize baktığında, eliyle koymuş gibi bulduğu kapüşonluyu yanıma bıraktı. Eşofmanı da geri çıkardığında hızlıca üzerimdekilerden kurtulmamda yardımcı olmuştu.

Çalan telefonuma yetişmek adına çırpınırken, açıkta kalan bacaklarım ürpermiş, Göktuğ ise eşofmanı hızlıca bacaklarımdan geçirmişti.

Barkının aramasını yanıtladığımda, “Efendim?” diyerek kısaca giriş yaptım.

Barkın normal bir sesle konuştu. “Komutanım biz hazırız, ne zaman çıkıyorsunuz?”

Göktuğ üzerimdeki blazer ceketi beni sarsmadan çıkarmaya çalışırken kısa bir süre düşündüm. “Beş dakikaya çıkarız. Siz bizi otelin önünde bekleyin, arabayı görürsünüz zaten.” Barkın beni onayladığında telefonu kapatarak yatağa attım.

Göktuğ kan ter içinde kalmış bir vaziyette kazağımı çıkardığında, ben hariç her yere bakarak üzerimi giydirmeyi tercih etti. Bu utangaç halleri beni daha çok kışkırtıyordu ama onun bu durumdan haberi yoktu sanırım.

“Ağrın yok değil mi güzelim?” Başımı sakince iki yana salladım. “Hayır sadece hızlı yürürsem biraz sızlıyor o kadar.”

Göktuğ yanağımı sakince öperek valizi kapının önüne çekti. Bana yaklaşarak sakince ellerimi kavradığında, ayaklanarak sakince odanın dışına yürüdüm. Benimkileri daha fazla bekletmemek adına elimden geldiğinizce hızlı adımlarla otelden ayrıldığımda, Göktuğ’unun bana yetişmeye çalışıyor gibi bir havası vardı. Otelin giriş kapısının önünde duraksadığımda arkamda kalan adama bakakaldım.

“Aşkım sen ne yapıyorsun ya?”

Göktuğ gülerek bana yaklaştığında, “Ağrın olur da sendelersin diye arkandan geleyim dedim.” Diyerek koluna girmemi sağladı. Dediklerine gülerken bana doğru eğilerek, “Ayrıca aşkım falan… Biliyorsun özel kelimeler bunlar.” Dedi bıyık altından gülerek.

Koluna vurduğumda iki arabanın önüne yaslanan altıya baktım. Benim ciğerlerim diye demiyordum, hepsi taş gibiydi maşallah.

“Komutanım siz bizimle gelin, Emir Göktuğ ile gider.” Yıldırım, Emir’i öne ittirdiğinde Emir Yıldırım’ın bacağına sert bir tekme geçirdi. “Lan geri zekalı, iki dakika bir rahat dur be!”

Kalender ikisini de kenara ittiğinde Göktuğ’a baktı. “Biz iki araba geldik. Siz önden çıkın biz de peşinizden gelelim.” Göktuğ cipin bagajını açarak valizi yerine bıraktığında, “Tamam o zaman çok oyalanmadan çıkalım, malum yol uzun.” Diyerek kapağı sakince kapattı.

Göktuğ arkasından atlı kovalar gibi benim kapımı açmaya giderken haline gülerek arabaya bindim. Vakit kaybetmeden şoför koltuğunu doldurduğunda cip tam hareketlenecekken arka kapı açıldı.

“Hadi gidelim.” Yıldırım ikimizin arasına girerek kollarını koltukların başlarına dayadığında, gülerek camdan dışarı bakmaya başladı.

Göktuğ ile birbirimize bakakaldığımızda arka kapı sertçe açıldı. “Çık lan!” Tekin, Yıldırım’ın gömleğinin yakasından tuttuğu gibi kendine çektiğinde Yıldırım yana devrildi. “Ben sizle gelmek istemiyorum. Rahat bırakın beni!” Tekin, Yıldırım’ın bağırışlarına kulak asmazken, Yıldırım’ı tamamen dışarı çekti. Tekin elindeki dosya yığınını arka koltuğa bıraktığında bana göz kırparak kapıyı kapattı.

Kıkırdayarak hallerine güldüğümde Göktuğ kısık bir sesle konuştu. “Kafa çocuk ama acısı olduğu belli.” Gülümsemem hafilerken bakışlarım yere düştü. “Herkesin bir acısı vardır. Dozu fark etmeksizin bedenine enjekte edilir ve senin onu geri döndürme imkânın yoktur.” Göktuğ zaten bunu çok iyi biliyormuş gibi gülümserken, artık otelin önünden ayrılmayı becermiştik. Yollar sabahın erken bir saatinde olduğumuzdan çok kalabalık değildi.

Üç araç peş peşe gidiyorduk. Anladığım kadarıyla Kalender’in arabasıyla gelenler Tekin ve Yıldırım, Barkının arabasıyla gelenler Emir ve Ertuğrul’du.

Bakışlarım parmağımdaki yüzüğe düştüğünde, “Resmen evlenme teklif ettin Göktuğ!” dedim heyecanla. Göktuğ gülerek elimi kavradığında, dudaklarını yüzüğün sardığı parmağıma bastırdı.

“Alışsan iyi olur sonraki adım da isteme bebeğim.” Duyduklarımla keyifle güldüm. “Bilemem artık vermeye gönülleri var mı yok mu…”

Başımı ondan öteye çevirerek yola baktığımda Göktuğ sakince mırıldandı. “Gönülleri yoksa kaçırırız bizde. Gök yenge diye dolaşıyor zaten, ilk defa işe yarar belki.” Bakışlarım güzel çehresine döndüğünde, “Neden öyle diyorsun kardeşine? Sadece fazla enerjik, onun dışında bir sorunu yok ki.” Dedim anlamsızca.

Göktuğ bizi sollayan adama dilini dişlerinin arasına sıkıştırmış bakarken derin bir nefes verdi. “Gök benim oğlum gibi, yani…” Babasını kaybettiğinden bana bahsetmediği için biraz zorlanıyor gibi saçlarını karıştırdı. Elini sıkıca kavrayarak yüzüne baktığımda burukça gülümsedi.

“Ben daha dokuz yaşımdaydım babamı kaybettiğimde, Gök ise beş. Belki yaş farkımız çok değil ama benim aklım ermeye başlamışken Gök daha bebek sayılırdı. Babam gerçekten çok beyefendi bir adamdı. Bana da o yaşımda bile nasıl konuşmam gerektiğini, kadınlara hangi üslup ile yaklaşmam gerektiğini öğretirdi. Hem Gök hem de ben onun için bir hazineydik resmen. Kendi kopyalarını yetiştirmek ister gibi her şeyini bize öğretmeye çalışırdı.”

Elimin altındaki eli hafif üşümüştü. İki elimi de eline sardığımda bana saniyelik bir bakış atarak gülümsedi.

“Ben babamı gözlerimin önünde saniyeler içerisinde kaybettim. Yaşım dokuz, içim çocuktu. Gözlerime derin derin bakmıştı Armin, sanki onları bana emanet eder gibi… Gök daha olayları pek anlayamamıştı. Annem sürekli ağlıyor, Gök ile pek ilgilenemiyordu. Gök için gelen bakıcılar Gök’ün çok şımarık bir çocuk olduğunu söyleyerek, iki gün içerisinde evden ayrılıyorlardı. Aradan az bir zaman geçti. Annem asla kendine gelemiyor, Gök ise susmadan ağlıyordu. Ben o gün ilk defa Gök’ü bu kadar benimsediğimi fark ettim. Kardeşimdi elbet ama pek ötesi yoktu. Her kardeş birbirini severdi öyle değil mi? O gün avaz avaz ağlayan Gök’ü onlarca kadın susturamadı. İlk defa sıkıca sarıldım kardeşime. İlk defa kokusunu o denli içime çektim. Bebekti işte… sanki bu anı bekliyor gibi de sakinleşmişti hatta.” Hatırlamış gibi burukça güldüğünde gözlerini kırpıştırarak titrek bir nefes verdi.

“O günden sonra ben nereye gittiysem Gök de peşimden geldi. Okulda ne öğrendiysem akşam gelip ona anlattım. Babamdan yadigâr kalan ne kadar kibarlık varsa, o büyüdükçe zihnine kazıdım.”

Aklına bir şey gelmiş gibi içtenlikle güldü. “Sen onun öyle deli gibi davrandığına bakma. Çocuk gelişimi son sınıf öğrencisi. Alanını da birincilikle götürüyor hatta… Güliz ile fakültede tanıştıklarında koştur koştur bana gelip ağladığını hatırlıyordum. Ben onu kırmadan konuşamıyorum ağabey, senden hiç mi bir şey öğrenememişim bunca sene? Diyerek omzumda ağlamıştı. O ne zaman ilk aşkını -Güliz’i- bulduysa hayatı o andan itibaren değişti. Ergenlik çağında sanki hayattan nefret eder gibi bir havası vardı. Ne desem karşı çıkıyor, okuldan şikâyet üstüne şikâyet geliyordu. Sanki bir şeylerin hıncını almak ister gibiydi davranışları…”

Ağırca gülümsedim. “Aşk doğru kişiyle olduğu müddetçe her yarayı sarıyor desene.”

Göktuğ bana döndüğünde onu anlamış olmamamın sevincini gözlerinde taşıyordu. “Öyle, doğru insanla atılan adım yanlış yola sapsa dahi o yolun sonuna açılan bir diğer kapı elbet güzelleşir.” Genişçe tebessüm ettim. Ani gelen istekle sağ elimi havaya kaldırdığımda Göktuğ başını geriye atarak tok bir kahkaha patlattı. “Evleniyorum ben.” Kendi kendime oturduğum yerden sağa sola sallandığımda Göktuğ’unun kaşları havalandı. “Kimmiş o beyefendi?”

Göktuğ’a dönerek yüzümü buruşturdum. “Sizi ilgilendirmiyor beyefendi. Sonuçta özel hayat diye bir şey var.”

Göktuğ alınmış gibi kaşlarını çattı. “Soranda kabahat. Çok pardon hanımefendi, davetiyeyi yollayınca tanışırız bizde.”

Göktuğ’a eğilerek yanağına sert bir öpücük bıraktım. “Sevgilim çok güzel gözüküyor!”

İçim içime sığmıyordu sanki. Resmen parmağımda bir yüzük vardı ve yüzüğün sahibi sevdiğim adamdı.

“Kurt olman için ufak bir armağandı.”

Gülerek omzuna vurduğumda telefonumun zil sesi yükseldi. Gelen mesaja bakmak için çantadan telefon aramaya başladığımda Göktuğ kısa bir aydınlanma yaşamış gibi telefonumu cebinden çıkardı.

“Otelden çıkarken cebimde kalmıştı.”

Göktuğ’da sevdiğim bir diğer özellik de ne olursa olsun telefonuma bakmamasıydı. Özel hayata karşı net bir sınırı vardı ve bu sınırın etrafında dolaşmıyordu bile.

Yıldırım Kıran: O damat adayına bizden selam söyle. Ne o öyle mıç mıç? Arkadan görüyorum sizi! (14.57)

Dudaklarımın arasından şen bir kahkaha firar ettiğinde Göktuğ’unun da merak ettiğini biliyordum ama beyefendiliğinden olsa gerek dönüp de sormamıştı.

Telefonu sallayarak, “Yıldırım’ın selamı varmış, çok yakın görmüş bizi… öyle söylüyor.” Dedim gülümseyerek.

Göktuğ benim gibi güldüğünde camı sonuna kadar indirdi. Dışarı çıkardığı kolu aracın da tepesinde kaldığından ne yaptığını görememiştim ama arkadan gelen korna sesi ile dudaklarım yavaşça aralandı.

“Ne yaptın?”

Göktuğ camı kapatırken, “Hiç,” dedi uzatarak. “Sadece el salladım.”

Arkadan bir korna sesi daha geldiğinde Yıldırım’ı aramaya başladım.

“Komutanım o ne yakınlık ya? Daha istemeye gelmediler ayrılın hemen! Hoparlöre alsanıza bir…” Yıldırım’ın demesi gibi hoparlöre aldığım telefon ile karşıdan bir bağırış koptu. “Damat adayı adam! Daha komutanımızı vermedik uzaklaşsan iyi edersin… hem sana izin veren olmadı ne bu haller?”

Göktuğ gülerek, “Bugünlük iznim olduğunu da söyleyen sendin halbuki.” Diyerek mırıldandı.

Yıldırım, “Ay bu damat yalancıdır! Ağzımdan çıkmadı sen uzaklaş komutanımdan!” dedi bağırarak.

“Lan Yıldırım ne diyorsun? Sussana oğlum!” Tekin bağırarak telefonu Yıldırım’dan çekiştirdiğinde Yıldırım’ın bağırışlarını duyuyorduk.

“Yalan mı? Daha istemediler!”

“Oğlum sus lan.” Kalender araya girerek baskın bir sesle konuşmasına rağmen Yıldırım takılı kalmış gibi tekrar etti. “İstemeye gelmediler!”

Göktuğ ile eş zamanlı bir kahkaha patlattığımızda telefonu kapatarak kenara koydum. Arka araçta ufak çaplı bir tartışmaya sebebiyet vermiştik sanırım.

Kasıklarım birkaç dakikadır sızlıyordu. Sanırım çok gülmekten kendimi kastığım için, dikişlerimi biraz zorlamıştım.

“En son ki görev araya girince kaynadı sanma… arkadaşlarım ile konuştum, dönünce randevularını hazırlayacaklar.” Göktuğ ciddiyetle konuştuğunda onun gibi ciddi bir tavırla başımı salladım. “Sen kesinleşince bana söylersin.”

Göktuğ sakince gülümseyerek sakallarını kaşıdı. “Artık eskisi kadar karşı değilsin hayata.” Akıp giden yola baktım. O kadar da kolay değildi aslında… ne de olsa yaşanmışlıklar ne bedenden ne de zihinden silinemiyordu. Dudaklarım usulca aralandı. “Çünkü sen varsın.”

Kurduğum cümleyi beklemiyor gibi arabayı bir anlık boşlukla yavaşlattığında Kalender ve Barkından yükselen korna sesleriyle kendine gelmişti.

“Her zaman varım bebeğim, her anında da yanında olacağım.” Elime bugün içerisinde kondurduğu sayısız öpücüklerini bıraktığında her zamanki gibi ağırca gülümsedim.

 

KURTULUŞ

Arka koltukta uzanmış, üzerimde kalan dosyalar ile dip dibe uyandığımda saat çoktan gece yarısına devrilmişti. Sarsılan araba midemi bulandırmıştı ve dikişlerim anlamsız bir şekilde ağrımaya başlamıştı. Biraz dinlenmem gerektiğine kanaat getirdiğimde dosyalar ile uğraşmış ve az da olsa kestirmiştim.

“Gök saçmalama ağabeyim, mantıklı düşün istersen.” Göktuğ’unun kısık sesi kulaklarıma varırken gözlerimi açmadan derin nefeslerimi almaya devam ettim.

“Güliz’e danıştın mı sen bunu?”

Gök’ün çok kesik gelen sesi bana ulaşmasa da onun olduğunu zaten Göktuğ demeden anlamıştım.

“Bu senin tek karar verebileceğin bir şey değil. Lan sana ne yengenden? Hayır efendim o sana akıl falan veremez. Sözümü dinle ve uzatma şu konuyu. Bak yoldayım gece gece sınıyorsun beni.” Göktuğ’unun gergin çıkan sesinden Gök hakkında ciddi bir konu konuştuklarını anlamak zor değildi. Sanki onun adına geriliyor gibi bir havası vardı.

Telefonu yan koltuğa attığında, “Ağrın var mı yavrum?” diyerek hızlıca bana baktı.

“Ne ara anladın uyandığımı?” şaşkınlıkla sorduğumda gecenin karanlığına karıştırdığı kahkahası kısıktı.

“Uyurken nefeslerin ağır ve düzensiz oluyor, uyandığında ise hızlı ve sert. Ayrıca uyandığında kendi kendine değişik mırıltılar çıkarıyorsun. Daha ne olduklarını çözemedim mesela…”

Koltuktan destek alarak doğrulduğumda kasıklarıma giren ağrı ile yüzüm buruştu. İki koltuğun arasından başımı uzattığımda, aracın ön kısmından çıkan mavi kırmızı ışıklar yüzünü aydınlatıyordu.

“Bir ara bu konuyu konuşalım.” Burnumu boynuna sürterek kulağına fısıldadığımda, direksiyonu kavrayan ellerinin kasıldığını gördüm.

Göktuğ hızlıca kendini toparlayarak, “O sırada hatırlarsan tabii konuşuruz yavrum.” Diyerek imayla konuştu.

Geri çekilerek arkama yaslandığımda, “Ben çok acıktım.” Diyerek konudan saptım.

Göktuğ gözünü yoldan ayırmayarak, “Kalender ile konuştum ileride bir benzinlik olması lazım, oradan bulacağız artık bir şeyler. Her yer kapalı.” Dedi gecenin geç saatlerinin vermiş olduğu yorgunlukla.

Dosyaları düzelterek sırayla, kenara dizmeye başladım. Benzinlik çok uzak olmasa gerek, konuşmamızın üzerinden geçen iki dakikada cip durmuştu. Göktuğ aşağı inerek kısa bir süre ayakta durduğunda, bacaklarının uyuşmuş olduğunu anladım. Saatlerdir araba kullanıyordu…

Kapımı açarak beni kenara çektiğinde spor ayakkabılarımı ayaklarıma geçirerek iplerini bağlamaya başladı.

“Komutanım ağrı sızı var mı?” Tekin mayışmış haliyle, eli ensesine bana bakarken gülmeden edemedim. “Yok ciğerim sen git elini yüzünü yıka bence.”

Göktuğ inmeme yardımcı olduğunda bagajdan çıkardığı şalı omuzlarıma attı. Hava gerçekten çok soğuktu. Ağzımı açar açmaz havaya karışan beyaz sis göğe yükseliyordu. Arabanın önünde Barkın ile dikilmeye başladığımızda hepsi çoktan benzinliğe gitmişti.

“Artık mutlusun Armin, maziye dönünce seni insanlarla konuşurken hayal etmek bile çok zordu.” Barkın aracın kaputuna kalçasını yaslamış, elleri cebinde kısık gözler eşliğinde yüzümü izliyordu.

Bakışlarım şalımın kenarlarını tutan elime düştü. Yüzük gecenin karanlığında bir yıldız gibi parlarken bakışlarımı parıldayan taşlardan çekmedim. “Öyleydi… ama şimdi bakıyordum da ne olursa olsun gülmek bana güç veriyor. Hem yanımda o var, sanki yıkılmama izin vermeden beni doğrultacak gibi.”

Barkın uzun bir sürenin sonunda ilk defa bana içten bir gülümseme gönderdi. Yanaklarında gizlenen çukurlar dibi boylarken gamzelerine iç çekerek baktım.

“Affedemiyorsun değil mi?”

Sorusunu beklemediğimden irilerim hafif bir sarsıntı geçirdi. O sarsıntıya tanıklık etmiş gibi burukça tebessüm ettiğinde bakışlarımı ister istemez kaçırmıştım.

“Affedememek değil, atlatamıyorum Barkın. Sanki o patlamada gerçekten bütün zerreleriniz toz ve dumanla harmanlanmıştı. Gözlerimin önünde olan olayın gerçekliğini sorgularken buldum kendimi. Üstüne o kadar çok şey yaşandı ki… itiraf etmem gerekirse, sana çok kırgınım. Gözlerine her baktığımda da o yüzüme haykırdığın görüntü zihnime sızıyor. Atlatamıyorum işte, geçmişi tek kalemde silip atsam ilk gerçek dostum elimden gidecek gibi geliyor.”

Sonlara doğru dikleşen başım ister istemez onun sert gözlerine ilişmişti.

Soğuktan ve geçmişi hatırlatan anılardan hafif dolan gözlerime sinirlenerek ofladım. “Sen benim canımın yarısını toprağa verdiğim anı anlattığım ilk kişiydin. Sen beni nefeslerimden tanırdın oysa… şimdi bakıyorum da birbirini çok iyi tanıyan iki yabancıya dönüşmüşüz Barkın. Elbette canın yansa senden önce ben haykıracağım elbette önüne bir taş çıksa o taşa ilk darbeyi ben vuracağım… ama ne olursa olsun hiçbir şeyi atlatamadığım gibi en çokta sende takılı kaldım Koç.”

Barkının kömür karası gözlerindeki hırs ateşini gördüm. O ateşin saliseden saliseye harmanlandığını ve bana ulaşamadan kırılıp söndüğünü gördüm.

“Ne dersen haklısın ama sende unutma ki, benim tek ailem sensin Armin.”

Duyduğum cümle uzun seneler sonra beni sarsan ilk cümlesi olabilirdi. O beni ailesi bellemişti. O beni kardeşi, annesi, ablası bellemişti. Ailesinden bihaberdi Barkın. Onu yetiştiren bir dilenci adamın söylediklerine göre de küçücükken çöpün yanına fırlatılan bir poşetin içerisinde bulunmuş beden, karşımdaki sert bakışlı adamın titrek sesiymiş. O adam da çok yaşayamamış ve Barkın on beşine adım attığı gün sokakta başlayan hayatı sokakta son bulmuş. Barkının o zamanlar o adamdan başka kimsesi yokken askeriyede benimle yolları kesişmişti. Tanışmıştık tanışmasına ama onun bakışlarından çekinen insanlara anlam veremez olmuştum. Galiba kendime benzettiğim ilk adam da Barkın Koç’un ta kendisiydi.

Başımı belli belirsiz salladım. “Biliyorum. Her zaman, son nefese kadar.”

Bakışlarımız gecenin karanlığında, aramızı aydınlatan eski ve düşmeye meyilli sokak lambasının cılız ışındaydı.

Ve fark ettim ki şu andaki Kalender, mazinin Barkın’ıydı.

Barkın bakışlarımdan anladığı sıcaklığı fark eder etmez kendini kaputtan iterek yanıma yaklaştı. İri cüssesinin yanında ufak kalan bedenimi umursamadan kollarımı sıkıca sırtına doladım.

“Affet demeyeceğim Mihri çünkü dersem dinmeyen öfken harmanlanacak… sadece unutma, ilk dostlar hatalara rağmen en büyük soluktur.”

Bu Barkının diline göre, hatalarıma rağmen affetmesen de en ufak irkilmende arkanı yalanıp soluklanacağın dağın olurum demekti.

“İlk çocuğum ilk kardeşim ilk sırdaşım sendin evlat, yaşanılanları kenara itemesek dahi her daim senleyim.” Sırtını sertçe sıvazladığımda omuzlarının senelerin sonunda ilk defa çöktüğünü hissettim. O da bunu anlamış gibi geri çekildiğinde bana bakmadan benzinliğin ilerisine giderek gözden kayboldu.

Barkın evladım gibiydi dersem abartmış olur muydum, bilmiyordum. Yaptığı hataların farkına erken varsa belki bu denli büyük bir yıkımı yaşamayacaktık ama olanla ölmüşe çare yoktu. Ona olan kırgınlığıma rağmen de yaşananları hiçe saymak çok ağır bir eylemdi.

“Ağlattın be Beyaz.” Karşımda dikilen adamlara sakince baktım. Emir bana yaklaşarak kısık bir sesle mırıldandığında, gözlerindeki kırıklığa tanıklık ettim.

“Keşkelerden konuştuk kara yıldız.” Dediğime karşılık güldüğünde omzumu sıvazlayarak arabaya geçti. Emir hassas bir insandı. Barkına nazaran daha çabuk çökebilen ve her daim kendini suçlayabilecek bir olay bulanlardandı.

“İyi misin?” Göktuğ yanıma sokularak yüzümü dikkatlice incelediğinde başımı koluna yasladım. “Geç bile kaldık… ilk günden bu konuşmayı yapsak belki bu kadar kırık kalmazdık onunla.” Göktuğ gözlerime geç kalmamışım gibi bakarken buz kesmiş ellerimi birbirine sürttüm. “Üşüdüm yahu! Hani ne aldınız?”

Göktuğ gülerek elindeki poşeti arabaya bıraktığında hiç kimse soğukta beklemek istemediğinden arabalara geçmişti. Göktuğ poşetten aldıkları şeyleri çıkarmaya başladığında elime bıraktığı sandviçi açarak büyük bir ısırık aldım. “Ay çok acıkmışım.” Göktuğ halime gülerken elindeki vişne suyunun kapağını açtı. “Salatalık bulamayınca bir titreme geldi hayatım. Dedim salatalık olmadan Armin olmaz ama maalesef yoktu.”

Gülerek eline vurduğumda vişne suyunu elime tutuşturdu. “Nereden biliyorsun vişne suyu sevdiğimi?” daha önce bundan bahsetmediğim için şaşırmıştım.

Göktuğ kendi sandviçini paketten çıkarırken yandan bir bakış attı. “Dolap baştan aşağı salatalık ve vişne suyu dolu çünkü… gerçi bir ara bu kadar meyse suyunu içmediyse kesin sevmiyordur diye düşünmüştüm ama seviyormuşsun.”

Ağzım tıka basa doluyken boğukça mırıldandım. “Evleniyorum ben biliyor musun?”

Göktuğ alayla yüzüme baktı. “Hadi ya?”

Birbirine giren saçlarımı dünyanın en harika saçıymış gibi geriye savurduğumda ukalaca güldüm. “Beyim de çok yakışıklı, maşallah.” Elimi kulağıma götürüp dudağımdan ufak bir öpücük kopardığımda yumruk haline gelen parmaklarımı aracın ön kısmına vurdum.

Göktuğ sakince bana döndü. “Şaka bir yana,” ağzındaki lokmayı zor bela yuttuğunda devam etti. “İstemeye gelirsek geniş bir alana ihtiyacımız olacak. Annem çoktan herkese yaymış haberi… her ne kadar çok gelen olmasın desem de gelmek isteyen kitle çok hayatım, haberin olsun.”

Vişne suyunun dibini oyar gibi içime içime çektiğimde, yanan genzim ile yüzüm buruştu. Öksürüklerimin arasından, “En fazla kaç kişi gelebilir Allah aşkına.” Dedim kesikçe.

Göktuğ yarım ağız gülerek içeceğinden bir yudum aldı. “Ben baştan diyeyim de sonra şaşırma.” Kaşlarım çatıldı. “Siz İstanbullu değil misiniz, ne bu doğu havaları falan? Gören de konakta aşiret gibi yaşıyorsunuz sanacak.” Göktuğ sakince güldü. Cebinden çıkardığı telefondan bir yerlere girdiğinde açtığı fotoğraf karesini küçülterek bana uzattı.

Sandviçimin son ısırığını aldığımda ellerimi çırparak telefonu aldım. Fotoğraf karesi başta seçilemezken sonradan dikkatle bakılınca bir aile fotoğrafı olduğunu anladım. Gök’ün üzerindeki damatlık ve Güliz’in bedenini saran balık model elbise ile fotoğraf karesinin en şık ikilisi gözler önündeydi. Hemen yanlarında Gamze Hanım ve Göktuğ dururken, devamı ise yalnızca bakılarak anlatılabilirdi. Güliz’in arkasına sığışmaya çalışan kadınlar birbirini ezmemek adına savaş veriyor gibiydi. Gamze Hanım’a sarılan bir kadın gördüm. İkisi de kahkaha atar gibi kameraya bakmış ve mutlulardı. Kadının arkasındaki adamlar ve adamlarım yanlarındaki kadınlar ise oldukça şık ve sosyetik gözüküyorlardı.

“Anneme sarılan kişi en büyük teyzem, yanındakiler de sırasıyla annemden sonraki küçük teyzemler. Annem toplam beş kardeş, şaşırma o yüzden. Güliz’in arkasında birbirine yapışan üç kadın da halam. Halalarımın arkasındaki adamlar da eniştelerim. Gök’ün arkasında kalanlar da soldan sağa, yengem, yengemin ortanca kızı, küçük yengem, dedem, dayım ve Güliz’in ablası. Sol taraftaki kadınlara girersem çıkamam muhtemelen onlar da annemin yengeleri ve halaları diye gidiyor. Kısacası bu kadronun geleceğini düşürsen iyi olur gibi.”

Ağzım açık Göktuğ’u dinlerken sonunda durmuş olmasından yararlanarak derin bir nefes aldım.

“Bizim tugay bu kadar kalabalık değil.” Kendi kendime mırıldandığım şeye güldü. Telefonu benden alarak kenara bıraktığında arkadan gelen korna ile cipi çalıştırdı.

“Geliyoruz kızım, doğan güneşi Kurt’a çevirmeye geliyoruz.”

Tan’ın son zamanlarıydı. Artık güneş çoktan doğmuş, tepede bekleyen Kurt’un son hazırlanmalarını izliyordu.

Artık tam olarak, Tan’ın Kurt’a evrildiği sahnedeydik.

 

KURTULUŞ

“Götüm dondu!”

“Uzatma birader kes sesini.”

Hakkâri’ye giriş yapmamıza fırsat kalmadan bizi karşılayan kar, pek de hoş bir sürpriz olmamıştı açıkçası. Kar benim diz kapağıma, adamlarımın ise baldırlarına geliyordu.

Kar küreme araçları daha yollara giremediği için Yüksekova’nın yakınlarında mahsur kalmıştık. Araçtan inmiş ve boşça etrafı izlerken olaydan en mustarip kişi Yıldırım’dı. Üzerindeki takımla karlar içinde kalmıştı yavrucak.

“Yıldırım bagajda şal olması lazımdı git al istersen.” Göktuğ sıkıntıyla çevresine bakarken aramızdaki en rahat kişi Kalender’di. O buranın karına alışmış gibi kenarda sigarasını içerken çağırdığımız yol yardımını keyifle bekliyordu.

Yıldırım karlara bata çıka bagaja yöneldiğinde şalı hızlıca omuzlarına sardı. Arabada beklemek istemiştik ama içeride oturdukça karlara gömülüyor gibi daraldığımı hissetmiştim. Göktuğ halimi anlamıştı elbet… beni hızlıca arabadan indirdiğinde diğerleri de bize ayak uydurup dışarı çıkmıştı.

“Yıldırım sen arabaya geç istersen ben bunaldığım için çıktım, üşüme.” Yıldırım’a arabayı işaret ettiğinde koşarak arabaya ilerledi. Tekin arkasından tekme sallarken Ertuğrul, Tekin’in omzundan itti ve ikisi de arabaya ilerlemeye başladılar. Emir de ikilinin peşinde takıldığında ortalık biraz sessizleşmişti.

Kalender kenarda sessizce ikinci sigarasına dönerken ileride sertçe etrafa bakan Barkın ile bakışlarımız kesişti. Kara karşı olan nefretimi ilk anlattığım kişi oydu. O yüzden daraldığımın farkında olması da beklendik bir şeydi.

Göktuğ beni sıkıca göğsüne bastırdığında sırtım sert kaslarını hissediyordu. Elleri kasıklarımın üzerine kapandığında sanki dikişlerimi herkesten korumak ister gibi korumacı bir tavra bürünmüştü.

Çenesini başımın üzerinde hissettim. “Buradayım güzelim. Hiçbir şey olmayacak.”

Kardan nefret ediyordum. Eskiden hayranlıkla izlediğim taneler şu yaşımda bana nefret ve öfkeden başka bir duyguyu anımsatmıyordu. Oradaydı işte. Karların arasına gömülen bedeninden sızan kanlar etrafını sarmıştı. Yüzü acıyla kasılırken kısa bir süre içerisinde de gözleri kapanmıştı. Aynamı yerde kanlar içerisinde ve acıyla gördüğüm andan itibaren bedenim de sanki mutluluğu her daim kusmuştu.

“Buradayım.” Diyordu. Buradaydı. Ama kim? Göktuğ mu, Mihar mı?

Diz kapaklarıma ulaşmasına ramak kalan kara baktım acıyla. Ne kadar da naif duruyordu oysa… bu naifliğine rağmen neden içine çekmişti onca kanı?

“Çok küçüktü Göktuğ.” Dudaklarım istemsizce hareketlenirken Göktuğ’unun beni daha da sıkı sarmaladığını anladım.

“Biliyorum Mihri’m, sende çok küçüktün.”

Naif sesi karlara benziyordu. Pek de güzeldi oysaki…

“O ölümü tatmak için çok küçüktü.”

Göktuğ’unun şakaklarıma ufak bir öpücük kondurduğunu üşüyen derimi kesen sıcaklıktan anladım.

“Sana onu bulmamı ister misin?”

Duyduğum soru ile bedenim buz keserken bakışlarım yavaşça arkama kaydı. “Na- nasıl bulacaksın?” neredeyse ilk defa çenemin titrediğini ve dudaklarımdan çıkan kelimelerin domino misali devrildiğini hissettim.

Göktuğ ellerimi sıkıca kavrayarak, “Duydun.” Dedi ilgili bir sesle. “Bul dersen bulurum bebeğim.”

Gözlerim yalnızca soğuktan değil hüzünden de dolmaya başlamıştı. “Bulur musun bana onu…” Sesim çocuk Mihri gibi çıkmıştı… uzun zaman sonra ilk defa.

Karmaşık renkli gözlerini kıstı. “Bulurum, sen yeter ki istemiş ol.”

Dudaklarımda içten bir gülümseme oluştuğunda kollarımı yorgunlukla boynuna doladım. “Teşekkür ederim sevgilim.”

“Lafı bile olmaz miniğim.”

Kollarımı Göktuğ’a daha sıkı sardığımda saçlarımın üzerine ufak bir öpücük bıraktı.

“Iyy! Ayrılın ula bebeler!” arkamızdan gelen bağırış tahmin etmek gerekirse Yıldırım’a ait olmalıydı. İkimizde hafif geri çekilerek arkamızdaki arabaya baktığımızda, Yıldırım camdan sarkmış bize bakıyordu.

Kalender sigarasını ayakkabısının altında ezerken, “İçeri gir sokmayayım kardeşim.” Diyerek mırıldandı. Yıldırım keskin kahve gözlerini büyüterek Kalender’e baktı. “Ne, kim kime? Ne sokması? Komutanım ayıp oluyor.”

Tekin yan koltuktan Yıldırım’ı içeri çektiğinde sertçe kafasına vurdu. “Sus artık lan!” Tekin’in bağırışı bize kadar ulaşırken gülerek Göktuğ’a sokuldum.

“Geldiler.” Barkının sakin mırıltısını duyduğumda yol yardım araçlarının zorla buraya geldiğini gördük.

Üç yol yardım aracı hızlıca arabaları zincirlediğinde, zorda olsa yarım saat içerisinde işlerini tamamlamışlardı. Her ne kadar Göktuğ ve ben benim eve gidecek olsak da çok kalabalık olmaması adına iki araba gelen adamların işi biraz zor olacaktı.

Yol yardım ekipleriyle uzun uğraşlar sonucu eve gelmeyi başardığımızda diğerleri yola devam ederken vedalaşmıştık. Şu anda arayıp Emek’e yüzüğümü göstermek için can atıyordum resmen. Saat sabahın on biriydi ve biz neredeyse Hakkâri’ye bir günde gelmiştik. Aslında mantıken olmamız gereken saatte Hakkâri il sınırına girmiştik ama kar bize beklenmedik bir sürpriz yapmıştı.

Ben önden eve çıkma planları yaparken Göktuğ valizi arabadan indiriyordu aslında ama şu anda ben anahtarı deliğe sokmadan dibimde bitmişti. “Olduğum yerde sana kapı açtırmam Armin, ne zaman anlarsın bunu tahmini?” beni kınarcasına konuşan adama göz devirerek karşılık verdim. Göktuğ kapıyı açarak geri çekildiğinde hızlıca içeri girdim. Kasıklarımda soğuktan ve ameliyattan kaynaklanan ağrılar vardı ama uyuyunca geçeceğini varsayarak şu anlık görmezden geliyordum.

Göktuğ içeri girerek ayakkabılarını çıkardığında geçen seferki gibi beni kaldırarak dikkatlice ayakkabılık tarzı ahşap bölmeye oturttu. Ayakkabılarımın bağcıklarını çözerken alttan attığı bakışı görmemiş değildim ama karşılık verirsem pek iyi olmazdı sanırım.

Göktuğ ayakkabılarımı çıkardığında ellerinden destek alarak ayaklandım. Göktuğ valizi odama götürürken üzerini değiştireceğini bildiğimden mutfağa geçtim. Fırsattan istifade Emek’i görüntülü aramaya koyulduğumda hızlıca mutfaktaki sandalyelerime kuruldum.

Telefon tutan elimi masaya yasladığımda heyecanla çalan ekrana baktım. Arama kısa bir süre içerisinde yanıtlanırken sinirden kırmızıya dönen yanaklar ve çatık kaşlarla karşılaştım.

“Armin, bir sorun mu var bebeğim?”

İster istemez benimde kaşlarım çatılmıştı. “Sorun yokta sende var sanırım.”

Emek başındaki bordo bereyi çıkarıp omzuna astığında, platin sarı saçları hızlıca omuzlarına döküldü. “Benimkiler ayar etti ya onlara sinirlendim. Hem sen bak bakayım bana, bu yüzde bir gariplik var…”

Dudaklarım hızlıca kıvrıldı. Alt dudağımı dişleyerek sağ elimi kameraya yaklaştırdığımda Emek birkaç saniye olduğu yerde kalakaldı. Kısa bir süre sonra yükselen çığlık tarzı garip ses ile kahkaha attım.

“Armin! Ay inanmıyorum!”

Kahkaham şiddetlenirken, “Evleniyorum bebeğim!” diyerek şakıdım.

Emek dolan gözlerini gizlemek ister gibi başını kaldırdığında gülümsemesi büyüdü. “Nasıl etti? Nerede etti? Ay dur ne ara oldu bu?!”

Soruları beni güldürürken Yıldırım’ın yolda yolladığı, teklifin video kaydını Emek’e attım. Emek aramanın arkasından videoyu izlediğinde dudaklarının arasından bir çığlık daha koptu.

“Anıtkabir mi? Kızım hayatımda gördüğüm en klas teklifti! Enişteme selam söyle, poligonu tam ortadan vurmuş!”

Emek sesini normal tutmaya çalışırken daha da coşuyordu.

Göktuğ her ne kadar ben dinlemem etik değil dese de bu konuşmayı ister istemez duyduğundan emindim. Kapının eşiğinden mahcupça bana bakan adama gülümsediğimde, istemsiz yaptığı hareket için kendine sinirlendiğini görebilmiştim ama benlik bir sorun yoktu.

Emek dikkate kameraya baktı. “Göktuğ mu var orada? Kız çevir kamerayı tebrik edeceğim!”

Emek’e bakarak güldüğümde Göktuğ sandalyenin arkasından yere çömelerek başını omzuma yasladı. “Nasılsın Emek?”

Emek imayla ikimize bakarken kaşlarını kaldırdı. “Ben iyiyim enişte, bakıyorum siz daha iyisiniz… Ay vallahi helal olsun! Hayatımda gördüğüm en şık teklifti resmen.”

Göktuğ bakışlarını utançla kaçırdığında kameraya yansıyan görüntümüze bakarak güldüm.

Göktuğ, “Sağ ol Emek, o senin güzel görüşün.” Dediğinde Emek şen bir kahkaha patlattı. “Bir de kibar ki anlatamam. Armin, yavrum sen gökte ararken kesinlikle dibinde bulduğunun farkında mısın? Ay resmen birbiriniz için yaratılmışsınız! Ee enişte, istemeye gelin de bir konuşalım bu konuyu.” Emek’in taramalı tüfek havasına gülerken Göktuğ’dan beklediğim tepki gelmedi. Göktuğ sırtını arkasındaki duvara yaslayıp kollarını göğsünde topladı. “Vallahi baldız bende bu konuda ısrarcıyım ama Armin Hanım benimle evlenmek istemiyor sanırım.”

Emek gözlerini belertip bana baktığında dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.

“Öyle bir şey yok!”

“Adam yalan mı söylüyor?!”

“Bence de doğruydu.”

Üçümüzün sesi birbirine karışırken yüzümü buruşturdum. “Sadece ilk konuştuğumuzda öyle söyledim. Şimdi tabii ki gelsinler istiyorum. Sende hemen abart zaten.” Göktuğ’a öldürücü bakışlar attığımda Göktuğ sakince duvara sindi. Emek mırıldanarak, “Neyse şimdi siz kavga falan etmeyin benim yüzümden ben kaçayım.” Der demez kapanan telefonun ritmik sesleri kulaklarıma doldu.

“Demek istemiyorum öyle mi?” kaşlarım ciddiyetle havalandığında ağırca ayaklandım.

Göktuğ duvara sinmemiş gibi geriye adımlarken sırtı duvara çarptı. “Öyle demek istemedim yavrum.”

Sakince parmaklarımı kütlettim. “Ama benim kulaklarım da çok iyi duyar aslında.”

Göktuğ sakince yüzüme baktı. “Şakaydı. Vallahi şaka bak. Armin…” Göktuğ’a bir adım daha atarak dip dibe kalmamızı sağladığımda, ciddi bakışlarım daha da sertleşti. “Yarın akşama gelin derseniz ne diyeceksin Kurt?”

Göktuğ ağırca yutkundu. Güzel gözlerindeki hırçın dalgalar şiddetlenirken, “Cidden mi?” dedi şaşkınlıkla.

Çenesinin altına denk geldiğimden, başımı ağırca kaldırarak dişlerimi çenesine sapladım. “Her zaman ciddi bir insan olmuştum halbuki.” Göktuğ ile bakışlarımız kesiştiğinde çenesini ağırca bıraktım. “Tam da Tan’ın Kurt’a evrildiği sahnedeydik… Bu sefer de sen istemezsen orasını bilemem koca adam.”

Göktuğ dikişlerime dikkat ederek beni serice omzuna attığında dudaklarımın arasından tiz bir çığlık koptu. “Ne o?” dedi alayla. “Her zamanki gibi sakince izleyeceğimi mi düşündün?”

“Ya bıraksana düşeceğim şimdi!” sırtına sertçe geçirdiğimde umursamadan odaya girdi.

Alay edercesine, “Düşüreceğimi mi düşünüyorsun yoksa? Buna güldüm işte.” Dedi yatağa bıraktığı bana bakarak.

Üzerinde bol beyaz V yaka bir tişört, altında ise gri bir eşofman vardı. Gri eşofman detayı beni pek memnun etmemişti şahsen. Bu kadar açık renk eşofman mı olurdu?

“Hoşuna gitti bakıyorum da.” Göktuğ imayla dudakları yaladığında kendimi yalandan yatağa atarak inledim. “Ay dikişlerim nasıl ağrıyor anlatamam!”

Göktuğ ciddiye almamış gibi yüzüme baktı. “Artık yalan söylediğini de anlayabiliyorum, ayıp.”

Yattığım yerden doğrularak kısık bakışlarımı yüzüne diktim. “Allah Allah, nereden anlıyormuşsun bakayım?” Göktuğ gülerek yanıma oturdu. “Yalan söylemeden önce iki saniye duraksıyorsun. Sonra aklına gelen her neyse aniden tavın değişiyor. O sırada da bakışların kedi gibi kısılıyor ve çevreni süzüyorsun. Geçen hastanede de yapınca bağışıklık oldu artık.”

Gözlerimi devirerek dudaklarımı gerdim. “Sen bana yalancı mı diyorsun?”

Göktuğ rahat bir tavırla yatağın pikesini kaldırdığında yatağa girerek beni de kendine çekti. Kendimi bir anda yatakta bulduğumda kollarını iterek, “Yalancı mıyım lan ben?!” dedim sinirle.

Göktuğ neredeyse ilk defa bu denli bir boş vermişlikle göz devirdi.

“He Armin he.” Dediklerine öylece bakakalırken beni göğsüne doğru çekerek gözlerini kapattı. “Vallahi çok yoruldum susar mısın azcık, uyuyalım.”

Göğsüne sıkıca sarılırken bu sefer gerçekten kasıklarıma giren ağrı yüzünden inlemiştim. Göktuğ bunun gerçekliğini fark etmiş gibi yatış pozisyonumu değiştirdiğinde artık göğsümde yatan o, dümdüz uzanan bendim.

Saçlarını sakince okşarken dudaklarımın arasından fısıltıyla yarışan bir mırıltı koptu.

“Yarın akşam gelin beni istemeye, bu sefer gerçekten diyorum bak. İsteyin beni, hem artık dayanacak gücüm kalmadı. Seni istiyorum Göktuğ. Uzun ve mutlu bir yuvada sadece sen ve ben.”

Sadece sen ve ben…

Göktuğ karnıma ufak bir öpücük bıraktı. “Geliyoruz güzelim, uzun ve mutlu bir yuva için…”

Uzun ve mutlu bir yuva. Ben ve o. Biz. Kurtlar ve Tanlar…

 

Aman Allahım!!!! Gözlerimden kalp fışkırıyor resmen...

Anıtkabir...

Ata huzurunda?

Teklif?

Göktuğ'un teklifini nasıl buldunuz?

Yıldırım'ın yengelik performansı?

Araba yolculuğu?

Göktuğ ve Gök anısı?

Barkın ve Armin dertleşmesi?

Barkın bu bölüm çok tatlı değil miydi...

Barkın'ın geçmişi?

Emek'in tepkileri?

Göktuğ ve Armin arası yakınlaşmalar?

Armin'in cesur tavırları?

Ne dersiniz, bir isteme mi gerçekleşecek acaba?

Genel olarak bölüm nasıldı, bölüm duyguaları size geçti mi a dostlar?

Ayın on altılarına rağmen epey hoş bir bölüm oldu...

Yıldıza basalım mı?

Haftaya Cumartesi 35.Bölümde görüşmek üzere, kendinize iyi bakın ballarım!

 

16.11.2024

 

Sevgilerle, Duru TAŞKULAK

 

Bölüm : 16.11.2024 00:27 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Duru Taşkulak / ÖLÜMLE BAŞ BAŞA / 34.BÖLÜM- TAN'IN KURT'A EVRİLDİĞİ SAHNE
Duru Taşkulak
ÖLÜMLE BAŞ BAŞA

27.86k Okunma

2.26k Oy

0 Takip
41
Bölümlü Kitap
1.BÖLÜM- BEDENİMDE DEĞİL RUHUMDA SIZI2.BÖLÜM- ÖZÜRLER VE SÖZLER3.BÖLÜM- ÇAKIR İLE TAN DAVASI4.BÖLÜM- EVVELİM SEN OLDUN AHİRİM SENSİN5.BÖLÜM- YENİ BAŞLANGIÇLAR YENİ KURTULUŞLAR6.BÖLÜM- ÖLÜMÜNE İÇTİMA7.BÖLÜM- BU DA İNSAN BU DA CAN8.BÖLÜM- AJANLAR & BORDOLAR9.BÖLÜM- ESKİMİŞ TREN RAYI10.BÖLÜM- MASKENİN ARDINA SAKLANAN ACILAR11.BÖLÜM- BİR BORDO MESELESİ12.BÖLÜM- ASLANIN İÇERİSİNDEKİ KEDİ13.BÖLÜM- KANLAR VE GÖZYAŞLARI14.BÖLÜM- KIRILMIŞ KALBİN PARÇALARI15.BÖLÜM- GÜNLERE DEVRİLEN HAFTALAR16.BÖLÜM- CAN YARISININ KATİLİ17.BÖLÜM- AÇIKLANAMAYAN GERÇEKLER18.BÖLÜM- İHANETLERİN HANÇER DARBELERİ19.BÖLÜM- BAZI VEDALAR CAN YAKARMIŞ20.BÖLÜM- DOLAP CESET KANLANMASI21.BÖLÜM- SESSİZ HAYKIRIŞLAR BİR GÜN ÖLÜMLE SON BULUR22.BÖLÜM- SAHAYA MEN23.BÖLÜM- PSİKOLOG BEY24.BÖLÜM- YAŞARKEN ÖLENLER25.BÖLÜM- İSTİHBARATA İLK ADIM26.BÖLÜM- ATAĞA KARŞILIK ATAK27.BÖLÜM- AŞK DEDİĞİN28.BÖLÜM- SEVİLENLER VE SEVGİSİZLİĞE MAHKÛM OLANLAR29.BÖLÜM- SEVGİLİ SEVGİLİM30.BÖLÜM- GEÇE KALINMIŞ İNTİKAM31.BÖLÜM- MAZİNİN ZEHİRLİ SARMAŞIKLARI32.BÖLÜM- SON BAKIŞTAKİ GÖZLER33.BÖLÜM- ENDİŞENİN RENGİ34.BÖLÜM- TAN'IN KURT'A EVRİLDİĞİ SAHNE35.BÖLÜM- GÜZELLER İÇİNDEN BİR SENİ36.BÖLÜM- YENİ DÖNEMİN KAPILARI37. BÖLÜM-İSTİRİDYENİN İNCİSİ38.BÖLÜM- MEYHANENİN ÇÖZÜLMÜŞ DİLİ39.BÖLÜM-ADI YAŞATILAN SÖZ40.BÖLÜM- ÖLÜMLE BAŞ BAŞA (FİNAL)ÖLÜMLE BAŞ BAŞA- Göktuğ Kurt Özel
Hikayeyi Paylaş
Loading...