35. Bölüm

35.BÖLÜM- GÜZELLER İÇİNDEN BİR SENİ

Duru Taşkulak
durutaskulakk_

Aşklarım, canlarım, ballarım ben geldim!

Biraz uzun zaman oldu ama buluştuk...

Bu aranın sebebi biraz buruk ama sizlerle de paylaşmam gerekiyor. ÖLümle Baş Başa için sona yaklaşıyoruz ;)

Son 5 bölüm kaldığında iki haftada bir bölüm atacağım diyerek kendime bir söz vermiştim ve şu an onu uyguluyorum. Ölümle Baş Başa benim için çok yoğun bir serüvendi ve artık sona yaklaştığımız gerçeği ile karşı karşıyayız.

Bu bölüm dahil olmak üzere son 5!

Ölümle Baş Başa ve diğer kurgularımdan haberdar olmak için sosyal medyada buluşalım ballarım!

Kendi hesabım: durukurtk

Kitap hesabımız: olumlebasbasaaofficiall

Bölüme başlamadan önce yıldıza basmayı ve satır arası yorumlarınızı, düşüncelerinizi benimle paylaşmayı unutmayın.

Sizleri çok seviyorum, ÖBB için en keyifli okumalarınızdan birisi bu olsun!

 

 

 

 

35. BÖLÜM GÜZELLER İÇİNDEN BİR SENİ

 

 

“Bir aşk, insanın mutsuzluğunun gölgesi olabilecek yaşlılıktaydı.”

 

Boz’a teslim ettiğim belgelerin ferahlığını yaşarken, radarına takılan yüzüğe karşılık babacan bir tavırla karşılaşmıştım. Sevindiği gözlerinden belli olan adama utana kızara bakmış ve akşama istemem olduğundan söz etmiştim. Boz ile çok samimiyetimiz yoktu ama beni kızı gibi sevdiğini haberi duyar duymaz parlayan gözlerinden anlamıştım bile.

Şu anda üzerinde kısacık bir beyaz gecelik takımı ile oturma odasında oturuyor, beni sık boğaz eden kızlara bunalmış bakışlarımı atıyordum.

Emek, Mine, Füsun hatta Çağla başımda toplanmış akşam için beni daha çok germekten başka bir şey yapmıyorlardı. Emek bıkkınlıkla, “Ya az gülsene yavrum! Gören de cenaze kaldırıyor sanır.” Dedi bacağıma hafifçe vururken.

Çağla üzerindeki kot pantolon ve kazağıyla, kollarını göğsünde toplamış köşeden bizi izlerken hafifçe güldü. “Komutanım mutlu değil zaten Emek komutanım. Sanırım biraz bunalmış, sanırım yani.”

Emek Çağla’ya delici bakışlarını yollarken Mine yanıma çöktü. “Nasıl hissediyorsun?” Bakışlarımı sakince odada gezdirdim. “Nasıl hissetmem gerekiyor?”

Emek oflayarak hafifçe bağırdığında koşarak mutfağa gitti.

Üzerimdeki geceliğin kuşağını sıkarak, bacaklarımı ileri uzattığımda Mine’de aramızdan ayılmış ve mutfağa geçiş yapmıştı.

Yan koltuğa oturan Çağla bana dönerek, “Komutanım var mı heyecan?” dedi sakince. Dudaklarım büzülürken ağırca gülümsedim. “Yok dersem yalan olacak ya, heyecanlıyım. Baya hem de.” Çağla bana içtenlikle gülümserken, kuşağın ucundan sallanan tüylerle oynamaya başladım.

“Armin, bebeğim hadi odana geç de hazırlanmaya başla bak hava kararacak birazdan!” Füsun mutfaktan bana bağırdığında uzandığım yerden yavaşça ayaklandım. Çağla bana destek olmak adına koluma girdiğinde, sakince odama geçmiştik.

Odam savaş alanından daha çok savaş alanıydı resmen. Gardırobumun kulpuna asılı duran elbise, yerde açık kalmış üç ayakkabı kutusu, yatağımın üzerinde elbisenin içine uygun olması adına baktığımız iç çamaşırları ve makyaj masasının üzerindeki tonla malzeme.

“Börekler yandı!”

“Kız yeni attım dur!”

“Ay elim!”

Mutfaktan gelen bağırış seslerine aldırış etmeden yatağa oturduğumda Çağla halime güldü.

Kaşlarım sahte bir tavırla çatıldı. “Ne o, hoşuna mı gitti?”

Çağla bir elini karnının üzerine diğer elini ağzının üzerine örtmeye çalışırken sessizce gülüyordu. “Komutanım şu umursamaz tavrınızı göreceğim aklımın ucundan geçmezdi. Hep gergin ya da sinirli oluyordunuz.” Çağlaya ölümcül bakışlar attığımda sakin bir sesle, “Evde komutanım demene gerek yok Çağla. Böyle işte komutanım evde komutanım afakanlar basıyor.” Dedim gözlerimi belerterek.

Çağla ağırca başını sallarken arkasından sertçe açılan kapı ile yatağın üzerine yüz üstü düştü. Gözlerim şaşkınlıkla açılırken içeri dalan Emek’e delici bir bakış attım.

“Kızım senin burada ne işin var?” Emek düşen Çağla’ya baktığında Mine olgun bir tavırla Çağla’yı kaldırarak bir sorun olup olmadığını sordu. “İyi misin?” Çağla başını salladığında, “Açılacağını beklemiyordum. Kusura bakmayın sizde komutanım.” Dedi Emek’e garipçe bakarken.

Kaşlarım sinirle çatıldı. “Ondan niye özür diliyorsun? Emek özür dilesene kızdan!” Emek şaşkınlıkla bakakaldığında, “Ay pardon, kızım senden daha heyecanlıyım ben! Akıl mı kaldı sanki?!” dedi sinirle.

Emek beni oturduğum yerden kaldırarak makyaj masasına sürüklerken, kapıya yaslanmış keyifle beni izleyen Mine’ye gözlerimi kısarak baktım. Hayat ona güzeldi tabii.

Emek beni oturttuğunda, ellerini sırtıma yaslayarak aynadan bana baktı.

“Kızlar, saçını nasıl yapsak sizce?”

Gözlerimi devirdim. “Ben yapardım zaten sen Füsun’a baksana.” Emek omzuma bir tane geçirerek gözlerini belerttiğinde susarak önüme döndüm.

Mine kararsızlıkla, “Bence dağınık bir topuz yapalım, elbisesinin önü güzel, dekoltesini kapatmasın.” Dedi. Çağla da Mine’nin dediğini mantıklı bulmuş gibi, “Bence de açık kalmasındansa toplu daha iyi durur.” Dedi sakince.

Emek platin sarısı, kısa saçlarını geriye savurduğunda, “O iş bende bebekler!” diyerek şakıdı. Emek’in bu dediğinin üzerine, saat biraz ilerlemişti haliyle. Emek elinden gelenin en iyisini yapmak istiyor gibi saçımdan dışarı çıkan tutamları bile özenle ayırıyordu. Mine ve Çağla, Emek’in bu haline karşılık az daha oyalanırsak geç kalacağımı düşündüklerinden makyajıma yardım etmeye başlamışlardı. Ben çok abartılı bir makyaj istemesem dahi Mine halledeceğini söyleyerek lafı azcık ağzıma tepmiş olabilirdi.

Gözlerimin katlanma bölgesini süsleyen toprak renkli far özenle dağıtılmış, göz kapaklarımın buğulu bir görüntüye ev sahipliği yapmasına neden olmuştu. Eyeliner gibi çekilen, siyah far jilet gibi yukarı kayarken, çerçevelenmiş dudaklarıma ruj sürülmemişti. En son sürmeyi düşündüğümüz için boş ve olduğu gibi kalmıştı. Elmacık kemiklerime uygulanan kontür, sanki hiç belli değillermiş gibi elmacıklarımı daha da keskinleştirmişti. Yanaklarımdaki toz pembe allık, utançtan kızarmışım gibi görünmeme neden olsa da Mine zaten uçacağını söyleyerek beni rahatlatmayı ummuştu ama ne kadar rahatladığım muammaydı elbette.

Mine ve Çağla makyajıma son kez bakarak Füsun’a yardıma gittiklerinde Emek kulağımın önüne düşürdüğü hafif tutama bakarak gülümsedi.

Bakışlarım aynaya yansıyan elbiseme kaydığında, yüzümde tedirgin bir hava oluştu. Emek bakışlarımdan rahatsız olmuş gibi kaşlarını çattığında, “Ne o yüz öyle?” dedi memnuniyetsizce.

Oturduğum puftan hafifçe yana döndüm. “Elbise biraz açık… Yani omuzlarımı ve sırtımı örten başka bir şey mi giyseydim acaba?”

Emek kaşlarını çatarak yüzüme baktı. “Armin saçmalama.”

Yüzüm acıyla kasıldı. “Ne saçmalama Emek ne saçmalama? Şu sırtımın, omuzlarımın haline bak! Onu giysem her izi görecekler. Hem Göktuğ görürse üzülür, böyle bir günde ona bunu yapmak istemiyorum. O izlerimin hiçbirini bu kadar detaylı görmedi.”

Emek’in bakışları yumuşarken omzumu sıvalayarak, “Kapatırız bebeğim, o elbiseyi gördüğünde yüzüne yayılan mutluluğu bizzat gördüm. Hem gözlerine çok yakışacak o elbise… Tek sorun izlerin olsun.” Dedi sakince.

Yüzüne baktım. Kuşağı çözerek, üzerimdeki hırka gibi olan saten parçayı sırtımdan ayırdım. Açıkta kalan omuzlarım ve sırtımdaki sayısız iz günyüzüne çıkarken bakışlarım aynaya döndü. Köprücük kemiğimin az üstünden başlayan derin kesik izi, sol göğsümün yanına kadar uzanıyordu. Derim büzüşerek kötü bir görüntüyü açığa çıkarırken Emek sakince yüzüme baktı.

Hiç beklemediğim bir anda üzerindeki kısa kazağı bedeninden sıyırıp attığında, karşımda yalnızca sütyen ile kalmasına şaşırmadım. Şaşırdığım nokta, karnının üzerindeki yanık izleri ve kesiklerdi. En az, az önceki izim kadar derin olan kesikler, karnında düz bir derinin kalmasına yer bırakmamış nitelikteydi.

“Kadir beni hiç çıplak görmedi ama bak, ne kadar iz var üzerimde. Ki, bu sadece karnımda olanlar… emin ol Göktuğ onların farkına çoktan varmıştır. Adam yaralarına merhem olmak için attığın adımın bile sağlamlığını test ediyor, senin taktığın şeye bak. Ya bugün kendini kabullenerek bu şekilde çıkacaksın karşısına, ya da gizleyebileceğini düşündüğün izlerini kapatacak şeyler arayacaksın. Ama unutma Armin, hayatına dahil etmeyi düşündüğün adamdan bir şeyleri yalnızca belli bir süre gizleyebilirsin.” Üzerini hızla giyindiğinde mutsuzluğundan soyutlanarak güldü.

Çıplak kalan omzuma ufak bir öpücük kondurduğunda, elbiseme uzanarak bana döndü. “Hadi kız daha bizde hazırlanacağız!” Aniden değişen ruh hallerini artık garipsemediğim için gülerek ayaklandım. İçimde elbiseye uygun iç çamaşırlarım vardı.

Ben üzerimdeki geceliği çıkartırken Emek de elbiseyi kılıfından çıkardı. Eğilemediğim için, yavaşça yere çömelen kadın elbiseyi sakince üzerime geçirdi. Göğsümden tuttuğum kısım düşmemek adına mücadele verirken, Emek elbisenin fermuarını kapatmaya çalışıyordu. Mine ve Çağla tekrar odaya geldiğinde Emek’in mücadelesine anlam veremez gibi bana yaklaşarak fermuarı tek hamlede çektiler.

Karşımdaki boy aynasında döndüğümde, bedenimi saran ela renkli saten elbiseye hayranlıkla baktım. Göğüs kısmı, kat kat öne dökülürken kesimi dümdüz bir şekilde ilerlemişti. Bedenimi saran saten kumaş belime kadar sıkı, sonrasında ise yerlere dökülmek ister gibi bollaşıyordu. Omuzlarımdan sıkıca kavrayan iki ince askı, elbiseyi zor tutuyor gibi gerilmiş ve derimi sıkıyordu ama buna aldırış etmedim.

“Armin çok güzel oldun.” Mine arkadan bana gülümsediğinde Çağla da aynı şekilde karşılık verdi. Emek’i anlatmama gerek yoktu sanırım.

Füsun oflayarak odama girdiğinde beni görür görmez duraksadı. “Ah Armin, ne kadar güzel olmuşsun!” Sarı kıvırcık tutumları dağınık olmasına rağmen ona her zamanki gibi çok yakışmıştı. Omuzlarından geri savurduğu tutamları ile bana yaklaştığında ellerimi tutarak bakışlarını yüzüme çevirdi.

Füsun mahcupça bana bakarken, kızlar konuşmanın özel olduğunu anlamış gibi hızlıca odayı terk edip kapıyı kapattılar.

“Belki o olaydan sonra sana sahip çıkamadım belki de sana hiç samimi bir sıcaklık hissettiremedim… Ama şunu unutma ki, kendi kızımdan bile daha değerlisin gözümde. Bakma öyle arkadaşınmışım gibi davrandığıma, ben senin bakışında hissedemediğim kızımın sevgisini görüyorum.” Omzumu okşayarak dolan gözlerini benden kaçırdı. “Kızlar genelde evin erkeğinden istenir… Ben yokluğunu hissetmeni istemedim bebeğim. Murat, yani kocam… Güya Tuğba’yı zapt etmek için başka bir şehirde kalmıştı ama şimdi bakıyorum da kızımın pek bizle ilişiği yok. Ben konuştum. Eğer sende istersen, akşam seni Murat’tan istemelerini istiyorum güzelim. Ne dersin?” Bedenimin hafif titrediğini hissetim. Dudaklarımı ağırca yalayarak, “Hiç tanışma fırsatımız olmamıştı. Yani bilemedim ki?” dedim kararsızlıkla.

Füsun anlayışla gülümsedi. “Biliyorum, tamamen benim hatam ama hiçbir şey için geç değil. Murat burada. Sabahleyin geldi ama sana soramadığım için onu çağırmadım. Eğer istersen, bir tanış kızım. Seversin bence.” Usulca başımı salladım. “Peki madem, bu kadar zaman ayrı kalmışsınız bir de ben kararsızım diye ayrı düşmeyin. Gelsin, beni Murat babamdan istesinler.”

Füsun duyduklarına inanamamış gibi zor tutuğu göz yaşlarını usulca yanaklarına süzdürdüğünde, kollarını sıkıca bedenime sardı. Çıplak omzum Füsun’a ait gözyaşları ile dolarken, “Bende mi ağlayayım şimdi?” dedim huysuzca. Füsun gülerek geri çekildiğinde elini cebine attı. Cebinden çıkardığı kırmızı dikdörtgen kutuyu açtığında, aramızda parlayan pırlanta taşlara şaşkınlıkla baktım. “Bu ne?”

Füsun burukça gülümsedi. “Tuğba’yı yetiştirmeyi becerseydim ve dürüst, mert bir kız olsaydı yadigarımı ona bıraktım ama olmadı. Şurada birkaç ayda benimsediğim kadın bile kızımdan daha çok kızım gibi hissettirdi… Bu benim düğünümde annemden bana kalan bir yadigardı. Bende sana vermek istiyorum güzel kızım, senin güzelliğinin yanında sönük de kalsa, yadigarım senindir.”

Füsun bileğime geçirdiği su yolu, pırlanta bilekliği okşadığında dudaklarımda naif bir gülümseme oluştu.

“Ay ağlatacaksınız beni, kendi istememize geç kalacağız kız hadisenize!” Emek kapısının arkasından sinirle bağırırken Füsun son kez elimi okşayarak odadan çıktı.

“Armin, organizasyon ekibi geldi. Salonun sandalyelerini ve arka planı hazırlayacaklarmış.” Mine elindeki telefonla oynarken sakince bana dönerek kurmuştu cümlesini.

Elbisenin eteklerini geri savuşturarak, yalın ayak içeri geçtiğimde üç kadının bir şeyler konuştuğunu gördüm. “Hoş geldiniz.” Sakince mırıldandığımda kadınlarının arasından en genç gözüken nazikçe gülümsedi. “Hoş bulduk gelin hanım.”

Gelin hanım…

Ben?

Afallamamı sonraya bırakarak, “Salon pek büyük sayılmaz ama en az altmış kişinin sığması gerekiyor. Ona göre bir şeyler yapabilir miyiz acaba?” dedim ümit ederek.

Kadın gülümsedi. “Salondaki eşyaları çıkarmamıza izin verirseniz, seksen kişiyi bile sığdırabiliriz buraya. Siz rahat olun gelin hanım, bir saat içerisinde salon hazır olacak.”

Rahat bir nefes verdiğimde dibime giren Emek, “Hm gelin hanım…” diyerek mırıldandı. Omzuna sinirle vurduğumda gözlerimi belerttim. “Sus da giyin artık!” Emek saçlarını geriye atarak odama girdiğinde Mine ve Çağla da giyinmek adına başka odalara dağılmışlardı. Emek’in arkasından odaya girdiğimde kenarda giyinen kadına bakmayarak makyaj masamın üzerine kuruldum.

Sabahtan beri elli kere çalan telefonuma bir arama daha düşmüştü.

“Efendim kaşıkçı?” Gülerek açtığım telefona karşılık Hüseyin ve onun sesine karışan üç farklı sesi işittim.

“Gelin olmuş gidiyorsun zilli!” Arkadan bağıran Hamza’ya güldüğümde Hüseyin konuşanları susturup, “Biz geldik. Akşam Göktuğ’lar gelmeden geleceğiz de kaç gibi gelelim?” dedi merakla. Kaşlarım hafifçe çatılırken, “Göktuğ’lar, sekiz gibi gelecek. Siz yedi buçuğa doğru burada olun.” Dedim sakince.

Hüseyin dediklerimi onaylayarak telefonu kapattığında Emek arkamdan sordu. “Kimdi o?”

Gülerek arkamı döndüm. “Kaşıkçı dediğime göre? Gelmiş bizimkiler, hem sen onu bunu geç. Burak, Kadir ile seni öğrenince ne yaptı onu anlat.” Emek üzerine giydiği, lacivert boyundan bağlamalı saten üstüne bakarken, altındaki beyaz renkli bol kumaş pantolonun belini düzeltti. Beline yılan misali dolanan gümüş tokalı kemeri, pantolonuyla da oldukça uyumlu gözüküyordu.

Ellerini beline yaslayarak, “Of hiç sorma! Kadir’i dört bir yandan ortalarına alıp medenice anlaştılar. Ama bak medenice! Görmen lazımdı. Sanırsın Hüseyin’de adam dövmeye yer arıyormuş gibi vurdu da vurdu be! Abimi katmaya gerek yok zaten. Ay bide abi dedim, küsüm ben Burak gıcığıyla.” Dedi yüzünü buruşturarak.

Gülerek ayağa kalktığımda baştan aşağı kombinini süzdüm. “Bu ne şıklık? Az daha süslenirsen seni kovmak zorunda kalacağım. Şuna bak, istememde beni geçtin!”

Emek gülerek makyaj masasına geçtiğinde, kendi getirdiği malzemeleri ustaca üzerinde uygulamaya başladı.

Açılan kapı ve içeri giren ikiliye baktığımda, Mine üzerinde tam oturan V yaka kırmızı bir elbise giyerken, Çağla sade kalmayı tercih etmişti. Üzerindeki siyah saten gömlek ve altındaki dar kot pantolon ile sade ama şık gözüküyordu.

Mine hızlıca Emek’e katılırken makyaj yapan ikiliyi sakince izleme görevi de Çağla ve bana düşmüştü.

“Armin! İşin yoksa gelsene bir bebeğim!” Füsun’un sesini duyduğumda hızlıca odadan çıkarak misafir odasına geçtim. Dağılan oda pek umurumda olmazken, aynanın karşısında eli sırtında kalan kadına baktım. “Ne yapıyorsun sen?”

Füsun gözlerini kısarak aynadan yüzüme baktı. “Fermuarını çekemedim, az yardım et.”

Sarı saçlarını toplamaya çalışsa bile, aradan çıkan asi kıvırcıklar omuzlarına dökülmüştü. Üzerindeki spor elbise ona çok yakışmıştı. Önündeki dört düğmenin, en üstteki hariç hepsini kapatmıştı. Sarı saçları ve toprak rengi elbisesinin uyumu oldukça beğenmiştim. “Vallahi hepinizi kovacağım ha! Bu ne böyle herkes benden güzel gözüküyor!” Sahte bir sinirle odada dört döndüğümde Çağla’nın kahkahasını duydum. “Komutanım, güzellik algısı siz varken bize düşmez.”

Gülerek yüzümü buruşturdum. “Ay Çağla! Şımarıyorum bebeğim sus lütfen.” Füsun halime gülerek tam bir şey diyecekken çalan kapı ile koştu.

“Kim gelecekti ki?” Arkasından bağırmama rağmen pek bir şey ifade etmemişti çünkü çoktan çıkıp gitmişti bile.

Çağla yaslandığı kapıdan gelene bakmaya çalıştı ama kapının yanında kalan çıkıntıdan geleni görememişti. Sakin adımlarla koridorun ucuna adımlamaya başladığımda gördüğüm görüntü ile adımlarım dondu.

“Benim sarışın, güzel sevgilim… Ne kadar özledim bilemezsin.”

“Her şey daha farklı olabilirdi Murat…”

Füsun, kocası yani Murat denilen adama sıkıca sarılmışken, sesi ilk defa bu denli acı çıkmıştı. Murat hafifçe geri çekildiğinde bakışlarımız kesişti. Kaşları havalanan adamın yüzünü görünce Füsun da arkasını dönmüş ve benimle karşılaşmıştı.

“Sizi tanış-“ Füsun tam araya girecekken Murat bana bir adım atarak sakince gülümsedi.

Açık kumral saçları, sempatik yüzü ve duru bir bakışa sahipti karşımdaki adam. “Sen Armin olmalısın.”

Gözlerime sanki beni senelerdir tanıyor gibi baktığında kaşlarım hafifçe çatıldı. “Evet, siz…”

Murat elini bana uzatarak içtenlikle gülümsemesini arttırdı. “Murat bende. Füsun bana telefonda çok uzun saatler senden bahsederdi… Demek tanışmak bugüne kısmetmiş güzel kızım.”

Şaşkınlıkla Füsun’a bakakaldığımda istemsizce gülümsedim. “Öyle mi? Yani keşke daha önceden tanışma fırsatımız olsaydı ama maalesef…” Buruk bir sesle konuştuğumda Murat gülümsemesini silmeden, “Resmiyete gerek yok. İster amca de ister baba… Ben seni çoktan kızım belledim, güzel gözlüm.” Dedi babacan bir tavırla. Yüzüme yayılan şaşkınlık ile Füsun şen bir kahkaha attığımda Murat’ın koluna girdi. “Aşkım sen mutfağa geç, Armin biraz sindirsin. Ben demiştim aslında ama senden bu denli sıcak bir tavır beklemiyordu sanırım.”

İkisi de bana gülümseyerek mutfağa geçtiklerinde arkadan bir bağırış koptu. “Armin telefon!” Hızlıca odaya girdiğimde Mine telefonumu elime tutuşturdu. Kim olduğuna bakma fırsatı kalmadan telefonu kulağıma yasladığımda, “Komutanım bu adam düz lokum kaktıracak bize, hani konuşmuştunuz siz!” diyerek açılış yapan kişi elbette ki Yıldırımdı.

Kaşlarım çatılırken, “Hayır ya.” Dedim şaşkınca. “Ben demiştim adama. Söyleyin fındıklı olanlardan versin. Hem zaten ben siparişi vermiştim siz sadece ismimi söyleyecektiniz!”

Yıldırım telefondan uzaklaşarak yanındaki her kimse, “Salak Armin’in ismini söylemeyi unuttuk.” Diyerek mırıldandı.

“Yıldırım şu lokumu al ve hemen gel artık!” sinirle bağırdığımda telefon usulca kapandı. Tek yapması gereken adımı söyleyip hazırlattığım lokum almaktı. Hayır yani, ne kadar zor olabilirdi ki? Telefonu yatağa fırlatarak derin bir nefes aldım. Bugün beklediğimde de yorucu geçiyordu gerçekten.

“Armin Hanım!”

Sesin kaynağına -salona- geçiş yaptığımda kadınlardan ikisi sandalyeleri kenara ittirirken diğeri bana yaklaştı. “Konsept olarak gri ve beyaz ağırlıklı düşünmüştük… Bize bıraktığınız için daha doğrusu. Eğer aklınızda başka bir renk yoksa biz arka planı hazırlamaya başlayacağız.” Salondaki koltuk, masa, dolap… Hiçbiri şu anda yoktu. Sanırım Füsun ayarladığı nakliye firmasını kendi evine yönlendirip eşyaların fazladan yer kaplamasını engellemişti.

“Anne!” Mutfağa doğru bağırdığımda Füsun koşarak yanıma geldi. “Ne oldu?” Sarı kaşları hafifçe çatılmış bir bana bir içeri bakıyordu. İçeriyi işaret ederek, “Sen mi gönderdin eşyaları?” dedim şaşkınlıkla. Daha gittiklerinden haberim bile yoktu.

Füsun hızla başını salladı. “Başka nasıl sığacaktık? Benim eve gönderdim hepsini, yarın geri getirecekler.” Duyduklarımın üzerine kadın ile renk konusunda kararımızı ortaklaşa vermiştik. Dedikleri gibi gri ve beyaz ağırlıklı bir şeyler hazırlanacaktı.

Kapı çaldığında istemsizce ayaklandım. Mine kapıya yakın olduğundan kapıyı açtığında içeri pat diye dalan adam söylenmeye başladı.

“Komutanım bu salak adamı çok aradınız mı siz? Hayır bir de mal gibi elli saat isminizi aradı. En son bulunca da durmuş diyor ki, bu ismi koyarken çok düşünmüşler mi? Hayır sana ne be adam! Lokum yani altı üstü. Ver de gidelim değil mi ama?!” Kalender Yıldırım’ı ittirerek içeri girdiğinde, “Sus lan artık!” dedi bağırarak. Bakışları kapıda dikilen kardeşine kaydığında, beğeni dolu bakışları ile üzerini süzdü. Mine gülerek abisinin yanağına ufak bir öpücük kondurduğunda, bakışlarım Kalender’in arkasında dikilen Tekin’e kaydı. İkiliyi sakin gözlerle izliyordu.

Herkes içeri girdiğinde, ufak çaplı bir ayakkabı çıkarma serüvenine yakalanmışlardı.

Emir ıslık çalarak, “Aman Allah’ım bu ne güzellik!” dedi heyecanla. Gülerek yüzüne baktığımda, yanıma gelerek bedenimi tam tur döndürdü. “Komutanım da komutanım yani.”

“Kimin komutanı bu…” Yıldırım arkadan uzata uzata bağırırken Tekin, Yıldırım’ın ağzını kapatarak mutfağa itekledi.

Herkes kendine oturacak yer ararken, salonun işleri bitmediğinden mutfakta bulmuştu. Füsun’un ara sıra ağzından çıkan Fransızca küfüler ve sinirli bağırışlarının sebebi, Emir’in asla durmak bilmeyen çenesi ve mideye indirdiği lokmalar olduğunu biliyordum.

Yatakta durmuş boşça ellerimi izlerken kapı sakince çalındı. Kimin geldiğine anlam veremezken, “Gel.” Dedim sakince.

Kapı ağırca aralanırken gördüğüm yüz Murat’a aitti.

“Müsait miydin?” Başımı hızlıca sallayarak ayaklandım. Fazla ayakta dolandığım için dikişlerim hafiften sızlamaya başlamıştı ama dayanılmayacak bir şey değildi.

“Bak Armin, Füsun belki anlatmıştır ama bende bahsetmek istiyorum. Tuğba, bana hiçbir zaman kız babasıymışım gibi hissettirmedi. Ergenliğe girdiği dönem, hareketlerine bir nebze hak verdim ama bu haklılığın tek sebebi de ergendir yapar bahanesi olmuştu. Aradan zaman geçti. Beni onunla tanıştırdı…” Baş parmağıyla ardımdaki kapıyı işaret ettiğinde başımdan aşağı kaynar sular inmiş gibi hissettim. Yıldırım ve Murat seneler öncesinde Tuğba aracılığıyla tanışmışlardı! Gözlerindeki dalgalanması bizzat hissettim. “Yıldırım mert bir çocuktu. O şuan beni fark etmedi ama görünce durgunlaşacağını ve sessizliğe gömüleceğini biliyorum. Onunla ilk tanıştığımda o kadar sevdim ki karakterini… Deli doluydu, kendi kendini yetiştirmeyi çok iyi becermiş ve terbiyesi ailesiyle büyüyen bazı çocuklara nazaran katbekat daha iyiydi. Tuğba bir gün bana gelip, Yıldırım bana fiziksel şiddette bulundu diyerek ağladığında bende ipler kopmuştu. Asla kendime yediremedim. Kendime yediremedim çünkü Yıldırım çok mert ve sözünün eri bir çocuktu. Ondan asla böyle bir şey beklemezdim. Ama o gün nasıl olduysa Tuğba bana bunu inandırmayı becerdi. Akşamına evden çıkmak ve biraz dolaşmak istediğinden bahsedince kıramadım. Çıktı gitti… Meğerse Yıldırım ile aralarında hiçbir şey yokmuş ve ona da babam seninle birlikte olmamı istemiyor, o yüzden beni dövdü diye ağlamış. Ben bunları daha yeni öğreniyorum tabii… Sonrasında Yıldırım ani bir şekilde terk etti o şehri. Anlam veremedim. Her gün neredeyse telefonda konuşur, halimizi hatırımızı sorardık birbirimize.” Aklına gelmiş gibi burukça gülümsedi. “Aradım, açmadı. Bir daha aradım, gene açmadı. Aradan aylar geçti. Telefonu başka bir adam açtı. Hattı kendi üzerine aldığını ve artık aramamam gerektiğini söyledi. Yıldırım benim kaybettiğim oğlum yerine koyduğum genç bir delikanlıydı. Meğerse sorun oğlumda değil, kanımı taşıyor dediğim kızımdaymış…”

Karşımda ilk defa babacan tavrını iliklerime kadar hissettiğim ve içten konuşan bir adam vardı. Şu anda karşımda, bir baba ağlıyor ve ben ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.

“Şu an oğlumun karşısına çıkmaya yüzüm yok. Ben kendi kızıma inanarak çok büyük bir hata yapmışım… Oğlum deyip bağrıma bastığım çocuğu da onun yüzünden kaybettim. Her neyse,” bana yaklaşarak usulca ellerimi kavradı. “Bu saatten sonra arkanda ben varım güzel kızım. Belki Tuğba’yı büyütmeyi beceremedim belki oğlum gözlerimin önünde bir ipe bağlanmış sallanırken onu indirecek gücü kendimde bulamadım… Ama ne olursa olsun bu saatten sonra sen ve Yıldırım oğlum benim evlatlarımsınız.” Ellerimi bırakarak ceketinin cebinden kırmızı kare bir kutu çıkardı. Kutuyu açtığında ortamızda parlayan mücevherata şaşkınlıkla bakakaldım. “Füsun annen zaten bilekliğini vermiş. Bu da benim sana ufak bir hediyem. Yeni yuvanda, attığın adımların sağlamlığında her daim mutlu ol. Seni seneler evvel Füsun’dan dinlemişken böyle karşımda görmek biraz garip ama sen beni anladın güzel kızım…”

Usulca arkama geçerek kolyeyi açtığında, boynuma değen taşlar ile hafifçe ürperdim. Göğüslerime uzanan, şekilli su yolu kolye sanki tam da sahibini bulmuş gibi elbisemle tamamlanmıştı.

“Çok güzelsin çok ama çok güçlüsün… Bundan sonrada düşmene izin vermeyeceğim.” Omzumu okşayarak aynadan yüzüme derin derin baktığında tam çıkacakken kapı sertçe açıldı.

“Komutanım!” Yıldırımla birbirimize bakakaldığımızda bakışlarımdaki tedirginliğe anlam verememiş gibi kaşlarını çattı.

Bakışlarım Murat babama kaydığımda Yıldırımda istemsizce oraya döndü. Yüzündeki mutluluk anında dağılırken adımlarını ağırca geriye attı. Gözlerinde oluşan sert mesafeye bakarken Murat babam burukça gülümsedi.

“Oğlum.”

Yıldırım’ın çenesi kasılırken bakışlarını yavaşça yere çevirdi. “Yanlış bir zamanlama olmuş, ben sonra uğrarım komutanım.” Yıldırım tam çıkacakken Murat babam ağırca Yıldırım’ın kolunu kavradı. “Oğlum biraz konuşalım.” Yıldırım kolunu saran yaşlı ele kilitlendi. Titreyen dudakları ağırca aralandığında, “Çok geç kaldın baba.” Diyerek fısıldadı. Murat babam böyle bir cümleyi duymayı beklemiyor olacak ki eli bir anda boşluğa düştü. Bakışları dalgalanırken Yıldırım ile göz göze geldiler. Yıldırım dolan gözlerine inat gülümsedi. “Zaten karşında kızın varken beni savunman saçma olurdu ama sen bana böyle bir şeyi yedirince ben kendimi çok sorguladım. Biliyordun, kendi kendimi büyütürken beceremediğim eksiklikleri biliyordun… Bu eksiklikleri tamamlayacağına söz vermiştin baba, neden bu kadar geç kaldın?” Yıldırım gerçekten karşısında babası varmış gibi derin bir içtenlikle fısıldadığında, sesinin Tuğba’ya karşı bile bu denli kırık çıktığını hissetmemiştim.

Murat babam arkasındaki makyaj masasına sıkıca tutunurken derin bir nefes almaya çalıştı.

“Affet oğlum.”

Yıldırım bir adım daha geriledi. “Kimse bana yetişemedi. Ama en çok yetişeceğinden emin olduğum adam da çok geç kaldı. Babamsın. Hâlâ büyüğümsün. Sevip saydığım, adamlık dersi aldığım tek kişisin. Ama bazen yapılan hataların geri dönüşü olmuyor. Olacak olsa dahi, şimdi düşündüm de biz bunun için çok geç kalmışız.” Yıldırım sakince salona girdiğinde Murat babamla odada tek kalmıştık.

Bir anda eli ayağı boşalan adam bocalarken hızlıca yanında biterek onu tutmaya çalıştım. “Murat baba!” Sesim babam yerine koyduğum birine karşı ilk defa bu denli telaşlı çıkmıştı.

“Murat! Ay ne oluyor Armin?!” Füsun koşarak odaya girdiğinde kısa bir süre içerisinde odanın önünde geniş bir kalabalık meydana gelmişti. Murat babam yere düşerken kolundan yakaladığım için başı, dizlerime denk gelmiş derin nefesler almaya çalışırken boğuluyor gibi gözüküyordu.

“Aşkım derin nefes al, tamam sakiniz… Bak buradayım, yüzüme bak Murat!” Füsun, Murat babamın gömleğinin yakalarını hızlıca açtığında, kapının ucunda beliren Yıldırım sakince yanımıza çömeldi. “Sakinleştiricisini içti mi Füsun anne?” Füsun Yıldırım’a bakakalırken onlarında bu süreç içerisinde ilk defa birbirlerine dikkatle bakmış olduğunu gördüm. Füsun ağırca, “Oğlum.” Diyerek fısıldadığında Yıldırım hızlıca mutfağa gidip yanımıza dönmüştü.

Elindeki sakinleştiriciden bir tane alarak Murat babamın başını dikleştirdiğinde, hapı ağzına yerleştirdi. Elindeki su bardağını dudaklarına götürerek içirdiğinde Murat babam ilk anına nazaran daha sakin gözüküyordu.

Füsun ağırca yutkundu. “Sabah gelmişti, ben sormayı unutmuşum.”

“Oğlum unutmamış.” Murat babam elini zorla kaldırıp Yıldırım’ın elini tuttuğunda Yıldırım ayaklanarak mutfağa gitti.

Kalender kalabalığı dağıtıp mutfağa yollarken üçümüz olduğumuz y erde kalmıştık.

“Of Murat. Nasıl bu kadar uzak kaldın Yıldırım’dan hayatım? Ah lanet olsun doğuracağım kadına! O kadar bunaldım ki anlatamam!” Füsun yanımızdan kalkıp giderken bizde sakince ayaklandık.

Murat babam üzerini düzelterek mahcup bakışlarını yüzüme dikti. “Kızım kusura bakma sende, moralini bozduk bu güzel günde.” Başımı hızla iki yana salladım. “Olur mu öyle şey? Yıldırım benim kardeşim gibi, onun gerçeklerle yüzleşmesini her şeyden daha çok isterim.”

Murat babam ağırca başını sallayarak odadan ayrıldığında Emek sakince içeri girdi. “Lokumları bademli almış bu salak çocuk.”

Yüzüm buruşurken, “Göktuğ badem hiç sevmez ki.” Dedim üzgünce. Emek omzunu omzuma çaptırarak, “Kocam da kocam diyorsun yani?” dedi eğlenerek.

Gözlerimi devirerek gülmeye başladım. “Yıldırım! Hayatım! Yavrum! Odama gel çabuk!” Yıldırım az öncekine nazaran toparlanmış gibi güldüğünde, “Evet komutanım?” dedi sakince. Gözlerimi kırpıştırarak, “Lokumları nasıl bademli almayı becerdin?” diyerek mırıldandım üst düzey bir sakinlikle.

Yıldırım ağırca yutkundu. “Komutanım Emir dedi. Fıstık ucuz durur badem alalım dedi.”

Gözlerimi yavaşça yumdum. “Emir!”

Emir mutfaktan koşarak odama geldiğinde, “Ne oldu lan?!” dedi Yıldırım’a bakarak.

Emir’in omzunu sıkıca kavradığımda, “Fındık ucuz durur badem alalım mı? Vay benim zeki çocuğum. Oğlum ben size sipariş ettiğimi alın gelin demedim mi? Siz niye kendi kafanıza göre iş yapıyorsunuz?!” dedim sinirle bağırarak.

Bağırışıma gelen Kalender hızla odaya daldığında, “Bir işi de beceremediniz değil mi?” dedi sinirle. Emir ve Yıldırım’ın gömleklerinde çekiştirerek, “Hemen şimdi gidip fındıklı lokum alıp geliyorsunuz! Hadi lan hadi!” diyerek ikisini de kapıya itti.

Gözlerimi devirerek yatağa oturduğumda Emek yavaşça önüme çöktü. “Üzülme ya, hem bak ayakkabı seçmedik cıbıldak cıbıldak geziyorsun hâlâ!”

Yere bıraktığımız ayakkabı kutularını yanıma çektiğinde bakışlarını üç ayakkabı üzerinde dolaştırdı.

Birisi, siyah düz bir modelken ikincisi, elbisemle aynı renk ela bir topukluydu. Üçüncüsü ise bilekten bağlamalı, tam tur taşlarla çevrilmiş kadife, beyaz bir topukluydu.

“Ay bu!” Emek üçüncüyü kutudan alarak bana yaklaştırdı. “Baksana takılarınla uyumlu, çok güzel gözüküyor.” Ayakkabıyı ortaklaşa seçtiğimizde, taşlı olan üçüncüde karar kılmıştık. Emek giyinmemde yardımcı olduğunda kısa bir süre içerisinde kapı çalmıştı.

“Ay dur rujunu sürelim!” Emek hızlıca rujumu sürdü. Ayaklanarak kapıya yöneldiğimde içeri büyük bir kavga eşliğinde dalan Yıldırım ve Emir’in kafasına sertçe geçirdim. Salakların kavgasız tek anları yoktu.

Tam kapıyı kapatacakken, “Bu ne güzellik, güzelim?” diyen bir kaşıkçı duydum. Elalarım ağırca kapıya döndüğünde yüzüm buruştu. “Koca adam! Bu ne şıklı böyle?” Hüseyin uzun saçlarını sıkıca ensesinde topuz yapmış, üzerindeki siyah takımı ile oldukça iyi gözüküyordu.

Bana yaklaşarak kollarını sırtıma sardığında sıkı sıkıya sarıldık.

“Lan çekil şuradan!” Arkadan gelen kıskanç ses elbette ki Burak’a aitti. Burak bana yaklaşarak sıkıca sarıldığında gülerek sırtını sıvazladım.

“Ağabey hoş geldin!” Emek arkadan güldüğünde Burak benden ayrılarak Emek’e sarıldı. “Hoş bulduk minik şey.”

Hamza ve Çağrı ile de sarıldığımızda işlemleri tamamen biten salona geçiş yapabilmiştik. Yemek masasının olduğu yer, eşyalar kalkınca oldukça genişlemişti. Benimkilerin hepsini oraya postalamam lazımdı çünkü Göktuğ’dan gelen taraf oldukça kalabalıktı ve aile büyükleri bize yakın oturmalıydı.

Salonun köşesinde bizim için ayrılan yere hayranlıkla baktım. Beyaz kumaş, kat kat katlanarak güzel bir görüntü elde ederken üst üste çapraz yerleştirilen arka planın üzerinde baş harflerimiz yazıyordu.

Kurtuluş ve kaşıkçılar dediğim gibi arka taraflara yerleştiğinde, kızlar da o hizanın en önüne oturmuştu.

Çalan kapı ile hepimiz bir anda ayaklandığımızda Emek ve Füsun koşarak bana yaklaştı. Murat babamda yanıma geldiğinde kapıyı açar açmaz gördüğümüz yüz beklediğimiz kişilerle alakası olmayan birine aitti.

“Ben geldim yahu, hemen heyecanlanmayın!” Samet elindeki elli çeşit kahve poşetiyle içeri daldığında sırtına vurarak sinirle konuştum. “Şurada bayılmama az kalmış zaten daha yeni mi geliyorsun sen?!” Samet sırıtarak içeri geçtiğinde, organizasyon ekibinin kapıya bağladığı beyaz tülü izlemeye başladım.

“Ay dur heyecan yok! Sakiniz, Armin sakiniz!” Emek arkamdan omzumu sıvazlarken Füsun Emek’i geri çekti. “Daha çok geriyorsun hepimizi dur kız bir.”

“Emek ağabeyim sen gelsene buraya!” Burak içerden bağırdığında Emek sinirle, “Sen sus da otur! Gelinin best kankasıyım ben!” dedi oldukça ciddi bir şeyden bahseder gibi.

Burak ve Emek kapıdan kapıya atışırken sokağı inleten korna sesleri ile balkona koştum.

Ana yol bir anda pembe meşaleler ile aydınlanırken, en önde elinde büyük bir çiçekle yürüyen Göktuğ, arkasında iki elinde meşale ile seri adımlar atan Gök, ikiliye yetişmeye çalışan elleri kolları dolu Gamze Hanım ve Güliz… Tabii burası işin yalnızca ufak kısmıydı. Bu dörtlüye ek arkalarından meşaleler ile yürüyenler, arabalarla konvoy oluşturup kornaya sertçe basanlar da bir hayli fazlaydı.

“Maşallah maşallah!” Gök’ün bağırışlarını duyduğumda arabalardan inen pek çok erkek alkış tutarak yürümeye başladı.

Ellerim dudaklarımın üzerine kapanırken dudaklarımın arasından şuh bir nefes döküldü.

“Ay inanamıyorum.” Dış kapının zili çalmaya başladığında ben şoktan çıkamadığım için Emek imdadıma yetişmiş ve aşağıyı açmıştı.

Hızlıca kapıya ilerlediğimde tam kapıyı açacakken Emek tarafından kibarca itildim. “Ne yapıyorsun ya?” Şaşkınlıkla yüzüne bakakaldığımda Emek gözlerini belertti. “Kız dur! Kapı öyle hemen açılır mı? Önce bir paramızı alalım sonra açarız kapımızı.” Emek benden önce kapıya yapıştığında apartmana dolan bağırış ve alkış seslerinden geldiklerini anladım. Kapı çalmaya başladığında Emek kapıyı ağırca araladı.

“Enişte kız kaçtı gidin hemen.” Fısıltıyla söylediği şey yüzünden beline sert bir cimcik attım. İnleyerek, “Ay tamam burada. Vallahi kızımızı hemen göremezsiniz, sizin kızımızı görmeniz için bizimde biraz paranın ucunu görmemiz lazım.” Dedi gülerek.

Kapı sakince ittirildiğinde açıkta kalan boşluktan bir tomar para uzatıldı. Emek bir anda bu kadar parayı görmeyi beklemiyor gibi hızla geri çekildiğinde üzerimi düzelterek sakince kapıyı araladım.

En başta gördüğüm yüz Gamze Hanım’a aitken elindeki süslü beyaz bohça ile içeri girdi.

“Ah kızım, ne kadar güzel olmuşsun…”

Gülümseyerek bana baktığında hızlıca bedenini sarmalayarak arkasından içeri doluşan kadınlarla da tanışmasak bile sıkıca sarıldık. Kadınlar, adamlar, bilmediğim onlarca yüz derken, Emek hızla ellerinden bohçaları alıyor, yetişemediği yerde Çağla ve Mine de ona eşlik ediyordu.

Benden kısa kadınlara sarılırken eğilmekten belim ve kasıklarım ağrımaya başlamıştı. Bazıları o kadar sıkı sarılıyordu ki, nefesimin kesildiğini hissettiğim saniyeleri de görmüştük.

Artık belli bir süre sonunda ayakta durmakta zorlandığımda gördüğüm tanıdık sima ile kaşlarım havalandı.

“Kadir, hoş geldin!” Kadir’i Emek ile gelir sanırken Göktuğ’gilden çıkması beni biraz şaşırtmıştı doğrusu. Kadir elindeki poşetleri kenara yığarken kaşlarını kaldırdı. “Damat beyin bana kanı kaynamış, onlarla gelmemi isteyince kıramadım. Hoş bulduk bu arada, çok şık olmuşsun.” Gülümseyerek elini sıktığımda arkasından gelen adama da şaşkınlıkla bakakaldım. “Aa doktor bey? Sizi de mi görecektik buralarda?” Atalay gülerek bana yaklaştığında sakince sarıldık. “Beni sevdiğinizi bu kadar belli etmeyin gergin hanım.” Sırtına sertçe yapıştırdığımda gülerek Füsun’ları selamladı.

Tam ümidimi kesmiş kapıya döndüğümde, gördüğüm yüz ile nefesim kesildi. Sakalları yeni kesilmiş, oldukça düzenliydi. Saçları zaten geriye yatırılmış, tıraşını yeni olmuştu. İçindeki hâki yeşili gömlek, bedenine sıkıca yapışmış, gömleğiyle uyumlu takım elbisesi ve pantolonu ile nefes kesici gözüküyordu. Bileğini saran gümüş işlemeli saat, gömleğinin kollarına geçirdiği kurt motifli düğmeler ve daha nice detay…

Adımı ağırca içeri attığında kollarının arasına sığdırdığı, beyaz manolya ve zambaklardan oluşan devasa buketi sakince bana uzattı. Ellim kollarına temas ederken bakışlarım gözlerinden bir an olsun ayrılmadı.

“Çok yakışıklı olmuşsun.”

“Çok güzel olmuşsun.”

Aynı anda fısıldadığımızda bakışlarımı utançla kaçırdım.

Göktuğ gülümseyerek yanımdan geçerken elindeki kadife, siyah çikolata kutusunu Emek’e uzattı. Füsun ve Murat ikilisinin ellerini öperek içeri geçtiğinde, kapıyı sakince kapattım.

Füsun ve Murat içeri geçerken Emek beni mutfağa çekti. “İçeride otursaydık ya!” dedim sitem ederek. Çağla yaslandığı tezgâhtan doğrularak, “Komutanım gelenleri görmediniz mi? Bir tencereleri hazırladık bile, gelin kahvelere başlayalım.” Dedi ciddi bir işten bahseder gibi.

Panikle ocağa yöneldim. “Ay açın şu ocakları! Hem fincan yeter mi acaba? Ay ben hiç bakmamıştım fincan sayısına!”

Mine kolumu tutarak, “Biraz sakin ol. Her şey tam, ayrıca Göktuğ kalabalık oldukları için on kutusu fincan seti yollamış sabah.” Dedi sakince. Gülerek ocakları açtığımda, Mine ve Çağla da kutulara yerleştirilmiş fincanları tezgâha dizmeye başladılar.

Emek kollarını belime sararak çenesini omzuma yasladı. “Tuz atacağız değil mi?” Bakışlarım tehlikelice omzumun üzerinden Emek’e döndüğünde, “Saçmala.” Dedim usulca.

Mine de bana katılarak, “Bence de saçmalama Emek. Adam pamuk gibi seviyor Armin’i bir de tuz mu atacak kahvesine?” dedi.

Tam fincanların altlıklarına ikişer lokum dağıtmaya başladığımızda mutfağa giren Güliz’e gülümsedim. “Hoş geldin Güliz.”

Güliz usulca yanıma geldi. “Hoş bulduk Armin. Yardım edilecek bir şey var mıydı?” Başımı iki yana salladım. “Yok hayır, kahveler kaynasın geleceğiz zaten.”

Başını sallayarak tezgâha bakındığında, “Şey,” dedi fısıldarcasına. Bakışları parmağıma kaydığında, “Ben aslında yüzüğünü istemek için geldim. Yani yanlış anlama, annem yeni yüzük alıp nişanda takmak istedi ama Göktuğ kendi aldığı yüzüğü takalım deyince...” Dedi utanır gibi.

Düşmemesi adına kulpunu tuttuğum cezveyi Emek’in eline tutuşturduğumda yüzüğü her ne kadar istemesem de parmaklarımdan ayırarak Güliz’e uzattım. “İstemeden sonra takacaklar geri değil mi?” Soruma karşılık hızla başını salladığında elinde tuttuğu kutunun içerisine yüzüğü sakince yerleştirdi.

“Ben içeri geçeyim, en iyisi.”

Yanımızdan ayrılan kadına gülümsediğimde Mine sakin ama gür bir sesle bağırdı. “Devrilecek!”

Emek panikle tencereyi ittirdiğinde yanan eli yüzünden hızla geriledi. “Hay ben senin.” Oflayarak ikisini de kenara ittim. “Hadi siz lokum koyun kahvenin yanına, Çağla bana yardım eder.”

Çağla yanıma geldiğinde kaynayan tenceredeki kahveyi, küçük bir kepçe eşliğinde fincanlara doldurmaya başladı. Tüm fincanlar dolduğunda Emek heyecanla beni çekmeye başlamıştı.

Kahveyi özenle karıştırdığımda kaynayan köpüklerini ağır ağır, Göktuğ için özel bırakılan fincana aldım. Kaynayan kahveyi gülümseyerek fincana boşalttığımda, Mine kenara bıraktığım balı elime tutuşturdu. Baldan bir miktar alarak fincana döktüğümde, köpükleri söndürmemek adına bir tur karıştırarak fincanı kenara aldım.

Çağla elindeki yirmi fincana yakın tepsiyi kaldırdığında, “Ben şunları time götüreyim, aile büyüklerine siz dağıtın komutanım.” Dedi salona doğru giderken.

Diğer tepsiyi de ben aldığımda, derin bir nefes alarak içeri geçtim. Bakışlarını üzerimde hissettiğim adama bir an olsun bakmadan önce Gamze Hanım’a sonrasında yanında oturan kadın ve adamlara sırayla kahveleri dağıtmaya başladım.

Uzun bir uğraş sonucu kahveler herkese ulaştığında koşarak mutfağa döndüm. Kahvenin başında bekleyen Emek’e garip bir bakış atarken, “Ne yapıyorsun sen?” dedim kuşkuyla.

Emek iki adım gerileyerek ellerini kaldırdı. “Hiçbir şey yapmadım.”

Mine beni dürterek, “Hadi hadi kahve soğuyacak.” Dedi hızlıca. Altın işlemeli tepsiyi alarak sakince içeri girdiğimde bakışlarım sevgili sevgilimin gözlerinde takılı kaldı. Üzerimde pek çok bakış vardı ama benim nefesimin kesilmesine neden olan tek kişi oydu.

Omuzlarım dik, adımlarım sağlam olmasına rağmen heyecanla atan kalbim, düşüp bayılmama neden olacakmış gibi hissediyordum.

Tam kahveyi alması için eğilecekken Göktuğ hızlıca ayaklanarak elimdeki tepsiyi sakince aldı. Tepsiyi, ikimizin sandalyesinin önünde ortamızda duran beyaz mermer masaya bıraktığında oturmamı bekledi.

Eteğimin altını toplayarak yerime oturduğumda, Göktuğ’da sakince yerine geçti.

Bütün bakışlar üzerimizdeyken köşede kalan adamlardan Yıldırım ile göz göze geldik. Dudaklarını oynatarak, “Tuz attın değil mi?” dediğinde gülerek başımı iki yana salladım. Elini sertçe bacağına vurduğunda çıkan tok sesi herkes duymuş gibi ona dönmüştü. Bakışlarını milletten kaçırarak yüzünü Emir’in sırtına gömdü.

Göktuğ bana döndüğünde benimde bakışlarım sakince ona döndü. Dudaklarında naif bir gülümseme vardı. Onun gibi gülümsediğimde derin bir nefes alarak kahvesini eline aldı.

Gamze Hanım yanımızdan, “İçsene oğlum.” Diye fısıldadığında bunu üçümüz dışında duyan olmamıştı.

Göktuğ bir an olsun tereddüt etmeden fincanı dudaklarına yasladığında kahveden büyük bir yudum aldı. Dudaklarımdaki gülümseme artarken bakışlarım Göktuğ’unun yüzünden bir an olsun ayrılmadı.

Göktuğ kahveyi zorla yuttuğunda gülümseyerek bir yudum daha aldı. Yutkunmaya çalıştı ama olmadı. Telaşla sandalyemden hafifçe ona doğru kaydım. “Hayatım ne oldu?”

Göktuğ dudaklarını birbirine bastırarak derin bir nefes aldığında kıstığım bakışlarım Emek’e döndü. Kadir’in dibinde saklanmaya çalışır gibi burayı izleyen kadını gördüğümde dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.

“Ay hayatım vallahi ben bal koymuştum, Emek tuz atmış.”

Göktuğ kahvesini sonunda yutarak, kenarda duran suyunu içtiğinde sertçe öksürmeye başladı.

Telaşla ayaklandığımda, “Ne oldu?!” dedim büyüttüğüm gözlerim eşliğinde.

Füsun elini bacağıma bastırdığında, “Otur kızım.” Dedi fısıldayarak.

Göktuğ beni bileğimden yanına çektiğinde, kızaran yüzüne tezat gülümseyerek konuştu. “Ellerine sağlık hayatım.” Bakışlarıma dolan siniri yutmaya çalışarak ağırca tebessüm ettiğimde, “Afiyet olsun.” Diyerek mırıldandım.

“Bravo damat!” Hüseyin ve Yıldırım aynı anda bağırdığında, benimkilerin oturduğu kesimden sert bir alkış tufanı koptu. Gök yanımızda fıkır fıkır gülerken yanındaki Güliz tarafından bacağına sert bir cimcik yedi. Anında susan adama güldüğümde Göktuğ’a doğru fısıldadım. “Vallahi bal koymuştum.”

Göktuğ gülerek bana döndü. “Zaten çok tatlı olduğu için ikinciyi yutamadım. Sevgili baldızım, suyuma tuz atmış.” Duyduklarımla Emek’e döndüğümde sevimlice gülümsedi.

“Evet Murat Bey, sebebi ziyaretimiz belli.” Gamze Hanım naif bir sesle araya girdiğinde Murat babam oturdu yerden dikleşti.

Gamze Hanım gülümseyerek bize döndü. “Gençler birbirlerini görmüş, beğenmiş… Bizde âdet yerini bulsun diyerek bu mutlu günde işlerin adını koymak istedik. Murat Bey; Allah’ın emri, peygamberin kavliyle, kızımız Armin’i, oğlumuz Göktuğ’a istiyoruz.”

Murat babamın bakışları hızlıca bana döndüğünde gülümseyerek gözlerimi kırpıştırdım. Murat babam Füsun’a dönerek, “Sen tanıyordun değil mi bu oğlanı hayatım?” dediğinde Füsun gülerek başını salladı.

Murat babam ağır ağır Göktuğ’u süzdüğünde, Göktuğ duruşundan asla ödün vermeyerek naifçe gülümsedi.

Murat babam derin bir nefes alarak elini bacağına vurdu. “Gençler birbirlerini tanımış ve sevdalanmış… Biz ne desek de onlar zaten kararlarını vermiş gibi gözüküyor. Madem bu iki genç kendilerinden emin, bize de haklarında hayırlısını dilemek düşer.”

Murat babam sakince Göktuğ’a döndü. “Kızım bir eşya değil, kızımı sana veriyorum diye bir saçmalıkta bulunmayacağım. Siz iki genç, kalplerinizin sesini dinleyerek çıktığınız yolda birbirinize olan bağınızı fark etmişsiniz. Kızımın kalbi senin kalbine atıyorsa, genç… Bize de bu atışa boyun eğmek düşer.”

Göktuğ mertçe tebessüm etti. “Gözünüz arkada kalmasın efendim. Ben onu kendi gözümden dahi sakınıyorum.” Babam aldığı cevaptan memnun kalmış gibi başını ağırca salladı.

Göktuğ’unun dayısı olduğunu düşündüğüm adama ellerini çırparak ayaklandığında, “O zaman gençlerin yüzükleri takalım. Abla, tepsi…” dedi Gamze Hanım’a dönerek.

Güliz koşarak kenarda duran tepsiyi Emek’e uzattığında Emek hızlıca yanımıza geldi. Altın işlemeleri olan beyaz mermer tepsinin üzerinde duran, şekilli, ufak bir altın makas, kırmızı kurdele ile birbirine bağlanmış iki alyans ve alyansların tam ortasında siyah bir kutuda yer alan yüzüğüm vardı.

Gamze Hanım Göktuğ’unun yanında dururken babama bakarak, “Murat Bey sizin kesmeniz daha doğru olur.” dedi gülümseyerek.

Babam derin bir nefes alarak ortamızda durduğunda, Emek tepsiyi babama yaklaştırdı. Babam önce benim yüzük parmağıma, sonra da Göktuğ’unun yüzük parmağına yüzüğü yerleştirdiğinde, ortamızda sallanan kırmızı kurdeleye gülümseyerek baktım.

Babam kurdelenin ortasından tuttuğunda, bakışları Göktuğ’a döndü. “Kızımı geç bulsam da bu saatten sonra ayağına değecek taşı ortadan kaldırırım. Senin her daim yanında olacağından şüphem yok ama gene de ben yetişemezsem, kızım sana emanet evlat.” Babam eline aldığı makası ağırca kurdeleye yaklaştırdığında Barkın arkadan hiç beklemediğim bir anda bağırdı. “Makas mı körmüş? Murat baba makasın ucu bozulmuş!”

Bakışlarım şaşkınlıkla Barkına döndüğünde bana bakarak alayla güldü. Ondan asla beklemediğim tepki karşısında Gök tepsiye yaklaşarak elindeki bir düzine parayı ağır ağır tepsinin zeminine dizdi. Gök geriye çekildiğinde Göktuğ’unun en genç olduğu belli olan dayılarından birisi, Gök’ün paralarının üzerine iki yüzlük banknotlardan üç tane bırakarak kenara çekildi.

Babam gülerek makası iki yana ayırdığında, kurdeleyi usulca kesti. İki yana ayrılan kurdeleler ortamızda sallanmaya başladığında herkes bu anın üzerine alkışlamaya başlamıştı.

Göktuğ’a dönerek gülümsediğimde Göktuğ önce parmağındaki alyansa sonra da bana dönerek genişçe gülümsedi.

Gamze Hanım yanıma yaklaştığında sanırım ona da anne demenin zamanı gelmişti diye düşünmeden edemedim.

Güliz’in yardımıyla açtığı kadife kutulardan aldıkları bilezikleri usulca kollarıma geçirmeye başladı. Ondan sonrasını saymadığım bileziklere mahcupça baktığımda, Gamze Hanım bana bakarak genişçe gülümsedi.

Hızlıca elini öptüğüm kadın omzumu okşadığında Göktuğ’unun dayıları da bana yaklaştı. Birisi Trabzon hasır bileklikleri boşta kalan koluma taktığında diğerleri de ince zarif bileklikleri kollarıma geçirdi. Ben daha üç kişiyle kuyumcuya dönen kollarıma bakakalmışken halalar, amcalar, teyzeler birbirlerini geçerek ata altınları, gerdanlıklar ve daha nicelerini üzerime takmıştı.

Ben her ne kadar Göktuğ için pahalı bir saat takımını alıp Füsun’un takmasını istemesem de üzerimdeki altınlardan sonra Göktuğ’a kuyumcu alsam anca denk gelirdik sanırım.

Göktuğ’unun tarafından gelenler hâlâ bana bir şeyler takıyordu. Hiç beklemediğim bir anda Kurtuluş ve kaşıkçılar etrafımızı sardığında, Göktuğ’unun boynuna atılmış kuşağa yüklü miktarda paralar takmaya başladılar. Kalender bana göz kırparak Göktuğ’unun koluna pahalıyım diye haykıran altın bir saat taktığında kaşlarım havalandı.

Göz göze geldiğimiz adam gülümseyerek bana yaklaştığında eni on santime yakın hasır burmalardan iki tanesini kollarımda yer kalmadığı için boynuma astı.

“Ne yaptın Kalender Allah aşkına ya?” Mırıldanarak yüzüne baktığımda gülerek geri çekildi. “Annem seni sevdi biliyorsun, geleceklerdi ama çok kalabalık etmemek için gelmediler. Benim hediyem Göktuğ içindi ama bunlar annemin sana ufak bir hediyesi. Neler taktıklarını görmedin mi? Ben iki bilezik taktım sadece.”

Gülerek elini kavradığımda aynı şekilde karşılık aldım.

En son hatırladıklarıma göre, Yıldırım Göktuğ’unun boynuna beşi bir yerde takmaya çalışırken Tekin ise Göktuğ’unun bileğine şık bir altın künyeyi geçirmeye çalışıyordu. Hüseyin herkesi sollayarak ondan asla beklemediğim bir nezaketle, iki çift kol düğmesini ellerine tutuşturmuştu. Düğmelerin ikisinde de italik bir yazıyla işlenmiş, Mustafa Kemal Atatürk imzası yer alıyordu.

Kurtuluş ve kaşıkçılardan sonra yanlış hatırlamıyorsam, Samet yanımıza uğramış ve Göktuğ’a pahalı olduğu her halinden belli olan, pırlantalar ile hoşça işlenmiş G harfini ortasında taşıyan dolma kalemi armağan etmişti. Bense o sırada düşmemek adına Çağlaya tutunmuş ve üzerimdeki alması adına Füsun’a sızlanıyordum.

Füsun’a bıraktığım pahalı saat takımı babam takmış, Göktuğ utana kızara teşekkürlerini itmişti.

Zar zor odama kaçmayı becerdiğimde, kızlar misafirlere hazırladıkları yiyecek tabaklarını dağıtıyorlardı. Makyaj masamın üzerine yığılmış kadife kutular, yatağımı işgal eden altınlar ve paralar derken aslında odada bile yer kalmamıştı.

Sızlayan kollarımı ovuşturduğumda açılan kapı ile yavaşça arkamı döndüm.

“Sevgili nişanlım…” Dudaklarımın arasından hoş bir kıkırtı yükseldiğinde Göktuğ’a sırnaştım. “Nişanlım…”

Göktuğ beni kendine çekerek sıkıca sarıldığında bu anı bekliyor gibi kollarımı beline sardım.

“Göktuğ nişanlandık resmen!” Heyecanla başımı kaldırdığımda bana bakarak yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Nişanlandık yavrum. Ben sana dedim, seni istemeye geleceğiz dedim… Bak, yavaş yavaş Kurt’a evrilmeye başlıyorsun.” Gülerek boynuna sarıldığımda, “Kuyumcuya döndüm aşkım...” Dedim aklıma gelmiş gibi gözlerimi belerterek.

Göktuğ tok bir kahkaha atarak odaya bakındığında usulca bana döndü. “Asıl seninkilere ne demeli? En son Yıldırım boynuma beşi bir yerde asmaya çalışıyordu.” Şen bir kahkaha atarak yaşaran gözlerime ellerimi savurduğumda Göktuğ beni bileğimden yakalayarak kendine yapıştırdı.

“Benimsin sevgilim… Bu durumun ciddiyetini farkında mısın?” sorusuna cevap vermeme fırsat kalmadan dudaklarıma yapıştığında, ellerim hızla ensesine kaydı. Yumuşak dudakları alt dudağımı talan ederken aramızda kalan boşluktan yararlanarak derin bir nefes aldım. Öpüşüne büyük bir açlıkla karşılık verdiğim adam beni daha da kendine çekerek, kaslı kolunu belime sardığında elinin bel oyuntumda gezdiğini hissettim.

Dudaklarımdan yavaşça ayrılarak alnını alnıma yasladığında, “O güzel emarelerini benden gizledin mi yoksa görmeme fırsat mı yoktu sevgilim?” dedi aramızda kaynayan sesiyle. Ağırca yutkundum. Kapalı gözlerimin ardından titrek bir sesle sordum. “Çok mu kötü gözüküyorlar?”

Göktuğ dudaklarını köprücük kemiğimin hizasındaki bıçak izine bastırdığında boynumdan doğru derin bir nefes aldı. “Hayatımda gördüğüm en güzel iz.”

Gözlerimi açmadan ağırca gülümsedim. “Yalancı.”

Burnunu burnuma sürterek gülercesine bir nefes verdi. “Böyle hoş bir yalancı görmemişsindir. Ayrıca yalan değil, gerçekten çok güzeller. Sanki sana aitlermiş ve derinle bütünleşmişler gibi…”

Gülümseyerek çenesine sert bir öpücük bıraktım.

“Seni çok seviyorum.”

Göktuğ ukalaca güldü. “Benim kadar olamaz.”

“Komutanım Hüso mekân kapatmış çıkmamız lazım artık, geç kalacağız!” Tekin kapının ardından bana bağırdığında Göktuğ’dan uzaklaşarak dolaba yöneldim. “Tamam geliyorum beş dakikaya siz hazırlanın!”

Göktuğ hızla dibimde bittiğinde, “Üzerini mi değiştireceksin?” dedi üzgünce.

Gülerek yeni aldığım tulumu kılıfından çıkardım. “Evet çünkü böyle dışarda dolaşmak gibi bir niyetim yok.”

“Peki ben bekleyim o halde.” Kollarını göğsünde bağlayarak sırtını kapıya yasladığında, elimdeki tulumla yüzüne bakakaldım. “Gel birde sen giydir istersen.”

Göktuğ gülerek omuz silkti. “Hay hay.” Bakışlarımdaki şaşkınlık silinmezken, eli fermuara uzanan adama gülmekle yetindim.

“Bence uzaklaş yoksa geç kalabiliriz, maazallah.” Mırıldandığım şeye karşılık elini usulca sırtımda gezdirdiğinde hızla ona döndüm. “Yapma.” Göktuğ dudaklarını birbirine bastırarak yüzüme baktığında, kollarımdan düşen askılar ile ellerimi hızlıca göğsüme bastırdım. “Of Göktuğ!”

Göktuğ ellerimi iterek elbisenin yakasını yukarı çektiğinde dikkatle gözlerime baktı. “Bence biz hemen evlenelim. Ne dersin bebeğim? Karı koca olmak, kulağına nasıl geliyor?” Eline vurarak sırtımı ona döndüğümde ciddi bir sesle sordu. “Ağrın var mı? Kahve taşırken zorlanıyor gibiydin, iyi misin sahiden?” Başımı iki yana salladım. “Çok ağrım yok. Bazen eğilip kalkarken biraz dikişlerim sızlıyor yalnızca.”

Göktuğ bu konuşmanın üzerine beni kışkırtmayı bırakarak elbiseyi çıkarmama yardım ettiğinde, artık üzerimde başka bir kıyafet vardı. Nişan alışverişi sırasında Emek ile seçtiğimiz petrol mavisi, V kesim bol tulumu giydim.

Boynumdaki üst üste takılmış gerdanlıkları Göktuğ yardımıyla çıkardığımızda, gerdanlıkları boşta kalan kutulara bıraktım. Bileğimde beş ince bilezik, üç tane aynı su yolu bileklik ve boynumda babamın taktığı kolyem vardı.

“Sana ufak bir hediyem vardı.”

Göktuğ elini cebine attığında, çıkardığı kare kutuyu bana uzattı. Gözlerimi kapatarak mırıldandım. “Bu kadar büyük şeylere gerek yoktu. Baksana sadece nişan yaptık daha.”

Göktuğ gülümseyerek kutuyu işaret ettiğinde kutunun kapağını usulca kaldırdım. İnce ve şık bir saat gözümü alırken oflayarak kıkırdadım. Arka fonunda silik bir Kurt silüeti vardı. Kurt’un yanında çember oluşturan sayılar ve sayıların etrafındaki ince pırlanta taşlar oldukça zarif bir görüntüye ev sahipliği yapmışlardı. Saati usulca bileğime taktığımda, bileğimi saran kordon ile gülümsedim. Odadan el ele çıktığımızda koşuşturan Füsun ile güldüm. “Sevgili anneciğim biz kaçıyoruz, size mutluluklar.”

Füsun yeşil gözlerini kısarak yüzüme baktığında, “Herkesi toplamışsın zaten bana kim yardım edecek sevgili kızım?” dedi ciddiyetle.

Göktuğ araya girerek, “Halamlar böyle şeyleri çok sever anneciğim, onlar sana yardım edecektir.” Dedi naifçe. Füsun ağzını aralayarak Göktuğ’a bakakaldığında hafifçe kıkırdadı. “Oğlum… Ay tabii çıkın siz! Biz de kendi aramızda sohbet ederiz ne olacak sanki.”

Göktuğ anneme güldüğünde arkadan gelen, “Hadi la ağaç olduk!” diyen kro bir bağırış duydum.

Gözlerimi devirerek Göktuğ ile dışarı çıktığımızda merdivenleri ağır ağır inmeyi tercih ettik. Göktuğ’unun tarafı kalabalık geldiği için apartmanın önü de araba yığını olmuştu. Göktuğ’unun cipine atladığımızda, Kadir’in de Göktuğ’unun arabasıyla geldiğini öğrenince Emek ve Kadir’i de biz almıştık.

Yola çıktığımızda en önden Hüseyinler gidiyordu. Ne ara mekân bulmuş ne ara kapattırmıştı gram fikrim yoktu ama bize de eğlence çıkmıştı işte.

Telefonum çalmaya başladığında arayanın Gök olduğunu gördüm.

“Efendim Gök?”

“Yenge! Benim arabanın anahtarını biri almış, biz kaldık evin önünde. Seninkilerden boş yeri olan varsa bizi alsa olur mu?” Kaşlarım yavaşça çatıldığında dikiz aynasından arkamıza sıralanan arabalara baktım. “Yıldırımla Emir içecek bir şeyler alacaklardı, beş dakika bekleyin ben yollayayım onları.”

Gök gülerek, “Yenge sen var ya...” diye mırıldandığında gülerek telefonu kapattım.

Yıldırım’ı aradığımda, “Komutanım pembe simli şampanya varmış alalım mı?!” diye bir açılış yapmıştı. Oflayarak, “Al Yıldırım onu da al canım benim ama her şeyi alınca eve dönüp Gök ile Güliz’i de kap gel! Hadi çabuk biz geldik sayılır beklemek istemiyorum kimseyi.” Dedim hızlıca.

Göktuğ yandan çatık kaşlarıyla, “Gök mesaj atmış, nerede bunun arabası ki?” dedi şaşkınlıkla.

Kulağına yasladığı telefon açılır açılmaz, “Nerede senin anahtarın?” dedi hızlıca. Gök’ü dinlediğinde, “Anahtarına da mı sahip çıkamıyorsun sen oğlum?” dedi sinirle. Gözlerini yumup açtığında, “Tamam uzatma. Milleti ayağına çağırtıyor bir de… Dayımın arabasını al ben onları bırakırım sonra.” Dedi.

Telefonunu bana uzattığında elime alarak yüzüne baktım.

“Yıldırım’ı ara direkt çıksın onlar, bir de onu almaya geri mi dönecek.” Kaşlarım çatılırken, “Alabilirlerdi ne olacak?” dedim sade bir sesle. Göktuğ başını iki yana salladı. “Hayır kendi başının çaresine kendi baksın. Yukarı çıkıp anahtar almak ne kadar zor olabilir?”

Gök’ü gerçekten de kendi çocuğu gibi sahipleniyordu. Bu denli ciddi tavırlarının başka bir açıklaması olamazdı.

Mekâna geldiğimizde, Emek’in deli hallerini zapt etmeye çalışan Kadir, Yıldırım’ın ellinciyi patlattığı şampanyaları mideye indiren Hüseyin ve Emir, Mine ve Tekin’in arasında oturup ikisini gıcık eden Kalender derken listemiz git gide uzuyordu.

Mekân bir gece kulübünü andırsa da içinde çalan parçalar pek de gece kulübüyle uyumlu değildi açıkçası.

İstanbul hovardası!

Ankaralı Namık’ın bağırışını duyduğumda Hüseyin cebine sıkıştırdığı bir sürü kaşığı masaya döktü. Kaşıkları gittiğimiz düğünde bize özel yaptırmıştı ve gecenin sonunda gene onda kalmıştı sanırım. Ortada dört adan kalan kaşığa bakakaldığımda bugün onu hiç anımsamadığımı fark ettim.

Alphan…

Gülümseyerek kaşıklarını elime aldığımda Göktuğ’a döndüm. “Kaşıkları iç cebine atar mısın?”

Göktuğ yazan isme baktığında başını ağırca sallayarak kaşıkları eline aldı.

Hüseyin beni çekiştirerek ortaya çektiğinde oyun havası çoktan başlamıştı bile.

Gece gündüz gezersin

Paraları ezersin

Kaşıklarımı kıra kıra keyifle oynamaya başladığımda Hüseyin bu anı bekliyor gibi tok bir kahkaha attı. Kollarımı sallandıra sallandıra oynamaya devam derken etrafımız hızla çevrildi.

Oyun havaları birbirine girerken bir müddet sonra Hamza’nın kravatını alnına bağlayarak bir sandalyenin üzerinde kaşıklarını vura vura bağırdığını duydum.

“La bize her yer Angara!”

Karşımda Hüseyin ve Burak gibi isimler görmeye alışmışken karşıma geçen adama şaşkınlıkla baktım. Ertuğrul ceketini çıkarmış, üzerindeki beyaz gömleğin kollarını katlamıştı. Bir deje vu yaşıyor gibi hissetmiştim resmen.

Zaman birbirine girerken oyun havaları da bir süre sonra insanı sarhoş eder gibi bir auraya kapılmıştı. Karşımda gördüğüm nişanlımdan asla beklemediğim bir havayla kaşık oynamaya başladığını gördüğümde kollarımı usulca kaldırdım.

Yıldırım yandan omzuma çarparak bağırdığında, “Hıçkırık tuttu beni!” diyerek yere çömeldi. Yıldırım’ın haline gülerek Göktuğ’unun yüzüne baktığımda kaşıklarımı birbirine vurdum. Aynı hareketi tekrarladığında sallanarak oynamaya başladım.

Göktuğ’a sırnaşarak sırtımı göğsüne yasladığımda, başımı kaldırarak yüzüne baktım. “Yâr seni görmezsem, olurum deli aman!” bağırışımı yüksek sesin arasından seçerek şen bir kahkaha attı.

Üzerime doğru saçılan paralara baktığımda Gök’ün elindeki para yığınını Göktuğ ile üzerimize attığını gördüm.

Güliz kenardan alkış tutarak gülümsemesi eşliğinde bizi izliyor, Kurtuluş’un her üyesi kendi arasında oynuyor, Kaşıkçılar çığır açmış masaların tepesinde oynuyorlardı. Göktuğ’unun bizim yaşlarımızdaki kuzenleri de kenarda çember oluşturmuş bizi izliyorlardı.

Bir anda oyun havası kesildiğinde Emek’in bağırışını duydum. “Gelin Hanım nerede!”

Emek koşarak bana geldiğinde herkes gibi bende ne yaptığını izliyordum. Elime tutuşturduğu büyük ve beyaz tüllü tefe bakakaldığımda, arkamızdan bağıran Sezen Aksu’nun sesini duydum.

Rakkas geldi meydana

Al bastı ak gerdana

Ay ay ay ay ay ay canlar

Böle dilber gördü mü

Ey meclis-i şahane

Ay ay ay ay ay ay canlar

Kendi elindeki ufak tefe vurmaya başladığında bir süre sonra etrafım tamamen kadınlarla dolmuştu.

Emek keyifle etrafımda kıvırarak dönmeye başladığında hepsine ayak uydurarak elimdeki tefe vurmaya başladım. Güle oynamaya devam ederken şarkımızı bölen damat halayı ile olduğum yerde donakaldım.

Hüseyin elindeki peçeteyle yere çömeldiğinde, “Son ki üç dört, yaşa damat yaşa!” diyerek bağırdı.

Hüseyin’in yanına sıkışmış nişanlımın ne olduğuna anlam verme fırsatı olmamıştı sanırım. Gene de oldukça başarılı bir şekilde halayını çekiyordu.

Bütün erkekler dip dibe halaya girmişken bizde kızlar olarak kenara çekilmiştik. Yıldırım’ın aldığı alkolsüz şampanyalardan birini patlattığımda masadaki tüm kızların kadehlerine şampanya döktüm. Kadehleri tokuşturarak güldüğümüzde keyifle karşımdaki halayı izliyordum.

Halay uzun bir süre sonunda halay bittiğinde terledikleri her halinden belli adamlara gülerek baktım. Göktuğ kenarda müzikleri ayarlayan adama bir şeyler söylediğinde bir anda güçlü bir ses yükseldi.

“Güzeller içinden bir seni seçtim. Kalbimi sana, ben sana verdim.”

Göktuğ beni işaret ederek dibime girdiğinde hızlıca beni oturduğum yerden kaldırdı. Pistin ortasında sağa sola sallanarak dans ederken etrafımız hızla çevrildi. Gök elindeki davula vura vura dibimize girdiğinde Göktuğ’a şaşkınlıkla bakakaldım.

Göktuğ halinden memnun gibi gülmeye devam ederken Hüseyin cebinden çıkardığı paraları davulun kenarlarına sıkıştırmaya başladı.

Felekten bir gece çalsa (oh, oh oh)

Tir tir edip söylenmesen

Kan ter içinde eğlensek

Son gülenlerin hatırına (oh, oh, oh)

Gök dibime girerek tokmağı bana uzattığın tokmağı sertçe davula vurmaya başladım. Gök bana eğilerek, “Güzeller içinden bir seni seçti vallahi yenge!” diyerek bağırdığında davula daha sert vurdum.

Tokmağı Gök’e verdiğimde Göktuğ’unun boynuna sarılarak şarkıya eşlik etmeye başladım. Sallanarak şarkıyı yaşarken ikimizde çok mutluyduk.

“Aşkım nişanladık!”

Göktuğ’unun yüzüne doğru bağırdığımda, terleyen bedenlerimize rağmen beni kendine çekerek alnıma sert bir öpücük bıraktı.

“Seni çok seviyorum.” Naif sesine karşılık güldüğümde şarkının sözleri aramıza sızdı. Göktuğ şarkıya eşlik ederek derin bakışlarını gözlerime dikti. “Bilmez olaydım, sevmez olaydım. Görmez olaydım o güzel gözlerini…”

“Gözlerine ölürüm kadın.” Bağırmadı. Haykırmadı. Naifçe ve nazikçe fısıldadı. Sesi aramızda kaybolurken yeni hayatımızın ilk basamağına çıkmış bulunuyorduk. Parmağımı sıkıca kavrayan iki yüzükten birinde karşımdaki adamın ismi kazılıyken diğerinde ise onun hatırası vardı.

Ben onundum. O benim. Biz birbirimiz için yaratılmıştık ve kalplerimizi birleştiren yapbozun parçaları yavaşça yerine oturmaya başlamıştı.

Tamamlanıyorduk. Hep beraber, yavaşça, adım adım tamamlanıyorduk.

Biz birbirimiz için yaratılmış iki yabancıyken, artık tanışmış ve bağlı olan ruhlarımızın ismi koymuştuk. Ve evet; bir aşk, insanın mutsuzluğunun gölgesi olabilecek yaşlılıktaydı.

Onunlayken mutsuzluk yoktu. Çok kötü olsam dahi yanımda onun varlığını hissetmem toparlanmama neden oluyordu. Her daim tekrarladığım gibi, seviyordum, hem de delicesine!

Ben doğuştan Kurt olmaya açtığım gözlerimi de Kurt olduktan sonra yummaya niyetliydim.

 

Of of of…

Ne bölümdü gençler :)))

Beni mutluluktan ağlatacak raddeye gelen en nadir bölümlerden birisiydi. Siz neler hissediyorsunuz biraz konuşalım bakalım…

Armin’in yeni hayatı?

Yıldırım-Murat karılaşması?

Emek’in deli tavırları?

Tüm sevdiklerin bir arada olması?

Ballı kahvenin tuzlu su eşliğinde dönüşümü?

Kuyumcuya dönen Armin?

Armin’i yalnız bırakmayıp Göktuğ’u kuyumcuya çeviren kız tarafı?

Nişan eğlencesi?

Göktuğ ve Armin aşkının bu kadar sade ve saf olacağına inanmış mıydınız? Ben bile yazarken inanmamıştım ama olabiliyormuş aşklarım, doğru insanlara doğru zamanda rastlanınca her şey olabiliyormuş.

Bölüm nasıldı, genel duygular size geçti mi?

Sormak istediğiniz sorular, benimle ilgili merak ettikleriniz varsa sosyal medya üzerinden açtığım soru cevaba katılabilirsiniz ballarım. Hesabım, durukurtk

Sizleri çok seviyorum, artık yavaş yavaş sona yaklaştık. Bunu mutluluk dozajımızdan anlamışsınızdır…

Yıldıza basalım, vedalaşalım.

İki hafta sonra Cumartesi gününde 36.Bölüm için buluşalım ballarım, kendinize çok dikkat edin.

 

 

30.11.2024

 

 

Sevgilerle, Duru TAŞKULAK

Bölüm : 30.11.2024 13:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Duru Taşkulak / ÖLÜMLE BAŞ BAŞA / 35.BÖLÜM- GÜZELLER İÇİNDEN BİR SENİ
Duru Taşkulak
ÖLÜMLE BAŞ BAŞA

27.86k Okunma

2.26k Oy

0 Takip
41
Bölümlü Kitap
1.BÖLÜM- BEDENİMDE DEĞİL RUHUMDA SIZI2.BÖLÜM- ÖZÜRLER VE SÖZLER3.BÖLÜM- ÇAKIR İLE TAN DAVASI4.BÖLÜM- EVVELİM SEN OLDUN AHİRİM SENSİN5.BÖLÜM- YENİ BAŞLANGIÇLAR YENİ KURTULUŞLAR6.BÖLÜM- ÖLÜMÜNE İÇTİMA7.BÖLÜM- BU DA İNSAN BU DA CAN8.BÖLÜM- AJANLAR & BORDOLAR9.BÖLÜM- ESKİMİŞ TREN RAYI10.BÖLÜM- MASKENİN ARDINA SAKLANAN ACILAR11.BÖLÜM- BİR BORDO MESELESİ12.BÖLÜM- ASLANIN İÇERİSİNDEKİ KEDİ13.BÖLÜM- KANLAR VE GÖZYAŞLARI14.BÖLÜM- KIRILMIŞ KALBİN PARÇALARI15.BÖLÜM- GÜNLERE DEVRİLEN HAFTALAR16.BÖLÜM- CAN YARISININ KATİLİ17.BÖLÜM- AÇIKLANAMAYAN GERÇEKLER18.BÖLÜM- İHANETLERİN HANÇER DARBELERİ19.BÖLÜM- BAZI VEDALAR CAN YAKARMIŞ20.BÖLÜM- DOLAP CESET KANLANMASI21.BÖLÜM- SESSİZ HAYKIRIŞLAR BİR GÜN ÖLÜMLE SON BULUR22.BÖLÜM- SAHAYA MEN23.BÖLÜM- PSİKOLOG BEY24.BÖLÜM- YAŞARKEN ÖLENLER25.BÖLÜM- İSTİHBARATA İLK ADIM26.BÖLÜM- ATAĞA KARŞILIK ATAK27.BÖLÜM- AŞK DEDİĞİN28.BÖLÜM- SEVİLENLER VE SEVGİSİZLİĞE MAHKÛM OLANLAR29.BÖLÜM- SEVGİLİ SEVGİLİM30.BÖLÜM- GEÇE KALINMIŞ İNTİKAM31.BÖLÜM- MAZİNİN ZEHİRLİ SARMAŞIKLARI32.BÖLÜM- SON BAKIŞTAKİ GÖZLER33.BÖLÜM- ENDİŞENİN RENGİ34.BÖLÜM- TAN'IN KURT'A EVRİLDİĞİ SAHNE35.BÖLÜM- GÜZELLER İÇİNDEN BİR SENİ36.BÖLÜM- YENİ DÖNEMİN KAPILARI37. BÖLÜM-İSTİRİDYENİN İNCİSİ38.BÖLÜM- MEYHANENİN ÇÖZÜLMÜŞ DİLİ39.BÖLÜM-ADI YAŞATILAN SÖZ40.BÖLÜM- ÖLÜMLE BAŞ BAŞA (FİNAL)ÖLÜMLE BAŞ BAŞA- Göktuğ Kurt Özel
Hikayeyi Paylaş
Loading...