
Büyük gün!
Ölüme Baş Başa evreninde sona geldik...
Yazmaya ilk başladığım zamanlar kendimi büyük bir karmaşanın içerisinde bulduğumu ve bu işin altından kalacak gücümün olup olmadığımı çok sorgulamıştım. Yazdım. Daha doğrusu yazmayı denedim. Kalemim ne kadar sağlam kendi kendime görmek istedim. Ölümle Baş Başa usulca aktı sayfalarıma. Yazdıkça olaylar belli bir noktada toplandı. Çember usulca daraldı ve olaylar günyüzüne çıktı. Başardığımı hissettim. Armin ile birlikte bir yerlere dokunabildiğimi ve başardığımı hissettim...
Hayat her daim sınavlarla dolu engebeli bir yoldu. Ya o yolda dimdik ilerlerdin ya da ilerlemeye çalıştığın anda bir çelme yiyerek düşerdin. Bu evrende oldukça çelme yedim lakin düştüğüm yerden kalkmasını çok iyi bildim. Yazdıklarım yara bandım oldu. Karakterlerim şifam oldu...
Her bir karakterimde kendimden parçalar gördüm. Onlarla büyüdüm onlarla güçlendim. Kendim planladığım evrende bazı noktalarda kayboldum lakin çıkacağım yolu da kendim buldum. Ölümle Baş Başa yazdığım kurgular arasında her daim beni en zorlayan oldu. Çünkü ilkti. Nasıl başlanır nasıl bitirilir nasıl bir aşk yazılır bilmiyordum. Onlarla öğrendim. Ölümle Baş Başa kendi tasarladığım bir evren olmasına rağmen bana hocalık yapan tek kurgum oldu.
Yazdıklarım her daim bana bir güç kaynağı oldu ve bununla gurur duydum. Ölümle Baş Başa çok ayrı çok özel ve kelimelerin yetmeyeceği kadar garip bir evrendi...
Armin, bana çoğu acıyı öğreten tek dostum. Seni yazmak seninle yaşamakla birdi. Yazdıkça seni yaşadım, güldün yüzüm güldü ağladın kalbim yandı. Her bir acıyı hüzünü tebessümü seninle yaşadım. Bu evrenin en büyük dostu sendin.
Yan karakter gibi görünen ama kalbimin yarısını fetih eden Kurtuluş üyeleri... Her biri o kadar özel ve değerli ki benim için... Kalender, oğluşum. Seninle dik durmayı öğrendim. Yıldırım, yıkık çocuğum. Acıya karşı direnmeyi bana öğrettin. Tekin, yüzü güzel evladım. Yaşanılan ne olursa olsun bir yol aramayı, o yola fener tutmayı senden öğrendim. Ertuğrul, ben merkezci kırık kafalı hemşerim! Başarının ve lider olmanın hırsını bana sen aşıladın. Barkın, yalnızlığım. Kalabalıkların bile büyük bir yalnızlık olduğunu sen bana öğrettin. Emir, sakin ve uysal evladım. Büyük bir karmaşaya sakinleştirici vurmayı senden öğrendim. Âhi... Balım, birini kendi canını feda edecek kadar sevmeyi de senden öğrendim... Sana yaşattıklarım için özür dilerim ama sanırım kader böyleymiş ;))
Bu evren bana ben olmamı sağlayacak çok büyük duygular ve başarılar kattı. Yazmanın ne kadar zor ve çetrefilli olduğunu gördüğüm ama asla pes etmediğim evrene en büyük teşekkürümü ediyorum.
Bu yolda yanımda olan pek çok insana teşekkür edeceğim lakin birisi var, o kendini biliyor olmalı ;) H.T bu evrende bana yoldaş olduğun için, en büyük teşekkür ÖBB'den sonra sana balım... Teşekkür ederim.
Sizi daha fazla tutmak istemiyorum, bölüm sonunda gene konuşacağız...
Bölüme başlamadan önce, yıldıza basmayı ve satır arası yorumlarınızı atmayı unutmayın. Sizden tek isteğim, bu satıra Son defa, iyi ki bal! yazmanız ve tarih atmanız.
Son olarak bugün 28 Ocak 2025, Ölümle Baş Başa 2 yaşında! Ölümle Baş Başa'yı yazmaya başlamamın üzerinden 2 sene geçti ve kelimelerim bu defa gerçekten kifayetsiz...
Sizi seviyorum, bu sefer keyifle değil ağlayarak yada da burukça okuyabilirsiniz! Hangi duyguyu yaşamak istiyorsanız, öylece okuyun ballarım! Bu ithaf artık yalnızca Ölümle Baş Başa evrenine ait. Bir diğer kurgumda Aşklarım, ballarım, canlarım üçlemesini yapmayacağım... Bu üçlemeye de veda ediyorum ;)
Bölüm için hazırladığım playlist için sosyal medyada paylaştığım linkten ulaşabilirsiniz. Ek olarak, final için hazırladığım fragman videosunu Instagram'dan izleyebilirsiniz.
Kendi hesabım(Instagram): durukurtk
Kitap hesabımız(Instagram): olumlebasbasaaofficiall
Listeye ulaşamayanlar için şarkılardan birkaçını aşağıya bırakıyorum.
Bölüm şarkıları,
Nazan Öncel- Beni Hatırla
Çağan Şengül, Emre Aydın- Yansın
Ümit Besen, Pamela- Seni Unutmaya Ömrüm Yeter Mi
Cem Adrian- Biz Senle
Mark Eliyahu- Darydream
Cem Adrian, Hande Mehan- Sevdim Seni Bir Kere
Cem Adrian- Bir Kar Tanesi
Fazıl Say, Serenad Bağcan- İnsan İnsan
Müslüm Gürses- Sorma
Dumana- Haberin Yok Ölüyorum
Duman- Bal
Duman- Ah
Sena Şener- Ölsem
Cihan Mürtezaoğlu- Bir Beyaz Orkide
Cihan Mürtezaoğlu- Sarı Söz
Ümit Sayın- Gül Beyaz Gül
Madrigal- Seni Dert Etmeler
40.BÖLÜM- ÖLÜMLE BAŞ BAŞA (FİNAL)
-20.04.2024-
“Ölümle burun buruna gelişlerin ardından ilk ve son kez ölümle baş başaydık.”
Tarih; 3 Nisan 2024.
Göktuğ ile yeni bir hayata evet dediğimiz üçüncü yılımız.
Onunla tanışmadan önce hayat acımasızdı hayat yorucuydu hayat çetrefilliydi. Çevrem çok kalabalıktı ama sığınacak yuvamı, tutunacak dalımı bulamıyordum.
Bir gün karar verdim. Destek almak adına… Ama bilemezdim ki alacağım desteğin hayat boyu benimle olacağını…
Göktuğ güvenli bir liman gibiydi. Sakin, hırçın dalgalar arasında suda kalmaya çalışan gemi ise ben…
O yanımdayken dünya yansa, yanımda diye sevinebilecek raddeye gelmiştim. Aşk; benim için tarifi, açıklaması olmayan bir kavramken artık aşk tamamen Göktuğ’du.
Parmaklarımı kangren edecek iki yüzükte oydu mesela. Kangren olsa bile onun için olurdu.
Birisini sevmek ve birisine abayı yakmak ayrı kavramlarmış, ben bunu otuz yaşıma geldiğim gün yani bugün anladım.
Benim için artık doğum günü on altısı hariç her günken, onunla uzun bir yaşama evet dediğim günü benimsemek istemiştim. Bugün 3 Nisan 2024, Armin Kurt otuz yaşında…
Yaş aldıkça insan olgunlaşırdı. Halbuki ben çocukluktan olgun bir birey haline gelmiştim. Zamanla acımasızlığa alışmış, ihanetlere sırtımı dönmüştüm.
Ta ki, onunla çarpışana dek.
Kalbim ilk kez birisini gördüğü için ağrımaya başladığında, bu hissin aşk olduğunu anlamam uzun sürmemişti. Ama bu histen kaçmayı seçerek, yaşadığım aşkı görmezden gelmiştim. O gün Göktuğ beni yemeğe çağırmayıp, benden hoşlandığını söylemeseydi bu kadar ilerleyebilir miydik bilmiyordum. Dediğim gibi benim için aşk diye bir kavram yoktu çünkü… Hiç olmamıştı. O güne dek…
Ben aşkı, içten kahkahalar atmayı, yaşanılanlara göğüs germeyi, kabullenmeyi ve daha nicesini ondan öğrenmiştim. Göktuğ hem hayatımın en büyük anlamı hem de akıl hocam olmuştu.
Seneler geçse de aramızda asla değişmeyen şey, ikimizin birbirimize karşı sonsuz benimsediğimiz saygı ve aşktı.
O her zaman bana karşı kibar davranmış, beni bekler misin dediğimde verdiği sözü tutarak uzun zamanlar beklemiş, ona bağırıp çağırsam da bu hallerimi anlayışla karşılamıştı.
Göktuğ benim hayatımın ilk ve en büyük hediyesiydi.
O yokken de etrafım kalabalıktı o varken de… Ama aradaki tek fark, o varken hissettiğim güvenin o yokken hissettiğim çaresizlikten üstün olmasıydı.
Saat gecenin kaçıydı hiç bilmiyordum ama birkaç saat sonra gelecek sevdiklerim için kollarımı çoktan sıvamıştım. Her biri için sevdiği şeyleri yapmaya çalışıyordum.
Tekin böreğimi, Yıldırım ve Kalender patatesli poğaçamı, Kadir sigara böreğimi, Ertuğrul ve Serpil minik hamur kızartmalarımı, Barkın ve Emir yumurtalı-patatesli tava böreğimi, Emek pişimi, Samet ve Hüseyin dereotlu poğaçamı, Çağla ise herkesten bağımsız reçellerimi çok seviyordu.
Ve evet, bu saydığım hepsini de yapmıştım. İçeriye taşıdığım kahvaltılıklar sayesinde mutfağım boşaldığında minik şeyler hazırlamaya başladım.
Minik tabaklara koymaya başladığım zeytinleri izlerken kalbimdeki ağrı ile yüzüm buruştu. Dünkü mezarlık ziyaretinden sonra kalbimde oluşan ağrıyı normal karşılıyordum.
Bebek odasından bir ağlama sesi yükseldiğinde koşarak oğlumun odasına girdim. Mihar Alphan huysuzca tavana bakarken, beni görünce yeni belli olmaya başlayan kaşlarını çattı.
“Oy sen acıktın mı annem?” Göğsüme vurarak konuştuğumda hareket hoşuna gitmiş gibi gülmeye başladı. “O minik gamzeni yerim senin.”
Aslında çok da gamze sayılmazdı ama gülümseyince yanağı hafif çukurlaşıyordu. Ben ne kadar gamzeli olacağını iddia etsem de Göktuğ bu konuyu pek olumlu düşünmüyordu.
Mihar Alphan’ın üzerini değiştirip, terlediği için üzerine örtüsünü örttüm. Omzuma yatırdığım oğlumla mutfağa girdiğimizde sallana sallana mamasını hazırlamaya başladım.
Ben sallandıkça mırıldanmaları titreyen oğluma güldüğümde biberonunu aşağı yukarı sallayıp odasına geçtim. Sallanan sandalyeme kurulduğumda üzerimdeki tişörtten kurtulup Mihar Alphan’ı üzerime bıraktım.
Biberonunu ağzına sıkıştırdığımda, yanakları sincap gibi gözüken oğluma gülmeye başladım.
Hüseyinler biz dün Hatay’dan dönmek için uçağa binerken buraya gelmişlerdi. Barkın ve Emirlerde kaldıklarını duyduğum adamların gelişine çok sevinmiştim. Uzun süre haber alamamak beni korkutsa da Hüseyin’in başarıyla geleceğinden umudum tamdı.
Sandalyemde sallandığım için Mihar Alphan’da usulca sallanıyordu. Biberonunu yarılan oğluma tek kolumu sardığımda onun gibi bir oğlum olduğu için çok mutlu olduğumu hissettim. Çok tatlı bir bebekti. Bana âşık gibi bakıyordu ve sevgisini bana geçiriyordu. Babasından sonra verdiğim ikinci doğru kararımdı.
Tekin’in dediği gibi belki de bebeğimin olmamasında da bir hayır vardı. Ne kadar üzülsem de Mihar Alphan gibi sincaba benzeyen bir oğlum olmuştu. Bu düşünceye güldüm ister istemez. Kucağımdaydı. Huzurluydu. Daha da önemlisi bir ailesi vardı… Bu durum acımasız bir gerçekti ama bir ailesi vardı.
Biberondaki bütün süt bittiğinde biberonu yere bırakıp göğsüme boylu boyunca uzanan oğluma baktım. Saçları uzamaya başlamıştı ve resmen Göktuğ’a benziyordu. Renk olarak koyu kumrala çaldığı için babasının kopyası olma yolundaydı. İkinci aşkımdı.
Gözleri aynı bana benziyordu. Göktuğ gibi çevresi kahveyle harmanlanmıyordu. Biçimli burnu ve tombik yanaklarına tezat ufak çene hattı ile aslında tamamen kocamdı. Bana benzeyen tek yeri ela gözleri ve Göktuğ’un olduğunu iddia ettiği belirsiz çilleriydi.
Mihar Alphan ile ufak bir kestirme kaçamağına yakalandığımız için bende istemsize uyuyakalmıştım. Oğlumu dikkatlice beşiğine yatırıp üzerimi giyindiğimde tekrardan mutfağa geçtim. Tabaklara yerleştirdiğim kahvaltılıkları içeri taşırken başım şiddetle dönmeye başlamıştı. Kendimi zorla koltuğa attığımda koltuğa uzanarak derin nefesler aldım ama dönme oldukça şiddetliydi.
Yüzüm acıyla buruştuğunda elim kalbime gitti. Dünden beri kalbimde inanılmaz bir ağrı vardı. Düşünmekten biraz halsiz düşmüş olabilirdim.
Yattığım yerden bile başımın döndüğünü hissettiğim için elim alnıma gitti. Gözlerim kapalı derin nefesler alırken Göktuğ’unun salona doğru yürüdüğünü hissettim.
“Hayatım neredesin?”
Gözümü açmakta çok zorlandığım için yattığım yerden gelmesini bekledim.
“Armin.” Baskın sesiyle yüzüm buruştuğunda hızla yanıma çöktüğünü anladım. “Ne oldu yavrum, neyin var?”
Ağırca yutkundum. “Başım döndü biraz iyiyim.”
Göktuğ’unun eli yüzümde gezinmeye başladığında sakince gözlerimi araladım. “İyiyim, gerçekten.”
Göktuğ elimi kavradığında dikkatle yüzüme baktı. Bakışlarına anlam veremezken ne oldu dercesine başını salladım.
“Olamaz değil mi?”
Yüzüm gerilirken anlamsızca konuştum. “Ne olamaz Göktuğ? Ne diyorsan düzgünce söyle başım dönüyor zaten.”
Göktuğ buruk bir ifadeyle bakışlarını karnıma indirdiğinde gözlerimi kapatarak ofladım.
“Saçmalama.”
Göktuğ yaptığını anlamış gibi aniden ayaklandığında, “Özür dilerim hayatım, bilerek söylemedim… Geçen sefer bir şeyler olmuştur belki diye…” diyerek elini ensesine attı. Sinirle oflayıp salondan çıktığında arkasından sakince bakmakla yetindim. Bu konuda ona çok hak veriyordum. Belki birazdan söyleyeceğim şey Mihar Alphan’a saygısızlık olacaktı ama ondan ve benden öz bir cana bakmayı en çok Göktuğ hak ediyordu. Şükürler olsun ki Mihar Alphan gibi bir oğlumuz vardı lakin aylarca gözünün önünce büyüyen bir karından medet ummanın nasıl bir his olacağını merak ettiğini biliyordum.
Başımın dönmesi geçtiğinde mutfakta kalan şeyleri taşımak adına mutfağa gittim. Sakince bir salona bir mutfağa gidip gelirken, en son her şeyin bittiğine kanaat getirerek salona oturdum.
Göktuğ elini yüzünü yıkamış olacak ki, sakalları ıslak gözüküyordu. Sakince yanıma oturup beni kendine çektiğinde saçlarımı okşayarak başımın üzerine minik bir öpücük bıraktı. “Özür dilerim sevgilim, bilerek yapmadığımı biliyorsun…”
Gülümseyerek kollarımı boynuna sardım. “Bilerek yapmadığını biliyorum ve üzülmedim. Sende üzülme, hem oğlumuz içeride yatıyor daha ne istiyorsun?”
Göktuğ gülerek yanaklarımı sıkıca öptü. “Sevgilim doğmuş bugün?”
Kaşlarım hayretle havalandı. “Şansa bak benim de sevgilim bugün doğmuş.”
Göktuğ gözlerini sinsice kıstı. “Sevgilini mi kıskandın? Ne o öyle aynı günde doğmalar falan…”
Burnunun ucunu öpüp geri çekildim. Gözlerim güldüğüm için kısılırken, “O zaman doğum günümüz kutlu olsun hayatım.” Diyerek fısıldadım.
Göktuğ’unun doğum günü aslında 4 Nisan yani yarındı ancak kendisi yıl dönümümüzde kutlamayı sevdiği için iki senedir olduğu gibi üçüncü sene de aynı şeyi tercih etmişti. Ben zaten nikahta doğum günüm olarak bu tarihi belirlediğimi söylemiştim. Kıskanan varsa o da kendisiydi.
Doğum günümüzü ve evlilik yıl dönümümüzü akşam baş başa kaldığımızda kutlayacaktık. Ben Göktuğ’unun doğum günü için güzel bir hediye hazırlamıştım. Göktuğ’unun babası adına bir psikiyatri destek kliniği açmıştım ve kliniğin ismi de babasının ismiydi. Göktuğ bana bir keresinde babasının ismini yaşatmak istediğinden bahsetmişti. Bende bu dediklerinden güzel bir sonuca vararak kliniği açtırmak adına her işlemi halletmiştim. Belgelerin hepsi çalışma masasında duruyordu, Mihar Alphan ile ilgilendiği için odaya çok girmeye vakti kalmıyordu o yüzden masasına bırakmıştım. Akşam tek kalınca kendim vermek istiyordum.
Sıkıca bedenimi sarmalayarak konuştu. “Doğum günümüz kutlu olsun hayatım.”
Yan odadan gelen ağlama sesi ile kahkaha attığımda Göktuğ söylenerek ayaklandı. “Bu çocuk da kokumuzu alıyor herhalde, K-9 musun oğlum sen ne istiyorsun bizden?”
Odadan gelen gülme ve sitem sesleri ile kahkaha attığımda bir dakika içinde Göktuğ kucağındaki minik Mihar Alphan ile salona girdi. Yanıma oturduğunda kucağında ayakta durmaya çalışan oğlumu kendime çektim.
“Ne diyor bu baban sana oğlum ya? İkimizi kıskanıyor resmen!” Ciddi bir şey söylüyor gibi Mihar Alphan’a eğilerek konuştuğumda ikimizin de beklemediği bir anda Mihar Alphan ciddiyetle başını salladı.
Birbirimize bakıp şen bir kahkaha patlattığımızda Göktuğ, Mihar Alphan’ı kendine çekti.
“Bir de ciddi ciddi kafa sallıyor. Ulan minik sincap sen ciddi olsan ne olacak? Bak hâlâ ciddi bakıyor, deli mi ne?”
Göktuğ’unun omzuna başımı yaslayıp, Göktuğ’unun bacaklarında sırt üstü yatan oğlumun elleriyle oynamaya başladım.
“Annesi gibi ciddi benim oğlum.”
Oğluma öpücük atarak konuştuğumda Göktuğ alayla güldü. “O babası gibi kibar olmayı öğrensin sonra annesi ona ciddiyeti öğretir.”
Başımı hafifçe kaldırıp sevgilimin yüzüne baktım. “Onu da kendin gibi büyüt tamam mı sevgilim?”
Göktuğ gülümsedi ama kaşları hafif çatıktı. “Beraber büyüteceğiz sevgilim.”
Çenesini öpüp başımı omzuna geri yasladım. “Beraber aşkım, hep beraber.”
Mihar Alphan gene başını salladığında boş bir ifadeyle Göktuğ ile göz göze geldik. Göktuğ kaşlarını çatıp, “Ulan sıpa, sen daha dört aylık ya var ya yoksun ne bu ciddiyet?” dediğinde Mihar Alphan babasını anlamış gibi tek dudağını kıvırdı.
“Bak alay ediyor seninle.” Göktuğ’a bulaştığımda Göktuğ en az Mihar Alphan kadar büyük bir ciddiyetle bana baktı. “Saksı değilim ben, babayım baba.”
Yüzüne üst üste öpücükler kondurup, “Evimizin babasısın hayatımın anlamı.” Dediğimde Göktuğ’unun zaten bozulmaya yer arayan ciddiyeti hemen yumuşadı.
“Evinizin babası dikkat et de yemesin sizi.”
Cilveyle, “Yerse ne olacak?” dediğinde Göktuğ dişlerini hafifçe boynuma geçirip derimi çekiştirdi. Gözlerimi büyütüp telaşla geri çekildiğimde, “Aşkım bizimkiler gelecek birazdan, ne yapıyorsun?” dedim şaşkınlıkla.
Göktuğ alayla güldü. “Ne olacak dedin bende gösterdim hayatım.” Gözlerimi devirip omzuna vurduğumda Göktuğ bacaklarını sağa sola sallayıp Mihar Alphan’ı salladı.
Çalan telefonum ile gelen aramayı yanıtladığımda Emek’in cıvıl cıvıl sesi kulaklarıma doldu. “Canım benim! Tam olarak kaç gibi gelmemizi istersin acaba?”
Gülerek, “Saat sekiz dedim ya Emek.” Dediğimde Emek homurdandı.
“Zaten biliyordum sesini duyayım diye aradım.”
Kaşlarım çatılırken gülmeye devam ettim. “Rüyanda gördün değil mi beni?”
“Tabii canım. Ay seni niye göreyim be taş gibi kocam varken?”
Burun kıvıran arkadaşıma karşılık, “Kadir benim de kankam oldu, beni nasıl kötülediğini bir ispiyonlayayım da gör seni.” Diyerek mırıldandım.
Emek umursamazca, “O hanımcı bir kere beni tutar.” Dedi.
Burun kıvırıp, “Susup da gelmeye ne dersin şekerim?” dediğimde üfleyerek, “Ay tamam be geliyoruz!” deyip telefonu yüzüme kapattı.
Telefonu koltuğa atıp Göktuğ’a döndüm. Elbette ki dinlemeyip oğluyla oynamaya başlamıştı. Şu etik kavramını hâlâ saçma buluyordum gerçekten. Yanında biri telefonla konuşuyorsa o telefon dinlenilirdi yani.
Göktuğ’a sokularak, “Aşkım Emek bana taş gibi kocam varken seni niye rüyamda göreyim dedi.” diyerek üzünce mırıldandım.
Sevgili kocam bana imalı bir bakış atıp, “Merak etme onun yerine ben her gece taş gibi karımı rüyamda görüyorum zaten.” Dediğinde kaşlarım sinsice çatıldı.
“Nasıl rüyaymış o?”
Göktuğ imalı gülüşünü benden çekip Mihar Alphan’la ilgileniyor gibi davrandığında, “Güzel rüyalar işte.” Diyerek fısıldadı.
Omzuna sertçe vurup ayaklandım. “İğrençsin.”
Mutfağa gidecekken bir ses duydum. “Bana göre dünyanın en iyi rüyaları sevgilim.”
Gözlerimi belertip tövbe çekerken cama yürüdüm. Ormanlık arazi yeşillikten ve sık sık dikilmiş ağaçlardan gözükmüyordu. Hava aydınlanmaya başlamıştı ve hepsi birazdan gelirdi muhtemelen.
“Aşkım!”
Salona doğru bağırdığımda Göktuğ hızla mutfağa geldi. “Efendim hayatım.”
Kucağında bana bakan oğluma öpücük atarak Göktuğ’a yaklaştım. “Fırına gidip simit, açma falan mı alsan?”
Göktuğ anlamsızca yüzümü izledi. “İçeride orduya yetecek yemek var hatta tugaya götürsen artar bile. Ne gerek var ki?”
Utançla güldüm. “Canım çekti çünkü.”
Göktuğ hızla gülümseyip beni kolunun altına çekti. “Canına kurban olurum senin.”
Oğlumu kucağıma çektiğimde Göktuğ üzerini değiştirmeye gitmişti. Evde amaçsızca yürüyerek ara sıra hopladığımda oğlum garip hareketlerimden keyif alarak gülüyordu.
Yatak odasına girdiğimde üzerine kazağını geçiren kocamla göz göze geldik. Kapıya yaslanıp hareketlerini izlerken yanıma gelip dudaklarını alnıma bastırdı.
Üzerinde beyaz, boğazlı bir kazak vardı. “Beyaz çok yakışmış hayatım.”
Gülümseyerek, “Beyaz sensin hayatım biz renklerle idare ediyoruz.” Dediğinde şen bir kahkaha attım.
Kahkahama dikkatle baktı. “Seni seviyorum Armin Kurt.”
Gülerek yüzüne baktım. “Bende seni çok seviyorum Göktuğ Kurt.”
Şakaklarıma, yanaklarıma, burnuma ve en son dudaklarıma minik öpücükler bıraktığında ayakkabısını giyinmek için vestiyere eğildi. Sakince ayakkabısını giyinen adamı izlediğimde üzerine geçirdiği paltosunun cebine cüzdanını attı.
Kapıyı açıp arkasına son kez baktığında duraksayarak bana yaklaştı.
Kaşlarım çatılırken güldüm. “Ne o, on dakika hasretime dayanamayacak mısın?”
Göktuğ başına omzuna eğip güldü. “Dayanamıyorum, ne yapacaksın?”
Dudaklarına sıkıca asıldığımda, derin bir öpüş ile sorusuna karşılık verdim. “Hadi aşkım seni seviyorum, yapabilirsin.”
Göktuğ mızıkçı çocuklar gibi somurttu. “Aşkım bir sürü şey yapmışsın canın niye simit, açma çekti şimdi?” Gözlerimi devirip gülmeye devam ettim. “Tamam aşkım çok zorlandın kusura bakma sadece canım çekmişti. Bir daha olmaz bak cidden.”
Göktuğ yanağımı ısırır gibi dişlerini değdirdi. “Tamam hayatım tamam bebeğim tamam balım gidiyorum tamam.”
Yanağını sıkıca öptüm. “Yakışıklı, centilmen kocam benim. Ay seni çok seviyorum hayatımın anlamı!”
Göktuğ halime gülerek yanağıma son bir öpücük bıraktı.
Kapıya yaslanarak merdivenleri inmeye başlayan adamı izlediğimde gözden kaybolunca kapıyı kapattım.
Mihar Alphan’a bakarak, “Oğlum bu baban da hasretime dayanamıyor he.” Dediğimde Mihar Alphan mırıldanarak güldü.
Kucağımda hoplattığım oğlumla salona girdiğimde, onunla konuşmaya devam ettim. “Gel masaya son kez bakalım, sonra yeni dayılar- teyzeler seni görmeye gelecek oğluşum!”
Masayı uzattığım için ekstra sandalyeleri de boş yerlere sıkıştırmıştım. Masa baştan sona doluydu. Neredeyse on çeşide yakın hamur işi vardı ama önemli değildi çünkü hepsi başka şeyler seviyordu ve onların sevdiği şeyleri yaparken hiç sıkılmamıştım.
Mihar Alphan kucağımda huzursuzca kımıldanmaya başladığında, “Anneden de mi sıkıldın ya?” diyerek üzgünce mırıldandım.
Mihar Alphan ağlar gibi dudaklarını büzdüğünde kaşlarım çatıldı. “Ama daha yeni yedin, acıkmış olamazsın çocuğum kendine gel.”
Oğlumu havalandırarak altını kokladığımda herhangi bir sorunu olmadığını bilmeme rağmen neden ağladığına anlam verememiştim.
Sağa sola sallanarak susması için çabalıyordum ama o pek sakinleşecekmiş gibi gözükmüyordu.
“Oğlum gelecek baban dur biraz lütfen.”
Mihar Alphan asla ağlayan bir bebek olmamasına rağmen şu an ilk defa bu kadar şiddetli ağlıyordu. Bende istemsizce huzursuz olduğumda oğlumu koltuğa yatırarak gülmesi adına değişik hareketler yapmaya başladım.
Eve dolan zil sesi ile kaşlarım havalandığında Göktuğ’unun bir şey unuttuğuna adım kadar emindim. Bu aralar biraz unutkandı.
Oğluma bakıp güldüm. “Bak geldi baban. Şebek seni, ağlamasan iyi edersin baban yüzünü ısırır yoksa.”
Mihar Alphan susmaya niyetli değilmiş gibi ağlamaya devam ettiğinde kapı tıklanmaya başladı.
“Geldim aşkım dur!”
Kapıya bağırarak Mihar Alphan’ı koltuğa yatırdığımda Mihar Alphan’ın ağlayan sesine gülerek kapıyı açtım. Gördüğüm görüntü ile olduğum yere çakılı kalırken bütün bedenimin aniden uyuştuğunu hissettim.
“Oyun bitti, bu kadar acı yeter güzelim.”
Üzerime patlayan silah ile dudaklarımın arasından bir çığlık firar ettiğinde oğlumun ağlayan sesi şiddetlendi. Bacağıma gelen mermi sendelememe neden olurken diğer bacağıma da bir mermi yedim.
Afil karşımda yüzü çökmüş bir halde silahını bana doğrulmuş, acımadan üzerime mermileri indiriyordu.
Bacaklarımdan kasıklarıma çıkan mermi ile sertçe yere düştüm. Kapıyı itmeye çalışsam da bir anda giden gücüm ile bunu becerememiştim.
Karnımda hissettiğim mermiler ile yüzüm acıyla buruştuğunda gözlerimden usulca bir yaş süzüldü.
Kesik bir sesle, “Sadece artık mutluyum demiştim anne…” diyerek fısıldadığımda fısıltımı kesen mermi sesi ile nefesim kesildi.
Binanın içerisinden bir çığlık sesi yükseldiğinde baygınca kapıya bakakaldım. Afil hızla gözden kaybolurken kulaklarımı sağır edecek bir kükreme duyuldu.
“Armin!”
Göktuğ’unun ilk defa duyduğum şiddetli, tok sesi ile kalbim teklediğinde, elim ağırca karnımdaki kurşunların üzerine gitmeye çalıştı.
“Göktuğ o ses neydi?!”
Tanıdık kadın sesi Emek’e aitti. Arkasından gelen bağırışlar ise benimkilere…
Yanıma kendini atarcasına düşen Göktuğ’a bayık gözlerle bakakaldığımda, mermi izlerine ve yere usul usul süzülen kana bakarak bağırdı. “Armin hayır! Hayır ulan gidemezsin! Bağırıyorum baksana, gidemezsin! Ambulansı arayın çok kan kaybediyor! Aşkım!”
Ellerini yaralara bastırmaya çalışıyor ama hangisine yetişeceğini bilemiyor gibiydi. Çaresizce sağa sola bakındığında acıyla bağırdı. “Ambulansı arayın! Emek! Kadir! Kalender! Bir şey yapın lan! Armin’e bir şey oluyor baksanıza!”
Nefesim kesilirken gelen kusma isteğiyle başım yana düştü. Dudaklarımın arasından akan kanlar yere damlarken sesler birbirine karışmaya başlamıştı.
“Abla! Ulan ne olmuş?! Armin bana bak gözünü seveyim! Komutanım baksana bana!” Yanıma çökmüş mermi deliklerine bakakalan Yıldırım’ı gördüğümde kapının önü hızla dolmaya başladı. Kalender ve Tekin üzerimde bir şeyler yaparken bakışlarım Göktuğ’daydı.
Göktuğ yüzünü acıyla kasarak bana bakakaldığında, gözlerinden akan yaşlar boynuma damladı. “Gitme kurbanın olayım gitme. Ben sensiz ne yapacağım bir tanem? Bırakma beni Armin! Kendine gel!”
Gözlerimden yaşlar akmaya başladığında bedenimdeki sızının beni uyuşturduğunu hissetim. Aralık dudaklarımın arasından kanlar yere damlaya devam ederken gözlerimi Göktuğ’dan ayırmadım.
“Armin! Bebeğim kendine gel, bir şey olmayacak dayan!” Emek’in ve birçok kişinin bağırışlarını duyduğumda Göktuğ acıyla bağırdı.
“Bırakma beni! Kim yaptı lan bunu! Kim yaptı ulan bunu, kim!”
Başını göğsüme gömmüş ağlamaya başlayan adama zorla bakmaya çalıştım. Elim de uyuşmaya başladığı için o güzel yumuşak saçlarına dokunamadım ama gözlerine bakmak istedim. O da bunu anlamış gibi başını kaldırdığında yüzümü ellerinin arasına aldı.
“Beni bırakmayacağına söz ver lütfen.”
Ağlayarak fısıldadığında gözlerimden bir damla yaş daha süzüldü. Dudaklarımı hareket ettirmek istedim ancak o kadar uyuşmuş hissediyordum ki, bunu yapamadım.
Mihar Alphan’ın çığlıkları apartmanı inletirken başını salona doğru çevirmeye çalıştım. Bunu da becerememiştim.
“Yapma güzelim, sensiz yapamam, yapma bunu bize. Dayan güzelim, güçlüsün sen. Hayatımda tanıdığım en güçlü insansın…”
Derin bir nefes almaya çalışırken karnıma giren kramp ile inledim. Nefesim boğazımda takılı kalırken gözlerim irileşti. Dudaklarımın arasından çıkan kanlar şiddetlenirken, boğulur gibi sesler çıkarmaya başladım.
Göktuğ sinirle bağırıp arkasındaki vestiyere tekme attığında, “Yapamam sensiz dayan güzelim lütfen dayan! Ambulans nerede kaldı?!” diyerek inledi.
“Ambulans geldi!”
Bağırışlar birbirine girerken Göktuğ hızla yanıma çöktü. İki eli kanlı elimi kavradığında son gücümle zorla dudaklarımı araladım. “Sev-seviyorum.”
“Hayır! Hayır Armin kendine gel!”
Göktuğ bağırarak ağlamaya başladığında Göktuğ’u iki yanından tutan Barkın ve Kadir’i gördüm. Emek çığlık atarak yüzüme baktığımda arkadan kafasını şaşkınlıkla uzatan Çağla son gördüğüm yüz olmuştu.
“Bende seni seviyorum hep seveceğim güzelim benim! Dayan kurbanın olayım dayan!”
Son ses ise gene kalbimin baş komutanına aitti…
Bizi ayıran gerçekten de ölüm oldu sevgilim. Bedenlerimiz biraz önce son temasını gerçekleştirdi ama ruhlarımız hâlâ bir bütün…
Ben Armin Tan Kurt pek çok kez ölümle burun buruna gelmiştim ancak, ilk ve son defa ölümle baş başaydım. Armin Tan Kurt’un mutlu olmaya hakkı yoktu. O acı çekmek için araladığı gözlerini şimdi son kez acıyla yummuştu.
İlahi Bakış Açısı
Her hikâyenin bir finali olurdu ve final genellikle kanlı biterdi. Bu hikâyenin finalindeyse Armin Tan Kurt kanlanmıştı.
Ambulans gelmişti ancak sağlık personelleri kadının yaşamayacağından neredeyse emindiler. Kadın sayılana göre on altı yerinden vurulmuş ve çok kan kaybetmişti. Gereken müdahale yapılmış ve soluğu hızla hastanede almışlardı.
Ameliyathaneye alınan kadının kapısında sayısız bekleyen vardı. Neredeyse hepsi ağlıyor, bazıları sinir krizleri geçiriyordu.
Kanı uyuşanlar hızla kadın için kan verirken kapının önünde sinir krizi geçiren iki adamı sakinleştirmek pek de kolay gözükmüyordu.
“Ağabey benim tek limanım oydu! Gidemez anlıyor musun? Ben onun kokusuna doyamadım benden gidemez! Dayan güzelim, benim için oğlun için!”
Göktuğ ilk defa birilerine karşı bağırıyor ve zorluk çıkarıyordu. Göktuğ her daim nazik ve sakin bir adam olmasına rağmen şu an içerisinde bulunduğu durumda onu tutmak da haliyle kolay değildi.
Kalender ne diyeceğini bilemez bir halde Göktuğ’a bakakaldığında, “O Armin.” Deyip fısıldarken buldu kendini.
Göktuğ, Kalender’i sertçe kenara ittiğinde acımasızca yüzüne bağırdı. “Bunu deyip durduğunuz için ona ne kadar baskı yaptığınızın farkında mısınız? O da bir kadın o da bir can! Onun canı yok mu? O da üzülüyor o da ağlar o şimdi çok üşür…”
Göktuğ yere çömelerek sinirle ağlamaya başladığında karşısında ellerini başına sarmış ileri geri sallanan Yıldırım ile göz göze geldi.
Yıldırım şoka girmiş gibi yere bakmaya devam ederken dudakları aralanmış, zihnine giren kanlı görüntüyü silmeye çalışıyordu.
“Kimse çıkmadı mı?”
Koridorun başında beliren Füsun üzerine bile doğru düzgün giyemediği önlüğüyle ameliyathaneye doğru koştu. Arkasında panikle kalbini tutan Murat, ayakta zor duruyordu. Füsun kocasının gelmesini istemese de Murat onu dinlememişti.
Aralarında en sakin durmaya çalışan Kalender, Füsun’u tutarak koltuğa oturttu. “Yok daha çıkmadı kimse.”
“Ne olacak ona? Bana cevap ver! Ona ne olacak?!” Emek onu tutmaya çalışan Kadir’e sinirle vurarak bağırırken Kadir acıyla yüzünü buruşturdu. “Bilmiyorum Emek sakin kalmaya çalış.”
Emek sinirle dişlerini sıkarak Kadir’in göğsünü yumrukladı. “Ona bir şey olursa ona bunu yapanı kendi ellerimle gebertirim! Gebertirim!”
Kriz geçirir gibi yere düşen kadını tutmaya çalışan Kadir’de ağlamamak adına kendini sıkıyordu. Armin ile üç senede çok güzel anlaşmışlardı ve kardeşi yerine koyduğu birisiydi onun için.
Mine koridorun ucundan kucağında sıkı sıkıya kavradığı Mihar Alphan ile koşarken yere düşmüş sözlüsüne acıyla baktı. Mine genel olarak kendisine hâkim olabilen birisiydi ancak böyle bir durumda sakin kalmayı beceremiyordu. Kucağındaki Mihar Alphan avazı çıktığınca ağlarken Mine bebeğin susması adına kollarını sallamaya başladı.
Etraf kaos alanına dönmüş gibiydi. Hatta mahşer yeri daha doğru bir tabir olabilirdi.
Ertuğrul bir köşede kuş gibi titrerken, Tekin yere yığıla kalmış, Yıldırım hâlâ elleri başında ileri geri sallanıyor, Göktuğ sinirle etrafındakilere vurarak acıyla bağırıyordu.
Füsun bir eli kalbinde diğer eli bacağını ovarken gözlerini ayırmadan ameliyathanenin kapısını izliyordu. Murat da eli kalbinde nefes almaya çalışarak zorla ameliyathaneye bakıyordu.
“Niye kimse bir şey demiyor?”
Barkın sertçe oturduğu yerden kalktığında Emir, Barkının ne yapacağını anlamış gibi hızla peşinden kalktı.
Barkın yumruk yaptığı elini cam kapıya geçirmeye başladığında Emir, Barkını kendine çekmeye çalıştı. İri adamı tek başına çekmesi pek kolay olmayacağından en sakin kalabilen Kalender ve Kadir de olaya el atmışlardı.
Barkın ağzına gelen küfürleri etrafa nefretle saçarken üçlü Barkını sertçe çekerek kenara oturttu.
“Armin!” Bağırarak cama tekmesini geçiren Göktuğ’unun bacağını yakalayan Kalender hızla adamın yanına çöktü.
“Lan daha gözlerine bakmaya kıyamadım ben, nasıl ulan! Gidemez! Gitmemeli! Daha yeni bulduk birbirimizi!”
Göktuğ başını eğerek bağırmaya devam ettiğinde Kalender Göktuğ’a sıkıca sarıldı. “Başaracak kardeşim, güçlüdür o kolay kolay yıkılmaz.”
Halbuki hep böyle bakıldığı için yıkılırdı Armin. Onun da bir insan olduğu hep unutulduğu ve her zaman bir şeyleri başarmak zorundaymış gibi hissettiği için yıkılırdı.
Armin şu an ameliyattaydı ve doktorlar onun için ter döküyordu…
Armin Tan Kurt, mutlu olmak için kendi kafasına sıkabilecek acıları tatmıştı. Onun için nefes vermek, nefes almaktan daha kolaydı. Armin şu anda mutluluğa koşuyordu. Belki acımasızcaydı ama bütün olaylardan uzak kalmak onlarla yaşamaktan iyiydi. Sevdikleri ardında kahrolurken, Armin Tan Kurt mutluluğa kavuştuğu için gülümsüyordu.
Doktor kanamayı durdurmak adına direnirken hiç kimsenin duymak istemediği bir ses ameliyathaneye yayıldı. Kulakları sağır edecek uğuldama ile doktor hızla cihaza döndüğünde, dümdüz ilerleyen çizgi ile yüzünü buruşturdu.
Gereken müdahale hızla yapılmasına rağmen sonuç olumsuzdu. Armin Kurt’un dudaklarında minik bir tebessüm vardı. Evet, Armin gülümsüyordu. Ve son olarak doğuştan Kurt olmak için açtığı gözlerini de gerçekten bir Kurt olarak yummuştu.
Doktor yüzündeki maskeyi yırtarak çıkardığında sinirle kapıya yürüdü. Onca insana bu haberi nasıl verebilirdi ki? Doktor olmanın en zor yanıydı, ölüm.
Otomatik kapı, doktoru görünce hızla açıldı. Bütün herkes aniden susarak doktora koştuğunda Göktuğ panikle konuştu. “İyi değil mi benim karım? İyi de! İyi de lan! Yaşıyor değil mi? Göreyim ben nerede o?!”
Doktor üzerine atlayan adamdan korkarak geri çekildiğinde Kalender ve Kadir sıkıca Göktuğ’u tuttu.
Doktor karşısında yaşlı gözlerle onu izleyen hemşire arkadaşı Füsun’a baktı.
“Hastayı kaybettik, başınız sağ olsun.”
“Hayır!”
“Karım yaşıyor ulan! Ölmez o bırakmaz beni!”
Çığlıklar ve bağırışlar artarken doktor koşarak gözden kayboldu.
Göktuğ daralan kalbiyle yere düştüğünde acıyla yutkundu. “Ölmez o! Karım benim o ölemez ki!”
Ellerini sertçe duvara vurmaya başladığında etrafına toplanan adamlar çaresiz adamı tutmaya çalıştı.
“Ağabey!”
Tanıdık ses herkesi etkilerken ağlamaktan gözleri kızaran Gök koşarak soluğu ağabeyinin yanında aldı.
“Yaşıyor desene bana. Yaşıyor yengen de.”
Acıyla konuşan kardeşine çaresizce bakan Göktuğ sinirle ağlamaya devam etti.
“Oğlum, Armin…”
“Göktuğ nerede Armin?”
Güliz ve Gamze telaşla etrafına bakarken gördükleri görüntü ile olayı tahmin ettiler ama Armin’e yediremediler. Gitmiş miydi onlardan?
Göktuğ sinirle bağırdı. “Ölmedi benim karım! O beni bırakmaz bir kere tamam mı?!”
Bir düşme sesi geldiğinde Güliz hızla arkasına döndü. “Yıldırım!”
Yıldırım yere düşmüş üşüyor gibi titrerken Güliz hızla yere eğilip Yıldırım’ın başını dizlerine yasladı. “Doktor yok mu?! Kriz geçiriyor!”
Göktuğ inleyerek duvara başını vurduğunda, “Ölmedi deyin lütfen…” diyerek fısıldadı.
Mihar Alphan çığlık atarak ağlarken Mine hızla Göktuğ’unun yanına çöktü. “Oğluna sarıl Göktuğ, baksana ağlıyor.” Göktuğ kucağına uzatılan minik bebeğe acıyla baktı. En son karısının kollarında nasıl da gülüyor ve mutluydu oysaki.
Göktuğ tek sığınağı oymuş gibi Mihar Alphan’ı göğsüne bastığında sarsılarak ağlamaya başladı. “Annen gitti oğlum… Karım gitti lan!”
Hastaneyi inleten bağırışlar ve çığlıklar herkesi üzerken Göktuğ ayaklarını küçük bir çocuk gibi yere vurdu. “Armin söz diyecektin güzelim! Neden gücün yetmedi be elalım?”
Göktuğ başını iki yana sallayarak kucağındaki oğluma sıkıca sarıldı. “Buradayım oğlum. Baban burada.”
Göktuğ yanında açılan kapı ile telaşla ayaklandığında, “Ölmedi değil mi?!” diyerek acıyla bağırdı.
Bir sedye çıktı dışarı. Sedyede yatan kişinin Armin olduğu örtünün altından taşan güzel gece renkli saçlarından anlaşılıyordu.
“Armin! Nereye be güzelim?!” Göktuğ acıyla sedyeye eğildiğinde görevliler engel olmaya çalıştı ama Kalender ve Kadir görevlileri geriye itti.
Göktuğ çarşafı kaldırdığında gördüğü solmuş yüzle acıyla bağırdı. “Hayır! Hayır! Hayır!”
Göktuğ geriye sendelediğinde Kalender zor bela ayakta durmasına rağmen minik bebeği Göktuğ’unun kucağından hızla çekti.
Kadir, Göktuğ’unun düşmemesi adına onu tutarken Göktuğ koşarak sedyenin peşine takıldı. “Durun! Son kez kokusunu çekeyim içime durun lütfen!” acıyla bağıran adama üzülen görevliler durduğunda içlerinden birisi, “Morga kaldıralım o zaman görürsünüz beyefendi hem biraz sakinlemiş olursunuz.” Dediğinde Göktuğ derin nefesler almaya çalıştı ama iri bedeni o kadar titriyordu ki nefesleri kesiliyordu.
Sedyeyi sürükleyerek bir yere götürdüklerinde Göktuğ’da durmayarak peşlerine takıldı. Karısı oradaydı ve o duracak mıydı?
Sedyeyi bir odaya soktuklarında gerçek Göktuğ’unun yüzüne tokat misali çarptı. Karısı ölmüştü. Armin artık bir daha yanında olamayacaktı. Sadece kendisinin yanında yaptığı o içten gülümsemesini bir daha uzun uzun izlemeyecekti. Her şey bitmişti. Zaten o gitmiş devamının ne önemi vardı?
“Ağabey karım öldü…”
Göktuğ yanındaki Kadir’in üzerindeki kıyafeti sıkıca yumruğunun içine alarak sıktığında, “Ben daha ona doyamadım ki…” diyerek fısıldadı.
Kadir, Göktuğ’unun kocaman cüssesinin git gide küçüldüğünün farkındaydı. Seneler ikiliyi kardeş yerine koyduğundan Kadir Göktuğ’u kardeş gibi görüyordu. Yanında hüngür hüngür ağlayan adama sıkıca sarılmak ve sırtını okşamaktan başka bir şey yapamıyordu çünkü Armin gibi kelimelerin kifayetsiz kaldığı birini kaybetmişlerdi.
“Yanındayız oğlum, baksana buradayım gene.”
Kadir ne dediğini bile bilmiyorken bir şeyler söylüyordu işte. Göktuğ titreyen bedeni eşliğinde ağlamaya devam ederken, “Karımı istiyorum!” diyerek çocuk gibi sızlandı.
Karşılarındaki morga bakan ikili daha fazla dayanamadan birbirlerine sıkıca sarılıp ağlamaya devam etti. Kadir de kendini tutamamıştı artık… o kadar zor ve ağır bir şeydi ki bu…
“Beyefendi eşinizi görmek ister misiniz?”
Göktuğ duyduğu şeyle hemen ayaklandı. “Tabii ki! Hani karım? Gösterin bana onu.”
Kadir Göktuğ’unun sırtına bir kolunu sararak görevlinin gösterdiği morga girdiklerinde Göktuğ içerisinin soğukluğu ile kasıldı.
“O zaten hep üşür! Sıkıntılı olduğu zaman üşür! Tedirgin olunca üşür! Hiç ısınmaz o! Ben yanında yokken hiç sıcak durmaz bedeni… Çıkaralım onu buradan ben hiç sevmedim burayı o çok üşümüştür! Kadir bir şey söyle!”
Göktuğ Kadir’in göğsüne eğilip bağırdığında Kadir kardeşini zorla tutmaya çalıştı.
“İyi hissetmiyorsanız sonra görebilirsiniz.”
Göktuğ hızla başını iki yana salladı. “Hayır, hayır gösterin karımı bana.”
Görevli bir çekmeceyi açarak metal görünümlü şeyi çektiğinde beyaz kabarık bir örtü açığa çıktı. Ortadaki masaya aldığı kadının başına geçtiğinde, karşısında çırpınan adama acıyla baktı.
“Aç.”
Göktuğ emir vermeyi sevmezdi oysa…
Görevli çarşafı ağırca göğsünün üzerine kadar çektiğinde, daha yeni vefat etmesine rağmen hızla moraran dudağı ve yüzüne şokla bakakaldı Göktuğ.
“Sevgilim.”
Dudaklarımın arasından çıkan fısıltı ile yere düştüğünde dizlerinin üzerinde doğrularak boylu boyunca uzanan bedene bakakaldı. “Aşkım niye gittin? Daha sabah sarıldım, öptüm ama doyamadım güzelim olmadı hayır olmadı.”
Göktuğ derin derin nefesler alarak Armin’in elini sıkıca kavradı. “Armin ne olur bir tanem yapma ya… Armin!”
Göktuğ alnını Armin’in buz gibi olan eline yasladı. “Bak çok üşümüşsün. Ben geldim ısınsana hayatım… Yanındayım, buradayım, her zamanki gibi yanındayım…”
Küçük bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlamaya devam ettiğinde hızlıca ayaklandı. Göktuğ Armin’i kendine çekerek sıkıca sarıldığında kokusunu derin derin içine çekmeye başladı. “Güzel kokulum benim… Pamuk saçlım, güzel gözlüm. Hayatım, hayatım, hayatım…”
Saçlarını sıkı sıkı okşamaya başladığında başını boynuna gömdü. Hâlâ karısı gibi kokuyordu işte… çiçeksi ve saf.
“Ben sensiz yaşamam güzelim. Kokun olmadan uyuyamam, sen olmadan yapamam! Hayatım derdim hayatım gitti!” Karısına sıkı sıkı sarılmış adam acıyla haykırdığında, sesi morgda yankılandı. O gün hastane, genç adamın haykırışları ile sarsıldı.
Göktuğ sevgilisinin yüzünü ellerinin arasına alarak gülümseye çalıştı. “Hani bir keresinde demiştim ya, sensiz geçecek ömür de olmaz olsun güzel gözlüm diye… İşte tam da bunu anıyorum şu an. Bu hayatın ne anlamı kaldı sen olmayınca? Biz birbirimiz için yaratılmıştık, ben tek başıma ne yaparım bir tanem?”
“Beyefendi vedalaşsanız iyi edersiniz.”
Göktuğ duyduğu sesle sinirle bağırdı. “Sana ne ulan?! Karımla nasıl vedalaşacağımı sana mı soracağım?! Ayrıca bu veda değil! Biz hep bir arada kalacağız. Ölüm bizi ayırsa da ruhlarımız bir sevgilim.”
Göktuğ biraz çekinse de dudaklarını Armin’in morarmış gibi benek benek olmuş alnına sıkıca bastırdı. Görevliyi umursamadan dudaklarına da minik bir öpücük kondurduğunda, “Ben hep yanındayım sakın korkma tamam mı? Zaten korkmazsın da ben gene hatırlatayım dedim.” Diyerek zorla konuştu.
Ellerini sıkıca kavrayıp üstlerini öptü. “Her gün geleceğim, hep bir arada olacağız gene. Seni unutacağımı sanıyorsan orda bile peşini bırakmam güzelim benim…”
Kadir Göktuğ’u çekmeye çalıştığında Göktuğ artık sona geldiğinin farkındaydı.
“Bana son sözün seviyorum oldu güzelim. Sende unutma, bende seni çok ama çok seviyorum ve bu asla değişmeyecek.”
Göktuğ son kez kokusunu burnuna çekip, ellerini tek tek öptüğünde görevli çarşafı sağırca Armin’in yüzüne çekti. Göktuğ zor ayakta dururken morgdan çok zor çıktı.
Morgun önüne dizilmiş onlarca insan Armin’i görmek istiyordu ancak bu mümkün değildi.
“Komutanım!”
Hastaneyi inleten bağırış ise Erdem’e aitti. Erdem koşarak morgun önünde durduğunda bacakları onu taşımadı. Yere yığılan adam acıyla bağırdı. “Komutanım daha görev raporları yazacaktık, nereye…” Erdem ne dediğini bile bilmiyordu. Herkes bir yerde yere yığılmış, acıyla bağırıp, ağlarken kimse de halini yadırgamamıştı.
Barkın şu an sinir krizi geçiriyordu. Kendini sakinleştirmeye çalışsa da bunu yapamıyordu. Ona verdiği sözü tutmak için sakin kalmalıydı ancak olmuyordu işte! Emir Barkını sakin tutmaya çalışıyor ama kendisi de ağlıyordu.
Tekin bayılmamak adına zorla nefes almaya çalışıyordu. Kalender herkesi sakinleştirmeye çalıştığı için yeni patlamıştı. Küçük bir çocuk gibi dizlerini kendine çekmiş başını da dizlerine gömmüş, ağlıyordu. Mine ikisinin arasında, kucağında Mihar Alphan ile ne yapacağını bilemez bir şekilde ağlıyor ve sakin olmalarını söylüyordu ama bu dediğine kendisi bile inanmıyordu.
Yıldırım bayıldığı için bir odaya alınmıştı. Ertuğrul, Alphan’ı saymazsa en son annesinin ölümüne tanıklık ettiğinden Armin’i o şekilde gördüğü için şoka girmiş ve şoktan hâlâ çıkamamıştı.
Hüseyinler de soluğu hastanede aldıklarında çok geç kaldıklarını fark edip hastaneyi birbirine katmışlardı. Güvenlikler eşliğinde atılan dörtlü bahçede dört dönüyordu.
Çağla, Erdem’in yanına çökmüş, şaşkınlıkla olup biteni izlerken daha ölümün farkına bile varamamıştı.
Emek sıkı sıkıya kavradığı kısa saçlarını sertçe çekiştirirken ellerine dolan platin saçları usulca parmaklarının arasından zemine dökülüyordu. Kendini sıktığı için kıpkırmızı kesilmiş ve boynundaki damarlar patlayacak raddeye gelmişti.
Füsun, Gamze ve Güliz üçlüsü bu duruma dayanamamış ve Yıldırım’dan sonra art ardaya bayılmışlardı. Aslında bu iyi de karşılanabilirdi çünkü üçü eğer bayılmasaydı ortalığın içinden geçebilirlerdi.
Murat zaten bu durumlarda sakinleştirici kullanıyordu ama bu sefer kalbi dayanamamış ve kalp krizi geçirmişti. Bundan şu anlık kimsenin haberi yoktu. Zaten hemen müdahale edilmişti ama gene de Murat oldukça yorgundu.
Göktuğ zorla duvara yaslandığında Mine’nin kucağında ağlamaktan kızaran ve yorgun düşen oğlunu gördü. Mine koşarak Mihar Alphan’ı Göktuğ’a verdiğinde Kadir ve Mine, Göktuğ’u sakince koltuğa oturtmuşlardı. Mihar Alphan, Göktuğ’unun üzerine sinen Armin’in kokusu ile sustuğunda Göktuğ’unun kalbi sıkıştı.
“Oğlum, annen çok iyiymiş oğlum sakın ağlamasın dedi bana…”
Göktuğ oğlunun başını öperek konuştuğunda Mihar Alphan Göktuğ’unun göğsüne sinen koku ile yorgunca gözlerini yumdu.
Koridorun ucundan bir bağırış daha koptuğunda Göktuğ sakince gelen kişiye baktı.
“Bayıldı deyin! Tansiyonu düştü deyin! Hamileymiş başı döndü de düştü deyin! Ne oluyor lan?!” Samet koşarak kalabalığa girdiğinde karşısındaki morg yazısına bakakaldı. “Siz niye bu kattasınız? Oğlum cevap verin lan Armin nerede?!”
Kadir, Samet’i kenara çektiğinde Samet kollarını sertçe Kadir’den çekti. “Cevap versene kardeşim! Armin nerede?”
Kadir usulca fısıldadı. “Kaybettik.”
Samet duyduğuna inanamamış gibi alayla gülüp Kadir’in suratının tam ortasına sert bir yumruk geçirdi. “Saçma sapan konuşma lan! Armin o, ölmez!”
Armin’di o işte. Herkesin dilinden düşüremediği laf gibi, Armin o derlerdi ona. Sanki Armin her şeyle başa çıkmak zorundaymış, ona hiçbir şey olmazmış, her an dik durmalıymış gibi Armin o derlerdi.
Gerçekler çoğu zaman acı olurdu. Şimdiki gibi…
Armin artık hayatta değildi. Bir daha dostlarıyla sevdikleri masada oturamayacaktı. Benimkiler diye seslendiği timine içtima yaptıramayacaktı. Emek ile itişmeye giremeyecekti. Göktuğ’a bir daha sıkı sıkı sarılıp, cilveyle konuşamayacaktı. Mihar Alphan da annesiz büyüyecekti mesela… En başından kaderine yazıldığı gibi…
Gerçekler can yakardı. Her gerçek de bu yüzden kabullenmek istenmezdi zaten. Dile kolay otuz yılı geride bırakan kadını, on altı mermiyle kaybetmişlerdi. On altı mermi. On altı.
Armin bu hayata acı çekmek için gelmiş, acı çekerek gitmişti. Bunca şeye rağmen dudaklarında minik bir gülümseme bile vardı. Kabul, acımasızca olabilirdi ama onca acıya rağmen gene de iyi direnmişti.
Armin’in hayatı bir yapboza benziyordu.
‘Önümde devasa bir masa vardı. Dört ayrı köşede ise hayatım. Sol üstte Mihri’nin ölü bakışları yer alırken, aynı hizanın aşağısında Armin’in asi bakışları yer alıyordu. Sağ üstte Göktuğ ve Armin’in gözlerinin kestiği an etrafa saçılan renk cümbüşü soluk parçaları canlandırırken, aynı hizanın altı ise boştu. Oraya zaman vardı. O yapboz nasıl tamamlanırdı bilmiyordum ama görünüşe göre iki solukluk, tek canlılık vardı.’
O yapboz artık tamamlanmıştı. Sol üstte Mihri’nin ölü bakışları, aynı hizanın altında Armin’in asi bakışları, sağ üstte Göktuğ ve Armin’in gözlerinin kesiştiği an etrafa saçılan renk cümbüşü soluk parçaları canlandırırken, aynı hizanın altında Armin’in bedenine saplanan kurşunların kırmızısı yer alıyordu. On altı darbe, litrelerce kan. Yapbozun yarısından fazlasına akan kan ne asiliği ne de ölü bakışları bünyesinde barındırıyordu. Yapboz an itibariyle tamamlanırken, görüntü kanlanmıştı.
İlahi Bakış Açısı (1 gün sonra)
Hüngür hüngür ağlayan kadınların sesleri birbirine karışırken, kızaran ve batan gözlerini ağırca açıp kapattı Çağla…
Çağla ağlayan kadınlardan hangisine yetişeceğini bilmezken, Füsun gür bir çığlık atarak bağırdı. “Benim kızımı öldürdüler! Daha hayatını yaşayamamıştı o!”
Çağla omuzları sarsıla sarsıla Füsun’u tutmaya çalıştığında, Füsun ellerini dizlerine vurarak gözlerini sıkıca yumdu.
Kenarda oturan Gamze sessizce ağlarken, bakışları yerden bir an olsun ayrılmıyordu. Armin’i öz kızı gibi benimsemişti o, nasıl dayanabilirdi ki bu acıya?
“Armin!”
Çığlık atarak saçlarına yapışan kadın Emek’ti. Emek saatlerdir ağlıyor ve durmaksızın attığı çığlıklar ile herkesi yerinden hoplatıyordu.
“Ölmedi o! Ölmedi o!”
Emek sinirle saçlarını çekiştirip başını sertçe dizine vurduğunda Çağla ağlayarak Emek’e koştu.
“Yapma yalvarırım yapma artık…”
Çağla ilk defa böyle bir durumun içinde yer alıyordu ve birkaç saatte yaşadıkları onu yeterince sarsmıştı.
Mihar Alphan’ın odasındaki sandalyede şoka girmiş gibi ileri geri sallanan Mine, kucağında minik bir çığlık atan bebeğe daha sıkı sarıldı.
“Baban gelecek yakışıklım, ne olur biraz sakin ol.”
Mine bu dediğine kendi bile inanamamışken yatak odasının olduğu hizadan bir gümbürtü koptu. Herkesin kalbi teklerken odada ise farklı bir olay vardı.
“Ağabey ne yaptın? Oğlum dur lan! Dur artık!”
Kadir sinirle Göktuğ’u çekiştirmeye çalıştığında Göktuğ pes etmiş gibi kendini Kadir’in kollarına bıraktı. Kadir kollarının arasına yığılan adamla birlikte yere düştüğünde, saatlerin acımasızlığıyla küçülen bedene bakakaldı. Kollarını Göktuğ’unun etrafından doladığında, gözlerini acıyla kıstı.
“Kokusu burnumda bak, vallahi hâlâ buradaymış gibi ağabey.”
Göktuğ acıyla fısıldadığında Kadir’in yapılı bedeni sarsıldı. “Geçmeyecek ama dayan oğlum, bak vallahi yanındayım güçlü durmaya çalış.”
Göktuğ acıyla Kadir’e döndü. “O şehit olmadı o öldü. Şehit olsa göğsüm gergin, başım dik olurdu ama o canice öldürüldü. Beni anlıyorsun değil mi?”
Kadir duyduklarıyla daha fazla dayanamazken dudaklarının arasından boğuk bir inilti koptu. Saatlerdir, neredeyse dün sabahtan beri Göktuğ’u tutmaya çalışıyordu ve bu durum artık onu sarsmaya başlamıştı. Morgdaki o derin derin aldığı nefesler, ellerine kondurduğu narin öpücükler ve söylediği sözler Kadir’in kalbini titretiyordu.
Göktuğ yanındaki pufa bir tekme attığında acıyla bağırıp elini aynaya geçirdi. Parçalanan ayna yerlere saçılırken düştüğü yerden ağlamaya devam etti.
“Canımdı lan o benim! Ben canımı kaybettim! Nasıl yaşayacağım şimdi onsuz? Yapamam ki, olmaz onsuz. Anladın mı, olmaz onsuz.”
Kadir sırtını duvara yaslayıp tek dizini kendine çektiğinde, kolunu da dizinin üzerinden sallandırdı. Boşta kalan eli gözlerinin üzerine gittiğinde ellerini ıslatan yaşları usulca gerdanına süzülmeye başladı.
Çaresizce fısıldadı Kadir.
“Ne desen haklısın da bende ne yapmam ne demem gerektiğini bilmiyorum ki…”
Göktuğ Kadir’e bakıp, “Biraz yalnız bıraksana beni.” Dediğinde Kadir sakince kapıya yöneldi. Dışarı çıkan adama son kez bakan Göktuğ acıyla bağırdı.
Elleri göğsünün üzerine kapandığında, dün sabahtan beri ağrısı geçmeyen kalbine sertçe bastırdı ellerini.
“Güzelim bensiz nereye?”
Göktuğ inleyerek ellerini başına sardığında, başını yere doğru eğdi. Alnı neredeyse halıya değerken omuzlarını sarsa sarsa ağladı. Nefesi kesilene kadar, gücünün sonuna dek…
Yerden destek alarak kalktığında, dün sabah gelecek arkadaşları için erkenden kalkan karısının kalktığı yere baktı.
Hafif kırışan çarşafın üzerinde onun saç telleri vardı.
Göktuğ koşarak çarşafa yaklaştığında, beyaz çarşafın üzerinde duran üç güzel renkli saç teline buruk bir gülümsemeyle baktı. Saç tellerini özenle avcuna aldığında, sanki kokusunu alabilecekmiş gibi burnuna götürdü.
Art arda derin nefesler aldığında, adeta onun kukusu vuruyordu burnuna. Morgda içine çektiği nefesleri daha unutmamıştı. Unutmaya da niyeti yoktu.
“Yapamam.” Acıyla başını iki yana salladı genç adam. “Sensiz yapamam ela gözlüm.”
Gün, gece yarısına devrildiğinde otuz iki olacaktı halbuki. Doğum günü hediyesi, bu şekilde kanlı mı olmak zorundaydı?
Göktuğ aynı oğlu gibi avazı çıktığınca ağlarken, mutfakta küfürler havada uçuşuyordu.
“Ona bunu yapanın amına koyacağım! Duydunuz mu ulan beni?! Cevap verin bana! Ağzına sıçacağım bunu kim yaptıysa!”
Hüseyin karşısındaki dolaba sert bir tekme attığında Burak Hüseyin’i kenara fırlatırcasına attı. “Dur lan sende iki dakika! Ağlayacak zaman da bırakmadın geri zekalı, andaval!”
Kaşıkçılar kendi arasında kavgaya girerken Yıldırım kesik nefesler alarak titremeye devam etti. Genzinden çıkan iniltiler çevresindeki ürkütse de saatlerdir bu şekilde olduğu içim kimse bu durumu yadırgamamaya başlamıştı.
“Kime komutanım diyeceğiz?”
Tekin küçük bir çocuk gibi şaşkınca masada oturan adamlara bakıp garip bir soru sorduğunda yaş dolu gözleri Kalender’in kızaran gözleriyle kesişti.
Kalender kendini sıkmaya çalışsa da daha fazla dayanamayarak aniden ağlamaya başladı. Gözlerinden hızla akan yaşlar saatlerin acısını çıkarmak ister gibiydi. “Ulan Armin, ne yaptın kızım ya? Dedim sana, dedim sana anlamadın… Anlamadın güzelim…”
Halbuki Kalender hissetmişti. Bu hissini Armin’le paylaştığında Armin’in durumu pek anlamadığını da fark etmişti. Armin’in ölümünden bir gün önce Kalender kötü bir rüya görmüştü. Rüyası da tam olarak Armin’in ölümünü anlatıyordu.
Açılan kapı ve patlayan mermiler.
Kalender hatırladığı rüya ile başını masaya yaslayıp acıyla inledi. Armin onun için tarif edilemez bir insandı. Ona baktığında sanki Mine’yi görüyordu. Bazen bu durum Mine’yi bile aşıyor, Armin’i çok ayrı görüyordu. O başkaydı işte, kelimelerin bile kifayetsiz kalacağı kadar başkaydı.
Barkın göğsünde bağladığı kollarının altından derisini sıkıca kavramış sıkarken, dişlerinin gıcırtısını yanında oturan Emir bile duymuştu. Barkın bunu kimin yaptığını biliyordu. Armin’in ezelden beri nefretini kazandığı kimi vardı ki, o güç abidesinden başka?
Barkın Armin’in her şeyini bilirdi. En azından gizli görev olayları patlak verene kadar… Armin onun ilk annesi, sırdaşı, dostu, sığınacak tek limanı hatta ablası olmuştu. Barkının kimsesi yoktu. O sokağa atılan ve sokakta tanıdığı biriyle büyüyecekken onun da Barkından gitmesi yüzünden kimsesizdi. Onun varı yoğu Yıkımdı. Yıkım da isminin hakkını vererek yıkmıştı Barkını. Yıkımdan geriye kalan ikili de zaten Emir ve Armin’ken artık ondan biri daha eksilmişti.
Ertuğrul ağzına attığı sakinleştiriciyi susuz yutarken ağır ağır öksürerek, karşısında kalan ormanlık arazinin ürkütücü görüntüsüne baktı. Annesini şehit düştüğü gün Ertuğrul’un kadınlara olan karşı güveni sönmüş, bu güveni tekrar kazanan kişi ise Armin olmuştu. Artık o güvenden de pek eser yoktu.
Serpil ne yapacağını bilemez gibi salondan çıkıp mutfağa girdiğinde, cebinden bir tane daha hap çıkaran sevgilinin yanına koştu. “Ertuğrul, canım yeter bu kadar lütfen.”
Ertuğrul karşısındaki güzel kadına acıyla baktığında, işaret parmağını şakağına bastırdı. “Susmuyor.”
Serpil akmak için yer arayan yaşlarını yanaklarına düşürürken sevgilinin parmağını kavrayarak usulca öptü. “Susmayacak zaten, sadece biraz dayanman lazım.”
Ertuğrul yanına çöken kadına zorla baktı. Serpil, Ertuğrul’un koluna sarılmış ağlarken, salondan gelen Güliz mutfakta olduğunu düşündüğü kocasına baktı.
“Gök nerede, gören var mı? Cenaze için çıkmamız gerekiyor artık.”
Herkes Güliz’e baktığında Güliz’in arkasında zor ayakta duran Gök karısına sarıldı. Güliz kocasına kollarını sarıp, “Dik dur hayatım, Göktuğ’unun buna çok ihtiyacı var. En azından şimdi dik dur. Sonra beraber çökeriz.” Diyerek fısıldadı.
Gök zorla başını sallayıp evdeki herkesi dışarı çıkarmaya başladığında odada yorgunca yatan Murat’ı Kadir ve Gök ikilisi kaldırmıştı.
Kalender, Göktuğ’unun odadan çıkmadığını fark ettiğinde, boşalan evin kapısını kapatıp sakince yatak odasına ilerledi. Kapıyı çaldığında içeriden herhangi bir ses gelmeyince endişeyle kapıyı araladı. Gördüğü manzara kalbini kasarken zorla yutkundu.
Göktuğ Armin’in düğün günü odada çekindiği fotoğrafına sıkı sıkı sarılmış ağlarken ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyordu.
Kalender sakince Göktuğ’a yaklaştığında bir elini bedeni küçücük kalan adamın sırtına yasladı. “Hadi biz de çıkalım Göktuğ, herkes çıktı bak.”
Göktuğ fotoğrafı kaldırıp uzun uzun izledi. Armin elindeki zarif gelin çiçeğini sıkıca kavramış, bedenine tam oturan gelinliğiyle kuğu gibi zarif görünürken, en içten gülümsemesiyle kameraya bakmıştı. Göktuğ her zaman farkında olduğu şeyi bu fotoğrafta da fark etmişti.
Armin’in gözleri ne Göktuğ ona çıkma teklifi ederken ne nikahta bağırarak evet derken ne benimkiler dediği adamlarla bir masada otururken ne de Göktuğ’a âşık olduğunu söylerken parlamıştı. Armin’in gözleri Göktuğ ile tanışmadan önce de sonra da bir kez olsun parlamamıştı.
Göktuğ onu ilk gördüğünde yani Atalay’ın odasına hastasının doğumu başladığı için daldığında Armin’i yere serdiği gün… O gün nedense Armin ilgi odağına girmişti. Göktuğ pek kadınlarla ilgilenmese de Armin’in gözlerinde ayrı bir hava olduğunu sezmişti. Mesela hep soluk bakması gibi… Armin Göktuğ’a ona yapılan ihanetlerden, yaşadığı savaşlardan, aldığı darbelerden bahsederken gözlerinin soluk bakması normaldi ama Göktuğ ona âşık olduğunu fısıldarken bile soluktu o. Hiç de parlamamıştı hiç de ışıldamamıştı.
Göktuğ bir umut onun gözlerini parlatabilirim diye, senelerdir aradığı adamı onun için bulmuştu sonunda. Arman Mihar Tan’ın mezarını bulmuş, hatta Armin’in dün kutlamayı sevdiği doğum günü için verecekti bu haberi…
İşte kader denilen bir şey vardı. Göktuğ o mezarı Armin ikizinin yerini öğrensin ve gözlerinde bir parlama doğsun diye bulmuşken, nereden bilebilirdi ki Armin’in mezarının da Arman’ın tam yanında olacağını?
Şimdi herkes mezarlıktaydı. Göktuğ ayakta zor durduğu için Kalender ve Kadir ona destek oluyor, getirilen hoca dualar okurken bir ordu kalabalık da hocaya eşlik ediyordu.
Hoca burukça, “Haklarınızı helal ediyor musunuz?” diye sorduğunda ortalığı inleten cevap elbette ki olumluydu.
“Helal olsun!”
Göktuğ’unun sağ tarafında Arman Mihar Tan’ın sol tarafındaysa, Armin Mihri Kurt’un mezarı vardı. Mezar taşı daha hazırlanmamıştı ama Göktuğ bu işleri halleden kardeşi Gök’e kesin bir dille mezar taşında Tan yazılmaması konusunda ikaz vermişti. O bu hayata Tan olarak gelmiş ve onlarca acı çekmişti, Tan olarak gidip de acısına devam etmeyecekti. Madem bu dünyada mutlu olamamıştı, diğer dünyada mutlu ve huzurlu olacaktı güzel karısı.
Hem Göktuğ’unun duyduğu kadarıyla Armin’in kalbi durduğu saniye yüzünde güzel bir tebessüm oluşmuş, o tebessüm doktorları ve hemşireleri şaşkına çevirmişti.
Göktuğ karısını Kurt olarak uğurlayacak, her gün yanına uğrayıp ona Kurt olduğunu hissettirecekti.
Sert yağan yağmur, toprak kokusunu kuvvetlendirirken mezarlığa sığmayan ordu mezarlığın dışından dualara eşlik ediyorlardı.
Ve işte o an gelmişti.
Armin artık toprak ile bütünleşecekti.
Armin’in son bir konuşma hakkı olsaydı ve bu hakta en çok üzüldüğü şeyi söylemesi gerekseydi bu söz kesinlikle, ‘Tek pişmanlığım şehit olamayışımdır. Artık bedenim yeni acılara dayanamazdı, ben mutluyum siz de ağlamayın’ olurdu.
Kazılan toprak kenarda yığın oluştururken, Göktuğ dizlerinin üzerine düştü. Beyaz kefene sarılmış Armin’in bedeni hep bu kadar küçük müydü? Göktuğ şaşkınlıkla kefene bakarken, kollarını kefene dolamaya çalıştı ama çevresindekiler buna engel olarak artık onu defnetmeleri gerektiğinden bahsettiler.
Göktuğ hepsini başından kovarak Armin’in cansız bedenini kollarının arasına aldığında, kefenden gözükmeyen bedenini ona karşı her daim sürdürdüğü naiflikle geniş çukura bıraktı.
“Ben buradayım güzelim. Sakın korkma, sakın bak buradayım. Her gün de burada olacağım, korkma sakın!”
Göktuğ hırsla bağırdığında, toprağa bıraktığı Armin’i gören kadınlardan çığlıklar ve bayılma sesleri yükseldi. Füsun ve Murat aynı anda bayılırken Gamze’nin bayılmasına da çok az kalmıştı.
Mine kucağındaki Mihar Alphan ile çukura çömeldiğinde, Göktuğ saatlerdir kucağına alamadığı oğluna baktı. Mine kucağındaki bebeğin sakin kalmasını beceremediğinden çukurun başına gelmişti.
Mihar Alphan sanki olayları anlıyormuş gibi ağlarken, bakışları beyaz kefene düştü. Ela gözleri sanki annesini hissetmiş gibi boylu boyunca etrafta gezinirken, o keskin toprak kokusuna rağmen soluduğu koku annesinindi işte… Mihar Alphan sakinleşirken Mine zorla ayağa kalktı.
Mine’nin arkasında beliren Tekin hiç utanma ya da çekinme belirtisini tatmadan ağlarken Armin’in üzerine bir toprak da olsa atmak için kenara geçti.
Göktuğ zorlukla küreği kavradığında, kefene son kez bakarak fısıldadı. “Seni hep çok sevdim, her daim de sevmeye devam edeceğim güzel gözlüm.”
Küreğe doldurduğu toprağı çukura attığında sanki kalbinden de bir parçayı alıp kenara fırlatmıştı. Göktuğ zorla küreğe doldurduğu toprakları çukura atmaya devam ederken, bir yandan da içinden sayıyordu. Tam on altı toprağı sevgilisinin üzerine attığında, küreği usulca birine uzattı ama kime uzattığından bile haberi yoktu. Göktuğ güzel karısını on altı mermiyle kaybetmişti, şimdi de on altı kürek toprakla uğurlamıştı.
Kalender sarsıla sarsıla çukura toprak attığında, sıra usulca dönmeye başladı. Yıldırım küreğe doldurduğu toprağı atmaya fırsat bulaman sertçe geriye devrildi. Epilepsi krizi geçirir gibi titremeye ve kasılmaya başladığında Gök’ün her ihtimale karşı çağırdığı sağlık görevlileri Yıldırım’ı kenara alarak ilk müdahalesini yapmaya başlamışlardı.
Sıra döndü döndü ve döndü. Kaşıkçılar, Kurtuluş, Samet, Kadir, Erdem ve daha nicesi çukura attığı toprakla büyük bir çıkıntı oluşturduklarında Çağla kesik nefesler alarak çıkıntıya yaklaştı.
Kenarda duran taşları sakince çıkıntının etrafına yerleştirmeye başladığında, titreyen ellerine bakarak ağlamaya başladı.
Mezarlık resmen botanik bahçesine dönmüştü. Hakkâri askeri birliklerinden yollanan çelenkler, timlerin şahsına gönderilmiş buketler ve daha pek çoğu Armin’in mezarının etrafına alınmıştı.
Kalabalığın arasında kalan gözü yaşlı, ihtiyar yüzünü buruşturarak mezara baktı. O Beyazdı. Kendi elleriyle yetiştirdiği bir numaralı askeri, Beyaz. Kabul, belki bazı gerçekleri ondan saklamış ve hayatında yeni yaralar açmıştı ama hepsi onu korumak içindi. Armin ona her albayım dediğinde, Miralay ister istemez gururla doluyordu. Emekliye ayrıldığından beri sesini zaten duymuyordu ama en son vedalaşırken Miralay’ın Armin’den dilediği özür sonrası, ‘önemi yok albayım, siz düşünüyseniz doğrudur.’ Sözünün gerçek olmadığını biliyordu elbet. Önemi vardı. Hele ki bu karar onun hayatında yeni bir darbe açacak şiddetteyse.
Gök zorla Armin’in isminin kazındığı tahtayı, mezarın başına diktiğinde burnunu çekerek ayaklandı. Sırf ağabeyini daha fazla kaybetmemek adına direniyordu yoksa şimdiye çoktan ağlama komasına girmiş olabilirdi.
Kadir yere düşmüş ve saçlarını bir an olsun bırakmayan karısına acıyla baktığında, karısının yanına çömelmiş, ellerini saçlarından çekmeye çalışan Çağla’yı görünce ister istemez rahatladı. Şu an Göktuğ’u bırakıp ona gidemiyordu çünkü Göktuğ her an birinin üzerine atlayabilecek bir sinirle dolup taşıyordu.
İstanbul’dan cenaze için gelen Kurt tarafı, baş sağlığı dileklerini Göktuğ’a vermek istese de Gamze’ye vererek geri çekiliyorlardı.
Kalabalık sakince dağılmaya başlarken, sona kalan kişilerden bahsetmeye gerek yoktu aslında. Kurtuluş, kaşıkçılar, Kadir, Emek, Çağla, Samet, Güliz, Gök ve Erdem. Aslında biraz evvel Yiğitler timi de buradaydı ama tugay neredeyse cenaze sebebiyle boşaldığı için geri dönmek zorunda kalmışlardı.
Samet haberi en geç alan kişi olarak, duyduğu an bir sinir krizi geçirmişti. Hemşireler zaten hastanede oluşan bu kalabalık adına tedbir aldığı için bayılan ya da kriz geçirene hızla sakinleştirici iğne vurmuşlardı.
Samet üzerinin çamur olacağını umursamadan yere oturduğunda, şiddetle yağan yağmurun hafif bozduğu toprak yığınına bakakaldı. “Daha seninle konuşalı kaç saat oldu? Daha ne kadar oldu?! Sesin kulaklarımda çınlıyor, nasıl toprağın altında olabilirsin?”
Samet şaşkınlıkla fısıldadığında Emek düştüğü köşeden bağırdı. “Bize hazırladığın kahvaltı duruyor, her şey duruyor daha nereye gittin?!”
Armin’in gelen herkes için hazırladığı kahvaltıya cenaze evinde oluşan kalabalığa rağmen kimse elini sürmemişti. Emek masayı görünce deliye dönmüş, masadan bir şeyler almaya çalışan bir kadının da üzerine atlamıştı.
Göktuğ, Kadir’in desteğiyle ayakta dururken, durgunlaşan yüz ifadesiyle ağlayan ve bağıran insanları izlemeye başladı.
Hayatın her daim acı gerçekleri olurdu işte. Mesela, mezar başında kendini yırtmasına ramak kalmış kadınlar ve bulduğu ağaca ya da önüne çıkana yumruk atan adamlar gibi. Halbuki hepsi gerçeği biliyordu ama bu gerçeği kabullenmek istemiyorlardı. Kim isterdi ki zaten? Hayatın en çaresiz ve acı gerçeği ölümdü. Şimdiyse ağlayan ve bağıranlar ölümle burun buruna, Armin ise ölümle baş başaydı.
İlahi Bakış Açıcı (2 ay sonra)
Göktuğ üzerindeki siyah gömleğinin iki düğmesini açarak ceketini üzerine geçirdiğinde eline aldığı telsizle yatak odasından çıktı. İşe gitmeden önce alması gereken dosyalar için çalışma odasına yöneldiğinde aylar sonra ilk defa gireceği oda ile yüzünü buruşturdu. O gittikten sonra kendini biraz salmış, toparlanmaya çalışıyordu.
Çalışma odasına girdiğinde bakışları tozlanmış kitaplığa takıldı. Karısı olsa her bir kitabını özenle siler, okumaya fırsat bulamadığı kitaplar hakkında kocasına sorular sorardı.
Göktuğ alt dudağını ısırıp, çalışma masasının çekmecesini açtığında aradığı dosyaları eline alarak çekmeceyi kapattı. Tam çıkmak için kapıya yönelecekken masasının tam ortasında duran siyah dosyaya şaşkınlıkla baktı. Onun böyle bir dosyası yoktu ki.
Göktuğ koltuğuna oturarak dosyayı açtığında okumaya başladığı belgeden hiçbir şey anlamamıştı. Tekrar tekrar okuduğu satırları doğru mu okuyordu yoksa okumayı mı unutmuştu.
‘Göktuğ Kurt’un babasına ithafen düzenlenen psikiyatri destek kliniği belgeleri’
Göktuğ’unun yüzü buruştuğunda beş sayfalık belgeleri tek tek okumaya başladı. Her okuduğu satıra gizlenen detaylar ile kalbinde bir ağırlık hissettiğinde biten dosyanın arkasında kalan minik nota bakakaldı. Karısının güzel yazısıydı bu.
‘Eğer hediyeni akşam ben vermeden bulursan külahları bozuşuruz sevgilim, bulduysan da bulmamış gibi yap ve üzme beni… Neredeyse bir senedir bu klinik için uğraşıyorum. Mihar Alphan’dan sonra babanın da ismini yaşatmak istediğinden bahsettiğin için, bu kliniği senin için açtırıyorum. Klinik senin, genel isim babanın üzerine. Umarım seni sevindirebilmiş ve kalbinde bir yere dokunabilmişimdir. Neden gelip konuşmak varken buraya yazdığı bilmiyorum ama oku işte hayatımın en güzel anlamı. Sevgilerle, seni çok seven karın Armin Kurt.’
Armin sanki ‘neden gelip konuşmak varken buraya yazdığı bilmiyorum’ yazarken de öleceğin anlamış gibiydi. Göktuğ’a toprağın altındayken bile bir sürpriz yapan kadındı o, Armin Kurt.
Göktuğ okuduklarıyla kendini tutamazken belgelerin altında yer alan numarayı tuşladı. Çalan telefon hızla açılırken, “Psikiyatri destek, buyurun.” Diyen ince kadın sesi ile yüzü hüzünle buruştu.
Göktuğ sertçe yutkunarak konuşmaya başladı. “Merhabalar ben Göktuğ Kurt. Sanırım eşim bu kliğini bana doğum günü hediyesi olarak hazırlatmış…Ben iki ay önce eşimi kaybettim ve durumdan yeni haberim oldu, kliniğin adresini bana verme şansınız var mı acaba?”
Kadın telefonun ucundan duydukları ile şok olmuştu. Armin Hanım’a haftalardır ulaşmaya çalışan personellerin kadının ölümünden haberleri bile yoktu. Göktuğ Kurt ismini her buluşmada dillendiren Armin, neredeyse kocanı herkese anlatmıştı. Kadın adamın sesini duyunca ister istemez şaşırmıştı.
“Göktuğ Bey, elbette adresi size ulaştırırım! Hatta gelip görmek isterseniz, sizleri görmekten çok onur duyarız.”
Göktuğ duydukları ile gözünden akan yaşı sakince sildi. “Tamam, adresi bekliyorum o zaman çok teşekkürler.”
Telefonu kapatan adam belgelere bakakaldığında sevinçle gülümsedi. Titreyen telefon adresin yollandığının habercisiyken Göktuğ parmaklarını notun üzerinde dolaştırarak ayaklandı. Kenara bıraktığı telsizi eline alıp odadan çıktığında koridorun geniş duvarına özenle astıkları resimlere her sabah yaptığı gibi bakmaya başladı.
En üstte anıtkabirde evlenme teklif edilen günden bir kare vardı. Armin gökyüzüne bakarken ellerini şaşkınlıkla dudaklarına kapamış, Göktuğ’da gülümseyerek sevgilisine bakıyordu. Fotoğrafın yanındaki karede ise Yıldırım’ın özenle çektiği öz çekimler yer alıyordu. Herkes keyifle kameraya bakarken, Armin yüzüğünü göstermek için elini hevesle kaldırmıştı.
Bir diğer karede düğün gününe aitti. Armin Göktuğ’a sırnaşırken flaş patlamış ve ikili içten bir kahkaha atmışlardı. Gene aynı günden, etekleri kollarının altından taşmasına rağmen bunu umursamadan kocasına sokulan bir Armin vardı.
Aşağılara indikçe, Göktuğ’unun Armin’i her Mihar Alphan’ı kucağına aldığında çektiği fotoğraflar yer alıyordu. Armin omzuna attığı oğluna yandan bakmaya çalışırken Mihar Alphan ukalaca gülümsemiş, Armin de tam o esnada kahkaha atmıştı.
Göktuğ karısının güzel yüzünü severek gülümsedi.
“Aaa ama ne anlaştık yakışıklı? Hemen ağlıyorsun olmaz ki böyle.”
Göktuğ duyduğu ince sitemkâr sesle hafifçe gülümseyip bebek odasına yöneldi.
Kadın adamın geldiğini fark etmeyecek kadar dalgınken, “Baba uyanacak şimdi, ne kadar çok sesin çıkıyor yahu.” Diyerek fısıldadı.
Göktuğ gülerek ikiliye baktığında, kadın adamı fark ederek hızla eğildiği beşikten doğruldu.
“Ay dalmışım!”
Göktuğ gülümseyerek telsizi kenara bıraktı. “Korktuysan kusura bakma, sesinizi duyunca geleyim dedim.”
Kadında Göktuğ gibi gülümseyerek başındaki bandanayı düzeltti. “Yok yok ne kusuru, sen gel az oğlunla oyna bende mamasını hazırlayayım.”
Göktuğ yanından sıvışıp kaçan kadının ardından minnetle baktı. Emek, cenazeden sonraki iki haftada geçirdiği krizler sebebiyle hastanede gözetim altında tutulmuştu. Aradan geçen zamanda az da olsa toparlayınca Göktuğ ile bir konuda anlaşma yapmışlardı. Daha doğrusu Emek konuşmuş Göktuğ sadece burukça gülümsemekle yetinmişti.
Emek Armin’den ona tek kalan can Mihar Alphan’mış gibi düşündüğü için görev olmadığı günlerde soluğu burada alıyor ve minik demeye bin şahit olan koca bebekle ilgileniyordu. Göktuğ bu durum karşısında Kadir’e ve Emek’e karşı çekingen davransa da Kadir’in de Göktuğ’unun yanından bir an ayrılmadığını göz önünde bulundurunca durumlar eşitleniyordu.
Göktuğ altı aylık olmasına az kalmış oğlunu kucağına aldığında yüzü hafifçe buruştu.
“Oğlum bu teyzen sana ne yediriyor da bu kadar ağırlaştın sen?”
Mihar Alphan artık daha tombik ve daha uzundu. Ayrıyeten ara ara ağzında bir şeyler mırıldanıyor, sanki derdini anlatmaya çalışıyordu.
Mihar Alphan babasının sorusuna huysuzca mırıldanırken Göktuğ oğluna gülerek tombik bedenini havaya kaldırdı.
“Ben seni anlıyorum oğlum. Hep o teyzen yapıyor bunları.”
Göktuğ oğlunun fotoğrafını ve videosunu çekip telefonu geri cebine attı.
Emek sitem edercesine kaşlarını çatarak odaya girdi. “Hadi be oradan, minik mi kalsın benim yeğenim? Tabii ki yedireceğim.”
Göktuğ Emek’in dediğine gülerek oğlunu havaya kaldırıp indirmeye devam etti. Mihar Alphan bu hareketi çok komik bulduğu için sürekli kahkaha atıyor, tombik yanaklarının küçülttüğü ela gözlerini babasına kilitliyordu.
“Mihar Alphan!”
Bağırırcasına konuşan kadın elindeki kâseyi karıştırmaya devam ederken Göktuğ yüzünü buruşturup tabağa baktı.
“O ne?”
Emek Göktuğ’u ittirerek Mihar Alphan’ı kucağına oturttu. Mihar Alphan tombik bacaklarına ellerini vurup, ağzını açıp kapamaya başladığında Göktuğ oğlunun garip hareketlerine şaşkınlıkla baktı.
“Ne yapıyorsun oğlum?”
Mihar Alphan teyzesinin elindeki tabağa bakıp ellerini hevesle bacaklarına vurmaya başladığında dudaklarını açıp kapamaya devam etti.
Emek yeğeninin yanağını sertçe öptüğünde hazırladığı mamadan minik bir parça alıp Mihar Alphan’ın ağzına sıkıştırdı.
“Ben yeğenime püre yaptım babası!” harfleri uzatıp konuşan teyzesine gülerek ve ellerini çırparak karşılık veren Mihar Alphan ikinci kaşığını da hevesle ağzına aldı.
“Sanırsın çikolata yiyor, havalara bak.”
Göktuğ umutsuzca mırıldanırken Emek sinirle konuştu. “Sus be! Bu pürenin içinde; patates, kabak ve pirinç var. Çok seviyor benim yakışıklım bunu. Değil mi aşkım?!”
Göktuğ pürenin içeriğini öğrendikten sonra garip bir ifadeyle, heyecandan eli ayağına dolanan oğluna baktı. Sanki günlerdir aç gibi yemek yiyişi garibine gitmişti doğrusu.
Dosyalarını eline alarak oğluna yaklaştı. Oğlunun yanaklarına ve başına minik öpücükler kondurduğunda, “Teyzeni üzme oğlum, işim bitsin geleceğim tamam mı?” diyerek mırıldandı.
Göktuğ tam gitmeye hazırlanırken Emek hızla Göktuğ’a seslendi. Göktuğ duraksayıp Emek’e baktığında, “Kurtuluş’ta akşama döner muhtemelen, ben öğlen göreve gideceğim. Mine uğrayacak eve haberin olsun.” Diyerek fısıldadı.
Her ne kadar Mihar Alphan’ın yanında bir sorun yokmuş gibi davransalar da hiçbiri onun yokluğuna alışamamıştı. Alışamayacaklardı da.
Göktuğ çaresizce başını salladığında Emek geri mama yedirmeye döndü. Göktuğ usulca, “Emek, gerçekten çok sağ ol.” Diyerek fısıldadı.
Göktuğ Emek’in gözlerinin hızla dolduğunu bildiği için başını kaldırıp ona bakmamasını yadırgamadı. Emek belli belirsiz başını sallarken bir kaşığı daha yeğenine uzattı.
“Çok güzel değil mi teyzem? Evet çok güzel…”
Ağlayarak konuşan kadına burukça bakan Göktuğ, hızla evden ayrıldığında ilk durağından bahsetmeye gerek yoktu.
Göktuğ ezbere sürdüğü yolu kısa sürede tamamladığında yol üzerinden aldığı zarif zambak buketini eline aldı. Koşarcasına toprağı ayağının altında ezdiğinde, karşısına çıkan güzellik ile gülümsedi.
“Hayatım ben geldim.”
Cevap alamayacağını biliyordu elbette ama onun kalbindeki güzel sızı karısının onu gördüğünden emindi.
Zambak buketini mezarlığın etrafını süsleyen buketlerin yanına bıraktığında, alışkanlık haline gelen hareketini tekrarladı. Sanki Arman yaşasa Göktuğ’unun çok çekeceği varmış gibi Göktuğ mezara doğru başını sallayarak selam verdi. Onun mezarının Hakkâri’de ne işi vardı bilmiyordu ama karısının yanında olması da onun için özeldi.
Karısının rengarenk toprağındaki çiçeklere sakin sakin suyunu döktüğünde bidonu kenara bırakıp mezar taşına minik bir öpücük bıraktı.
Kollarını taşa sararak gülümsediğinde, sanki Armin bir soru sormuş gibi hızla ayaklandı.
“Bugün Mihar Alphan’ı getiremedim çünkü hava çok esiyordu sevgilim. Hem merak etme, Emek zaten ona çok iyi bakıyor. Sabah havaya kaldırıp seveyim dedim, az kalsın belim tutulacaktı.”
Göktuğ keyifle güldü. “Ben yaşlanmadım hayatım, oğlun ağırlaştı. Hem bak, Emek ona bir mama hazırlamış duymak lazım. Ne demişti ya? Patates, kabak ve pirinç mi ne? Oğlunu da bir görsen, sanki biz aç bırakıyoruz paşayı.”
Göktuğ kınarcasına mırıldandığında sevgilisine bakmaya devam etti. “Hayatım bu arada ben kliniğin belgelerini yeni gördüm. Notunu da okudum…”
Göktuğ her ne kadar buraya gelince ağlamamak adına kendine söz verse de gene sözünü tutamamıştı. Ağlamaya başlayan adam karısının görmesini istemiyor gibi sırtını dönüp akan yaşlarını sildi.
“Senden sonra da kliniğe gideceğim. Bakayım sevgili karım bana ne sürpriz hazırlamış…”
Göktuğ ellerini taşın etrafında dolaştırırken aklına gelmiş gibi hevesle, “Bu arada seninkiler akşam dönüyormuş görevden. Emek söyledi biraz önce. Sana uğrarlar zaten ama ben önceden haber vereyim dedim.” Diyerek gülümsedi.
Göktuğ cebinden telefonunu çıkararak bir video açtığında, telefonu toprağa doğru tutarak konuşmaya başladı.
“Tosuna bak tosuna, teyzesi sağ olsun yediriyor da yediriyor. Daha dün gördüm Göktuğ deme hayatım, dünden bugüne geçen zamanda oğlumuz resmen fil yavrusu olmuş.”
Göktuğ videoya bakarak burun kıvırdığında, çektiği fotoğrafları da gösterdi. “Ben yarın getireceğim o zaman göreceksin kim fil yavrusu. Hiç boşuna kızma çünkü gerçekten oğlumuz ben kadar oldu.”
Göktuğ sırf ağlamamak için konuşuyordu, evet.
Videoları ve fotoğrafları uzun uzun gösterip, konuşmaya devam ettiğinde en son istemeyerek de olsa ayaklandı. “Ben şimdi sürprizini görmeye, kliniğe gidiyorum hayatım. Akşam Mihar Alphan huysuzlanmazsa gelirim gene hatta hava düzelirse onu da getiririm belki.”
Taşı son kez okşayarak gülümsedi. “Seni sevdiğimi de unutma güzel gözlüm. Zaten her an hatırlatıyorum ama olsun, seni çok seven kocan işleri bitince hemen gelecek. Korkma sakın, vallahi kliniğe bakıp işlerimi de halledip akşam da geleceğim.”
Göktuğ sanki karısını ikna edebilecekmiş gibi kendi kendine konuşurken en son ellinci kez seni seviyorum dileklerini ileterek zorla çıktı mezarlıktan. Her gün sabah yanına geliyordu. Bazen Mihar Alphan uyursa ya da ona bakan kim olurda zorluk çıkarmazsa akşam da geliyordu. Göktuğ karısının karanlıktan rahatsız olduğunu, ne zaman uyusalar cama dönüp içeri sızan ışığa göz atıp geri yattığında fark etmişti. Korksun istemiyordu, elinden geldiğince yanına geliyordu ama eskisiyle bir olmuyordu işte.
Göktuğ konumu zorla bulduğunda tam merkeze açılan kliniğe burukça baktı. Tabelada gördüğüm isim onun kalbini sızlatırken babasını da en yakın zamanda ziyaret etmek istediğini hatırladı.
Göktuğ cipinden inerek kliniğe girdiğinde içeride oturan bir kadınla göz göze geldi. Kadın Armin’in ona anlattıklarından adamı hemencecik tanırken, “Göktuğ Bey hoş geldiniz!” diyerek şen bir karşılamada bulundu.
Göktuğ kadına nazikçe gülümsediğinde, “Hoş bulduk, müsaitseniz içeriyi gezmek için gelmiştim.” Diyerek konuştu.
Kadın hevesle başını sallayarak adamın kendisini takip etmesi adına işarette bulundu. İçerisi çok büyük gözüküyordu ve gerçekten de özenle tasarlanmıştı.
“Burası psikologlarımızın bireysel odaları, şu anda bazıları görüşmede olduğu için odaları gösteremiyorum maalesef. Giriş katta çoğunlukla psikologlarımız var, diğer kata çıkalım isterseniz.”
Kadın konuşa konuşa merdivenlere yöneldiğinde Göktuğ da etrafa bakına bakına yukarı çıktı.
“İkinci katta çoğunlukla özel psikiyatri odalarımız bulunuyor. Bu katı çocuklar için kullanmayı düşünüyoruz ama daha faaliyete geçiremedik. Odalarımız tek yataklı ve geniş bir alana sahip. Çocuk hastalarımızın yatışlarını bu kata almak gibi bir hedefimiz var. Odalara bakalım, buyurun.”
Göktuğ kadını dikkatle dinlerken açtığı odaya göz attı. Tek yataklı, minik bir çekmeceli dolap ve geniş alana sahip oda iç açıcı gözüküyordu.
“Çok güzelmiş.”
Göktuğ beğeniyle konuştuğunda kadın gülümseyerek kapıyı kapattı ve merdivenlere yöneldi. “Armin Hanım çocuk odaları kendi dizayn etmişti. Çocuklara karşı ayrı bir ilgisi var sanırım.”
Göktuğ duyduğu şeyle nefes almakta zorlanırken başını iki yana sallayıp kadını takip etti.
“Bu kat da yetişkin hastalarımız için, özel yataklı odaların bulunduğu kat. Odalar diğer kata nazaran biraz daha geniş sadece, onun dışında pek bir fark yok. Üst katta da kafeterya tarzı tatlı bir dinlenme alanımız var. Armin Hanım hasta ziyaretleri esnasında gelenlerin odalarda sıkılmamasını istediği için tasarladık bu katı.”
Adam hayranlıkla etrafa baktığında, kadın sakince konuşmaya devam etti. “Armin Hanım bizlerle konuşurken, sizin de burada çalışmanızı istediğinden bahsetmişti. Eğer çalışmak isterseniz müdürümle sizi konuşturayım Göktuğ Bey.”
Göktuğ zarifçe gülümseyerek, “Ben biraz düşüneyim sonra tekrar uğrarım hanım efendi. Bana eşlik ettiğiniz için çok teşekkür ederim.” Dediğinde tam merdivenlere yönelecekken kadının telaşlı sesini duydu.
“Göktuğ Bey durun!”
Göktuğ şaşkınlıkla kadına baktığında kadın son bir yerin daha kaldığını söyleyerek ilerlemeye başladı.
Kadın bir odanın kapısını ardına kadar açtığında Göktuğ içeriye bakakaldı.
Dört duvarı da kitaplık haline gelen ferah odadaki kitapların tümü, Göktuğ’a ve babasına ait kitaplardı. Bin bir emekle yazılan psikoloji kitapları ve romanlar neredeyse tüm odayı kaplamıştı.
“Armin Hanım bu odayı tasarlatırken sizin ilk tepkinizi hep çok merak etmişti. En çok buraya sevineceğinizi söylediğimizde de başka bir şeye sevineceğinden söz ederdi hep ama o şey neydi hiç bilmiyoruz.”
Göktuğ o şeyin ne olduğu çok iyi biliyordu. Ne kliniğe ne kütüphaneye ne de odalara bu kadar sevinmişti. Onun en çok sevindiği şey, Armin’in de tahmin ettiği gibi doğru bir eş seçmek olmuştu.
Göktuğ hüzünle gülümserken o hüzne eşlik edenler de vardı. Havanın kararmasına az bir vakit kalan tugaya iniş yapan helikopter ile aşağı inen adamlar onları karşılayan kimse olmadığı için üzgünlerdi.
Yıldırım sinirle bir küfür savurup tugaya girdiğinde, Tekin de konuşmadan tugaya ilerledi. Barkın zaten ölüm haberini aldığı günden beri üstleri ve görev dışında kimseyle konuşmuyordu. Resmen dili lâl olmuştu.
Ertuğrul, Barkın ve Emir de umursamazca tugaya ilerlediğinde Kalender çökmüş bir havayla çantaları yerden toplayıp zorla tugaya yürümeye başladı. Kalender biraz kendini suçluyordu aslına bakarsak. O gün rüya gördükten sonra Armin’i bir kere daha uyarmadığı için kendini suçlu buluyordu.
Halbuki o rüyanın aynısı aynı gece Armin de görmüştü…
Kalender çantaları sıhhiye odasına fırlatarak üzerindeki toprağa bulanan üniformayı yırtarcasına çıkardığında eş zamanlı Ertuğrul acıyla inledi.
Herkesin bakışı ona döndüğünde, bacağına bakan adam ile Kalender Ertuğrul’un yanına eğildi. Bacağını bir mermi sıyırmıştı ve Kalender ona gereken müdahaleyi yapmıştı ancak gene de bir pansumana ihtiyacı vardı.
Kalender kanlanan beze bakarak, “Üzerini değiştir de Şeyma’nın yanına uğra, bir pansuman yapsın.” Dediğinde Ertuğrul başını sallamakla yetindi.
Yıldırım hissiz bir sesle, “Meyhaneye gidiyor muyuz?” dediğinde Tekin bu anı bekler gibi atladı.
“Herhalde gidiyoruz.”
Bir de bu vardı. İki ayın görev kısmını çıkarsak her günü meyhanedelerdi artık. Dertleri büyüktü. Onlar içmeseydi de kim içseydi?
Herkes üzerini giyinip hazırlandıktan sonra Ertuğrul pansumana, Kalender’de görev raporunu yazmaya gitmişti.
Kalender yarım saat süren raporu hızlıca yeni albaya teslim ettiğinde Ertuğrul’da pansumanını yaptırmıştı.
Tugayın bahçesinde buluşan altılı komutanlarına yani Kalender’e baktı. Kalender sakince, “Önce Mihar Alphan’ı görelim mi? Özledim minik adamı. Sonra geçeriz meyhaneye.” Dediğinde hepsinin yüzünde az da olsa memnun bir ifade oluşmuştu.
Tek bir arabaya sığışmaya çalışıp Mihar Alphan’ı görmek için eve sürmeye başladıklarında kısa bir süre sonunda eve gelmişlerdi.
Kalender zili çalmak yerine kapıyı tıklattığında kapının bütün kilitleri sırasıyla açılmaya başlandı. O günden sonra eve kim gelirse gelsin bütün kilitleri kilitlemeden rahat oturamıyordu.
Kapı açıldığında aradan başını uzatan Mine gelen adamları görünce derin bir nefes aldı.
“Mine. Niye açtın ben açardım.”
Mine’nin arkasında panikle kadına bakan Göktuğ görüş hizasına girdiğinde, hepsi Göktuğ’unun bu kapı açma olayına ne kadar takıntılı olduğunu biliyordu.
Mine Göktuğ’unun kolunu sıvazlayarak, “Önce delikten baktım, merak etme.” Diyerek burukça gülümsedi.
Kalender içeri girmeye yeltenecekken iki ay evvel, kana bulanan zeminin şimdiki temiz görüntüsüne baktı. Sanki kan hâlâ oradaymış gibi üzerine basmak ağır gelmişti.
Kalender Mine’nin yanağını öperek, “Ne yaptın güzelim?” diyerek mırıldandığında Mine Kalender’e sıkıca sarılarak, “Minik adama baktım biraz.” Diyerek gülümsedi.
Tekin sözlüsünün alnından öperek destek almak adına sıkıca sarıldığında Mine içeri giren adamlardaki değişimleri en çok fark eden biri olarak buruklukla baktı her birine.
Hepsinin saçları sakalları birbirine girmişti. Tamam kabul, görevden yeni dönmüşlerdi ama görev harici de böyle gezdiklerine tanıklık etmişti.
Ama bu altı adama göre daha da çöken birisi varsa o da Göktuğ’du. Göktuğ normalde kendine oldukça iyi bakan bir adamken iki ayda yemeden içmeden kesildiği için, çıkık elmacık kemikleri daha da belirginleşmiş ve çene hattı direkt göze vuruyordu. Göz altları da hafif kızarık ve çöküktü. Ayrıyeten saçları da eskiden çok uzun değildi. Şimdi neredeyse alnını kapatıyordu. Hem o sakal ya da bıyık bırakmaktan hoşlanmazdı. En fazla kirli sakal bırakırdı o kadar. Şimdi neredeyse sakalları uzamış ve çenesini kapatmak üzereydi.
Adamlar Göktuğ ile sarılarak içeri dağıldıklarında Yıldırım bebek odasına girmişti. Uyuyan Mihar Alphan sanki Yıldırım’ın geldiğini anlamış gibi ela gözlerini kocaman açtığında Yıldırım istemsizce güldü.
“En sevdiğin dayın geldi yakışıklı, hadi kalk ya ne uyuması bu böyle.”
Yıldırım alay etse gibi gözükse de Mihar Alphan gerçekten de en çok Yıldırım dayısını seviyordu. Kim bilir belki de bebekle bebek gibi oynamayı beceren en iyi kişi o olduğu içindi…
Kalender memnuniyetsizce, “Nereden en sevdiği dayısı sen oluyormuşsun ulan? En çok beni seviyorsun, değil mi dayısının minik adamı?!” dediğinde Yıldırım’ı kenara itip Mihar Alphan’ı kucakladı.
Kapının önünde dikilen adamları itip içeri dalan Mine sinirle, “Ağabey!” diyerek bağırdığında Kalender suçsuz gibi Mine’ye baktı. “Ne var ya?”
Mine sinirle kaşlarını çatarken, “Daha yeni uyudu niye uyandırdın çocuğu şimdi?!” dediğinde Kalender şaşkınlıkla kucağındaki bebeğe baktı. “Uyanmıştı zaten, niye bağırıyorsun kızım sen bana?”
Tekin Mine’ye arkasından sarılarak Kalender’e memnuniyetsizce baktı. “Bağırabilir. Ses benim sözlümün sesi değil mi? İsterce cırlar yani.”
Kalender gözlerini kısarak Tekin’in buz mavisi gözlerine baktı. “Sen çok konuşma istersen.”
Göktuğ en arkadan içerideki adamları izlerken, Mihar Alphan’ın dayıları ile ne kadar mutlu olduğunu görmüştü. Her biri ona çok değer veriyor ve karşılığını da alıyorlardı.
Mihar Alphan ile neredeyse iki saati aşkın süre oynayan adamlar en son ayaklanmış ve Göktuğ ile vedalaşmışlardı. Daha gitmeleri gereken bir meyhane ve ona verecekleri haberi söylemek için uğranacak mezarlık vardı.
Adamlar soluğu meyhanede alırken garsonlar artık ne içtiklerini ya da ne istediklerini sormuyorlardı bile. Gene öyle olmuştu, masaya gelen mezeler ve yüz ellilik rakı usulca adamlara servis edilirken herkes sessizce oturuyordu.
Sek rakısını kafasına diken Yıldırım, “Söylersek kızar.” Diyerek mırıldandığında Kalender de rakısından düzgün bir yudum alarak, “Söylemezsek kızar.” Diyerek mırıldandı.
Barkın üçüncü rakısını doldururken Emir tarafından bir dirsek yese de umurunda olmadı.
Rakılar usulca dibi boylarken, asilce şahlandı.
İlerleyen dakikalarda hepsi hafif çakır keyif olurken, Kalender arabayı sürme işi ona kalacağından usulca arkasına yaslandı. Yıldırım, Ertuğrul ve Barkın sek rakıları hızla içmeye devam ederken Tekin ve Emir’de Kalender’e uyarak geriye yaslandılar.
Garsonlar biten rakı şişesinin yerine yirmi beşlik rakı bıraktıklarında üçlü memnuniyetsizce minik rakı şişesine baktı. Bunu zaten tek başına biri içerdi.
Kalender, Barkının ve Yıldırım’ın bileğini kavradığında Tekin’de Ertuğrul’u tuttu.
Kalender sinirle, “Yeter lan çarpacak şimdi adam akıllı için şunu!” dediğinde üçlünün pek de umurunda olmamıştı.
Bu kadar sert içmelerinin bir sebebi vardı çünkü bu masada oturan altılı ortak bir karar vermişti.
Tok Adım dışında başka operasyona çıkmayı reddeden altılı, ondan yani komutanları Armin’den yadigâr kalan son işi de temizce halledip bu mecradan çekilmek istediklerini beyan etmişlerdi. Üstlerin eline ulaşan altı adet istifa belgesi, Tok Adım operasyonunun sona erdiği gün yürürlülüğe girecekti.
Kalender, Emir ve Tekin’in zorla kaldırdığı üçlü eşliğinde hepsi istedikleri yerde yani mezarlıktalardı. En son göreve çıkmadan önce uğrayabilmişlerdi ve aradan epey zaman geçmişti.
Yıldırım aniden ağlamaya başladığında Kalender dişlerini sıkarak başını yana çevirdi. Zaten zor dayanıyordu ne diye ağlıyordu bu Çaylak?
“Komutanım sizsiz her yer çok soğuk, her yer çok anlamsız, her görev çok boş… Neden gittiniz be komutanım?! Sizin haricinizde hepsi benim komutanım, beş kişi ya beş kişi! Ama hiçbirine komutanım derken sizin gibi hissetmiyorum.”
Yıldırım alnını mezar taşına bastırarak sarsıla sarsıla ağlarken Ertuğrul’da kendini tutamamıştı. Etraf karanlıktı ama mezarlığın diğer ucunda kalan sokaktan vuran sokak lambalarının ışıkları ortamı az da olsa aydınlatıyordu.
“Komutanım bende hep ilaçlarımı içmeyi unutuyorum. Neredeyse herkes ilaçlarını içtin mi diye soruyor ama hiçbiri siz değilsiniz komutanım.”
Ertuğrul içerlediği şeyi söyleyerek başını eğdiğinde Kalender usulca mezara yaklaştı. Nemli toprak ve daha solmasına fırsat kalmamış zambak buketinden birilerinin sürekli burada olduğu belliydi.
“Armin,”
Kalender o ismi zorla dudaklarının arasından çıkardığında Yıldırım tarafından bir hıçkırık koptu. Ağlamaya devam eden genç delikanlı için bu hiç önemli değildi şu anda.
Kalender ağlayan adama bakarak dudaklarını dişledi.
“Biz bir karar aldık. Belki kızacaksın ama söylememiz gerekiyor.”
Çekingence konuştuğunda, derin bir nefes alarak durumu açıkladı. “Tok Adım operasyonu bittikten sonra istifamızı veriyoruz. Sahadan falan çekilme değil. Direkt meslekten istifa… Biz iki ayda fark ettik ki, sen bizim aklımız- kalbimiz değil direkt bedenimizmişsin. Sen olmayınca bir anlamı kalmadı hiçbir şeyin. Senin bize bıraktığın operasyonu bitirdiğimiz gün de ilk sana geleceğiz.”
Tekin akan burnunu çekerek dev cüssesine nazaran minik kalan mezarın önünde diz çöktü.
“Seni unuttuğumuzu falan sanma sakın. Neredeyse bir aydır operasyondayız, o yüzden gelmedik. Zaten operasyonun sabahında buradaydık ama haber verememiştik sadece…”
Emir çekingen adımlarla mezar taşına ilerledi. Yazan ismi okşayarak, “Seni hep sevdiğimizi ve ömrümüzün sonuna kadar da seveceğimizi unutma.” Dediğinde taşa doğru yaklaşarak ikisinin duyacağı şekilde fısıldadı. “Sen benim ilk ve tek kız kardeşimsin, her daim sevmeye devam edeceğim.”
Barkın görevde yer tespiti dışında konuşmadığı için herkes duyduğu sesle kısa bir şok yaşamıştı.
“Biliyorum güzelim, biliyorum ve halledeceğim.”
Kimse Barkının ne dediğini anlamazken Barkın hırsla mezara bakıyordu. Bu cinayetin baş sorumlusunu tek tahmin edebilecek kişi Barkın değildi halbuki ama acı ve üzüntüden bunu akıl edememişlerdi.
Barkın halledeceğim derse hallederdi. Biliyordu ve halledecekti.
Yıldırım sarıldığı mezardan ayrılmaya niyetli değilken, Yıldırım’ın titremeye başladığını gören Tekin ve Kalender hızla adama koştu.
“Yıldırım! Yıldırım bana bak lan!”
Tekin, Yıldırım’ın yüzünü tokatlarken Yıldırım gene epilepsi krizi geçirir gibi titremeye başlamıştı. İki aydır oluyordu bu durum. Alışmak istemiyorlardı ama Yıldırım’ın bedeni bu duruma karşı bazı tepkiler gösteriyordu.
Yıldırım birkaç dakika içinde hızla kendine geldiğinde, bedeni yorgun düştüğü için yarı açık gözleriyle seyrediyordu etrafı.
Hiçbiri anlaşmamış olsa da aynı anda, “Seni çok seviyoruz.” Diyerek fısıldadığında ne kadar istemeseler de mezarlıktan sakince çıktılar.
Onların çıkmasıyla mezarlığın kapısında farklı kişiler belirdi. Göktuğ söz verdiği gibi kucağındaki oğluyla geri gelmişti.
Hava soğuk olduğu için Mihar Alphan’ın üzerini sıkıca giydirmiş ve sırtını da güzelce örtüsüyle örtmüştü.
Mihar Alphan elindeki üç tane kırmızı gülü sanki annesine vereceğini biliyormuş gibi sıkıca tutuyordu. Göktuğ oğlunun poposuna vurarak sallanırken, diğer yandan da mezarlığa bakınıyordu.
“Anne seni özlemiş oğlum. Sabah ben geldim, dedi ki oğlumu neden getirmedin? Dedim ki bende, karıcığım yeter ki sen iste hemen getiririm.”
Göktuğ kendi kendine söylenirken Mihar Alphan ela gözlerini kocaman açmış etrafa bakıyordu. Mihar Alphan’ın minik sırtı babasının göğsüne yaslı olduğundan etrafı rahatça görebiliyordu.
Göktuğ mezarı gördüğünde sakince oraya yöneldi. Gene Arman’a selam verip karısına döndü.
“Sevgilim, oğlumuzu da getirdim bu sefer.”
Göktuğ kucağındaki minik adamı hafif havalandırıp konuştuğunda Mihar Alphan ellerini hevesle sallamaya başladı.
“Merak etme aşkım üzerini sıkı giyindirdim, üşümeyecek.”
Göktuğ sanki Armin yaşıyormuş gibi aylardır bu şekilde konuşuyordu onunla. Sorabileceği soruları da artık ezbere bildiği için o sormasa da cevap veriyordu işte.
Mihar Alphan öne eğilmeye çalıştığında Göktuğ yavaşça yere çöktü.
“Annesi, oğlun sana ne getirmiş?”
Mihar Alphan minik bir çığlık attığında gülleri elinden atarak toprağın üzerine düşürdü. Göktuğ oğlunun haline gülerek gülleri mezar taşının önüne iteklediğinde Mihar Alphan annesinin yattığı yeri hissediyor gibi oraya eğilmeye çalışıyordu.
Göktuğ oğlunu taşa oturtarak sırtına destek verdiğinde hayranca mezar taşına baktı.
“Hissediyor bence sevgilim, burada olduğunu anlıyor… Çok zeki, aynı annesi gibi.”
Göktuğ hafifçe gülümseyerek devam etti. “Bu arada kliniği gezdim. Özellikle kütüphane beni çok duygulandırdı hayatım, çok güzel olmuş ellerine sağlık. Oradaki görevli kadın, çocukların odalarıyla özenle ilgilendiğinden bahsetti, onlar da çok güzel olmuş. Ben biraz geç gördüm, kusura bakma çok özür dilerim ama gerçekten her şey çok güzel olmuş. Emeğine sağlık güzelim.”
Mihar Alphan tombik ellerini toprağa bastırdığında Göktuğ erkeksi bir kıkırtı saçtı.
“Baksana şu ellerine, yüzüne. Cidden bak çok tombullaştı bu çocuk ya.”
Mihar Alphan babasının dediğini anlamış gibi belirginleşen kaşlarını çattığında, toprak olan elini babasının uzun sakallarına vurdu. Göktuğ kaşlarını çatıp hafif geri çekildiğinde, “Bir de şiddet eğilimi var sanırım. Hep o Yıldırım ve Tekin dayın yüzünden bunlar, biliyorum ben tosun paşa.” Diyerek burun kıvırdı.
Göktuğ mezar taşına bakıp, yandan oğlunu işaret etti. “Çok fena aşkım.”
Mihar Alphan ellerini birbirine çarpıp ağzına götürecekken Göktuğ ani bir hamleyle ellerini geri çekti.
“Pis o, pis. Toprak yenir mi oğlum?”
Halbuki Göktuğ’unun şundan üç hafta öncesine kadar Armin’in bedenine sürüldü diye toprak öpmüşlüğü bile vardı …
Mihar Alphan babasının ellerini itemeye çalışarak, çıkmaya çalışan dişlerini sıkar gibi yaptı.
“Bir de dişlerin olsa gam yemeyeceğim babacığım.”
Göktuğ gülmeye başladığında Mihar Alphan trip atar gibi başını annesine çevirdi. Ellerini hevesle öne uzattığında, “A,” diye mırıldandı. Göktuğ’unun kaşlarını çatılırken Mihar Alphan, “E,” Diyerek çığlık attı.
Göktuğ yandan şaşkınlıkla oğluna bakarken Mihar Alphan ellerini birbirine çarptırdı. “Ae! Ae! Ae!”
Peş peşe söylediği harfleriyle resmen anne demeye çalışıyordu. Göktuğ oğlunu bir anda havaya kaldırdığında, “Anne mi dedin sen?” diyerek oğluna şaşkınlıkla bakakaldı.
İkisinin de bakışları mezara döndüğünde Göktuğ hevesle konuştu. “Anne dedi güzelim, duydun mu?”
Mihar Alphan tekrardan bağırdığında Göktuğ, oğlunu kucağında hoplatarak oğlunun yanağını sıkıca öptü. Karısına dönerek mezar taşına da minik bir öpücük kondurdu.
“Seni çok seviyoruz sevgilim.”
Her hayatın bir sonu vardı. Armin’in aylar önce sona geldiği gibi…
Gerçekler en başından beri acıydı ama bu gerçeklerle yaşamayı öğrenmişlerdi. Tam benimsenen gerçekler, hayatın bir parçası haline gelirken silah patlamıştı. Belki de iyi olmuştu. Kim bu dünyada acı çekmek için gözlerini açmak isterdi? Gözlerini açıp açmamak en başta sana sorulmazdı kabul, ama en sona geldiğinde bu tamamen senin dirayetine kaldırdı.
Hayat acısıyla ya da tatlısıyla hayattı işte. İhanetler edilir, dostluklar kurulur, gerçek aşk bulunur ve en son her şey biterdi. Kim bilir? Belki de bitmesi, bitmemesinden daha ağırdı.
Gözlerimizi araladığımız an; ölümle burun buruna geldiğimiz ilk anı yaşarken, gözlerimizi yumacağımız an; ölümle baş başa kaldığımız son anı yaşatırdı.
(23.04.2024) 21.23
-SON-
Bu sefer gerçekten sona geldik, bitti.
Ölümle Baş Başa benim için her daim bu sonla bitiyordu. Bu evrene başka bir son düşünemedim. Yazmayı denedim lakin olmadı.
Armin, güzelim benim... Bu evrende çok ölüm yaşandı lakin beni en sarsan sen oldun.
Buraya kadar okuyanlar için, kitap hakkında genel bir yorum bekliyorum. Sizce sonu nasıl bitmeliydi veya çok absürt oldu dediğini eleştirilerinizi yazın lütfen...
Ne yazmam gerekiyor ne söylemem gerekiyor inanın bende bilmiyorum...
Armin'in ölümünü bekliyor muydunuz?
Final'de bunun yaşanmasını bekliyordum dediğini sahneler var mıydı?
Göktuğ'un Armin'e bağlılığı?
Tek tek karakter isimleri bırakıyorum, eleştiri yorum ne istiyorsanız yazabilirsiniz.
Armin Kurt.
Göktuğ Kurt.
Mihar Alphan Kurt.
Âhi Alphan
Kalender Çiler.
Ertuğrul Duman.
Yıldırım Kıran.
Tekin Akar.
Barkın Koç.
Emir Yıldız.
Mine Çiler.
Emek Dağ.
Kadir Atalar.
Füsun Akçay.
Murat Akçay.
Samet Öz.
Erdem Diyar.
Miralay (Barça Aksoy)
Armin yaşasın ister miydiniz?
Final hakkındaki görüşleriniz...
Armin'in Göktuğ'a süprizi?
Göktuğ'un her gün Armin'in yanında olması?
Herkes dağıldı. Armin olmadan toparlanırlar mı dersiniz?
Soracağım çok sorum yok, siz istediğinizi istediğiniz satıra yazabilirsiniz ballarım...
Bu evrenin size kattığı bir şey oldu mu, merak ediyorum.
Son kez, ÖBB için... Final adına bir ballı süt içelim ballarım ;)
Sizi çok seviyorum, diğer evrenlerde çok daha güzel anlara şahitlik etmek üzere kendinize dikkat edin.
Ballarım! Ölümle Baş Başa'ya veda vakti...
O zaman, başka bir evrende en güzel halinle diyerek noktalıyorum sağlıcakla!
28.01.2023 & 28.01.2025
Sevgilerle, sizi çok seven yazarınız Duru TAŞKULAK
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 27.86k Okunma |
2.26k Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |