23. Bölüm

BÖLÜM 21: SARAYIN IŞIKLARI

Düş Kuşu
duskusu_mona

 

 

 

BÖLÜM 21: SARAYIN IŞIKLARI

 

Asırlar parçalandı bir neslin ayakları altında.

Kimse ayaklarını kaldırıp ezdikleri şeyin farkına varamadılar.

Yıllar çok şey öğretir kimi zaman. Bazen ise kara bir kutuya bürünür ve görür görmez ruhun bedene sığmadığını hisseder. Korkarız ardımızda kalan yıllara dönüp baktığımızda. Özleriz bazen... Bazen de ibret almakla yetiniriz. Ya da şimdiki gibi her şeyi göz ardı eder ve hayatlarımızı akıtmaya devam ederiz.

Neydi hakikat, neydi asıl dengede duran terazi?

Terazinin bir kefesine koyulan ölmüş bir ruhun karşısındaki kefeye haklı olabilmesi için ne koyulabilir?

Bir terazinin kefesinde eğer ölü bir ruh varsa karşı kefeye haklı olarak nitelendirilen her ne koyulursa koyulsun, o kefelere tıpatıp aynı iki elma bile koyulsa bir daha dengede kalmaz. Zira terazi dengesini kaybetmiştir bir kere...

Öldürmenin bir mazereti, bir sebebi olamaz.

Olmamalı...

Bu denge böyle sağlanamaz.

Sağlanmamalı...

Bu denge bu yüzden yıkılır ve bir daha toparlanamaz.

Kaç gün geçti, kaç gözyaşı döküldü, kaç yürek korkudan köşe bucak kaçtı bilinmiyordu. Prenses Dione'un katlinden sonra saray uzun bir sessizliğe gömüldü. Sessizliğin en derininde ise ben vardım.

Prenses Dione'un cenazesinden sonra kral, sarayın geçidini kapattı. Saray hizmetinde çalışan bekçileri azalttı. Aldığı önlemlere hiç kimse sesini çıkaramadı. Kimse itiraz etmedi. Hiç kimse tek kelime edebilecek kadar masum görünmüyordu...

O gün ne yaşadığım şok anı ne de sarayın her yanından yükselen çığlıklar kafamın içinden çıkmadı. Odaya girdiğimde tir tir titrediğimi hatırlıyordum. Prenses Dione'un cansız bedeninin etrafına dizilenler şoklarını atlatamazken annesinin baş ucunda acı haykırışlar bırakan Beth'i bir türlü silip atamıyordum gözümün önünden. O günü her bir zerresine kadar hatırlıyordum.

Prenses Dione... Benim esaretim, kollarıma ve ayaklarıma takılan bir mahkûm zinciri, aldığım nefesten rahatsızlık duyan tehditleri ve ağır ithamlarıyla beni bir köleye çeviren Prenses Dione... Kendisini dokunulmaz ve hayatta kalan olarak nitelendirdiği anları anımsamak artık öfke değil acı veriyordu. Kendisine bu kadar güvenen ve en uzun yaşayan, bir aile sahibi olan ilk prenses olması dillere destanken kaderi yine diğer prensesler gibi halkın elleri arasında ruhundan vazgeçerek olmuştu.

Cenazesine gitmeme izin verilmedi. O gözyaşlarıyla toprağa gömülürken ben karanlık odamın kara perdelerini sonuna kadar çekip kendimi yepyeni bir karanlığa bıraktım. Prenses Dione'un eşi, çocuklarıyla birlikte gelip Beth'i buradan almak istediğini söylese de bu kralı ikna edememişti. Kral ısrarla onun da tehlikede olduğunu düşündüğü için burada kalmasını istemişti ki haksız da değildi. Prenses Dione'un oğlu hariç diğer iki kız çocuğu tehlike altında olabilirdi.

Kral defalarca odama geldi o günden sonra... Kapıyı hiç kimseye açmadım. O gün benim miladımdı adeta... Kendimi odama kapattım ve kilidi indirip her şeye kendimi sonsuza kadar kapattım. Günlerce odamda kaldım. Siyah perdelerimi, ışıltılı mücevherlerimi, sayısız silahlarımı, kana bulanması an meselesi olan kıyafetlerimi inceledim.

Her gece karanlığa uyudum, her sabah karanlığa uyandım...

Artık içimi kapladığı gibi bütün bir hayatımı da kaplıyordu.

Kendimi sonsuz bir yasa mahkûm etmiştim. Kendimi, kilidi kayıp bir zindanın demirlikleri arasına bırakmıştım. Kendimi kendim yok etmeye çalışmıştım.

Kapımın önünde beliren birkaç adımın gölgesi, kapımın altından sızan ışıkla kendini gösteriyordu. Soğuk mermere uzattığım savunmasız bedenimi kıpırdatmadım bile. Hareket etmeye tenezzül etmeden sağ yüzümü tamamıyla felç eden soğuk mermerden kaldırmadım başımı. Bütün bir bedenim cenin pozisyonunda, odanın tam ortasında kendini yok etmeye çabalarken kapımın önündeki adımların sahibi usulca kapımı çaldı.

"Majesteleri?"

Gözlerimi kapattım uzunca. Gelen Julia'ydı. Kapımın önünde duran dokunulmamış yemekleri bir tepsiye toparlamaya başladı içeriden bir ses gelmeyince. Ardından yeni bir tepsi bıraktı kapının önüne. Sesindeki çaresizlik ve üzgünlük hiçbir şey hissettirmiyordu. Bütün duygularımdan arınmış gibiydim. Baştan aşağı bütün bir ruhum benden alınmış ve geriye acı dolu bir beden kalmış gibiydi.

"Majesteleri..." diye bir ses daha geldiğinde hiçbir şey hissetmemek için bir kez daha gözlerimi uzunca yumdum. Julia ise acıyla devam etti. "On üç gün oldu Majesteleri... On üç gündür dışarı çıkmıyor, doğru düzgün beslenmiyorsunuz." dedi ve burnunu çekerek devam etti. "Lütfen kendinizi böyle cezalandırmayın."

Yumduğum gözlerim ağır ağır açtım ve gözlerimi kırpıştırdım. On üç gün olmuş. On üç gün...

"Biliyorum vicdan azabı çekiyor ve korkuyorsunuz." dedi Julia son bir umutla. Ağlıyordu. "Ama kendinize bunu yapamazsınız. Lütfen... Anneniz, babanız, kardeşleriniz..." dedi ve kesik bir nefes aldı. "Herkes sizi çok merak ediyor."

Hiç ses çıkarmadım ve sanki o görecekmiş gibi kapıya dönük olan yönümü kendi ekseni etrafında döndürdüm. Bütün bir bedenim artık yatağımın yanında duran masa ve üzerindeki hançerlerime bakıyordu. Julia sürtünme seslerini işitmiş olmalı ki mahcup bir şekilde yere bıraktığı tepsiyi aldı ve yeni tepsiyi kapının önünde bırakarak adımlarını uzaklaştırdı.

Hiçbir şey duymak, hiçbir şey hissetmek istemiyordum. Çünkü bunları yapmak bile yorucuydu.

Julia haklıydı. Prensesin vefatından sonra çok büyük bir vicdan azabı çekmiştim. Zira ona söylediğim o ağır sözler ve onun gözlerini hatırladıkça yüreğimin parçalandığını hissetmiştim. Karnımın içinde büyük bir boşluk ve kanımın ince ince damarlarımdan akıp gittiğini hissetmiştim.

Gözlerimden küçük bir damla yaş akıp yerdeki mermere bıraktı kendini. Bir elimi mermere yerleştirdim ve gözlerimi kapatıp soğukluğa teslim ettim kendimi.

Başıboş gezen umutlar da bir gün çaresizliğe dönüşürmüş meğer...

Hep kendimi bu lanetten kurtaracağıma inandırmışken bu artık benim çaresizliğimdi. Kaçamadığım ve her defasında karşıma çıkan çaresizliğimdi.

Düşünüyordum. Ölmeyi...

Halihazırda bir gün ruhun kanatlanıp terk edeceği bir bedendik herkes gibi. Niçin bu vazifeyi bir başkası üstlenirdi?

Bir gün her beden gibi kavuşacaktık toprağa. Bir gün...

Niçin o bir günler, bugünlere dönüşürdü? Niçin ruhun zamanını beklemesi istenmez ve gözü dönmüş densizlerin kurbanları olurdu?

Ölmek için doğan bizler günün sonunda öldürüldüğümüzde ne anlamı kalırdı bu kâinatın işleyişinin?

Ölmekten kaçanlara korkak denildi. Tıpkı öldürülmekten korkanlara denildiği gibi...

Bütün bu olanlara bir türlü anlam veremiyordum. Lanetin kırıldığını düşünürken lanetin varlığı kendisini yeniden hatırlatmış gibiydi. Her şey yine başa sarmıştı ve bu sefer her şey daha tehlikeliydi. Zira artık ailesi olan prenseslere de acıma yoktu. Belki de en kötüsü buydu...

Yaşı genç prensesler öldürüldüklerinde ardında yalnızca kardeşleri, annesi ve babası kalırken şimdi ardında kalan evlatlar vardı...

Güçsüz nefeslerim yerle bitişiyor ve yeniden burnumun içinden girip bana can olmaya çalışıyordu. Aralık büyük pencereden sızan hafif rüzgâr saçlarımı uçuşturuyor ve yere uzanan bedenimdeki soğukluğu daha da arttırıyordu. Kalbim giderek ritmini azaltmışken, aklım da yavaş yavaş hızını yitirmişti.

Bütün bir acım yok olup gidiyordu yavaş yavaş. Vicdan yüküm, birbirine karışmış duygu yumağım... Her biri gittiğinde boşluğumu tek dolduran şey öfkeydi...

Birden bu öfke bana hükmetmeye başladı. Uzandığım yerden dizlerimi önce içime doğru kıvırarak ardından kendimi yüzüstü çevirip dizlerimi yere yaslayarak doğruldum. Bir süre o halde, ellerim sanki mermerin o keskin soğukluğundan güç alıyormuş gibi dinlendim orada ve başımı kaldırıp önüme düşen saçlarım arasından baktım balkona yayılan Ay’ın yansımasına. Ardından öfke dolu bir soluk aldım ve dizlerimin üzerinde dururken birden dizlerimden destek alarak ayağa kaldırdım kendimi.

Bir süre bacaklarımdaki cansızlığın harekete alışmasını bekledikten sonra titrek bir adım attım balkon kapısına doğru. Bu titrek adım asabımı bozmuştu. Bir diğer adımımı daha sert ve kendimden emin bir şekilde attığımda artık bütün acım o mermerin üzerinde yatar bir şekilde kalmış ben ise ayağa kalkmış ve onun üzerine basıp geçmiştim.

Yüzümde en ufak bir merhamet parçası yoktu. Yüzüm tıpkı o mermer gibi dümdüz, soğuk ve keskindi. Gözlerim yalnızca tek bir noktada sabit kalmıştı. Ay ışığı...

Adımlarım balkonun kapısına geldiğinde hiç düşünmeden kapının iki yanda duran kollarını iki elimle tuttum ve iki ayrı yöne doğru açtım kocaman kapıyı. Rüzgâr sertçe beni karşılarken kapımın önünde beni sarmalamayı bekleyen siyah bulutlar çoktan etrafımı kaplamıştı. Gözlerim göğe yükseldi ve aya baktı uzun uzun. Hemen ardından günler sonra ilk defa dışarı çıkar gibi balkona çıktım. Zira buraya bile çıkamamıştım.

Yeşil gözlerim Ay’ın üzerinden çekilmezken etrafımdaki siyah bulutlar her tarafımdaydılar. Ellerimden, bacaklarıma kadar beni sarıyorlar, kalbimin kırık parçalarından gözlerime kadar beni yalnız bırakmıyorlardı.

Dişlerimi sıkmamla çenem gerildi ve o an atışı yavaşlayan kalbimin hızı bir anda artmaya başladı. Ve işte bu beni kendime getirmeye yetti.

Gözlerim ağır ağır kırpıştığında artık merhamet namına zerre şey kalmamıştı içimde. Yalnızca öfke vardı. Saf öfke...

Saf Karanlığın harmanladığı saf öfke...

Etrafımı çevreleyen siyah bulutlar yavaş yavaş süzülüp göğe yükseldiler. Gözlerim onları takip ederken o bulutlar göğe, tam da ayın yanına yükselip diğer kara bulutlarla birleştiler ve bir aslan yüzünü silüet haline getirdiler. Sağ alt dudağım hafifçe yukarı kıvrıldı bunu görmemle.

O gece... O gece her şey bir anda değişmişti. Gözlerime kestirdiğim hedef, önüme koyulan engellere verdiğim tavizler, bana söylenen her şey karşısında gülümsemem...

O gece ben değiştim.

Herkes beni öldürmek istiyordu oysa ben çoktan ölmüştüm, haberleri yoktu. Artık ruhumun kalan kırıntıları musallat olacaktı.

Herkese ve her şeye...

Başımı kaldırıp Ay’ın yanı başında biriken kara bulutlara baktım. Aslan yüzüne baktım uzun uzun. O bana, ben ona... Başımdan aşağı dökülen sarı saçlarımı Ay besledi ışığıyla. Kuruyan ve kabuk bağlayan tenimi rüzgâr temizledi. Bakışlarım aslanın yüzündeyken yüzüğün takılı olduğu sol elimi sertçe yumruk yaptım. Yüzüğün üzerindeki beyaz nokta el içime dönük kaldığı için tenimle birleşti ve zihnim o aşina olduğum boşluğa geçti. Saf Karanlığın zihnine...

Artık ne olduğumun farkındaydım. Ne ile olduğumun da neye sahip olduğumun da ne olduğumun da farkındaydım. Her şey artık bir cümlem kadar uzağımdaydı ve ben bu güçten artık çekinmeyecektim. Bu gücü her zerresine kadar kabul edecektim. Söz konusu yaşamaktı. Yaşamak için döktüğüm kanlar artık masumların değil, düşmanların kanlarıydı. Zira bu topraklar üzerinde kimse masum değildi. Herkes düşmandı bana. Ve bana düşman olmanın bedelini ödeyecekti her biri.

Zihnime doğru bir anı parçası ilişti o an...

"Sen çok tehlikelisin..." diyordu titrek ses. "Gücün çok fazla..." dedi aynı endişeli tonla. "Seni istemiyorum Ares. Sen ancak ve ancak benim öfkemin oluşturduğu hazin sonu hazırlayabilirsin o gücünle. Benim nihai gayemi değil." dedi ve duraksadı. Bir hıçkırık kopup gitti Anastasia'nın dudakları arasından. "Ama..." dedi çaresizce. "Ama onlar masum değil ki..." O an damarlarımda akan kanın ısındığını ve derimi yaktığını hissettim. Bu bir tekerrür müydü? Anastasia'nın aciz sesi bir anda keskin ve kendinden emin bir sese devrildi. "Masum olsalardı bu topraklar onları kabul etmezdi. Biz Ardena'dayız." dedi bir farkındalık yaşıyormuş gibi. O an istemsizce bunu sesli bir şekilde zikrettim.

"Biz Ardenada'yız..."

"Bu topraklar ancak ve ancak düşmanlarla doludur."

"Bu topraklar ancak ve ancak düşmanlarla doludur."

"Ben onlara merhamet ettiğimde alacağım tek cevap onların kana susayan yürekleri olacak."

"Ben onlara merhamet ettiğimde alacağım tek cevap onların kana susayan yürekleri olacak."

"Ben bir melezim."

"Ben Finch Kraliyet'inin prensesiyim."

"Bana merhamet etmeyecekler."

"Bana merhamet etmeyecekler."

"O hâlde ben neden ediyorum ki?"

"Ben neden edeyim ki?"

"Ben Anastasia'yım!"

"Ben Rosemarry'im!"

"Saf Karanlığın Yegâne Bekçisiyim!"

"Saf Karanlığın Yegâne Bekçisiyim."

"Merhameti masumlar hak eder. Kan kokan eller değil. Bana uzatılan her bir hançer sonsuza kadar yok olacak bu kâinattan. Bana sunulan her bir zehir damarlarımda değil, bu nehirlere akacak. Beni silmek ve yok etmek isteyen herkes karanlığıma mahkûm kalacak. Beni boğmak isteyenler ateşime, beni yakmak isteyen suyumda boğulacak! Ben Anastasia! Saf Karanlığın Yegâne Elçisi ve de Bekçisi. Ardena'nın ise yegâne adaleti! Adaletin Bekçisi!"

Anastasia'nın kendinden geçmiş sözleri kanımı harekete geçirmiş gibiydi. Bana yeniden can olmuş, beni yeniden Güneş'e kavuşturmuş gibiydi. Beyaz noktayla olan ten temasımı yumruğumu açarak kestim ve başımı ağır ağır kaldırıp aya baktım.

"Adaletin Bekçisi..." gibi bir mırıltı çıktı dudaklarımın arasından. Hemen ardından sol elimde duran yüzüğe döndürdüm başımı. Ares'e baktım uzun uzun. İçine büründüğüm hırs öyle kuvvetliydi ki o an kendimi buna her şeyden çok inandırmıştım. Ben bu olmalıydım. Ben en başından beri buydum zaten. "Adalet..." dedim yine mırıltıyla. "Adaletin Bekçisi..."

Öfkeyle başımı kaldırdım bir daha eğmemek üzere.

Sertçe yutkundum bir daha hiçbir sözü yutmamak üzere.

Ve dudaklarımı araladım bir daha adaletin yoksunluğunu bu topraklara alet etmemek üzere.

"Ben..." dedim keskin bir sesle. "Rosemarry Finch, Finch Kraliyeti'inin dokuzuncu prensesi. Hayatta kalan tek prenses, Hırçın Dalgalı Deniz'in Bekçisi, Saf Karanlığın Yegâne Bekçisi ve de Adaletin Bekçisiyim!"

Gece yeniden uyanıyor gibi bulutlarını dağıttı gökyüzüne. Bulutlar dört bir yana dağılırken etrafımda hissettiğim rüzgârın yaşadığım hisse katkıda bulunduğunu anlayabiliyordum. Ne olduğumu biliyor ve artık bunu sesli bir şekilde dile getirebiliyordum.

Ben bugün kendimi tanımış ve onu kabul etmiştim. Bugünden sonra kimseye bir başkası olarak tanıtmayacaktım kendimi.

Hedefim artık hiç olmadığım kadar berraktı. O yollar hiç olmadığı kadar açıktı. Tek engelim kendimken artık onu da aşmıştım.

Ben yaşamaya ve yaşatmaya gidiyordum.

Adalet için geliyordum.

Anastasia'nın izinden gidiyordum.

Tek bir fark ile...

Onun gibi güç zehirlenmesi yaşamayacak ve verdiği sözün aksine masumları katletmeyecektim. Ben mutlak adaleti sağlayacaktım.

"Hazır mısın Ares?" dedim göğe doğru. Kara bulutlardan bir yıldırım sesi kulaklarıma gelince dudaklarım yukarı kıvrıldı. Korkunç bir gülümsemeyle bulutlara baktım son kez. "Benimle bir olmaya hazır mısın?"

*** 

İpek kumaşlardan dikilen uzun ve mücevherlerle kaplı siyah elbisem aynanın karşısında ışıl ışıl parlıyordu. Üzerine özenle işlenen beyaz elmaslar aynanın güneş ile buluşmasının yansımasıyla göz kamaştırırken başıma taktığım siyah yakutlu taç sanki bütün bir yasımı bir kenara bırakmış ve yeniden bütün bir yok olmuşluklardan bir varoluş ortaya çıkarmışım gibiydi.

Elbisenin korse kısmının altında kalan ve gözle görülmeyen cebime masamdan aldığım bir hançeri yerleştirdim. Sarı dalgalı saçlarım omuzlarımdan bir akarsu gibi sarkarken bir yandan da siyah eldivenlerimi giymekle meşguldüm. Çıplak ayaklarımın hemen yanı başında duran o rahatsız edici babetlere baktım göz ucuyla ve hiç tereddüt etmeden tek hamlede giydim. Karanlığın Yüzüğü ellerime geçirdiğim kalın, uzun ve siyah eldivenler sayesinde görünmüyordu.

Aynada son kez baktım kendime. Derin bir soluk eşliğinde uzun siyah ve oldukça göz alıcı saten pelerinimi de omuzlarıma geçirdim ve uzunca gözlerimi kapattım.

Yapabilirdim. Bunu yapabilirdim.

Gözlerimi aralayıp aynadaki yeşillerle göz göze geldim ve yönümü tamamen kapıya döndüm. Günlerdir kilitli olan odamın kapısına. Sıkınsam da bugün o kapının dışına çıkacaktım. O kapının dışına çıkmalıydım.

Birkaç adım atarak kapının önüne geldim ve duraksadım. Duraksamamın nedeni kapının önünde hissettiğim adım sesleriydi. Kapının önünde bir çift adım durunca anlık gelen bir cesaretle hırsla kapıya ilerledim ve kilitli kalmasını sağlayan ağır demir sütunu havaya kaldırdım sesli bir şekilde. Ardından var kuvvetimle kapıyı iki yana doğru açtım. Kapının karşısında görmeyi beklemediğim surat şok içinde önce yüzüme sonra da baştan aşağı beni süzmeye başladı.

Başbekçi karşımda siyah savaş kıyafetleriyle durmuş, saçları oldukça dağılmış ve yüzü belki de onu son gördüğüm andan beri ilk kez bu kadar yorgun ve kırgın bir hale dönüşmüştü.

Kafası karışmış ve afallamış suratıyla baştan aşağı beni süzmeyi bitirdikten sonra dili tutulmuş gibi bir süre karşımda tek kelime edemedi. Öyle ki beni görür görmez eksik etmediği saygı selamını bile unutmuştu.

Kapının kollarını tutan ellerimi bırakıp önümde birleştirdim. Bakışlarımda zerre duygu belirtisi yoktu. En az bu sarayın duvarları kadar soğuk ve keskindi yüz ifadem. Gergin çenem, onun üzerinde sabitlenen yeşil gözlerim ve dik duruşum karşısında başını eğmekle yetindi.

"Ben sizi rahatsız etmek istemedim." dedi uzun bir sessizliğin ardından. Ağır ağır gözlerimi kırpıştırdığımda o çekinerek devam etti. "Günlerdir odanızdan çıkmamıştınız. Kralımı-"

"İyiyim." dedim soğuk bir nevale gibi. Drach günler sonra ilk kez sesimi duyduğu için ne yapacağının bilincinde olmadan başını yeniden eğdi. Sanki başka bir şey söylemek istiyor ve çekiniyor gibi bir hali vardı.

Bir süre ayakta kaldıktan sonra bir şey demeyeceğini anlayıp adımlarımı odamdan çıkardığım gibi koridora çevirdim. Koridorda ilerlerken arkamdan gelen sesle adımlarım yeniden durdu.

"Majesteleri."

Yutkundum ve önümde birleştirdiğim ellerimin titremesini gizlemeye çalıştım. Sıkıntılı bir nefes vererek arkamı döndüğümde orada öylece bana bakakalmış bir şekilde duruyordu. En sonunda şaşkınlığını bir kenarı atıp yanıma geldi. Tam önümde durunca fısıltıyla konuşmaya başladı.

"Bir şey yapmayacaksınız değil mi?" Endişeliydi. Gözleri buram buram korku doluydu.

İfadesiz bir şekilde ona baktım. Drach'in gözleri endişeyle üzerimde gidip geliyordu. O an dün gece kendime verdiğim söz ve gördüğüm o aslan silüeti aklımda belirdi. İçimde solmasını umduğum alev küllerinden yeniden alevlendi ani bir öfkeyle.

"Kral, odasında mı?" diye sordum. Drach ise histerik bir şekilde başını iki yana salladı.

"Bir şey yapacaksınız..." diye mırıldandı sessizce.

"Kral." diye tekrarladım daha baskın bir sesle. "Odasında mı Başbekçi?"

Başbekçi çaresizce gözleriyle bana bir şeyler anlattı. Anlasam bile anlamamış gibi davranarak onun aksine sert bir nidayla baktım. Drach tek kelime etmeden gözlerini kapatarak başını hafifçe sallayıp onayladıktan sonra ona sırtımı dönüp hızlı adımlarla koridordan ilerlemeye başladım. Telaşlı bir çift adım ise arkamdaydı.

"Majesteleri!" diyordu arkamdan öylece. "Majesteleri lütfen."

Oysa gözüm artık hiçbir şeyi görmeyecek kadar kararmıştı.

"Majesteleri!" dedi bir kez daha. Aşağıya inen merdivenleri hızlı adımlarla bitirirken günler sonra beni gören hizmetli bekçiler korkuyla benden bir adım uzaklaştılar. Yanlarından geçerken bana bir adım uzaklaşıyorlar ve yolumu açıyorlardı. Ben ise birinin bile suratına bakmayacak kadar kendimi bir noktaya kilitlemiştim.

Başbekçi kalabalığa rağmen ardımdan sürdüğü adımları yavaşlatmıyordu. Korkuyordu. Saf karanlığı kullanmamdan ve herkesin bunu görmesinden korkuyordu. Ona zorla verdirdiğim o sözü benim yıkmamdan korkuyordu.

"Yanlış bir şey yapmayın!" dedi bir kez daha arkamdan adımlarını sürdürürken. Üzerimdeki cesaret bütün bir bedenimi aşmış ve kendine yeni bir yol çizmişti. Ta ki gür bir ses adımı herkesin içinde çekinmeden zikredene kadar... "ROSEMARRY!"

Kaşlarım şaşkınlıkla çatılsa da bunu bozuntuya vermeden hayretimi bir şekilde gizledim. Adımla hitap edecek kadar korkmuştu anlaşılan kötü bir şey yapacağımdan. Islak burnumu sessizce çekip derin bir nefesle tek hamlede arkama dönüp onun endişe dolu ela gözlerine baktım. Nefes nefese olmasını umursamadan uçuşan saçlarını bile düzeltmeden korkuyla bana yaklaştı.

"Kötü bir şeylerin olacağını hissediyorum." dedi bir fısıltıyla. "Yanlış bir şey yapacaksın."

Yanlıştan kastını anlayabiliyordum. Ares'i kullanmamdan korkuyordu. Bu sırrı en iyi şekilde sakladığını hissettiğim an buruk bir şekilde gülümseyerek ondan uzaklaştım ve yüzüne baktım dolu gözlerle. Bir minnetti bu tavrım... "Ortada yanlış bir şeylerin yapıldığı aşikâr. Ama bunu ben yapmıyorum Drach." dedim ve yüzümdeki gülümsemeyi bir kenara atıp hırsla öne atıldım bu kez. "Halamı öldürdüler benim. Bu sence yanlış değil miydi?"

"Biliyorum Majesteleri." dedi ve ekledi. "Ama lütfen bunun verdiği kin ve öfkeyle hareket etmeyin. Yoksa-"

"Yoksa ne? Beni de mi öldürürler? Bunu mu demeye çalışıyorsun?" dedim tahammülsüzce sözünü keserek. Drach bu sözleri benim ağzımdan duyar duymaz sertçe yutkundu ve gözlerini yumdu. Ben ise bu gerçeğe en saf cesaretimle yaklaştım. "Sıra bende Drach. Cellatlarımın yüzleri olmasa da nefeslerini hissediyorum etrafımda. Bir ağacı kökleriyle söküp atan bir krallık, benim gibi kökleri taze bir bitkiyi koparmaktan mı çekinecek?" diye sordum acı içinde. Yaşadığım şeyler olağan bir hızla gözlerimin önünden geçerken dolan gözlerimden bir damla süzülüp gitti. Hiçbir şey için artık bekleme şansımın kalmadığını hissediyordum. Zaman artık eskisinden daha kısaydı. "Güldürme beni." dedim kendi sorumu yanıtlayarak. "Zamanı geldi. Artık benim de söz sahibi olma zamanım geldi."

"Yapmayın. Onu kullanmayın, sırası değil." dedi hemen öne atılarak. Oysa gözüm çoktan kararmıştı. Ne ben eskisi gibiydim ne de halk eskisi gibiydi. Dişlerimi sıktığım gibi ona doğru eğildim ve güçlü bir fısıltıyla,

"Ne yapıp ne yapmayacağımın kararını ben on üç gün boyunca o odada verdim. Karşıma bütün bir krallık geçse faydasız. Beni kararım ve niyetimden çeviremeyecekler. Ben artık eski Rosemarry olmayacağım. Karşında artık sıradan bir bekçi yok Başbekçi." dedim ve ardına kadar açtığım gözlerimin patlamak üzere olan kırmızı damarlarını inceleyen Drach'e baktım. Gözlerime bakıyordu sadece. Gözlerimi inceliyordu. Ne kadar karardığını ve ne kadar öfkelendiklerini görüyordu.

Ondan bir adım uzaklaşıp son kez baktım yüzüne. Arkamı dönerken yalvarırcasına,

"Majesteleri..." dedi. Oysa dinlemedim onu. Hızlı adımlarla kralın odasına doğru ilerledim.

Yanlış giden şeyler vardı başından beri bu sarayda. Artık düzeltilmesi gereken yanlışlara dönüşmüştü üstelik bunlar. Tek başıma gücümün yetip yetemeyeceğinden bile emin değildim. Tek bildiğim içimde bunca zamandır tuttuğum her şeyi gidip krala anlatmaktı. Bu zamana kadar verdiğim hayatta kalma mücadelesinden beni alıp çıkarmasını istiyordum.

Etrafından geçtiğim bekçiler hala Prenses Dione hakkında bir şeyler söylüyorlardı. Onca gün geçmesine rağmen kimse şokunu atlatamamıştı. Zira kimsenin akıl edemeyeceği şeydi bu... Prensesin öldürülmesi kimse tarafından beklenmeyen büyük bir felaketti. Ve artık bütün bekçiler tıpkı benim yıllardır yaşadığım gibi o duyguyu yaşıyorlardı. Ölüm korkusunu...

Zira Prenses Dione'u öldürecek kadar gözü dönen bir halkın ne kendilerine ne de tahtında oturan kralı öldürmeye çekinmeyeceklerini biliyorlardı.

Halkın içindeki cesaret hissinin giderek arttığından emindim. En uzun yaşayan prensesi öldürdükleri için akıllarında yeni hedefler baş göstermeye başlıyor olmalıydı. Ve bu hedefler arasında kralın ve oğullarının olması da olasıydı. Uğursuzluk adı altında her bir hanedan üyesine saldırabilecek kadar müsamaha gösterilmişti onlara. Ve onlar bunları kendilerine bir hak olarak anlayıp, yeni katliamlara yol açacaklardı.

Her şey bir yokuştan aşağı yuvarlanıyordu fakat kral hâlâ susuyordu. Atalarının belirledikleri birkaç kuralı kendine sınır bilmiş, o sınırlar içerisinde kendine de zarar veriyordu. O da en az halk kadar bu uğursuzluklara inanıyor olmalıydı...

Atalarının izinden giderken herkesi bir uçurumdan aşağı atıyordu teker teker. Susuyordu. Çünkü o kuralları değiştirecek ve bu değişiklikten sonra çıkacak o büyük isyanları bastıracak gücü yoktu.

Kurallar kaldırılır ve değiştirilirse isyan çıkardı. Bu bariz bir sonuçtu. Mühim olan o isyanı bastırmaktı. Ve bu zamana kadar hiçbir hükümdar bu isyanları bastırmamıştı. Bastıramamıştı.

Adımlarım kralın kapısına gelince muhafızlar önümde durdular. Onlara sert bir şekilde baktım ve bir an olsun çekilmeden ikisini de iterek kapıyı sertçe iki yana açtım. Muhafızlar şok içinde beni tutmaya yeltenseler de onları itekleye itekleye kenara itip içeri girdim. Kral odada yalnız başına büyük masasının etrafında ayakta dikilirken bakışları merakla bana çevrildi.

"Rosemarry?" dedi şaşkınlıkla ve gözlerini bir süre üzerimden çekmedi. Muhafızlar hızla iki yanımda biterken kral onlara dışarı çıkmaları için başıyla emir verdi. Muhafızlar mahcup bir şekilde başlarını eğerek yanımdan uzaklaştılar. Kapıyı kapattıkları an krala döndüm.

"Konuşmak istiyorum."

"Tabii. Yaklaş." deyip eliyle yolu gösterdi. Günler sonra beni görmesinin mutluluğu vardı yüzünde. Fakat bu artık bana hiçbir şey ifade etmiyordu zira o da tıpkı herkes gibiydi. O gece beni masadan kovuşu, sırf evlilik fikrini tasdiklemediğim için bana kötü davranması zihnimden kolayca silip atacağım şeyler değildi.

Emri üzerine ona yaklaşmadım. İlk başkaldırımı fark eden kral, yola uzattığı elini dudaklarını birbirine bastırarak indirdi ve bana döndü. Bana tolerans tanıyordu demek. "İyi misin? Günlerdir odandan çıkmadın, merak etti-"

"Son meselelerden sonra aramızın iyi olmadığının farkındayım." dedim onun konuşmasına fırsat tanımadan. İkinci başkaldırım da bu sayede hayata geçmişti.

Kral bütün başkaldırıcı tavırlarımı görmezden geliyordu. Oysa bu umurumda değildi. Şu anki gösterdiği bu alttan alma durumu bana inandırıcı gelmiyordu. Büyük bir hırsla konuşmaya devam ettim. "Ama söz konusu olan yıllardır bütün bir çabanızla himaye altına aldığınız benim hayatım. Birkaç gün evvel sevgili halam Prenses Dione'u kaybettik." dedim çekinmeden. Kralın bakışları hem acı hem de hayretle dolarken hiçbir tepki göstermesine bile fırsat vermeden sertçe konuşmaya devam ettim. "Kendisi halkınız tarafından vahşice katledildi. Kendisi bir oğlan doğurmasına rağmen katledildi. Bu da gösteriyor ki beni korumak adına verdiğiniz bu kararın farklı bir neticesi bulunmamakta. Son yine aynı son. Ölüm."

Gözlerindeki büyük dehşet o an kalbimi sızlatmıştı. Karşısında cüretkârca, yaşadığı kardeş acısını umursamadan büyük bir hırs ve inatla konuşan birine daha ne kadar müsaade tanırdı bilmiyordum. Bütün sınırları zorlaya zorlaya o müsaadeleri kullanacaktım. "Biliyorum, hayatım için her şeyi yapabilecek bir baba var karşımda. Şimdi de bu babadan kızını hayatta tutabilmesi için bir isteğim olacak. Evlilik ve oğlan doğurmak bir çözüm değil. Lakin bir varis olmamın herhangi bir sakıncası olacağını zannetmiyorum. Zira bir varis adı altında halka tanınırsam soyu aktarmakla yükümlü biri olarak herkesin bana dokunmaktan çekineceği bir konuma yükseleceğimden şüphem yok."

Sözlerim kralı her geçen süre hayrete düşürüyordu. Ben de farklı değildim o an. Günlerce bir yandan vicdan acısı, bir yandan yaşama hakkımın başkalarının elinde oyuncak olduğunun düşüncesi en sonunda beni çıldırtmıştı.

Şu an kralın karşısında hadsizce beni de veraset hakkına dahil etmesini istiyordum. Hatta bu bir istekten fazlasıydı o an. Sesimdeki hırs ve yüzümdeki soğukluk, ciddilik bunun bir emir olduğunu bas bas bağırıyordu. Kralın karşısında yaşamak için beni de varisi ilan etmesini emrediyordum. Kral ise atalarının koyduğu sınırlar içerisinde kalmış bana hayretler içerisinde bakıyordu. O sınırları başından def edip yanıma gelmesini istiyordum. O sınırları ayaklarıyla ezip yanıma gelerek bana destek vermesini istiyordum.

Kral şaşkınlığını üzerinden atamadığı gibi bütün bir beden işlevini de kaybetmiş gibiydi. Birkaç adım ileri atıyor duruyor, birkaç adım öne atıp yine duruyor ve kendi kendine bir dertlenme yaşıyor gibiydi. Söylediğim şey elbette kolay bir şey değildi. Başta kardeşlerim olmak üzere birçok kişinin sıcak bakacağını düşündüğüm bir karar da değildi. Fakat en azından yanımda biri bile olsa bunun üstesinden kalkacağıma emindim.

Bir varis olarak halkın karşısına çıktığımda onların gözündeki yerimin değişeceğine ve o kana susamış hançerlerinden biraz olsun uzaklaşacağıma emindim. Oysa kral çoktan bu kararın kötü olduğuna kanaat getirmişti.

"Sen neyi kastediyorsun?" diye sordu. İçimde buruk bir tebessüm yer etti. Yanlış anladığından şüphe ederek sormuştu bu soruyu. Hiçbir ifade göstermeksizin korktuğu ve yanlış anladığını düşündüğü o şeyi sert bir sesle gür bir şekilde dile getirdim.

"Verasetinizi kastediyorum."

"Ne?" dedi kral sessiz bir şekilde. Onun aksine baskın bir şekilde konuşmaya devam ettim.

"Verasetinizde yani tahtınızda benim de söz hakkım olursa halkın bana karşı olan bu uğursuzluğun kırılacağını düşünmekteyim." dedim oldukça dürüst bir şekilde. Kral ise bütün bunların gerçekliğinden şüphe ediyormuş gibi etrafına bakınıyor ve ardından şok içinde gözlerini üzerime dikiyordu.

"Sen ne dediğinin farkında mısın?"

"On üç gün..." dedim acı içinde. Normal sesimin aksine, arkada kalan bastırmaya çalıştığım boğuk sesim kendini göstermişti o an. Kral hızlanan kalp atışlarıyla üzerindeki kıyafeti çekiştirmeye başladı. "On üç gün kendimi o kuyudan çıkarabilmek için her şeyi düşünüp her şeyi bir bir tarttım. Başka hiçbir çözüm yolu yok Majesteleri. Beni de verasetinize söz hakkı edin."

"Görülmüş şey değil!" deyip kıyafetinin bir parçasını çözdü ve nefes almaya çalıştı. Boğuluyormuş gibi... Ardından büyük bir hiddetle bana doğru bir adım yaklaştı. "Sen ne hakla karşıma geçip bunları söylersin bana? Elbette evliliğin bir çözüm yolu olmadığını anladım. Lakin bu da bir çözüm yolu değil."

"Soyu aktarmakla yükümlü biri olarak, soyu kesme arzusuyla karşılaştıklarında bunun bir yere varamayacağını anlayacaklarını ve beni bırakacaklarını düşünüyorum." dediğimde kral gözlerini kıstı sanki anlamakta güçlük çekiyormuş gibi.

"Sen soyu nasıl aktaracaksın?" dedi belki de duyduğum en saçma isyanını ederek. Üst dudağım hafifçe yukarı havalandı.

"Aynı kanı taşıyoruz." dedim anlaması için tane tane. "Nasıl ki sizin evlatlarınızda sizin kanınız akıyorsa, benim evlatlarımda da benim kanım akacak. Zira kan yalnızca erkeklerden geçmiyor."

Kral yutkundu ve arkasını dönüp tahtına bakmaya başladı. Ben ise başparmağımı işaret parmağıma sürterek bir şekilde stresimi atmaya çalışıyordum. On sekiz yaşıma çok bir zaman kalmamıştı. Bu kararı herkes için büyük bir değişiklik olacaktı zira eğer kabul ederse, ben on sekiz yaşıma girdiğim an tahta hak sahibi olacaktım ve bu kardeşlerim için pek de iyi olmayacaktı. Yeni varis, yeni rakip gözüyle bana bakacaklarından şüphem yoktu.

"Olmaz. Doğru değil bu." dediğinde alayla tek kaşımı havalandırdım. Artık bu tepkilerimi ona göstermekten çekinmiyordum. Bütün bir saygı çerçevemi bir köşeye fırlatmıştım. Haddimi aşabildiğim kadar aşarak hakkımı arayacaktım.

"Nesi yanlış? Hak ettiğimi istememde ne gibi bir sakınca görüyorsunuz?" diye hesap sorduğumda kahve gözleri kızarmaya başladı öfkeden. Bana omzunun üzerinden sert bir şekilde bakarken hâlâ kendini tutmaya çalışıyordu.

"Hak ettiğin mi? Hanedanımızın kurallarını bilmez işitmez misin sen? Yıllarca sana ne öğrettiler ne anlattılar hiçbirini mi anlamadın?" Başımı usulca salladım.

"Anladığım doğrudur. Tıpkı anlamlandıramadığım gibi. Onca söz hakkından cinsiyetim yüzünden yararlanamamayı anlamadığım gibi."

"Atalarımızın koyduğu bu kurallara biat etmekle yükümlüyüz Rosemarry." dedi artık sabrının sonundaymış gibi. Ben ise anlattığı hiçbir şeye doğru bulmadığımı belli edecek şekilde başımı iki yana sallıyordum. "Bu isteğin asla gerçekleşmeyecek bir hayalden farksız. Seni veraset hakkıma dâhil edemem. Bu doğru değil."

"Öyleyse beni de kız kardeşinizin yanına gömersiniz." Kralın gözleri şok içinde aralanırken geri adım atmadım. Sözlerim yüzünden özür dilemedim. Sözlerim içimde saklanmaktan bıkmış ve birilerinin kulaklarına erişip bir şeyleri değiştirmek için ant içmişlerdi adeta. Dudaklarım artık eskisi kadar zincirlere, prangalara vurmuyordu sözlerimi. Her şey olması gerektiği gibi açık ve netti.

Kral uzun bir süre sessizliğini koruyup kendini toparlamaya çalıştı. Bir eli burnunun kemerine gitti ve derin nefesler alıp verdi. Elleri burun kemerindeyken acınası bir ses tonuyla söze girdi.

"Bunun işe yarayacağını mı zannediyorsun sen? Ola ki Chris ya da Caleb'ın başı derde girdi ve tahta sen çıktın? Halkın bunu kabullenip sana biat etmesini mi bekliyorsun?" diye sordu. Onun aksine başımı eğmedim ve duruma çözüm odaklı yaklaştım.

"Gerekli tedbirler alındıktan sonra neden olmasın?"

"Sen aklını mı yitirdin!" diye bağırdı en sonunda bütün bir oda dolusu. Yerimde birden artan ses tonundan ürktüğüm için sıçradım fakat bunu ifademe yansıtmadım. Kral hırsla birkaç adım atıp önümde durdu. Ben korkusuzca onun öfke saçan gözlerine bakarken o benimle sesini alçaltmadan konuşmaya devam etti. "Tahta geçtiğin an isyan çıkar. Halihazırda Elçilerle bir savaş halindeyiz, senin niyetin bir de iç savaş çıkarmak mı?"

Hemen karşımdaydı. Ürküp susmamı bekliyordu. Oysa yanılıyordu. Çenemi dimdik kaldırarak ona baktım ve sesimdeki o sert tavırdan taviz vermedim. "Asıl Elçilerle savaşta olduklarını bilip iç savaş çıkarmak büyük akılsızlık. Aklını yitiren onlar. Böyle bir kriz anında çıkarılan her isyanı bastıracağımdan şüpheniz olmasın."

"Neyle bastıracaksın isyanı?" dedi birden küçümser bir şekilde. Gözlerim bu aşağılayıcılığı karşısında titrese ve dolsa da gücümü yitirmedim. Kral ise rahatsız edici bir şekilde beni baştan aşağı süzüp, "Bir yüzüğe bile bekçilik edemezken sen nasıl bir isyanı bastırabilirsin? Bir yüzüğün olmadan nasıl savaşabilirsin Elçilerle? Bir yüzüğün olmadan nasıl yönetirsin bu krallığı?" dedi ardı ardına her şeyi bir bir sıralayarak. Gülümsemek istedim o an. Parmaklarımdaki yüzüğü gösterip bütün bir gücün ellerim arasında olduğunu göstermek istedim. Başbekçi’nin korktuğu şeyi yapmak istedim. Fakat dizginledim kendimi. Kontrolümü kaybetmemek üzere bir kez daha sözleriyle eğilen başımı dolu gözlerle kaldırıp ona baktım.

"Verasetinize beni dâhil ediyor musunuz etmiyor musunuz?" diye sordum bütün bir sözlerini bir kenara atarak. Kral bu hareketimle sinir bozukluğuyla gülerek yanımdan uzaklaştı. Arkasından dolu ve öfkeden kızaran gözlerimle baktım. Tahta kaydı gözlerim çok kısa bir süre. Bu kadar yakınımda olan bir şeye nasıl olabilir de bu kadar uzak olabilirdim.

"Hayır. Söz konusu dâhi olamaz." Kralın yükselen sesiyle bakışlarımı tahttan çekip krala çevirdim. Kral arkası dönük bir şekilde ellerini arkasında birleştirmiş devasa penceresinin önünde uzaklara dalmıştı. Yutkundum sertçe ve boğazımın yanmasını umursamayarak,

"Beni ölüme terk ediyorsunuz yani." dedim.

"Senin yaşaman için her şeyi yaptım ben." dedi uzaklara bakarken. Kalbim artık başkalarının elinde olan birkaç toz parçasından fazlası değildi. Herkes bir bir hançer saplamış ve onu nihâyetinde yok etmişti. "Oysa bir karşılığını görmektense ihanetini görüyorum." dedi birden sessizliği keskin sözleriyle bölerek. Başım hayretle yana yattı.

"İhanet mi?" diye sordum şok içinde. O ise bana dönmeden devam etti.

"Kız kardeşimi kaybettim ben." dedi acı içinde. "Kız kardeşim bir başkalarının elinde bir cesede dönüştü. Sen ise acımı yaşamama fırsat vermeden karşıma geçmiş taht için benimle kavga ediyorsun."

Kaşlarım giderek çatılıyordu. Beni yanlış anlamasının verdiği haksızlık hissiyle bir adım yaklaştım ona.

"Sizden verasetinizi bana devretmenizi değil, bu hakka beni de dâhil etmenizi istedim sadece." dedim artık titremeye başlayan sesimle. Kral birden masanın kenarına bıraktığı büyük bastonunu alıp sertçe yere vurdu.

"Hayır!" dedi gözlerini kocaman açarak. Verdiği tepki karşısında korkuyla bir adım geriledim. Gözlerimden oluk oluk yaşlar akmaya başladı oysa bu onu durdurmadı. Korkutucu görünüyordu. Aklını yitirmiş gibiydi. "Yastayken karşımda daha fazla böyle konuşmana dayanamıyorum. Çık odamdan!" diye haykırdı bütün hücrelerimi korkuyla sıçratarak. Elindeki bastonla kapıyı işaret etti ve haykırdı. "MUHAFIZLAR!"

Muhafızlar gürültülü bir şekilde kapıyı araladığında hayal kırıklığıyla baktım yüzüne. O da bunu anlamış olacak ki gözlerini kaçırdı benden. Daha fazla başkaldıracak gücüm kalmamıştı. Çünkü bana vermiş olduğu bu tepkiler ve hareketler canımı çoktan yakmış içimi çoktan küle çevirmişti.

Yalnızca küçük bir tebessümle yüzüne baktım. Küçük kızının kalbini kırmasını dinledim. Bir baba, kızının kalbini kırdığı vakit ne denli bir üzüntü yaşar diye suratına baktım. Oysa o bana öfkeyle bakıyordu. Kızını çoktan silip atmıştı bir köşeye...

Aralanan kapıya baktım omzumun üzerinden. Muhafızlar büyük bir merakla benim kapıdan dışarı çıkmamı beklerken nefretle krala döndüm. Artık ona karşı beslediğim tek duyguyla baktım öfke dolu suratına.

"Bir gün yine aynı bu odada yas tutacaksın Kral Alaric Finch." dedim oldukça sert bir sesle. "Ve bu zaman çok uzakta değil. Aksine, çok yakında olacak. Bugün görmek istemediğin yüzüm gelecek gözlerinin önüne. O an anlayacak ve hatırlayacaksın bu sözlerimi. O gün pişman olacaksın baba olduğuna. Zira sen Kral Alaric Finch..." deyip duraksadım. Her şey boğazıma birikmiş ve bir yasa dönüşmek üzereydi. Acımasızca, "Kızını öylece bir başına ölüme terk eden bir babasın. Ve seni bu yüzden asla affetmeyeceğim. Dilerim ki kardeşlerim ve kraliçe de seni affetmez." dedim.

Kral titreyen bedenini bastonuna yaslayarak ondan güç almaya çalıştı.

Aramızdaki baba-kız bağı an itibariyle sona ermişti. Artık o benim yalnızca hükümdarımdı. Fazlası olamayacak kadar uzaklaşmıştı benden ve fazlası olamayacak kadar uzaklaşmıştım ondan...

"Çık dışarı Rosemarry." dedi bastırdığı öfkeli sesiyle. Her an bana patlamak ister gibi kendini zor tutuyordu.

"Gidiyorum zaten. Kalacak değilim." deyip son kez onun o zavallı öfkeden titreyen bedenine baktım ve kapıya döndüm. Kapıya yöneldiğim sırada hızla buraya doğru koşmakta olan bir muhafızı görünce duraksadım. Muhafız koşmaktan kıpkırmızı olduğu gibi yüzünde korkunç bir endişe yer alıyordu.

"KRALIM!" dedi ve odaya daldı hiçbir şey söylemeden. Bekçi hemen önümde dizleri üzerine çökerek nefes almaya çalıştı. Nefesi onu boğuyor gibiydi. Telaşla arkamı dönüp kralın yanında duran masaya ilerledim ve bakır sürahiden bir bardağa titreyen ellerimle su doldurdum. Muhafız her ne gördüyse ya da duyduysa bunu bilmesem bile ben de endişelenmiştim.

Korkudan titreyen ellerimle suyu döke döke muhafıza götürdüm. Muhafız suyu kana kana içtikten sonra kızaran gözlerini bana çevirdi. O an söyleyeceği şeye öyle odaklanmıştım ki hiçbir sesi duymuyor yalnızca onun telaştan birbirine giren nefeslerini işitiyordum. "Kraliçe..." dedi muhafız acı içinde ve nefesini kontrol edemeyen bir şekilde. Gözlerim onun üzerinde donakalırken muhafız bir serzenişle kollarımı tuttu ve gözlerimin en içine baktı. "Kraliçe..." dedi bir kez daha.

Nefesim tıpkı onunki gibi ardı ardına dudaklarıma dolarken kalbimin hızlandığını ve bütün bir kanı beynime pompaladığından emindim. Gözlerim şüpheyle bekçinin üzerindeydi. Bekçi ise krala bakmadan doğrudan bana bakıyor ve tuttuğu kollarımdan destek almaya çalışıyordu.

"Kraliçe..." dedi bir kez daha bekçi. O an korkuyla krala döndüm. O da tıpkı benim gibi kalakalmıştı. Elindeki baston elleri arasından düşerken o an kapanan bilincim aydınlanmış gibiydi. Beni tutan bekçinin kolları arasından sertçe ayrıldım ve koşmaya başladım. Kralın da hızlı adımlarını arkamda hissedince artık gözlerimde biriken yaşlar bir bir akıyordu. Hissetmiştim. Hissetmiştim.

Koşarken sıkışan kalbime götürdüm elimi. Burası... Burası her şeyi bir bir anlatıyordu bana... Neler olduğunu anlatıyordu fakat onu duymamayı seçiyor ve yürümeye devam ediyordum. Sıkışan nefesimle artık daha fazla koşamazken kraliçenin odasının önündeki muhafız, bekçi ve şifacı kalabalığıyla adımlar donakaldı. Herkes zaman yavaşlamış gibi geçip gidiyordu. Bekçilerin bir kısmı bir köşeye çekilmiş ağlarken bir kısmı dehşete düşmüş gibiydiler.

O an belki de bütün bu yabancılık hissinin barındığı noktada bir çift gözle göz göze geldim. Bir çift ela göz bütün bu yabancı bekçilerin içerisinde beni buldu. Gözleri tıpkı diğer bekçiler gibi kızarmıştı. Beni görür görmez yanıma doğru yaklaşmaya başladı. Adımları yanıma her yaklaştığı an bir ümit onun gözlerine baktım.

"Hayır de." dedim karşımda adımları bitince. "Hayır de bana."

Drach sertçe yutkundu. "Majesteleri..."

"HAYIR DE!" diye haykırdım birden. Sesim bütün bir sarayda yankılanırken o an bütün bekçiler bir bir bize döndü. Umursamadım ve hiddetle devam ettim. "Yanılıyorsun de yanlış düşünüyorsun de yanlış anladın de!" dedim ağlamamak için kendimi tutarak. Drach başını yere eğdi. O an bir şeyler kopup gitti bedenimden, hayatımdan, zihnimden, kalbimden... Benden kopan parçalar bir daha geri dönmemek üzere gitmiş gibiydi.

"Siz kralın yanına giderken başlamış sancıları. Akabinde kanaması başla-"

"Hayır." dedim birden bir adım geri giderek. Drach endişeyle bana doğru bir adım atıp kollarımı tutacakken ondan bir kez daha geri çekildim. "Duymak istemiyorum. Sus." dedim ve kendimden geçmiş gibi sayıklamaya başladım. "Sus. Herkes sussun." dedim ve kalabalığın uğultusuna doğru dönüp oradaki bütün bekçilere "SUSUN!" diye bağırdım. Bekçiler gözyaşları içinde bana baktılar. Ben ise oluşan bu sessizlikle kafamı toparlamaya çalıştım. "Tek kelime etmeyin. Yok öyle bir şey!" dedim işaret parmağımı onlara kaldırıp ikaz ederek.

"Majesteleri!" dedi Drach acıyla ve bana doğru yaklaştı fakat ben bir kez daha geri çekildim. Bekçilere döndüm çıldırmış gibi. İrileşen gözlerimle onlara bakarken havada onlara ikaz etmek üzere kaldırdığım işaret parmağımı dudaklarıma götürdüm.

"Herkes sussun." dedim. Halimi gören birkaç bekçi ağızlarını kapatarak ağlamaya başladıklarında ben hâlâ içimde bir umut kırıntısıyla Drach'e döndüm. Drach kızarmış ela gözleri ve dağılmış suratıyla bana bakarken ona yalvararak baktım. "Drach..." dedim küçük bir çocuk gibi naif ve titrek bir sesle. "Drach bana doğruyu söyler misin lütfen?" deyip tek omzumu kaldırdım. Küçük bir çocuk gibi ona yalvarıyordum aksini iddia etmesi için. "Lütfen..." dedim. Drach hiçbir şey söylemeden başını bir kez daha yere eğdi ve bir gözünden bir damla yaş süzüldü. Oysa hala ümidimi yitirmedim ve ona yaklaşıp kollarından tuttum. "Sana yalvarıyorum lütfen." dedim acı içinde.

"Huzur içinde yatmasını dilerim." dedi Drach sessiz bir şekilde. Gözlerim ağır ağır kırpıştı. Kalbim duyduğu sözler karşısında atmayı unuttu ve zaman artık eskisi gibi akmayı bıraktı. Ruhumun ince ince sarsıldığını ve beni terk ettiğini hissediyordum. Ümit dolu gözlerim onun dolu gözleriyle çakışınca bir şimşek çaktı sanki kulaklarımın içinde. Bekçilerin sessizliği ve Drach'in sözleri aklımı yitirmeme sebep olan tek şeylerdi o an.

Bu... Bu ne kadar doğru olabilirdi? Bu gerçek miydi? Bütün bunlar gerçek miydi? Ben neredeydim? Ben kimdim? Ben şu an neler duyuyor neler yaşıyordum?

Gerçeklik algımı yitirmiş bir yabancı gibiydim. Fakat yabancı olsam bile içim acıyordu.

Ben... Ben annemi...

Ben annemi...

Dizlerim beni taşımaya niyetli değildi. Drach'e yalvararak bakan gözlerim bir anda yere düştü tıpkı dizlerim gibi. Dizlerim sert bir şekilde yerle buluşunca Drach hemen eğilip beni kollarımdan tuttu. Her şey susmuştu. Kulağımda geçmeyen uzun bir çınlama sesi duyuluyordu. Başka hiçbir ses yoktu.

Bütün bekçilerin gözü önünde dizlerim üzerine çökmüş, ellerim iki yana dökülmüş, gözlerim yerdeki bir noktaya sabitlenmiş ve dudaklarım sonsuza dek kapanmış gibiydi. Karşımda gözleri kızaran Drach beni omuzlarımdan tutup sarsıyordu fakat faydasızdı. Sonsuza dek bir daha erişilemeyecek bir ülkenin ortasına bırakılmış gibiydim.

Kulaklarımda uzun bir çınlama yer ederken aklım günler evvel kraliçeyle olan konuşmamızdan kalan sözleri bir bir zihnime bırakmaya başlamıştı.

"Anneler evlatlarına sırtlarını çevirirse kalpleri kurur. Susuz kalan bir bitkinin kuruduğu gibi..."

İki yanıma saldığım ellerim titreyerek Drach'in elleri arasından ayrıldı ve kulaklarımın iki yanına yerleşti. Dudaklarımın arasından kesik nefesler bırakırken zihnim durmuyordu.

"Ah benim herkese hırçın, kollarım arasında durgun denizim..." Bir hıçkırık koptu dudaklarımın arasından...

"Kalbimsin sen benim. Sen olmadan yaşayamam ben." Kulaklarıma yerleştirdiğim ellerimi daha da bastırdım ve daha sesli bir hıçkırık daha bıraktım...

"Biz hepimiz sana siper olmaya hazırız bir tanem..." Kuruyan dudaklarım gözyaşlarımla ıslanırken karşımda duran Drach endişeyle beni kaldırmaya çalışıyordu. Ben ise dizleri üzerine çökmüş küçük bir çocuk gibi kulaklarımı kapatarak anılarımdan kaçmaya çalışıyordum.

"Sen ölürsen karanlığa gömülür bütün Ardena." Daha büyük bir hıçkırık...

"Benim kitabımın en güzel satırlarısın sen..." Ve bir güçlü hıçkırık daha... Sarayda yankılanacak kadar güçlü bir hıçkırık...

"Sizler benim Dünya'mda açan en güzel çiçeklersiniz." Titreyen ellerim artık durma kavramını yitirmişti...

"Benim hırçın dalgalı eşsiz denizim..." Birden her şeyi ve herkesi unutup içime sığmayan acımı bütün bir saraya döktüm. İçimdeki yaranın kanı dudaklarımın arasındaki güçlü bir haykırıştan aktı...

Ellerim tamamen kendini yitirmiş gibi zangır zangır titriyordu. Drach etrafa savrulan titrek ellerimi çaresizce tutmaya çalışsa da bu pek mümkün değildi zira şu an bir kriz geçiriyordum. Bir sinir krizi geçiriyor gibiydim.

Ardı ardına haykırışlar ve çığlıklar boğazımı yırtarak ulaşıyordu dudaklarıma. Oysa içimde bu haykırışların daha fazlasının olduğunu biliyordum. Yaşadığım sinir krizini izleyen bekçiler bir bir kendilerini tutamayarak ağlamaya başladılar. Drach en sonunda çaresizce başımı tutup göğsüne yasladı ve titreyen ellerimi sıvazlamaya başladı. Drach'in kolları arasında kendimi daha da kaybettim. Ellerim artık yaşadığım krizle kendime vurmaya başlamış ve içimdeki bütün çığlıklar daha da gür çıkmaya başlamıştı.

"Şşş..." dedi Drach titreyen sesiyle. Onun titreyen sesi beni daha da tetikledi ve daha fazla ağlamaya başladım...

Ben orada, onca bekçinin içinde dizleri üzerine çökmüş bir Başbekçi’nin kolları arasında annemin acısını yaşadım. Zira bu duvarlar arasında bu acıyı paylaşabileceğim kimse kalmamıştı artık...

Kralın telaşlı adım sesleri benim yere çöken ve ardı ardına haykırışlarımı görünce durdu. Kapıdaki muhafızlara döndü dehşetle.

"AMARA!" diye seslendi kapıya doğru acı içinde oysa onu muhafızlar durdurdu.

"Kralım..."

"KONUŞ!" diye haykırdı Kral muhafıza doğru. "Karıma ne oldu? Bebeğime ne oldu?"

"Kraliçemizin sancıları artmış." dedi muhafız acı içinde. "Geldiğimizde çok kanaması vardı ve çok kan kaybetmişti. Maalesef bebeği kaybettik."

"Karım?" diye sordu son bir umut kral. Muhafız bir süre sessiz kaldı. Kral bu sessizlikten hoşlanmadığı için muhafızın yakasına yapıştığında muhafız korkuyla,

"Çok kan kaybetmişti." diyebildi.

Kralın o an ne yaşadığını görememiştim. Çünkü bu son sözler benim tamamen kontrolümü yitirişim olmuştu.

Drach'in kolları arasında ardı ardına sinir krizleri geçirdim. Hiç durmadan ağlıyor ve çığlıklar atıyordum.

Hayatımda en güvendiğim kolları kaybetmiştim o gün. Dünya'nın en huzur dolu kokusunu, en sıcak ses tonunu, en güzel teni, en narin kalbi kaybetmiştim.

Ben annemi kaybetmiştim.

Bir yara açılmıştı o gün içimde, bir daha kuruyup kapanmamak üzere...

Sarayın çiçekleri solmuş, ışıkları sönmüştü.

 

Bölüm : 22.11.2024 18:17 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...