
BÖLÜM 22: EN BÜYÜK OĞUL
(YAZARDAN...)
Kana susamış topraklar elbet bir gün nihai gayesine ulaşır ve emerdi bütün kâinatın kanını.
Ve o kanla beslenirdi bütün bir toprak...
Kanın sahibinin toprağa kavuştuğu gibi kavuşurdu kan da toprağa...
Bulutlar her an Ardena’nın üzerine düşebilecek kadar ağırlaşmış ve kararmıştı. Hafif çiseleyen yağmur eşliğinde ellerini annesinin toprağına uzatan Prenses Rosemarry bütün bu hayat dolu kâinatın içerisinde yaşadığı için acı çekiyordu. Yaşayabildiği için acı çekiyordu.
Bir cenaze töreniydi bulutların yağmur damlalarıyla eşlik ettiği bu kalabalık... Bekçilik Krallığı’nın tanınan aileleri, kraliçeyi seven halktan bekçiler, kraliçenin hizmetinde olan bekçiler, saraydaki muhafız ve askerler... Herkes yastaydı onun mezarı karşısında. Kral yaşadığı acı yüzünden yerinden kalkamamış ve kendini dış dünyaya tamamen kapatmıştı. Kimse ile konuşmuyor, tek kelime etmiyor, yemek yemiyor ve kendi yasını kendiyle yaşıyordu. Öyle büyük bir kayıp yaşıyordu ki bunun verdiği acı onu, sevdiğinin mezarına bile götüremeyecek bir durumdaydı.
Bahçenin etrafındaki Bekçilerin gözleri kraliçe ve kralın evlatları olan Rosemarry ve Chris’teydi... Ayakta duracak halleri bile yoktu ikisinin de. Cenazeye katılan tek hanedan üyeleri de ikisiydi...
İkizler annelerinin vefatıyla hastalanmış ve yataklara düşmüşlerdi. Caleb ise birkaç gün evvel ava çıktığı için kralın topraklarında yoktu. Haberi alıp almadığı bile kesin değildi.
Chris, Rosemarry’nin daha fazla dayanamayacağını anlayıp kız kardeşinin annesinin mezarının başında tir tir titreyen bedenine sarıldı. Rosemarry ise ruhu çoktan kayıplara karışmış gibiydi. Ardı ardına yaşadığı kayıplar onun zihnini tamamen boşaltmıştı. Kendisini yıkılmamak için ayakta tuttuğu her an yaşadığı acı onu gelip böyle titretiyordu.
Rosemarry, erkek kardeşi Chris’in sarılmasına izin verirken birden gözleri sarayın bahçesindeki gül bahçesine kaydı. Gözleri o beyaz ve kırmızı güllerin üzerinde dolaşırken gözlerinden acı ve sıcak bir göz yaşı akıp gitti. Kraliçenin gül bahçesi...
Chris, kardeşinin baktığı yönü fark edip kız kardeşine daha sıkı sarıldı.
“Rose...” diye mırıldandı iyi olup olmadığını anlayabilmek için. Rosemarry ise sesini çıkarmadan gözlerini o gül bahçesinden alamadı. Her sabah özenle bu bahçeye gelir bahçesine özenle bakardı. Gülleri budar, onları sular, onlara gülümserdi... Odasındaki çiçekler aklına geldi hemen sonra. O çiçeklere bir daha asla dokunamayacağı o narin elleriyle dokunduğunu hayal edince bir titreme daha buldu vücudunu. Chris bu ani titremeyle kız kardeşini kollarından ayırıp yüzüne baktı endişeyle. “İyi görünmüyorsun. Saraya dönelim mi?”
“Hayır.” dedi Rosemarry titreyen sesiyle. Gözlerini çiçeklerden alamıyordu. Etrafındaki her çiçek ona annesini hatırlatıyordu.
“Gel buraya.” dedi Chris ve bir kez daha sarıldı. Kız kardeşinin başına yasladığı çenesini indirip dudaklarını kız kardeşinin saçlarına bastırdı. Kız kardeşi de tıpkı annesi gibi kokuyordu. Chris yaşadığı bu tanıdık hissin ona acı vermesinden endişe ederek gözlerine gelen bir damla yaşı sildi işaret parmağıyla. Ardından kız kardeşinin saçlarına gömülüp kokusunu daha da içine çekti. Sanki kraliçenin kokusunu içine çekiyor gibiydi... Kendini kız kardeşinin kollarında güvende ve annesinde gibi hissetmişti. “Her ne olursa olsun bundan sonra seni asla bırakmayacağım. Anladın mı? Çocukken kraliçeye bir söz verdim. Bu sözü sonsuza kadar tutacağım.” dedi dudakları hâlâ saçları arasına öpücükler kondururken. Rosemarry’nin içi titredi.
“Canım acıyor.” dedi acı bir fısıltıyla. Chris de aynı acı fısıltıyla karşılık verdi.
“Benim de.” Rosemarry’den ayrılıp ellerini kız kardeşinin güneşi andıran yüzüne yerleştirdi ve kıpkırmızı olan yeşil gözlerine baktı. Acı içinde gülümsedi. “İkimizin de artık ortak bir noktası var sevgili kardeşim. Birbirimizi daha iyi anlamamız için ortak bir yaramız var seninle. Birbirimizi daha da yakınlaştıracak bir yara. Birbirimizin yarasını iyileştireceğiz.”
Rosemarry’nin çenesi titremeye başladı. Chris bunu görünce kardeşine kıyamayıp yanağına masum bir buse bıraktı. Rosemarry sertçe burnunu çekerek ellerini yüzüne götürdü ve yüzünü kapattı hemen. Ağlamasını diğer bekçilerin görmesini istemiyordu.
Annelerini kaybeden iki çocuğun acısı bu gamsız bekçileri güldürürdü çünkü...
“Chris.”
Chris ve Rosemarry aynı anda yönlerini bu tanıdık sese doğru çevirdiler. Bu üstün ve baskın ses Prens Caleb’a aitti. Prens Caleb ağır adımlarla ellerini arkasında birleştirmiş yanlarına geliyordu. Bekçiler onu görmeleriyle önünde eğilirken Chris ve Rosemarry acıyla ağabeylerine bakıyorlardı.
“Ağabey...” dedi Rosemarry ince sesiyle. Caleb hemen önlerinde durdu ve duruşunu bozmadan sert bir nidayla kardeşlerine baktı. Sonra da acıdan yıkılan kız kardeşine...
“Rosemarry...” dediği an Rosemarry’nin dudaklarından küçük bir hıçkırık çıktı.
“Annem...” diyebildi sadece ve başını yere eğerek gözyaşlarını akıttı. Caleb hiçbir duygu belirtisi göstermeden bir Chris’e bir Rosemarry’ye baktı. Ardından bekçilerin tuhaf bakışlarla onları izlediğini fark etti ve elini kız kardeşinin çenesine yerleştirerek kaldırdı. Rosemarry göz yaşları içine ağabeysi Prens Caleb’a baktı. Ondan bir destek istedi. Sarılmasını istedi. Chris gibi yanında olduğunu bilmek istedi fakat Caleb’dan bunların hiçbiri gelmedi.
“Tamam. Geçecek... Geçecek Rosemarry.” dedi sadece. Rosemarry kaşlarını çatarak ağabeysine bakarken onun yol yorgunu olduğunu düşünerek bu meseleyi kafasına fazla takmamaya çalıştı. Başını sallamakla yetindi ve ağabeysinin yanından ayrılıp arkadaşı Marlon’un yanına ilerlemeye başladı. Rosemarry’nin uzaklaştığını gören Chris, ağabeysi Prens Caleb’a yaklaştı.
“Hoş geldin Caleb.” dedi mesafeli bir tavırla.
“Kardeşim...” dedi Caleb. “Nasıl oldu?” diye sordu. Chris ise onun bu soğuk tavırlarına bir anlam veremiyordu. Anneleri kaybetmişlerken nasıl bu denli donuk olabilirdi. Dört bir yana dağılan ve acıdan kıvranan kardeşlerini desteklemek yerine neydi bu sert ve otoriter tavırlar?
“Sancıları başlamış birden. Erken doğum oldu. Çok kan kaybetmiş.” dedi Chris. Caleb anlamış gibi başını salladı.
“Anladım.” diye mırıldandı ve burnunu kaşıyarak Chris’e yaklaşıp fısıltıyla, “Babam sarayda mı? Ona bir şey sormam lazım.” dedi. Chris’in bütün bir dengesi bozulmuştu bu soruyla. Afallayarak ağabeysine döndü.
“Babam mı?” diye sordu şok içinde.
“Onu görmem gerekiyor. Önemli.” dedi Caleb. Chris’in sinirden elleri titremeye başlamıştı. Damarlarında akan kan kızgın bir yağ gibi bütün bir vücudunu yakıyordu. Üzerlerinde olan yağmur dolu bulutlar bile sanki güneşmişçesine ısıtıyordu bedenini. Öfkesi bedeninden taşmaya az kalmıştı. Birden bütün her şeyi unutup sertçe ağabeysine çıkıştı.
“Farkında mısın sevgili kardeşim bilmiyorum ama şu an annemizin cenazesindeyiz. Kardeşlerin burada acıdan kıvranıyor ve sen onlara en büyükleri olarak destek olmak yerine hâlâ savaş hakkında konuşmak için babamızı mı soruyorsun?”
“Chris.” dedi Caleb uyarıcı bir ses tonuyla. Bu Chris’i daha da öfkelendirmişti. Ağabeysinin birdenbire kendini kralmış gibi görüp kardeşlerine üstten bakması artık ona ağır gelmeye başlamıştı. “Önemli olmasaydı yanınızdan bir saniye olsun ayrılmazdım. Ama önemli.”
“Önemli olan ne biliyor musun ağabey?” dedi ağabeysine diklenip bir adım ona doğru atarak. “Annemizin ölmesi ve onun cenazesi.”
“Chris.” dedi Caleb bir kez daha aynı ses tonuyla. Chris’in çenesi gerildi. “Şu an canın yandığı için böyle konuştuğunu biliyorum. Birkaç gün sonra özür dileyeceğini de biliyorum. O yüzden sakinleştiğinde tekrardan konuşalım.”
“Özür mü?” dedi boğazında tuttuğu öfke yumrusunun bastırdığı sesiyle. “Asıl sen bizden özür dileyeceksin! Görmüyor musun kardeşlerin ne durumda? İkizler hastalandı törene katılamadılar. Rosemarry ayakta bile duramıyor!”
“Sonra Chris. Sonra.” dedi Caleb elini havaya kaldırıp onu geçiştirir gibi yaparak. Chris’in öfkesi işte o an arşa değmişti. Bu küstahlığı canını yakmıyormuş gibi artık sinirlerine de dokunmaya başlamıştı. “Ciddiyim, kralı görmem lazım.”
Chris duruşunu dikleştirdi ve ağabeysinin karşısına geçip herkesi unutarak ağabeysinin suratına haykırdı. “Sen buraya iş konuşmaya mı geldin Gamsız Prens!”
Birden yükselen sesle irkilen Caleb endişeyle bakışlarını etrafına çevirdi. Marlon ile konuşan Rosemarry çatık kaşlarla onlara doğru bakıyordu. Bekçiler de bundan farksızlardı. Her biri bakışlarını annelerinin mezarı başında birbirlerine diklenen iki erkek kardeşe bakıyorlardı. Kralın iki varisine... Tahtın varislerine...
“Ne diyorsun sen?” dedi Caleb altta kalmamak adına. Chris ise her an yumruk yaptığı sağ elini onun suratına yapıştırabilecek kadar öfkelenmişti. Etrafındaki bekçiler umurunda bile değildi. Bu saygısızlığın bedelini ödemeliydi. Annesine yaptığı bu saygısızlığın cezasını çekmeliydi.
“Duymadın mı? Canın hiç acımıyor öyle değil mi? Sen buraya annemiz için değil iş için geldin!” diye Caleb’ın üzerine yürüyen Chris’i, Rosemarry son dakika yetişerek durdurdu. Rosemarry, Chris’in havaya kalkan sağ yumruğunu tutup onu sertçe geri savurdu ve kardeşlerinin arasına girdi. Dişlerini sıkarak her ikisine de öfkeyle baktıktan sonra Chris’e bir adım yaklaştı.
“Chris! Saçmalama. Sakin olur musun?” dedi. Oysa Chris durmaya niyetli değildi. Bu densiz herifin ağzını burnunu dağıtmak istiyordu.
“Az önce neler söylediğini duysaydın emin ol o çok sevdiğin ağabeyini parçalardın Rose!” diye bağırdı bu kez. Rosemarry duyduklarına inanamaz bir şekilde birden hararetlenen öfkesiyle Chris’e çıkıştı.
“Chris yeter!” diye haykırdığında bütün bekçiler çekinerek bir adım uzaklaştılar. Caleb ve Chris bile. Rosemarry öfkeden çıldıracakmış gibi Chris’e bakmayı sürdürüyordu. Annesinin cenazesinde iki kardeşinin de kavga etmesi onu çıldırtmıştı. “Şu an kıskançlığın ne yeri ne de sırası. En azından bugün huzursuzluk çıkarma duydun mu beni? Yarın yine kaldığın yerden devam edersin.” dedi gözlerini irileştirerek. Chris hayal kırıklığıyla kız kardeşine baktı.
“Rose...”
“Dinlemek istemiyorum Chris.” dedi Rosemarry elini havaya kaldırıp onu susturarak. Chris yalvaran gözlerle Rosemarry’e baksa da bu pek işe yaramamıştı. Rosemarry hemen sonra Caleb’a döndü. “Caleb, sen yol yorgunu olmalısın. İstersen saraya dön dinlen biraz.”
“Yorgun değilim sevgili kardeşim.” dedi Caleb ve rahatsız edici bir gülümsemeyle Chris’in gözlerinin içine baktı. “Biraz burada durur size destek olur sonra saraya dönerim.”
Chris öfkeyle soludu. Caleb’ın her zaman yaptığı gibi ikinci yüzünü o haricinde kimsenin görememesi kanına dokunuyordu. Göz göre göre herkesin onu haksız çıkarması onu sıkmıştı. Rosemarry anlayışla Caleb’a baktıktan sonra Chris’e döndü. Chris’in öfke ve nefret saçan gözleri doğrudan Caleb’a bakıyordu. Rosemarry ikisi arasındaki bu gerginliğin sebebini anlamıyor ve onların birbirlerine birer düşmanmış gibi davranmalarına üzülüyordu. Tek temennisi bunun daha öteye taşınmamasıydı.
Rosemarry birden Chris’e çok çıkıştığını fark etti. Öfkelendiğinde gözü hiçbir şeyi görmüyordu. Şimdi de Chris’i görmemişti. Chris’e bir adım yaklaştığında Chris anında başını yan tarafa çevirdi ve ikisine de bakmadan yanlarından uzaklaşıp saraya ilerledi.
Rosemarry üzülerek Chris’in arkasına bakakaldığında omzunda ona destek veren bir el hissetti. Ağabeysi Prens Caleb. Bir yandan Chris’i üzdüğü için ve onun uzaklaşan adımlarını seyrettiği için suçluluk duysa da yanı başında çocukluğundan beri hasret kaldığı ağabeysinin bu zor gününde yanına olmasıyla içini bir huzur kaplamıştı.
(1 hafta sonra... Rosemarry’den...)
Ellerim arasında duran sulama kabını yere bırakıp eldivenli elimle güllerden birini avuçlarım arasına alıp bütün bir kokusunu içime çektim. Kraliçeden geriye kalan tek şeydi çiçekler... Ondan geriye kalan tek şeydi bu gül bahçesi... Her sabah erkenden kalkıp çiçeklerinden yaptığı çayı içerdi bu bahçede, güllerini seyrederdi. Sonra onları sıkılmadan budardı, sulardı, topraklarını eşeleyip nefes aldırırdı. O yokken güllerin ve çiçeklerinin yalnız kalmaması için gittiği günden beri her sabah usanmadan buraya geliyor ve güllerine gözüm gibi bakıyordum.
Onun kokusu bu çiçeklerin içindeydi. Onu unutmamak için bu çiçeklerin solmaması ve kokularının gitmemesi gerekiyordu.
Beyaz gülü burnumdan uzaklaştırdım ve yapraklarını okşadım. Hemen ardından birkaç adımda kırmızı güllerin olduğu yere gittim ve ona da burnumu yaklaştırıp içime çektim. Sonra da pembe güllerine...
Her renk gül vardı, tıpkı onun ruhu gibi rengârenk çiçekleri vardı benim annemin. Bu çiçekler bana ondan kalan tek hazineydi.
Yerde duran su kabını elime aldım yeniden ve gülleri sulamaya devam ettim usulca. Bir yandan burnumu çekerken diğer yandan özenle her birini suluyordum.
“Majesteleri...” diye mırıldandı Julia. Kafamı çevirip bakmadım yüzüne. O ise yanıma yaklaştı ve çekinerek, “Alerjiniz tetikleniyor. Gözleriniz kızarmış bile.” dedi ama umursamadım ve burnumu bir kez daha çekip sulamaya devam ettim. “Majesteleri, biraz da başka çiçekleri sulasanız? Sabahtan beri gülleri soluyor onlara dokunuyorsunuz.”
“Ben böyle iyiyim.” dedim baskın bir sesle. İşimi yapmaya onları aldırmadan devam ettim. Üzerimdeki nar çiçeği rengi pelerini başıma geçirdim. Ardından su kabını Julia’ya uzatıp dizlerim üzerine eğilerek güllerin topraklarını eşelemeye başladım. Beyaz eldivenlerim yaş toprağa her değdiğinde daha da kirlendi fakat umursamadım. Toprağı iyice eşeledikten sonra sağ elimi Julia’ya uzattım. Julia bu hareketimi anlayıp az evvel eline tutuşturduğum su kabını bana verdi. Su kabını aldıktan sonra diplerini açtığım yerlere döktüm suyu bu kez. Bir yandan burnumu çekerken diğer yandan sulanan gözlerimi kırpıştırmaya çalışıyordum.
Julia bu halimi görüp içten içe içi acısa da benim içim daha çok acıyordu. Bu aptal alerjiyi önemsemeyecek kadar acıyordu.
Zamanında güllerden uzak duran ben şimdi güllerin arasında hayat bulmaya çalışıyordum. Güller bana hep zarar vermişti bu zamana kadar. Bana zarar veren bir şeyden bir hayat diliyordum. Kokusu alerjimi arttırsa da annem gibi kokan bir şeyden uzak kalamazdım.
Güllerin bakımlarını özenle bitirdikten sonra son kez baktım bahçeye. Her şey sağlıklı ve güzel görünüyordu. O kadar canlı ve hayat doluydu ki bu bahçe, kraliçe görebilseydi ne de çok severdi.
“Şimdi gidebiliriz.” diye mırıldandım ve toprağa bulanmış beyaz eldivenlerimi çıkarıp su kabıyla birlikte Julia’ya uzattım. Giydiğim açık pembe renklerindeki elbisemin eteklerini tutarak çamur dolu bahçeden çıktığımda bahçenin öbür yanında birbirleriyle kılıca tutulan bekçilere baktım. Onlara bu kez heyecan dolu değil, büyük bir bitkinlikle bakıyordum.
Günlerdir eğitimlere katılmamıştım. Bütün günlerim bu bahçe ve annemin odasındaki çiçeklere bakmakla geçiyordu. Hançer tutmayı bile unutmuş olabilirdim. Ares’in varlığı artık aklıma bile gelmiyordu.
Her şey bir anda yarım kalmış gibiydi. Her şey...
Suçluluk duygusuyla birbirleriyle düelloya tutulan eğitimdeki bekçilerime baktım. Şu an orada olmam gerekiyordu. Ama gidemiyordum. Neden gidemiyordum?
Art arda yaşadığım kayıplar bana kendi kişiliğimi bile unutturacak bir şiddetteydi. Ben acılarımın bana ördüğü duvarlar arasında kendimi kaybetmiştim. Eğilip üzerimdeki kıyafetlere baktım. Bir elbise giydiğimden bile şu an haberdar olabilir miydim? Elbisemin cebini yokladım. Yanıma ilk defa hiç hançer almamıştım.
Bu iyi bir şey miydi yoksa kötü müydü bilmiyordum. Fakat bu farkındalık bana kendimi suçlu hissettirmişti. Verdiğim sözler, ettiğim yeminler, yaşamak için ve yaşatmak için kurduğum planlar, hayaller... Her birine haksızlık etmiş gibi hissediyordum.
Benim bir amacım vardı. Benim bir planım vardı.
Oysa ben gerçekleştirmek yerine öylece acımın bana hazırladığı o zindana kapatmıştım kendimi. Kendi ayaklarımla girmiştim üstelik o zindana, bir başkasının zoruna bile gerek kalmadan. Zira o kadar büyük bir boşluğa düşmüştüm. Ayağa kalkmak için neyi bekliyordum sahiden?
Biz yere düştük Rose...
Bu doğru.
Ama ayağa kalkmadıktan sonra buna yere düşme denir mi hiç?
Biz niçin bekliyor ve vakit öldürüyoruz? Parmaklarımızın arasındaki güç, hayallerimiz, süren bu savaş...
Biz hâlâ neyi bekliyoruz Rose?
Kalbimizi kaybettik, onu toprağa gömdük. Ama o bize çiçekler bıraktı, biz de güzel şeyler bırakamaz mıyız Ardena’ya? Kraliçe de böyle olmasını istemez miydi?
Suçluluk duygusu bütün bir benliğimi ele geçirdiğinde bekçisine kılıcı nasıl tutması gerektiğini öğreten Başbekçi’yi gördüm o an ve bu duygu daha da kendini aleve verdi.
Ona da bir söz verdik Rose... Ona da...
Gözlerimi yumdum bir süre kendime gelebilmek için. Yaşadığım acı çok büyüktü, çok güçlüydü ve çok yorucuydu, kabul. Acım sonsuza dek geçmeyecekti, fakat kendi acıma kendimi kaptırıp başkalarına da aynı acıyı yaşatamazdım. O sonu olmayan saçma sapan savaşta günün sonunda tıpkı benim gibi kalan çocuklar da vardı. Belki yaşları benden daha da küçüktü. Yalnızca anneleri değil. Belki babaları, belki kardeşleri... Bu acıyı tadanlar vardı Rose. Bu acıyı tek tadan biz değiliz. Bu acıyı daha fazla çocuk yaşamamalıydı. Çocuklar bu acıyı yaşamayı hak etmiyordu.
Başımı dikleştirip bir adım attım bahçenin diğer tarafında kalan bekçilere doğru. Ve sonra bir adım daha... Ve bir adım daha... Hızlı ve kendimden emin adımlarımla onlara yaklaşmaya başladım. Bu yas kalbimde sürmeye devam edecekti, gözlerimde değil.
Ağır ve kendinden emin adımlarım birbirleriyle dövüşen bekçilerin önüne gelince durdum. Bakışlarımı doğrudan Başbekçi’ye çevirdim. Başbekçi ise kalabalığın arasında beni saniyeler sonrasında fark etmişti ve önüne bağladığı ellerini şaşkınlıkla çözmüştü. Gözlerimle ayaklarımın dibini işaret ettim ona. Mesajımı anlayıp yanıma adımladı ve büyük cüssesi tam karşımda durdu.
“Majesteleri?” diye sordu endişeyle. “Bir sorun mu var? Gözleriniz kıpkırmızı.”
“Alerji.” diye mırıldandım. “Güllere yaklaşamıyorum da.” dedim ve hüzünle gülümsedim.
“Anladım.” dedi Drach ve bir süre yüzüme baktı. Ben ise bekçilerden gözümü alamıyordum.
“Nasıl gidiyor?” diye sordum gözlerimi bekçilerden çekmeyerek. Büyük bir hınçla birbirleriyle savaşıyorlardı.
“İyi. Hepsi birbirinden güçlü, birbirinden atik, birbirinden maharetli.” deyip o da bekçilere dönüp baktı bir süre. Sessizce onları izledik bir süre.
“Onları en iyi şekilde yetiştir.” dedim ve ekledim. “Kaybedecek hiçbir şeyleri kalmamışçasına yetiştir.”
Drach ağır hareketlerle bana dönüp gözlerime baktı. Her ne kadar alerjiden gözlerim şişse ve kızarsa da bütün bunların arasında sertçe ona baktım. Drach ise bana korkarak baktı. Lakin bu korku sıradan bir korku değildi. Şu halime endişeleniyor ve bundan korkuyor gibiydi.
“Şurada biraz konuşabilir miyiz?” diye sordu bahçenin duvarlarını gözleriyle işaret ederek. Başımı anında onaylayarak salladım. Drach kısa bir süreliğine bekçilere döndü, “Kılıçları bırakın! Ben gelene kadar herkes beş yüz şınav çekecek ve elli tam isabetli ok atacak. Geldiğimde eğer bunlar yapılmamış olursa Ardena’yı birkaç kez turlarsınız.”
“Emredersiniz Başbekçim!”
“Sakın ola kaytarmayın! Gözüm üzerinizde.”
“Emredersiniz!”
Drach, bekçilere uyarılarını yaptıktan sonra eliyle bana bahçenin duvarını işaret etti. Tam o sıra yanımdan gelen hizmetli kadın bekçilerimi görünce mahcup bir şekilde onlara döndüm.
“Siz de ben gelene kadar diğer çiçekleri sulayın. Şınav ve ok atmak isterseniz de bekçilere katılabilirsiniz.” dedim ve gülümseyerek Drach’e döndüm. “Beş yüz müydü?”
“Öyle.” dedi Drach sırıtarak. Gülümseyip bana bakan şaşkın bekçilerime döndüm. Gerçekten beş yüz şınav çekeceklerini düşündüklerini görünce gülmemek için tuttum kendimi ve gözlerimle bahçeyi işaret ettim. Şaka yaptığımı o an anlayan tatlı bekçilerim mahcup bir şekilde yanımızdan ayrıldılar. Bu saflık ve şaşkınlıkları gözüme tatlı gelmişti.
Onlar çiçek bahçesine doğru uzaklaştıkları her an yüzümdeki o tebessüm yavaş yavaş söndü. Güneş’in önünü kapatan bulutlar misali içimdeki hüzün yüzümü yeniden bütün hayata kapatmıştı.
“İyisiniz değil mi?” diye bir soru yükseldi yanımdan. Tepki vermeden gözlerimin daldığı noktaya odaklandım bir süre.
“Pek sayılmaz.” dedim kısa bir sesizlik sonrası sorusuna karşılık. Başımı sarayın uzun kulelerine çevirdim. “Ama olmak zorundayım.”
“Vazgeçmediniz mi?” diye bir soru sordu hemen ardından.
Şaşkınlıkla ona döndüm. “Vazgeçmek mi?” diye sordum bir adım öne çıkışıp. Drach derin bir nefes verdi.
“Kısa zaman içerisinde çok faz-”
“Biliyorum.” dedim biraz yüksek bir sesle. Duygularım hâlâ o kadar birbirine karışmıştı ki hiçbir şeyin dengesini tutturamıyordum. Ellerimi öne uzattım mahcup bir şekilde. “Özür dilerim, sesimi yükseltmemeliydim.”
“Sorun değil Majesteleri. Sizi anlıyorum.” dedi ve ekledi. “Birini kaybetmeyi en iyi ben bilirim.”
Hüzünle baktım ona. Hayat hikayesini bir kere bile duymamıştım. Bir kere bile neler yaşadığını sormamıştım ve bu yüzden kendimi bencil hissettim. Onun gözlerindeki kırgınlık içimdeki acıyı körüklerken kendimi zapt etmeye çalıştım.
“Devam edeceksiniz yani?” diye sordu o konuyu kapatarak. Başımı salladım.
“Vazgeçmedim yolumdan. Ve evet devam edeceğim. Yolun sonu nereye çıkarsa çıksın.”
“Ya size bir şey olursa?”
“Bana her şey oldu zaten.” dedim buruk bir şekilde. “Canım daha ne kadar acıyabilir Drach? Tek isteğim bir başkaları bu çaresizlik ve bu acıyla kavrulmasın. Kendimi kurtaramadım belki ama...” deyip duraksadım. Kesik bir nefes alıp devam ettim. “Dışarıda kurtarılacak bir sürü bekçi var.” dedim ve ekledim. “Hepsi birer umut dilenirken onları duymuyormuş gibi yapamam. Onlara da bu acıyı yaşatamam. Bu savaş bitmeli.” dedim keskin ve kararlı bir şekilde. Duruşumu dikleştirip ona yaklaştım ve fısıldadım. “Hem de en kısa zamanda.”
Drach huzursuz bir şekilde kıpırdandı. “Savaşı durdurmak için bir orduya ihtiyacınız var. Ve yanlış anlamayın ama bu yüzüğü kullandığınızı bilen bekçilerin ordunuzda olmak isteyeceklerini sanmıyorum.”
“Orduya ne lüzum var?” dedim hemen. Drach şaşkınlıkla kaşlarını çattı.
“Tek başınıza Elçilere kafa tutamazsınız.” dedi Drach dediğime inanamıyormuş gibi. “Bu delilik.”
“Öyleyse bırak da bu deli neler yapabileceğini göstersin.” dedim ve net bir şekilde ekledim. “Belki de tanınmayan şansları o aklı havada olan deliler hak ediyorlardır? Bırak bu hakka bir kez de bir deli sahip olsun.”
“Deli Prenses olarak mı anılmak istiyorsunuz?” diye sorduğunda sinir bozukluğuyla gülümsedim. O ise bana şaşkınlık ve endişeyle bakıyordu. Aklımı kaçırdığımı sanıyordu.
“Belki de Deli Kraliçe olarak anılırım?”
Drach’in gözleri her geçen saniye daha da aralanırken dudaklarına gelen her bir sözü yutuyordu sert yutkunmalarıyla. Gözümün döndüğünü düşünüyordu. En sonunda çıldırdığımı düşünüyordu, aklımı yitirdiğimi...
“Majesteleri...”
“Endişelenme sevgili bekçim.” dedim ve son bir söz söyledim. “Henüz delirmedim.”
Uzun bir sessizlik hüküm sürdü aramızda. Bekçiler az ileride şınavlarını büyük bir hırsla çekerken bahçenin diğer tarafında da benim bekçilerim çiçekleri suluyorlardı. Ne tuhaftı... Aynı an, aynı zaman dilimi ve bambaşka hayatlar...
Belki tam şu an Dünya’nın bir yerlerinde biri doğmuştu.
Belki tam şu an Dünya’nın bir başka yerinde de biri ölmüştü.
Aynı zaman dilimi birbirinden bambaşka hayatlar... Aklım almıyordu bazen. Biz neyin içindeydik?
“Majesteleri...” diye mırıldandı Drach usulca. Bana karşı öyle sakin hareketleri vardı ki, bir bebeği uykusundan uyandırmak istemiyor gibi sakin ve dikkatliydi.
“Düşünüyorum...” dedim sessizce ve başımı saraydan çekip göğe kaldırdım. Temiz havayı içime çektikten sonra, “Şu an bu havayı alamayanlarla aynı zaman dilimi içerisinde olmanın saçmalığını düşünüyorum.” dedim.
Drach’ten bir süre ses gelmedi. Bir an yanımdan uzaklaştığını düşündüğüm için tek gözümü açıp onu kontrol ettim. Buradaydı. Hemen yanımda bana tuhaf tuhaf bakıyordu. Gülümseyerek başımı gökyüzünden çekip ona çevirdim.
“Korktun mu?”
“Neyden?” diye sordu garipseyerek. Omuzlarımı kaldırıp indirdim.
“Söylediğimden?”
Drach biraz düşündü. Ardından çenesini gererek derin bir nefes aldı. “Hayır, şaşırdım sadece.”
“Neye?”
Dudağı düz bir çizgi halinde gülümsedi ve kaşlarını kaldırdı hayret ediyormuş gibi. “Düşünce yapınıza.” dedi ve ekledi. “Tuhaftır ki herkesi herkesten çok düşünen ilk kişi olabilirsiniz.”
Şaşırarak söylediklerini kafamda tartmaya çalıştım. Demek istediği şeyi anlamış mıydım anlayamamış mıydım onu bile kestiremediğim bir haldeydim. Merakla ona döndüm.
“Bu dediğin iyi bir şey miydi?” dediğimde gülerek başını eğdi. O an yüzündeki her bir harekete dikkat kesildim. Tertemiz bir ifade ve mimiklerinin ahengi gözlerimi onun üzerinde bırakmıştı bir süre. Güldüğü zamanlar nadir olsa da genelde o nadir anlara denk geliyor ve gülüşünü görüyordum. Çok saf ve güzel bir gülüşü vardı.
“İyi olması gerektiği yerler de var tabii.” dedi beni kötü hissettirmemek için. Ardından sıkıntılı bir nefes bıraktı. “Tıpkı kötü olması gerektiği yerlerin olduğu gibi.”
“Yerine göre diyorsun.” dedim küçük bir çıkarımla. Başını salladı.
Bir süre daha sessiz kaldığımızda Drach sabırsızca ve huzurca kıpırdanarak yanıma yaklaştı ve kulağıma, “Ne zaman harekete geçeceksiniz?” diye sordu. Başımı kaldırıp ela gözlerine baktım bir süre.
“İyi değilim Drach.” dedim dürüstçe gözlerine bakarak. “Bilmiyorum.” İtiraflarım ardı ardına gelince kendimi bir zavallı gibi hissettim ve ellerimi yüzüme götürüp yüzümü sıvazladım. “Önce halam şimdi...” derken sesimin titremesiyle konuşmayı kesip saçlarımı geriye attım. “Toparlanmam gerek.”
“Yanlış anladınız.” dedi Drach anında ve telaşla konuşmaya başladı. “Harekete geçelim diye söylemedim. Aksine... Eğer geçmeyi düşünüyorsanız sizi geri çevirmeye çalışacaktım.”
Küçük bir gülümsemeyle baktım yüzüne. “Beni kararımdan geri çevirmeye çalışmak mı?” dedim. Drach bana eşlik ederek gülümsediğinde daha fazla uzatmadan “Bu kafayla her ne yaparsam günün sonunda zararlı olan ben olacağım. Bunun farkındayım. O yüzden şimdilik beklemedeyiz.”
“O sizi yoruyor mu hâlâ?” Ares’i kast ediyordu. Elimde olmadan bakışlarım parmağımdaki yüzüğe kaydı.
“Aksine.” diye mırıldandım ve diğer elimi yüzüğün üzerine götürerek okşadım. “Birkaç gündür bana bir zararı olmadı. Bazen sinirlendiğinde parmağı yakıyor.”
“Parmağınızı mı yakıyor?” diye sorduğunda şaşkınlığına anlam veremeden baktım suratına.
“Yakmamalı mı?”
“İlk defa duyuyorum böyle bir şeyi.” dedi Drach. “Nasıl bir yanma bu?”
“Parmağımı kesip atmak isteyeceğim kadar.” dedim ve ekledim. “Bazen beni zorda bırakıyor, onu atma isteği oluyor. Ama sonra sakinleşiyor, tuhaftır ki beni dinliyor.”
“Anastasia’nın bir büyüsü olabilir mi bu?” Kaşlarımı çattım.
“Nasıl yani?”
“Yüzüğü ondan başka kimse kullanamasın diye büyüyle lanetlemiş olabilir mi?” diye sorduğunda bu mantıklı sorusuna karşılık biraz düşündüm. Söyledikleri çok mantıklıydı. Neticede kâinatın en güçlü yüzüğüne birden fazla kişinin hükmetmesi bir felakete yol açabilirdi. Bu yüzden Anastasia yüzüğe yalnızca kendisinin kullanabilmesi için bir büyü yapmış olabilirdi.
Öyleyse bu büyü bende de işe yaramaz mıydı?
“O zaman bu lanet bana da işlerdi.” dediğimde Drach anında cevapladı.
“Belki de işleyecektir.” dediğinde kanım donmuştu. Yutkunarak suratına baktıktan sonra gözlerim parmağımdaki yüzüğe döndü. Bu yüzük beni lanetler miydi?
İçime düşen şüphe dürtüsüyle bir süre sessizce bunun olası olup olmayacağını düşünüyordum fakat olası olmaması bir durum söz konusu bile değildi. Anastasia zeki bir kadındı ve bunu düşünmüş olmalıydı. Bu yüzükte bir şeyler olmalıydı ve bunu öğrenmek için elimde tek bir yol vardı.
“Rose!”
Uzaktan gelen Chris’in sesiyle bakışlarımı şınav çeken bekçilerin önündeki Chris’e çevirdim. Çatık kaşlarla bir bana bir de Başbekçi’ye bakarken durumdan bir şüphe duymaması adına herhangi bir telaş belirtisi göstermeden duruşumu dikleştirdim.
“En kısa zamanda öğreneceğim. Benden haber bekle.” diye sessizce fısıldadım. Drach başını salladıktan sonra ağır adımlarla Chris’e doğru ilerlemeye başladım.
Chris üzerindeki savaş kıyafetlerini düzelterek bana yaklaşırken düşük bakışlarla yaklaştım yanına. Çatık kaşlarıyla bana bakmayı sürdürüyordu. Yanıma geldiğinde beni omuzlarımdan tutup alnıma yaklaştı ve alnımdan öptü. Öptükten sonra alnımdan uzaklaşmadan,
“Ne konuşuyordunuz Başbekçi’yle?” diye sordu sessiz bir mırıltıyla. Benden uzaklaşıp yeşil gözlerime baktı. Yalan söyleyip söylemediğimi anlamamak için hep böyle yapardı.
“İçim çok dolmuştu.” dedi. Bu yalan değildi. Az da olsa dertleşmiştim onunla. “Biriyle konuşmam gerekiyordu artık.” dediğimde Chris’in gözlerinden birkaç parça kopup gitti sanki. İçi acıyarak baktı bana.
Bir kez daha alnıma yaklaşıp öptü doya doya.
“Benimle konuşabilirsin Rose.” dedi ve ekledi. “Ben senin ağabeyinim, unuttun mu?”
Gözlerimin dolmasına engel olamamıştım. Kraliçenin gidişinden beri Chris beni asla yalnız bırakmıyordu. Ufak bir tebessümle baktım. “Öylesin tabii, unutur muyum hiç?”
“Seninle konuşalım mı biraz?” diye sordu. Başımı onayladım ve elimde sarayın bahçesini işaret ettim. Yürüme teklifimi kabul etti ve birlikte sarayın bahçesinde yürümeye başladık. İkimiz de temiz havayı doya doya içimize alırken o an bu almak istediğimiz kokunun annemizin kokusu olduğunu biliyordum. Sanki onun kokusunu böyle kapatıyorduk içimizde.
Sarayın bahçesinde iki kardeş sessizce yürüdük. Çiçeklerin arasından geçerken ikimizin de gözleri çiçeklerden ayrılamadı. Çiçeklerin arasına girdik ve o çiçek kokusuyla doldurduk ciğerlerimizi. Kuruyan içimizi annemizin bize tek hediye ettiği şeylerle doldurduk.
Sessizce yürürken Chris birden, “Ben özür dilemek için gelmiştim.” dedi. Kafa karışıklığı ile ona döndüğümde o yürümeye devam ediyordu. Duraksadığım yerden adımlarımı hareketlendirip yanına ilerledim.
“Ne için?” diye sorduğumda sanki içinde devasa büyüklükte bir sıkıntı varmışçasına seslice nefesini dışarı üfledi.
“O sabah yaşanan tatsızlık için.” dedi çekingen bir şekilde ve zorla ekledi. “Ben gerçekten özür dilerim. Sinirlerim bozulmuştu ve kendimi kontrol edemedim.”
Buruk bir gülümseme yayıldı yüzüme. Onu öyle iyi tanıyordum ki... Kavga ettiğimiz her günün sabahı bu soğukluğa dayanamaz hep o gelirdi özür dilemeye. Tıpkı şimdiki gibi. Dolan gözlerimden bir damla yaş aktı. Beni kaybetmemek için elinden geleni yaptığını görebiliyordum. Her ne kadar aklında bambaşka planlar olsa da benim için bu zamana kadar hep aynı şeyleri düşünüyordu. O beni gerçekten önemsiyordu.
“Biliyorum Chris.” dedim ve gülümseyerek ona döndüm. Yüzündeki şaşkınlık görülmeye değerdi. Sanki benden daha büyük bir tepki bekliyordu fakat öyle değildi. “Seni tanıyorum. Özrün için teşekkür ederim.” dediğimde onun da yüzünde küçük bir gülümseme oluştu.
“Hâlâ kardeş miyiz?” diye sorduğunda güldüm.
“Tabii ki de. Basit bir kıskançlık kavgasına sinir oldum diye kardeşimi silip atamam değil mi?” dediğimde yüzündeki gülümseme bir anda soldu. Bir anda yüzü düşünce afallayarak ona baktım.
“Kıskançlık kavgası...” diye tekrarladı Chris sessizce. Bundan rahatsız olmuş ve hatta öfkelenmişti. Merakla ona dönüp yüzündeki o nefret duygusunun sebebini anlamaya çalıştım. Gözleri yere sabitlenmiş nefesinde her an herkesi yok edecekmişçesine bir boğuculuk vardı. Adımlarının o an yere daha sert bastığını hissettim. Bu söylediğime alınmış ve o yüzden mi böyle davranıyordu?
“Gerçekten merak ediyorum.” diye mırıldandım ve ekledim. “Neyi paylaşamıyorsunuz? Niye sürekli birbirinizi yiyorsunuz?”
Ses gelmedi. Gözleri hâlâ aynı noktadaydı ve susmaya yemin etmiş gibiydi. Tek kelime etmiyor etmek istese de bundan vazgeçiyordu. Çenesindeki gerginlik her geçen saniye daha da sertleşirken önüme döndüm. Adımlarımız birbirini takip ediyordu. Sessizliğimiz ölümden bile daha derindi. Dudaklarımı araladım onun öfkeli olmasını umursamadan.
“Ah tabii ya. Nasıl aklımdan çıkmış olabilir...” dedim kendi kendime ve acı bir şekilde gülümsedim. “Taht.”
Konuşmaya teşvik ediyordum onu. Fakat o bu tuzaklarıma düşmüyordu. Söylediklerimi iğneli birer okmuşçasına ona fırlatıyordum ama umursamıyordu. Kafası bir şeye takılmıştı ve oradan ayrılmıyordu.
“Bunları şu an konuşmak istemiyorum Rose.” dedi bir süre sonra. Bakışlarımı ona çevirmedim ve yanlarından geçtiğim çiçeklere verdim dikkatimi. “Ama inan o an sen orada olsaydın sen de aynı tepkiyi verirdin. Caleb’ın söylediği şeylere dayanamaz ve sesini belki de benden daha fazla çıkarırdın.” Kaşlarım çatıldı.
Çiçeklerden çevirdiğim başım direkt olarak chris’e döndü. Chris ise içinde bazı şeyleri tutmakta zorlanıyor gibiydi. Her an patlayacak bir volkan gibi görünüyordu. Etrafımızdan süzülen toz parçaları ve keskinleşen rüzgâra inat adımlarımı durdurdum. Fırtına yaklaşıyordu. İçeri girmek yerine söylediklerini açmasını istiyordum.
Adımlarımı durdurduğumu görünce saraya doğru dönen vücudunu tamamıyla bana döndürdü. Rüzgâr ikimizin de saçlarını uçuştururken, gözlerimize dolan toz parçalarını umursamadan birbirimize bakıyorduk. Başım hafifçe yana yattı bir şeyleri sorgular gibi.
“Ne söyledi ki?” diye sordum merakla. Chris ise derin bir nefes aldı.
“Pek iyi şeyler değil. Ama seninle paylaşmak istemiyorum.” dediğinde içimdeki hislerin garip bir şekilde karardığını hissediyordum ve o an duyacaklarımdan korkuyordum. Bu zamana kadar sırf onsuz geçen çocukluğum yüzünden ona olan bu özlem duygumun tutunduğu yerlerin çürük ve paslanmış birer demir olmasından korkuyordum. Kırık bir dal olmasından... Belki de beni her an zincirlere vuracak olmasından...
Caleb üzerindeki garipliği sezmiştim. Fakat yine de içimde ona hak veren, ona güvenmek isteyen, onu sevmek isteyen bir dürtü vardı ve bu dürtüyü söküp atamıyordum. Duyacağım her neyse şimdiden içim buz gibi soğumuştu.
“Aksi hâlde ispiyonlamış gibi olurum ve böyle bir şey yapmak istemiyorum.” dedi Chris ve arkasını dönüp saraya ilerlemeye başladı. Bir süre söylediklerinin şokunu atlatamadığım için orada öylece kaldım. Ardından kendime geldiğim an hızlı adımlarla yanına yaklaşıp kolundan tuttum sertçe. Chris arkasını dönüp bana bakınca bir kez daha başımı hafifçe yana yatırdım.
“Chris.” dedim sakince. “Caleb ne söyledi?”
“Israr etme Rose.” dedi. “Eğer böyle ısrar edersen giderim.” dedi sarayı gösterip. Ona cevap vermedim. Buna sinirlenip bir kez daha saraya yöneldiğinde daha sıkı bir şekilde çekiştirdim kolunu. Tahammülü sınanırmış gibi bana döndü.
“Sabrımı zorluyorsun.” dedim baskın bir sesle kolunu bırakmadan. Chris gözlerime baktı dümdüz.
“Senden özrümü diledim ve şimdi gidiyorum. Görüşürüz kardeşim.” deyip yeniden saraya yöneldi ve kolunu sertçe ellerimden kurtardı. Ardında öylece kalmıştım. Saraya girmesine az kalmışken hiçbir şeyi umursamazca bağırdım merdivenlerden çıkan Chris’e doğru.
“CHRİS!”
Bahçedeki bekçiler merakla bakışlarını bize çevirdiler. Chris’in merdivenleri adımlayan adımları durdu ve ağır ağır bana doğru döndü. Öyle bir bakıyordu ki... Adeta yalvarıyordu gözleriyle. Merdivenleri eteğimi havaya kaldırarak çıktım ve onun olduğu basamakta durup tam karşısına dikildim. “Caleb’ın ne söylediğini bana anlatmadan gidemezsin!” Chris burukça gülümsedi.
“Bana emir mi veriyorsun sevgili kardeşim?” Anında atladım.
“Hayır. Senden bir şey istiyorum sadece.” dedim titreyen sesimle. Duymaktan korktuğum şeyi inatla duymak için çabalıyordum. “Ne söyledi de annemizin cenazesinde kendini kaybedecek kadar dengen bozuldu?”
Fırtına artık tam anlamıyla Ardena’yı bulmuştu. Her şey havada uçuşuyor, sesler artık duyulamayacak kadar birbirinden boğuk çıkıyor ve gök herkesi kendine getirmek istercesine gürlüyordu. Havadaki bulutlar güneşin ışığını artık bizden saklamıştı. Kara bulutlar herkesin üzerindeydi. Kara bulutların ardında kalan aydınlığı ise o an kimse göremiyordu. O bulutların ardındaki gerçekleri kimse göremiyordu. Göremiyordum. Korkuyordum. Fakat yine de öğrenmek istiyordum.
“Oraya annemiz için gelmemiş Rose tamam mı!” diye çıkıştı birden Chris yüzüme doğru eğilip. Sabrı artık taşmış, öfkesi ve nefreti birbirine harmanlanmış bir şekilde gözlerimin önünde bir sinir harbi geçiriyordu. “Annemizin ölüm haberini umursasaydı daha duyduğu ilk gün tereddüt etmeden gelirdi çünkü.” dediğinde başımı anlamsızca iki tarafa salladım.
“Anlamıyorum neden böyle düşünüyorsun?”
“Gelir gelmez bana sorduğu ilk şey neydi biliyor musun? Babamız nerede? Ona önemli bir şey söylemem lazım.” dediğinde yutkundum. Chris ise ellerini yüzünde gezdirip sakinleştirmeye çalıştı. Kulaklarımı dolduran gök gürültüsü benim hayal kırıklığımın sesi olabilir miydi? Bu kadar benzeyebilir miydi? Chris etrafında dolandıktan sonra eliyle sarayın kapısını işaret etti sanki Caleb oradaymış gibi. “O çok sevdiğin ağabeyin buraya iş konuşmak için gelmiş. Seni ve diğer kardeşlerinin nasıl olduğunu sormak yerine bana bunu sordu. Annemizin cenazesinde!”
Sendeledim. Gözlerimi kapatarak kendime gelmeye çalışırken diğer yandan elimi havaya kaldırdım durması için. “Yeterli.”
Söyledikleri gerçek miydi?
Gözlerimin önüne gelen her anı parçası bana bunların doğru olup olmadığını işaret etmeye çabalarken her şeyi durdurdum zihnimdeki. Tek bir şey düşündüm. Ben bunca zaman yanılıyor muydum?
Bu çekişmenin hep Chris’in hırsından dolayı olduğunu düşünüyordum. Oysa şimdi gözü hırstan dönen ve kendi öz annesinin ölümünü bile umursamayan, kralın topraklarına yalnızca savaşla ilgili birkaç bilgiyi vermek için gelen birini görüyordum. Ardından aklımda bambaşka şeyler canlanmaya başladı.
Yıllar evvel Chris’i alaşağı etmiş ve kralın gözüne girmek için erken yaşta ava çıkmaya bile başlamıştı. Bu gücün varlığını erken tatmıştı ve şimdi de bırakmak istemiyor olabilirdi. Bu güç onu sarhoş etmişti. Keza sevdiklerini bile göremeyecek kadar gözü dönmüş birisine dönüşmüştü.
“Yıllardır beni gözüm tahtta diye itham eden sendin sevgili kardeşim. Kimin gözünü taht bürümüş umarım şimdi daha iyi anlarsın.” dedi Chris birden. Kızaran gözlerimi ona çevirdiğimde mahvolmuştu. Sanırım bunu çok daha önceden biliyordu. Yıllardır buna maruz kalmış ve şimdi de kimse ona inanmadığı için çaresizce gözlerime bakıyordu en azından benim ona inanmam için. Acıyarak baktım ona. Her şey daha yeni yeni anlaşılır bir hale bürünüyordu. Chris’in bu zamana kadarki bütün imaları, Caleb’a karşı tutunduğu tavırlar, kendisinin de bir varis olduğunu krala gösterme çabaları... Ortada çok büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyordu. “Taht için annesinin ölümünü umursamayan kişi yine taht için kardeşlerinin canını bile alır.” dedi tıpkı benim düşüncelerimde olduğu gibi.
Ağabeyim Caleb’ın ne kadar zeki olduğunu fark etmiştim o an. Her birimizi öyle bir manipüle etmişti ki herkes onun güler yüzüne öyle kanmıştı ki... Yıllar evvel Chris’i ötelediği gibi Evan ve Dean’a da aynısını yapabilir miydi? En büyük oğuldu o... Eğer kral verasetini gönlünden geçen birine veremeden vefat ederse tahta o geçecekti. Ve belki de tahta geçtiği gün Chris ve ikizlere zarar verecekti. Zira Chris’i bir tehlike olarak görüyor olmalıydı. Taht hırsıyla annesini bile önemsemeyen birinden bu hamlenin gelmesi olasıydı. Hem de büyük bir olasıydı.
Kardeşlerine zarar verebilirdi.
“Nerede o?” Sorum rüzgârlı havayı dinginleştirdi. Parmaklarımdaki yüzük bir alev kıvılcımı gibi elimi yakmaya başladı o an. Ares’in de bütün bu olanları sezmesi ve öfkelenmesi o an bütün bu düşüncelerimin gerçeklik oranını arttırıyordu. Caleb hiç de iyi biri değildi. Bu zamana kadar ona nasıl kanmıştım?
“Kim?”
“Caleb.” dedim ve ellerimi yumruk yapıp yüzüğü sertçe sıktım durması için. Oysa Ares durmuyordu. Sabırla bir nefes aldım.
“Hayır.” dedi Chris bu sırada. “Ben sana bunları gidip ona hesap sor diye anlatmadım Rose. Bilmeni istedim sadece. Yıllardır onu bana karşı hep korudun hep savundun. Koruduğun ve savunduğun kişinin ne olduğunu bil istedim.”
“Chris. Caleb nerede?” diye sordum zorla. Parmağımdaki yüzük beni öldürecek gibiydi. Parmağımı öyle yakıyordu ki terlemeye başlamıştım. Şanslıydım ki Chris bunu fark etmiyordu.
“Görüşürüz sevgili kardeşim.”
Kalan birkaç merdiveni adımlayıp bitirdikten sonra saraya girdi. Arkasında kaldığım an merdivenlerden aşağı inip kimsenin olmadığı bir yere ilerledim. Yüzüğü sıkıca tutup sakinleşmesini bekledim.
Ellerimin arasından bir alev topu fırlayıp gidecek gibiydi. O ve öfkesi zapt edilemeyecek bir boyuta ulaşmak üzereydi. Onunla nasıl anlaşacağımı hala bilemiyordum. En kısa zamanda onunla yüz yüze konuşmam gerekiyordu. Böyle hiçbir şekilde anlaşamıyorduk.
“Sadece sakinleş.” diye mırıldandım ve hızla etrafıma bakındım. Yakınlarımda birileri yoktu. Bu yüzden bir kez daha mırıldanmaya başladım. “Sakın emirlerimin dışına çıkma yoksa Anastasia’yı bulma konusunda yalnız kalırsın.”
Yüzüğün alev alev yanan çevresi suya değen ateş gibi buharlaşıp gitti. Parmaklarımdaki o yanma hissi ve acı nihayetinde geçmeye başladığında derin bir nefes alıp bıraktım. Yaşadıklarım bana ne göstermeye çalışıyordu, duyduklarım ve aklımdakiler sahiden var mıydı? Herkesin ve her şeyin varlığını yitirmiş, kendi algımı ise hissedemediğim bir noktaya gizlemiş gibiydim. Etrafımda bir şeyler oluyor fakat ben bunların etkisiyle herhangi bir düşünce üretmek yerine halihazırda olan algımı yitiriyordum.
Ağabeyimin yıllardır üzerinde ince ince uğraştığı bu eşsiz planı nasıl olur da yıllarca fark edemezdim? Chris’i bunca yıl alaşağı eden birini bu keskin gözlerim nasıl görmezdi. Kendi öz annesinin ölümünü bile aldırmayan biriyle ben nasıl aynı kanı taşıyabilirdim? Onun niyetini nasıl fark edemezdim? Bu aptal aklım onun çocukluğumdaki yokluğuyla öyle körelmişti ki, önünü hasretin sardığı bir sevgi yumağı çevirmişti ve ben bunu görememiştim.
Ellerimi boynuma götürdüm ve kaşımaya başladım. Boğulduğumu hissediyordum. Her şey fazlasıyla üst üste geliyordu ve bütün bunların ardından nasıl kalkacağımı bile bilemiyordum. Harekete geçmek istediğim her an önüme bambaşka bir engel çıkıyordu. Halkı korumak ve savaşı uzlaşmaya çevirmeye çabaladığım her an karşıma bir başka engel çıkıyordu ve onu yıkmadan bu gayemi gerçekleştirmek mümkün olmuyordu.
Çok fazla yenilgiye uğramıştım. Bu yenilgiler beni yıldırmak için değildi. Öğretmek içindi. Bunca şey bana tek bir şey öğretmişti. Ve artık yeni savaşlarıma bu öğrendiklerim sayesinde katılacaktım.
Bütün bu yenilgilerim bana herkese güvenmemeyi öğretmişti.
Bundan böyle en önemli ilkem buydu.
Kimseye koşulsuz şartsız güvenmemekti. O kişi kanımdan ve canımdan olsa bile...
(Birkaç hafta sonra...)
“Emin misin Rose?”
“Kesinlikle.” diye mırıldandım ve Chris’in önünden yürümeye devam ettim.
Sarayın içinde ikimiz de hışımla geçiyor ve kralın odasına ilerliyorduk. Birkaç hafta aklımı ve benliğimi toparlamak için geçmişti. Bütün bu saçmalığa bir son verme vaktiydi. Ve tabii ki planımı da gerçekleştirmeye.
“Kralın buna izin vereceğini sanmıyorum Rose.” dedi Chris hemen arkamdan. “Bir anlık öfkeyle hareket etme.”
“Öfke değil.” dedim ve adımlarımı yavaşlatıp ona döndüm çok kısa süre. “Hak ettiğimizi almaya gidiyorum.”
“Rose...” dedi Chris çaresizce. Sabırla ona döndüm. Sabahtan beri bana bu fikrin saçma olduğunu ısrarla dile getiriyordu ama beni niyetimden döndüremezdi. Ortada bir hak varsa o haktan biz de yararlanmalıydık. “Kral bizi ava göndermeyecek.”
Tek kaşımı kaldırdım ve kardeşime doğru yaklaştım. “Caleb’ı nasıl gönderiyorsa bizi de gönderecek kardeşim.” dedim ve hırsla ekledim. “Caleb’ın amacı açık. Bizi unutturmak ve bu verasetten tek başına faydalanmak.” Chris göğsünü şişerek bakışlarını etrafında gezdirdi. Hizmetli bekçiler haricinde koridorlar boştu. Yanıma yaklaştı ve sessizce,
“Bunu şimdi mi fark ediyorsun Rose?” diye sordu yılların verdiği alınganlıkla. Mahcup bir şekilde başımı yere eğdiğimde ise devam etti. “O gözlerin onca yıl neredeydi?”
“Kendimi yaşatmaya çalışıyordum Chris.” dedim kendimi ezdirmemek için. “Gördüğün üzere hâlâ kendimi yaşatmaya çalışıyorum. Tıpkı aynı zamanda senin hakkını da ezdirmeye çalışmadığım gibi.” Chris’in gözleri ışıldadı. Sözlerim onu mutlu ediyordu. Sanki gözlerindeki yalnızlık gitmişti. Çocukluğumuzda onu nasıl babama karşı koruduğumda gözleri pırıl pırıl parlıyorsa şimdi de tıpkı öyle parlıyordu.
“Yanımda olduğun için teşekkür ederim kardeşim.” dedi ve utanarak gülümsedi. Onu böyle görünce dayanamadım ve uzanıp saçlarını karıştırıp gülümsedim.
“Yanında olmak için geç kaldığım için özür dilerim.” dedim ve bu kez ben utanarak gülümsedim. Chris kocaman gülümsedi ve alnıma bir öpücük bıraktı.
“Kral çok kızacak biliyorsun değil mi?” Omuz silktim anında.
“Umurumda değil.” dedim kendimden emin bir sesle. “Günün sonunda canımdan olmayacağım bu yüzden bir sakıncası yok.”
“Aranız bozulacak.” dedi Chris önüme düşen sarı saçlarımı kulaklarımın arkasına yerleştirerek. Yüzümü inceliyordu hüzünle.
Burukça gülümseyip bir kez daha omuz silktim önemi yok der gibi. “Aramız zaten bozuktu.”
Chris’in yüzündeki hüzün büyüdü. Benim de artık yalnız olduğumu görüyordu. Ve buna içi acıyordu.
Bir kez daha yaklaştı alnımda ve dudaklarını alnıma bastırıp derin bir nefes çekti içine. Alnımı bir kez daha öptükten sonra ellerini yanağımda gezdirdi ve gülümsedi.
“Gel bakalım.”
Önümden geçip önden ilerlemeye başlayınca kocaman gülümsedim ve arkasından ilerlemeye başladım. Sonunda kendine güveniyor ve artık o da tıpkı benim gibi hiçbir şeyi umursamıyordu.
Koridordan hızlı ve kendimizden emin adımlarla ilerledikten sonra kulaklarıma kralın odasından gelen birkaç konuşma geldi. Duyduklarımla birlikte şok içinde adımlarımı durdurdum ve koridorun ortasında ayakta kaldım.
“Anastasia’nın geri döndüğüne dair söylentilerden bahsediyorum baba.” diyordu Caleb. Arada duvarlar, arada koridorlar, arada kapılar olmasına rağmen sesini çok net işitebiliyordum. Chris yere çakılan adımlarımı fark ettiği an arkasını döndü. Endişeyle bakışlarımı ona çevirdim, bana çatık kaşlarla bakıyordu. O duymamıştı. Normal bir bekçiye nazaran kulaklarımın keskin olması o an her şeyden çok işime yaramıştı. Bu bilgiyi Chris’in duymasını istemiyordum.
“Rose?” diye şüpheyle yanıma yaklaştı Chris. Oysa yeni konuşmalar geliyordu kulağıma.
“Emin misin bu söylentilerin doğruluğundan?” diye sordu Kral Alaric.
Caleb, “Doğru olduğunu düşünmekteyim baba. Zaten saraya bu haberi verebilmek için dönmüştüm.” diye itiraf ettiğinde içimdeki öfke harmanlandı. Sahiden bu yüzden gelmişti. “O gün de söylediğim gibi Saf Karanlığı gören Elçiler var. Kral Fenrys Floris mektubunda bundan da bahsetmiş.” Elçilik krallığı bize mektup mu göndermişti?
“Rose neler oluyor?” diye sordu Chris endişeyle. Ellerimi kaldırdım susması ve izin vermesi için.
“Bizi kandırmadığı ne malum? Bu bir tuzaktır belki de?”
“Sanmıyorum baba.” dedi Caleb ve devam etti. “O gün Saf Karanlık ve Anastasia’yı gören birkaç asker elçinin ya dili tutulduğu ya da inme indiği haberlerini aldık. Araştırdık. Bu doğru.”
Yutkunarak gözlerimi kırpıştırdım. Bunlar... Bunlar... Bunlar gerçek miydi?
“Yüce Tanrım.” dedi Kral endişeyle. “Demek sonunda geri döndü.”
“Eskiden daha değişik bir şekilde.” dedi Caleb. Kaşlarımı çattım kast etmek istediği şey ile.
“O da ne demek?”
“Aslanın üzerinde görmüşler.” dedi Caleb. Şaşkınlığım giderek artıyordu. Bunca bilgi bizim topraklarımıza nasıl bu kadar hızlı ulaşmıştı aklım almıyordu.
“Onu durdurmalı ve o lanet yaratığı bir an önce almalıyız Rowan.” dedi Kral Alaric. “Zira o yüzük Elçilerin eline geçerse biteriz. Bu bizim sonumuz olur. Onu Elçilerden önce bulmalıyız.” dedi ve derin bir nefes bıraktı. “Ve Elçilik Krallığını yıkmalıyız.”
Öfkeyle başımı kaldırdım. Tam da tahmin ettiğim gibiydi. Başımı onaylamaz bir şekilde salladım. Asla durmayacaklardı. Saf Karanlığı bulup Elçiler Krallığını yok edeceklerdi. Bunu bir kurtuluş olarak görüyorlardı.
“Rose neler oluyor! Hekim çağırayım mı?”
Yanımda kendinden geçen Chris’i en sonunda görebilmiştim. Endişeden gözleri kocaman irileşmişti. Ona bakarken aklımdan bin türlü şey geçiyordu.
Anastasia’yı aramaya başlamışlardı.
Yani beni...
Planım işlemeye başlamıştı. Tahminlerimde yanılmıyordum. Kral gayesi tıpkı düşündüğüm gibiydi tıpkı alacakları kararları da aynı olduğu gibi.
Öfkeyle dişlerimi sıkıp Chris’in yanından bir hışım geçtim. Chris telaşla peşime düşerken adımı sayıklasa da dönüp ona bakmadım. Planımı işlemesi için sırada bizim hamlemiz vardı. Bu gece Caleb ava çıkacaktı ve yüksek ihtimalle Anastasia’yı arayacaklardı. Eğer Kralı ikna edebilirsem ve Chris ile birlikte bu ava katılabilirsem ne kadar ilerlemeye kaydettiklerini görebilecektim. Orduyla ilgili bir fikrim olacaktı, düşmanlarımız ile ilgili bir fikrim olacaktı, ne durumdaydık ve nasıl hareket ediyorduk bunun hakkında bir bilgim olacaktı. Bütün eksikleri analiz edip kendime daha ayrıntılı bir plan kuracak ve bu savaşı noktalayacaktım.
Tabii bütün bunlardan önce orduya sızmam gerekiyordu. Aradıkları kişi onların yanı başında olmalıydı.
Kralın odasının önünde durduğumda öndeki iki muhafız bekçiye baktım ve kapıyı işaret ettim. İkisi boş boş suratıma baktıklarında bu kez Chris geldi hızlı adımlarıyla yanıma. Sonunda yetişebilmişti. Muhafızlar onu görünce başını eğerek ona saygı gösterdiler. Artık bunları umursamıyordum.
“Kapıyı açın.” dedi Chris net bir şekilde muhafızlara. Muhafızlar tereddütle birbirlerine baktılar.
“Ağabeyiniz Prens Rowan ile bir toplantı içerisindeler Majesteleri.” dedi bekçilerden biri Chris’e. Chris alayla gülümsedi.
“Kapıyı aç Bekçi yoksa o parmaklarını ellerimle keserim.”
İçerideki hareketlenmeyi Chris ile aynı anda işittik. Caleb ve Kral konuşmayı kesmiş ve bütün dikkatlerini kapı önüne toplamışlardı. Muhafız ne yapacağını bilemeyerek kapının kolunu tuttuğunda kapı içeriden açıldı ve görüş alanımıza Caleb girdi.
“Chris, Rosemarry...” dedi ve ikimize de baktı. Üzerinde kırmızı ve siyah bir takım vardı, saçları oldukça bakımlıydı. Uzun kırmızı bir pelerin giymişti. Yalnızca tacı eksik görünüyordu. Çoktan kendini kral ilan etmişti. “Ne yapıyorsunuz burada?”
Öne atılacağım sırada Chris beni durdurdu ve o atıldı. “Kral ile konuşmamız gereken bir konu var sevgili kardeşim.” Sabırla Chris’e dönüp beni susturduğu için öfkeyle baktım. O ise beni kontrol altında tutmak istiyordu. Beni yatıştırmak için gözlerini uzunca kırptığında sıkıntılı bir nefes verip Caleb’a baktım. Caleb kaşlarını çattı şaşkınlıkla.
“Neymiş o?” diye sorduğunda Chris’e izin vermeden baskın bir sesle ben girdim araya.
“Seni ilgilendiren bir şey değil Caleb. Eğer kralımız müsaitse biz geçelim.” deyip içeri yeltendiğim sırada Caleb elini önüme uzattı ve beni durdurdu. Kaşlarım hayretle havalandı. Akabinde bakışlarımı Caleb’a çevirdim. Yüzüme bakmıyordu. Karşıya bakıyordu.
“Neler oluyor size böyle?” dedi sakin bir şekilde. Önüme yerleştirdiği elini bana yasladı ve beni geri iteklediğinde yaşadığım bu ufak çaplı hareketle beynimin sarsıldığını hissettim. Başımı yana eğip ona baktım. Sonunda bakışlarını bize çevirdi ve kısık gözlerle bizi inceledi. “Birkaç haftadır bana karşı bir soğukluk seziyorum, ikinizde de.”
“Sezgilerin çok zayıfmış Caleb.” dedi Chris alayla. O alaycı tavrından vazgeçmiyor ve sabrını korumayı başarıyordu. Oysa ben çoktan öfkeden kızarmaya başlamıştım. Az önceki hareketi damarıma dokunmuştu. “Umarım başka şeyler sezmiyorsundur. Yoksa onlar da tıpkı bunun gibi boş olur.”
“Chris...” dedi başını onaylamaz bir şekilde sallayarak. Onu küçümsüyordu. İnanamaz gözlerle ona bakıyordum. Nasıl böyle birini yıllarca bambaşka bir şekilde yer etmiştim kafamda? “Chris’i anlayabiliyorum. Ne de olsa bu onda alışık olduğum bir durum.” deyip anında bana döndü. “Fakat sen Rosemarry? Bir şey mi oldu?”
“Hayır.” dedim öfkeden kızaran gözlerimle. Sertçe kapıyı gözlerimle gösterdim. “Çekilir misin babamla konuşacağız.”
“Pekâlâ..” dedi Caleb ve başparmağını burnunun ucunda gezdirdi alay eder gibi. Ardından başını kaldırıp sırıtarak ikimize baktı. “Kralımız müsait değil. Önemli bir konu üzerinde konuşuyoruz.”
Sözleri karşısında bir süre tepkisizce suratına baktım. Ardından içimde zapt edemediğim sinir yüzümde kocaman bir gülümsemeye dönüştü. Sinir bozukluğuyla kocaman gülümsedim ve Caleb’a yaklaştım ona meydan okur gibi. “Bu önemli meselenin dinleyicisi olmana izin verildiğine göre bize de izin verilir değil mi sevgili kardeşim? İçeri girip dinlememizde bir sakınca göremiyorum.”
“Aslına bakarsan Rosemarry, sizin için pek de doğru olmaz.” dedi Caleb anında. Öfkem giderek kabarırken Chris yanıtladı hemen.
“Tam tahmin ettiğim gibi! Şaşırtmadın Caleb.” deyip elleriyle alkış yapmaya başladığında Caleb rahatsız edici bir tavırla gülümsedi.
“Üzgünüm sevgili kardeşim.” Chris’in sabrının sonuna geldiğini hissettim o an. Alkış tutan elleri yavaşça duraksadı ve kolları iki yana sarktı. Yüzündeki gülümsemeden eser yoktu. Büyük bir ciddiyet yer etmişti yüzüne.
“Ne demezsin.” diye mırıldandı Chris sessiz ve derin bir sesle. Ortamın aniden gerilmesi üzerine kendi öfkemi bir şekilde bastırmaya çalıştım. Anlaşılan bu gerginliğin sonu kötü bitecekti ve bu durumda üçüncü bir gerginlik de ben yaratmamalıydım. Ortamı yatıştıran taraf olmalıydım.
Fakat içimdeki kan, demir kazanı gibi kaynıyordu. Chris’in sözleri aklıma geldikçe ve o gün annemizin cenazesinde yaptığı saygısızlık aklıma geldikçe içimde bir yerlerde hesap sormak istiyordum ona. Parmağımdaki yüzük yeniden alevlenmeye başlayınca daha fazla dayanamadım ve parmağımdaki bu yanma hissinin verdiği acıdan aldığım cesaretle başımı dikleştirip Caleb’a,
“Senin ayrıcalığın ne Caleb? Kralımız neden Chris ve bana güvenmeyip sana güveniyor? Annemizin cenazesini bahane edip kral ile savaş konuştuğun için mi tüm bunlar?” dedim.
Caleb’ın gözleri şok içinde aralanırken şok olan tek kişi o değildi. Kapıdaki muhafızların gözleri irileşmişti. Chris ise söylediklerimi idrak ettiği an beni sakinleştirmek için koluma yaklaştı ve kolumu tuttu.
“Ne?” gibi bir mırıltı çıktı Caleb’ın dudakları arasından. Sanki bütün bunları kendi yapmamış gibi söylediğim şeylere büyük ir yabancılıkla bakıyordu.
“Rose... Sırası değil.” dedi Chris kolumu biraz daha sararak. Umursamadım.
“Tam sırası!” dedim dişlerimin arasından ve Chris’in elleri arasından kurtulup Caleb’a doğru bir adım atıp ona bir kez daha meydan okudum. “Amacın ne Caleb?” diye sordum olduğunca olağan bir şekilde. “Chris’i alaşağı mı etmek?”
“Rose!” diye uyardı Chris. Caleb ise gerilen çenesinin aksine oldukça sakin bir şekilde konuşuyordu benimle.
“Neyden bahsettiğini anlamıyorum Rosemarry.”
“Biliyor musun? Beni büyük hayal kırıklığına uğrattın Caleb.” dedim. O an sözlerim birer ok gibiydi. Ağzımdan çıkan her söz yayımdan hedefe uçan birer ok gibiydi. Hedefim oydu. Kardeşlerimi alaşağı edip kendini bütün bu hakka sahip olduğunu sanan ve kardeşlerimi her defasında aşağılayan, onları küçük gören, ailesine zerre değer vermeyen tek isteği taht olan o asıl hain kardeşti benim hedefim. “Senin aksine Chris bütün bir cenaze boyunca kralın peşinden koşup savaş hakkında konuşmayacak kadar insaflı. O acılı gününde kendi acısını bize yansıtmayarak bizi, kardeşlerini her daim ayakta tutabilmek için elinden geleni yaptı!” diye haykırdım yüzüne doğru.
Bütün saray benim sesimle inliyor ve bütün saray benimle birlikte susuyordu. Duvarlardan yankı yapan sesim kulaklarımı ikinci kez bulduğunda içim titriyordu. Kralın bu yaşananları duyduğuna ve içeride kendi içiyle bir hesaplaşma yaptığını umuyordum. Verdiği kararın ne denli yanlış olduğunu anlamasını istiyordum. Bu sessizliğin sebebi olarak bunu umuyordum.
“Rose bak-” diye söze girdiğinde sertçe sözünü kestim.
“Sen o tahtı hak etmiyorsun!”
“Rose tamam yeter artık.” dedi Chris beni kolumdan çekiştirerek. Öfkeyle ona döndüm.
“Bir daha kolumu tutarsan o kolunu sardıracak hekim ararsın Chris.” dedim hınçla. Chris gözlerimdeki öfkeyi gördüğü an sabır dolu bir nefes çekti içine ve geriye adımladı ellerini iki yana teslim olmuş gibi kaldırarak. Önüme döndüm ve Caleb’ın dümdüz yüz ifadesiyle karşılaştım. “Senin gibi acıma duygusu olmayan birinin tahtta yeri yok Caleb. Anlıyor musun? Sen bize acımadığın ve yanımızda olmadığın gibi halkın da yanında olmaz onlara acımazsın.” diye sıraladım bir bir zehirli oklarımı.
Caleb durdu ve bir süre yüzüme baktı. Bir şeyleri ölçüp biçiyordu kafasında. Sessizliğinin ardından çenesiyle beni işaret etti ukala bir tavırla. “Atalarımızın ne söylediğini adın gibi iyi biliyorsun Rose. Merhametin olduğu yerde güç söz konusu değildir.”
Gözlerim irileşti. Yıllarca... Yıllarca yanımda olduğunu söyleyen ve beni diğer ölen prenseslerden ayıran kişi şimdi bana neler söylüyordu böyle. Atamızın sözlerinin bir önemi olmadığını, içimde her daim tuttuğum merhametin en büyük gücüm olduğunu söyleyen adam şimdi geçmiş karşıma bunun bir zayıflık olduğunu dile getiriyordu.
Her bir sözü kalbimi paramparça ediyordu. Bana verdiği sözler geliyordu aklıma. Hiçbir zaman yerine getirmediği o sözler... Yanımda olacağını söylediği sözleri, beni de ava götüreceğini söylediği sözleri, yaşamam için her şeyi yapacağının sözleri...
Yüzü bile olmayan bir silüetin sözlerine kanmıştım bunca zaman.
Gözlerim dolmaya başladığında bir adım geriledim ona inanamaz gibi. Chris ise bir kez daha beni muhafaza etmek ister gibi arkamdan iki kolumu tuttu ve sıvazladı.
“Caleb.” dedi uyarıcı ses tonuyla. Caleb Chris’e alayla sırıttığında sabrımın çoktan sonuna gelmiştim.
Annem beni babama ve kardeşlerime emanet etmişti. Annemin en önemli hazinesiydim ve bunca yıldır beni korumak için her şeyi yapacağını gözlerimle görmüştüm. Şimdi burada değildi. Kalbimi koca bir boşluğa mahkûm bırakmıştı. Yanımda değildi. Ama ben hatırlıyordum. Daha çocukken hem Caleb’a hem de Chris’e beni emanet ettiğini ve ‘Kız kardeşiniz benim size emanetim. Ona her daim iyi bakacağınıza ve yanında olacağınıza söz verin. Hatırama sahip çıkın.’ demişti. Ben onun hatırasıydım. Chris sözünü tutuyordu. Caleb ise sözünü çoktan unutmuştu.
Chris’in kolları arasından nefretle dişlerimi sıkarak baktım Caleb’a. Yüzündeki ukala ve aşağılayıcı tavırlara karşılık kendimi değersiz bir kumaş parçası gibi hissetmekten sıkılmıştım. Hayatım boyunca itelenip, kenarlara sürünmekten bıkmıştım. Atalarımın çizdiği birkaç sınırın ardına geçememekten ve bu durum yüzünden başkalarının eğlenmesinden artık tam anlamıyla sıkılmıştım.
Bir adım öne çıktım onun kahverengi gözlerinden gözlerimi ayıramayacak. İçimde harmanlanan öfkem acımasız kelimeler eşliğinde döküldü dudaklarımdan.
“Sen koca bir hayal kırıklığısın benim için. Annemizin hatırasına büyük bir ihanetsin sen.” Caleb’ın gözlerinde ufak bir kıpırdama gördüm. Söylediğim şeye zerre alınmasını beklememiştim bu söylediklerinden sonra. Lakin alınmıştı. Demek ki içinde annemle ilgili hala ufak tefek birkaç kırıntı kalmıştı. Canını acıtan o birkaç parçayı görünce alayla gülümsedim. “İlginç.” diye mırıldandım. Tıpkı onun yaptığı gibi saygısızca çenemle kendisini işaret ettim. “Anneme olan ilgisizliğin o güne mi özeldi? Bugün pek bir ilgilisin.” dedim titreyen sesimle.
Her şey bir anda olmuştu. Caleb öfkesini daha fazla zapt edememiş ve bana saldırmak için bir adım öne atıp bana elini kaldırmıştı. Yaptığı şeyin şaşkınlığıyla o an kendimi korumaya bile çabalamamıştım. Suratıma savrulmaya az kalan tokadı en az onun kadar sert bir el tutmuştu. Chris’in eli.
Chris diğer eliyle beni arkasına aldı ve Caleb’ın havada yakaladığı eli sertçe sıkmaya başladı. Caleb öfkeden Chris ile burun buruna geldi.
“Sakın Caleb.” dedi Chris belki de onun ilk defa duyduğum sert, tehditkâr ses tonuyla. Caleb’ın tuttuğu elini sertçe ittirdi ve Caleb hafifçe sendeleyerek geri savruldu. “Bir daha sakın!” dedi Chris işaret parmağıyla Caleb’ı ikaz ederek.
Her şey öyle hızlı gerçekleşiyordu ki... Beynimin ve bütün bir bedenimin sarsılmasının sebebi Caleb’ın bana el kaldırması mıydı yoksa ona karşı olan duygularımı yavaş yavaş kaybediyor olmam mıydı çözemiyordum. Az önceki öfkem bir anda yok olmuştu. Artık ona karşı hiçbir şey hissetmiyordum. Gözümdeki değeri öyle düşmüştü ki... Sözleri, tavırları ve en son yaptığı şey... Kendi kendini bitirmişti.
“Aptal herif!” diye bağırdı Caleb, Chris’in üzerine yürüyerek. Kapıda duran muhafızlar onu kolundan tutarak durdurmaya çalışsa da Caleb’ın gözü dönmüştü. Hararetle Chris’e yürümeye çalışıyordu. “Sana bunu ödeteceğim. En kısa zamanda.”
“Asıl sen bu yaptığının hesabını en kısa zamanda ödeyeceksin!” dedi Chris de Caleb’ın üzerine yürüyerek. O sırada kapıda duran diğer muhafızlar da Chris’i tutmaya geldiler. İkisi birbirine girmişti. Ben ise Chris’in arkasında öylece olup biteni izliyordum. Tepkisiz ve sessizdim. “Annemizin emanetine el kaldırmanın bedelini o elini kaybetmekle ödeyeceksin!” Caleb daha da öfkelendi.
“Ne o? Elimi mi keseceksin?”
“Gerekirse!” dedi Chris bütün bir saray dolusu bağırarak. O an fark etmiştim. Sarayın koridorlarında meraklı bekçiler toplanmış ve iki kardeşin birbirine düşüşünü izliyorlardı. Muhafızlar tarafından tutulan iki kardeşin savaşını izliyorlardı.
“Chris...” dedi Caleb ve onaylamaz bir tavırla başını salladı. “Tahtta yeri olmayan biri için fazla özgüvenlisin. Kral ve halk buna izin verir mi sanıyorsun?” dedi ve bir kez daha Chris’e doğru yeltendi. “Üstelik Bekçi bir erkeğin elini kesmek... Çok yanılmışsın.” Saray onların sesleriyle doluydu. Onların öfke ve zehirli oklarıyla doluydu. Etrafımızdaki hizmetli bekçilerin kalabalığı giderek artıyordu. Herkes uzaktan onları izlerken aralarından birkaç muhafız daha gelmeye çalışıyordu. Kalabalığın arasından çıkan muhafızlar ikisini de tutmaya yardım etmeye geliyorlardı. Ortalık kıyamet yeri gibiydi.
“Biliyor musun?” dedi Chris canın burnundaymış gibi. İkisi de yıllardır birbirlerine olan öfkelerini birbirlerine herkesin önünde kusuyordu. Bu yıllardır temelleri atılan ve planlanan bir savaştan farksızdı. Bu zamana kadar sustukları her anı şu an haykırarak dile getiriyorlardı. “O elini herkesin önünde kesip bir kenara fırlatacağım. Ardından teker teker parmaklarını keseceğim.” dediğinde Caleb’ı tutan muhafızların yüzünün gerildiğini gördüm. Zira Caleb bu sözlerin karşısında öfkeyle muhafızlara zarar vermiş ve bir tanesini sertçe ittirerek Chris’e yürümeye çalışmıştı fakat bir başka muhafız onu tutmayı başarmıştı.
“Şerefsiz!” diye bağırdı. Tepkisizce ve sessizce onları izliyordum. Beynimle birlikte zaman da durmuştu sanki. “Tahta geçtiğim gün yaşayacağını umut ediyorsan yanılıyorsun!” dedi Caleb gözü dönmüş gibi. Öfkeden öyle kararmıştı ki gözleri söylediği şeyi duymuyordu. Onu herkesin gözünün önünde alenen ölümle tehdit ediyordu.
“Ne dedin sen?” dedi Chris ve bir hışımla onu tutan üç muhafızın elinden kurtulduğu gibi Caleb’a ilerleyip suratına sert bir yumruk geçirdi. Bekçilerin şaşkınlık sesleri ve bazılarının serzenişleri eşliğinde Caleb yediği yumrukla yere düştü. Muhafızlar Chris’i göğsünden tutarak uzaklaştırmaya çalışsa da Chris onu ölümle tehdit eden ağabeysinden gözünü alamıyor ve öfkeyle ona bağırmaya devam ediyordu.
Chris, Caleb’ın yerde oturan ve yüzünün bir kısmını tutan haline bir kez daha yumruk atmaya yeltendiğinde o an canlandığımı hissettim. Bir anlık refleksle Chris’in havadaki yumruğunu tuttum ve muhafızların aksine sert bir şekilde Chris’i göğsünden ittirdim. Chris büyük bir güçle onu ittiğim için sendeleyerek geri gittiğinde var gücümle aralarına geçip haykırdım.
“Kesin şunu!”
Chris’i ve Caleb’ı tutan muhafızlar haykırmamla ikisinin de yanından ayrıldılar ve uzaklaştılar. Saray ve muhafızlar geriye çekildiklerinde ortada yalnızca biz kalmıştık. Üç kardeş sarayın ortasında birbirlerinin karşısında yıllar sonra birbirleriyle yüzleşiyorlardı. Caleb bir tarafta yerde uzanmış kanayan dudağının kenarını siliyor ve morarmaya başlayan yüzünü tutuyor, Chris diğer tarafta öfkesini zapt etmeye çalışıyor ve ortalarında ben onları durdurmaya çalışıyordum.
Birden gürültülü bir ses her birimizin kulaklarını buldu. Arkamda duran büyük kapıdan gelen bu gürültülü ve gıcırtılı ses eşliğinde, kardeşlerimi durdurmak için iki yana açtığım kollarım bir kuş kanadı gibi kapandı. Ağır adımları işittiğim an omzumun üzerinden baktım. Kral...
Kral odasından yüzü kıpkırmızı gözleri her an bizi yok edecekmiş gibi üzerimizde bir hâlde çıkınca sertçe yutkundum. Gözü önce benim üzerimde durdu. Nefret ve öfkeyle bana baktıktan sonra yerde duran Caleb’a baktı. Hemen ardından da öfkeden elleri titreyen Chris’e...
Kral hiçbir tepki vermeden Caleb ile benim yanımdan geçti ve Chris’e doğru ilerlemeye başladı. Korkuyla ne yapacağını kestirmeye çalışsam da bunu yapamıyordum. Şu an neler olduğunu ve birazdan neler olacağını kestiremiyordum.
Kral, Chris’in önünde durdu ve bir süre ona baktı. Chris ise öfkesini dindirmeden Kral’a bakıyordu. Birden sert bir ses bütün sarayı inletti. İki yanımda duran ellerim yaşadığım şokla dudaklarımı kapatırken Chris’in yüzü soluna doğru savruldu. Kral tek bir hamleyle Chris’in suratına sertçe vurduğunda Caleb’ın sırıtışını gördüm. İçim acımıştı. Dudaklarımın üzerinde duran ellerimden biri kalbime doğru gitti.
Gördüklerime inanamıyordum. Odasında söylenen her şeyi duymuştu. Duymamış olması mümkün değildi. Bir oğlu, diğer oğlunu ölümle tehdit etmişti ve bunun cezasını masum olan çekiyordu. O an içimi acıtan duygu gözlerime yansıdı. Parmağımdaki yüzük de tıpkı öfkem gibi alevlere boğuldu. Bu sarayın içinde hiç kimse masum değildi.
“Sen ağabeyine ne hakla vurursun?” diye bağırdı Chris’in suratına doğru. O an buraya doluşan bekçilerin hâlâ meraklı meraklı birbirlerinin üzerine çıkarak buraya baktıklarını görüyordum. Öfkeyle kabaran göğsüm sabırla indi. “Sen hangi cüretle onu yere serersin? Eşkıya mı oldun sen?”
“Baba-” diye açıklamaya çalışan Chris’in sözünü Kral acımasızca kesti.
“KES SESİNİ!” dedi ve Chris’in çenesini sertçe kavrayıp onu geri itti. “Derhâl kaybol buradan. Derhâl!”
“Baba!” Sesimin gücüyle Chris’i hırpalamayı bırakan Kral omzunun üzerinden bana baktı. Susamazdım. Haksızlığın karşısında buradaki bütün bekçiler gibi susamazdım. Ben sussam bile içim susmazdı. “Buradan kaybolması gereken kişi Chris değil.” dedim ona meydan okuyarak bir adım öne çıkıp arkamda kalan Caleb’ı işaret parmağımla gösterdim. “Chris’i ölümle tehdit eden oğlun.”
Kral şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Bunu duymamış mıydı? Onu ölümle tehdit ettiğini duymamış mıydı sahiden? Yüzündeki hayret ve hayal kırıklığını gören Caleb mahcup bir şekilde başını eğse de bu umurumda olmadı. Kral’ın burada olmasını umursamadan yere çökmüş vaziyette olan ağabeyime doğru eğildim ve işaret parmağımla onu ikaz etmeye başladım. “Ola ki bir daha kardeşlerimi aynı şekilde tehdit edersen o yumruğu bu kez benden yersin Rowan.”
Caleb’ın gözleri şaşkınlıkla açıldı. Ona ismiyle hitap ettiğimi duyan Chris ve Kral’ın da şaşırdığı gibi.
Onunla ilgili hiçbir bağ kalmamıştı artık aramda. Kardeşim demek bile içimdeki benliğe ihanet etmek gibiydi.
İlk defa Kralın karşısında birini tehdit etmiştim, üstelik bu sıradan biri de değildi. Kralın varisiydi. Kralın varisi, Kralın ve bu meraklı bekçilerinin önünde tıpkı onun yaptığı gibi alenen tehdit etmiştim.
Arkamı bile dönmeden onun yanından emin adımlarla ayrıldıktan sonra Krala bakmadım. Direkt Chris’in yanına gittim ve sağ yüzüne yediği tokadın izine götürdüm elimi. İçim acıyarak onun yüzüne baktım. Yüzü giderek kızarsa da sonunda onun yanında olduğum için küçük bir tebessüm vardı yüzünde. Elimde olmadan ben de tebessüm ettim.
“Ağabey...” dediğimde gözlerinde bir titreme oldu. Ona ağabey demeyeli uzun zaman olmuştu. Chris’in gözleri dolarken o an bu söz benim de gözlerimi doldurmuştu. “İyisin?” diye sordum titreyen sesimle. Chris’in sağ gözünden bir damla yaş aktı ve yanağındaki elime değdi.
“İyiyim.” dedi başını sallayarak. Başımı dikleştirip arkamda kalan Krala ve Caleb’a baktım. Caleb yerden kalkmış bize öfkeyle bakıyordu. Kral ise mahcuptu. Chris’e de bana da büyük bir mahcubiyetle bakıyordu. Kralı umursamadan Caleb’a çevirdim bir kez daha bakışlarımı. Yönümü tamamen ona çevirip bir kez daha işaret parmağımı havaya kaldırdım herkesin önünde.
“Kardeşlerime zarar vermene asla izin vermeyeceğim. Taht için onları kullanmana göz yummayacağım. Ne yapmak istiyorsan onu yap ama o elin... O elin bir daha bana kalkarsa Chris’e kalmadan ben keser atarım o elini.” dedim ve ekledim. “O ettiğin tehdidi unutacağımı sanma. Ola ki o dediğini yaparsan seni Ardena’ya kendi ellerimle gömerim Rowan.” dediğimde Kral’ın gözlerinde korkuyu görüyordum. Bütün bekçilerin ve muhafızların içine korku salmıştı bu sözlerim. “Ucunda ne olursa olsun, eğer kardeşlerimi katledecek olursan boynuna dayanacak o hançeri tutan ilk kişi ben olacağım.”
Kral hiçbir şey söyleyemedi. Sözlerim onu korkuttuğu kadar sinirlendirmişti de fakat bunun bir anlamı yoktu artık. Karşımda kimsenin duracak gücünün olmadığını görüyordum. Bana bakan onlarca göz vardı fakat biri bile gözlerimin içine bakamıyordu.
Chris’i kolundan tuttum ve onu götürdüm. Av için planladığımız şeyler bir bir yok olurken karşımızda duranların da bir bir yok olduğunu görmüştük. Herkes bir bir azalıyordu. Güvendiğim kişiler bir bir gidiyordu yanımdan. Gözü dönmüş canavarlar vardı artık karşımda. Ve av sandıkları fakat av olmayan birkaç kurbanları vardı...

! YAZARDAN NOT !
Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi ve tahminlerinizi yazabilirsiniz. Serinin ilk kitabının bitmesine son 8 bölüm kaldı. Her Cuma 18.30'da yeni bölümlerle birlikte buradayız. İkinci Kitap için şu an planlamalar yapıyorum. Ona ne zaman başlayacağımı Final Bölümünde açıklayacağım. Keyifli ve sağlıklı günler dilerim, kendinize kimsenin size bakmadığı kadar çok çok iyi bakın. <3<3<3
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.6k Okunma |
763 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |