

BÖLÜM 24: KAN KOKAN ELLER
( YAZARDAN ...)
(Yıllar önce...)
Bahar yavrusunu koruyan bir anne misali çökmüştü Ardena'nın üzerine. Sıcaktı, bir yuva gibi... Ve neşeliydi, kalbin sevgiyle ilk tanıştığı anlardaki gibi... Çeşit çeşit açan renk renk çiçekler boyamıştı ağaçları. Çiçeklerin kokuları kan kokusuna bulanmış ciğerleri temizliyordu adeta... Ardena sanki ölüydü o zamana kadar. Ve şimdi hayat buluyordu baharla yeniden...
Hayat bulan yalnızca Ardena değildi...
Bekçiler Diyarının sarayı neşeli bir telaşın eşiğinde koşuşturuyordu. Bütün bekçiler ellerinde kovalar, sular, bezler, battaniyeler eşliğinde güle oynaya koşuşturuyorlardı sarayın içinde. Bahar, hayatı yalnızca Ardena'ya değil Finch Krallığının sarayına da hediye etmişti o gün...
Kraliçe Amara, gücü tükenmiş bir şekilde duvarlar arasında doğum yaparken kral ve çocukları bir odada kraliçeden gelecek iyi bir haber bekliyorlardı. Rowan bir köşede elindeki Ardena haritasıyla oynarken Chris pencerenin önünde durmuş uzaklara çoktan dalmıştı. Küçük Rosemarry odanın en ücra köşesinde elindeki bardağa su dolduruyor ve kraliçenin çiçeklerini suluyordu usulca. Geldiğinde çiçekleri görüp mutlu olsun diye bütün çiçeklere büyük bir özenle bakıyor ve onları seviyordu. Kral, kızının şefkatine karşılık küçücük bir gülümsemeyle kızına yaklaştı. Ay’ı andıran yüzünü avuçlarının arasına aldı kızının. Küçük Rosemarry merakla kocaman yeşil gözlerini babasına kaldırdı.
"Benim hırçın dalgalarında hayat bulduğum eşsiz denizim..." dedi kral sevgi dolu bir gülümsemeyle. Rosemarry utanarak başını yere eğip gülümsediğinde kral daha da keyiflendi. "Bu güller ellerine, gözlerine zarar verecek." dedi ve gözleriyle saksıda duran bir nar gibi kıpkırmızı olan ellerini gösterdi. "Bilirsin bunlar sana iyi gelmez. Ne diye sabahtan beri okşarsın gülleri birer birer?"
Rosemarry önce güllere baktı. Güller, ellerini çoktan kabartmıştı fakat bu umurunda değildi. Kraliçe’nin mutlu olması için bu önemsizdi. Bakışlarını yeniden babasına çevirdi. Pembe ile kırmızı arasında sıkışan dudaklarını araladı.
"Kraliçe geldiğinde mutlu olmalı kralım. Yeni kardeşim yüzünden çok yorgun olacak. En azından çiçekleri görünce yüzü güler." deyip ellerini yeniden güllerin yapraklarına götürdü ve orada gezdirdi. "Hem güller bana zarar vermezler. Onlar beni sever." Kral keyifle güldü. Küçükken kızına söylediği sözleri anımsadı. Güllere dokunamadığı için ağlamıştı bir gün. Kral ise almıştı onun küçücük bedenini kucağına ve saçlarını okşayarak anlatmıştı tane tane. 'O güller seni çok seviyorlar. Sana kıyamadıkları için sana dokunamıyorlar. Sakın üzme kendini, hiçbir gül sana zarar vermez çünkü onlar seni çok seviyor.' demişti.
Küçük Rosemarry o günden sonra güllerden kaçmamıştı. Onları sevmişti. Çünkü onlar da onu seviyordu. Birbirlerine dokunamasalar da bir araya geldiklerinde birbirlerine iyi gelmeseler de aralarında hep bir sevgi bağı vardı. Ve sevgi her zaman fedakârlık isterdi...
Rosemarry yeri geldiğinde fedakârlık ediyor ve güllere dokunuyordu. Canının yanmasına rağmen, güller onun elini yara yapsa da bunu bir kenara atıp dokunuyordu onlara. O, sevginin fedakârlık olduğunu daha o yaşında anlamıştı...
Kral kızının saçlarına küçük bir öpücük bırakıp oğullarına döndü. İkisinin de birbirleri arasındaki bu uzaklaşma hoşuna gitmiyordu. Kızının yanından ayrılıp oğullarının yanına gitti bu sefer. Rowan kendisine yaklaşmakta olan kralı erken fark edip oturuşunu düzeltti ve elindeki harita kitabını sandalyenin yanındaki masasına bıraktı.
"Rowan. Ne okuyorsun sabahtan beri?"
Pencerenin önünde duran Chris, kulağına ilişen sesler karşısında arkasını dönüp ağabeyine ve babasına baktı. Caleb masaya bıraktığı haritayı eline alıp açtı ve babasına gösterdi.
"Ardena'nın haritası. Sınırları öğrenmeye çalışıyorum."
Kral etkilenmiş bir şekilde gülümsediğinde Chris buna bozulmuştu. Kendisini sürekli mükemmel gösterme çabasında olan biri için yaptığı bu göze girme çabaları onun gözünde rol yapmaktan ötesi değildi. Onun bu sinsi tavırları karşısında tek yapabildiği şey susmaktı.
"Güzel, Rowan. Hızlı öğreniyorsun." dedi Kral ve Chris'e döndü. "Chris, sen de yeni kardeşinin yolunu gözlüyorsun anlaşılan. Bil diye söylüyorum kardeşin pencereden içeri girmeyecek." deyip küçük bir kahkaha attığında Rowan da buna gülmüştü.
Chris derin bir nefes bıraktı ve önce Rowan'a baktı uzun uzun. Ardından babasına. Duruşunu düzeltti ve kendinden emin bir şekilde söze girdi. "Başbekçi’nin eğitimini izliyordum. Sevgili ağabeyim başını tarih kitaplarından kaldırmadığı için savaşmayı kendi kendime öğrenmeye çalışıyordum."
İğneleyici tavrına karşılık Rowan dişlerini sıkarak elindeki haritayı bir kenara koydu. Kral ise şaşkın bir şekilde Rowan'a döndü.
"Kardeşine niçin öğretmiyorsun Rowan? Belli ki kılıç tutmaya hevesi var. Bazı günlerini kardeşine ayırabilirsin değil mi?"
Rowan başını kucağında duran sıktığı ellerine çevirdi ve krala belli etmeden sabır dolu bir nefes çekti içine. Ardından küçük bir gülümsemeyle başını kaldırıp krala baktı.
"Öyle. Bundan sonra daha dikkat ederim Majesteleri."
"Güzel." dedi kral ve Rowan'ın başını okşadı. Bu sırada Rowan göz ucuyla Chris'e kocaman gözlerle baktı. Chris ise tamamen krala odaklanmıştı. Ağabeyinin başını okşayan ve onu sürekli basit şeylerden bile olsa takdir edişini seyretti ve içinde bir burkulma oldu. Kalbi kırılıyordu. Babasının Rowan'a olan bu düşkünlüğü Chris'in kalbini kırıyordu.
Chris sarayın yaramaz ve sürekli sorun çıkaran prensiydi. Kral bu yüzden ona hep önyargıyla yaklaşıyordu. Fakat Chris bunları dikkat çekmek için yapıyordu ve kral bunu anlamıyordu. Kralın gözünün sürekli Rowan’da oluşuna ve sürekli onun etrafında dönülmesinden sıkıldığı için kendince dikkat çekme çabalarına giriyordu. Bir gün sarayın tablolarını düşürüyordu. Diğer gün sarayın mutfağına girip orayı karıştırıyordu. Bir başka gün bahçede biriyle tartışıyor ve onu dövüyordu. Şımarık ve yaramaz biri olmayı o istememişti. O buna dönüşmeye mecburdu.
Kapının aniden açılmasıyla odadaki herkesin dikkati bir anda kapıya döndü. Muhafızlardan biri kocaman bir gülümsemeyle içeri girdiğinde kral merakla ve telaşla muhafıza yaklaştı.
"Oğlum nasıl?" diye sordu Kral. Daha cinsiyeti bilinmemesi rağmen kral onu oğlan olarak kabul etmişti. O an Rosemarry'nin yüzü düşmüştü. Babasının yeni kardeşinin hangi cinsiyette olduğunu bile bilmeden ona oğlum demesi kalbini kırmıştı. Kendisinin varlığının bir önemi olmadığını hissetti.
Muhafız kocaman bir gülümsemeyle, "Oğullarınız gayet iyi Majesteleri. İkisi de sağlıkla Dünya'ya geldiler." dediğinde Kral'ın yüzüne büyük bir şok yayıldı. Yüzü kasıldığı gibi bütün bir bedeni de kasılmıştı. Mutluluğu bütün bir bedenine sicim ederken Chris ve Rosemarry heyecanla bir adım öne atıldılar. Rowan ise oturduğu koltuktan kıpırdamadan muhafızı dinliyordu.
"Oğullarım mı?" diye sordu kral emin olmak ister gibi.
"Evet Majesteleri. Tebrik ederim, ikizleriniz oldu."
Kral kocaman bir kahkaha attı. Rosemarry ve Chris birbirlerine baktılar. İkisinin de yüzleri kıpkırmızıydı. Bir anda kendilerini tutamadan birbirlerine koştular ve sıkıca sarıldılar. Chris, kız kardeşini sıkıca sarmaladı. Sevinci doruklara ermişti o an. Kız kardeşini birden kucakladı ve etrafında döndürmeye başladı. Rosemarry'nin neşeli kahkahaları, kralın şaşkın ve sevinçli kahkahalarına karışırken Rowan yalnızca olan biteni izliyordu.
"Karımı görebilir miyim?"
"Dinleniyor Majesteleri. Fakat ikizleri görebilirsiniz."
Kral heyecanla çocuklarına döndü. Rosemarry ve Chris birbirlerinden ayrıldılar. Rosemarry koşarak kralın kucağına atladı. Kral onu kucağına aldı ve yanağına bir öpücük bıraktı.
"Duydun değil mi eşsiz denizim..." dediğinde Rosemarry başını salladı.
"İki kardeşim daha oldu!" dedi Rosemarry ve kollarını iki yana açtı.
"Görmek ister misin?" diye sordu Kral bu kez. Rosemarry bir kez daha başını salladığında kral kapıya yöneldi. "Hadi çocuklar gelin." dedi odanın içindeki Chris ve Rowan'a son kez. Ardından kucağında Rosemarry ve yanında muhafız ile kapıdan çıkıp gitti.
Chris heyecanla kapıya doğru ilerlerken birden kolu sertçe geriye doğru çekildi. Chris şaşkınlıkla geriye çekildiğini hissedince arkasını döndü ve Rowan'ın kahverengi gözleriyle karşılaştı. Rowan öfke dolu gözlerle ona bakıyordu.
"Sen ne hakla beni Kral'a sorumsuz biriymiş gibi göstermeye çalışırsın?" dedi sıktığı dişlerinin arasından. Chris sinirle kolunu ondan çekti ve kardeşinin gözlerindeki öfkeye kendi öfkesiyle karşılık verdi.
"Sorumsuzsun çünkü." dedi ve kocaman sırıttı. Rowan öfkesini dizginler gibi sabırla gözlerini yumdu.
"Bana bak Chris, bir daha beni krala bu şekilde anlatırsan bu senin sonun olur anladın mı beni?"
Chris, ağabeysinin bu tehdidine karşılık bir süre susmakla yetindi. Hemen ardından kardeşine bir adım yaklaştı. "Neymiş benim sonum? Senin beni öldürmen mi?" dedi ve ekledi. "Hiç şaşırmam biliyor musun Caleb. Çünkü senin başından beri isteğin bu." dedi ve işaret parmağını usulsüzce kardeşinin göğsüne tutup onu hafifçe ittirdi. "Sen hep tek çocuk olmak istedin ve bu yüzden benden hep nefret ettin." Rowan'ın göğsü öfkeyle inip kalkarken Chris durmadı ve devam etti. "Babama beni kötü göstermek için elinden gelen her şeyi yaptın. Ama seni tebrik ederim. Başardın." Chris kollarını iki yana açtı. "Bak! Tam karşında eserin duruyor. Sarayın Serseri Prensi!"
"Kendini bilmen ne de güzel şey öyle değil mi sevgili kardeşim?" dedi Rowan. Chris hiçbir şey anlamadı. Kolları iki yanına düşerken merakla kardeşini seyrediyordu. Rowan'ın yüzünde ise sinsi bir gülümseme vardı.
"Elinde olsa hepimizin canına kıyarsın değil mi?" diye sordu Chris ağabeysinin sinsi gülümsemesini izleyerek. "İkiz kardeşlerimiz oldu ama sen buna sevinmeyi bırak, ilgilenmedin bile. Neden?" deyip kendi sorusuna kendi yanıt verdi. "Çünkü tahtını sallayacak en ufak bir engele bile tahammülün yok senin. Onlara da bana yaptığın gibi sürekli tehdit edip bir köşede boyunlarına yapışacağını sanıyorsan yanılıyorsun Rowan." dedi Chris öfkeyle. Bu zamana kadar maruz kaldığı şeylere artık susmak istemiyordu. "Kardeşlerimin kılına bile dokunmana izin vermeyeceğim."
"Sürekli sorun çıkaran ve hiçbir kabiliyeti olmayan biri mi söylüyor bunu?" dedi Rowan ukalaca. "Söylesene Chris, bir prens olarak doğmasaydın şu an ne yapıyor olurdun? Söylememi ister misin?" dedi ve elini kardeşinin saçlarına uzatıp usulca saçlarını düzeltti. "Biri tarafından çoktan öldürülmüş olurdun. Senin gibi sorunlu birine yapacakları en iyi şey bu çünkü."
"Söylesene Caleb, sen ne yapardın?" dedi Chris birden. Rowan duraksadı. Elleri Chris'ten uzaklaştığında bütün bir dikkati kardeşine kesilmişti. "Gücünün yettiğini bir güzel benzetirdin, yetmediklerinin ise yalanlarınla kandırırdın değil mi?" dedi.
Rowan öfkeyle bir adım uzaklaştı kardeşinden. Ona baktıkça içindeki hazımsızlık hissi artıyordu. İğrenircesine baktı kardeşinin yüzüne. "Kes sesini Chris. Bir daha benimle böyle konuşmayacaksın. Tahtın yegâne varisi duruyor karşında."
Chris sinir bozukluğuyla güldü. Ellerini alnına koyduktan sonra küçük bir kahkaha daha attı. Delirmiş gibiydi. "Bana artık bilmediğim bir şey söyle Caleb. Bunu o kadar çok söylüyorsun ki artık ezberledim. Test edebilirsin." dedi ve kardeşine bir adım daha yaklaştı. "Tahtın yegâne varisi olabilmen için tek çocuk olman gerekiyor Caleb. Ve sana bir haberim var." deyip kocaman sırıttı. "Rakip sayın üçe çıktı."
Rowan hiçbir şey söylemeden masasına dağıttığı haritaları ve kitapları toparlamaya gitti. Chris ise ağabeysinin doyumsuzluğuna karşılık yalnızca her zamanki yaptığı gibi sırıtarak eşlik etti.
"Merak ediyorum." dedi Chris. Rowan onu aldırmadan masadaki kitaplarını toplarken birden duyduğu sözler onun bütün bir bedenini durdurdu. "Bu kadar doyumsuz biri nasıl bir Bekçi olabilir? Senin o toprağa doymayan Elçilerle arandaki farkı gerçekten merak ediyorum sevgili kardeşim."
Rowan birden elindeki bütün kitapları masasına sertçe bıraktı ve birkaç adımda Chris'e ilerleyip suratına büyük bir yumruk attı. Chris yediği yumruğun etkisiyle geri savrulurken çıldırmışçasına gülüyordu. Rowan ise öfkeden deliye dönmüştü.
"Bir daha beni o alçak Elçilerle kıyaslarsan seni bu topraklardan yok ederim Chris." dedi kendinden geçmiş gibi. En büyük düşmanlara benzetilmek bütün Bekçiler gibi Rowan'ı da delirtmişti.
"Kıyaslamama gerek yok ROWAN." dedi Chris ağabeysinin ismini gür bir sesle söyleyerek. Rowan öfkeyle gözlerini bir kez daha yumdu ve başını yana yatırıp kaslarını gevşetmeye çabaladı oysa Chris durmuyordu. "Sen eline geçen ilk fırsatta zaten beni öldüreceksin. Bilmiyor muyum sanıyorsun?" dedi ve ekledi. "Biliyor musun? Benim Rosemarry'den hiçbir farkım yok. O da çocukluğundan beri ölüm korkusuyla büyüdü." dedi ve dolu gözlerle ekledi. "Ben de..."
Rowan öfkeyle soluduğunda Chris artık ağabeysinin kendisine bu aldığı sipere karşılık duygularını kontrol edemiyordu. Sürekli ağabeysi tarafından sarayın gizli köşelerinde tehdit edilip dayak yemek artık aklını bozmuştu. Delirdiğini hissediyordu bu duvarlar arasında. Geceleri ağabeysinin boynuna dayayacağı o soğuk hançeri hayal ediyor ve aklını daha da yitiriyordu. Ağabeysi ona sürekli korku salmıştı.
"Niye bir kere bile sevmeyi denemedin beni Caleb?" dedi uzun bir sessizliğin ardından Chris acı dolu bir sesle. Burnunu sertçe çekip gözyaşlarını saklamaya çalıştı. "Ben sana ne yaptım?" dedi çaresizce.
Rowan hiçbir cevap vermeden Chris'e sertçe bakarken Chris daha fazla kontrol edemedi duygularını. Birdenbire yanındaki kitapları raflarından indirip Rowan'ın önüne fırlattı.
"Şu kitaplara verdiğin ilginin birini bile vermedin sen bana!" dedi. Oysa Rowan’dan en ufak bir duygu belirtisi bile yoktu. "Herkes seni seviyor diye bu sevgiyi paylaşmaya çekindin benimle. Sana olan bu ilginin yıkılmasını istemediğin için bütün kardeşlerini, herkesten nefret ettirdin sen. Niye?" diye sordu titreyen sesiyle. "Bu mu ağabeylik?"
"Odana git Chris. Sinirlerim bozuluyor."
"Ama ben senin gibi bir ağabey olmayacağım emin ol." dedi Chris. "Asla sana benzemeyeceğim. Ben kardeşlerimi hep seveceğim. Onları hep koruyacağım. Senin gibi onları başkalarına nefret ettirmektense ben onları herkese sevdirteceğim. Ve sen buna engel olamayacaksın."
"Nefes bir rüzgâr gibidir sevgili kardeşim." dedi Rowan birden ve imayla gülümsedi. "Gelip geçici..."
Chris sustu. Ağabeysinin vermeye çalıştığı mesajı anladığı an kanının donduğunu hissetti. Kalbinin kırık parçaları gözlerinden akarken titrek dudaklarından tek bir fısıltı yayıldı tüm bir odaya.
"Senden nefret ediyorum."
"Nihayet." dedi Rowan bir kez bile düşünmeden.
Chris'in gözlerindeki duygular birer birer parçalarına ayrıldı o an. Hayal kırıklığı bütün bir bedenine sızdı. Kardeşinin acımasız ve soğuk gözleri o an öyle üşütmüştü ki içini... Küçücük kalbinin kırıklığı bütün bir bedenini kesip parçalara ayıracak kadar ağırdı. Duvardaki meşalenin güçsüz alevi yüzüne yansıyor ve yüzündeki hayal kırıklığını en iyi şekilde yansıtıyordu ağabeysine lakin ağabeysinin umurunda bile değildi. Onun tek bir derdi vardı ve bu da başından beri belliydi.
Chris hiçbir şey söylemeden kapıya ilerledi ve odadan çıkıp gitti. Kendini koridorda bulunca az önceki duyduğu şeyin gerçek olup olmadığını ayırt etmeye çalıştı.
Yanlış duymamıştı. Gerçekti... Her şey son derece gerçekti...
Henüz sekiz yaşındaydı. Ve o hayatın gerçekliğiyle sekiz yaşında tanışmıştı.
(GÜNÜMÜZ)
Yer katmanlarına ayrılmışçasına içimden taşan her bir duygu yerin altından sicim sicim sızıyordu. Bütün duygularım paramparça bir şekilde benden uzaklaşıp toprağın kaç kat altına giderken, cefalı bedenim yerin üzerinde ayakta kalmaya çalışıyordu. Gözlerimden süzülen yaşlar ağabeyimin mezarının üzerine düştü. Toprak için gözyaşı candı, benim içinse acı...
Mezarından uzaklaşırken sarsılan bedenimin hemen yanında Marlon belirdi ve ellerini belime yerleştirerek dik durmam için bana destek verdi. Onun mezarından uzaklaştığımda içimdeki yangından geriye kalan küller burnumun ucundan süzülüyormuşçasına burnum sızlıyordu. Annemi ve ağabeyimi bu şekilde yan yana görmek ilk kez canımı yakıyordu.
"İyi misin?" diye güçsüz bir ses geldi hemen solumdan. Marlon'ın çaresiz sesi. Başımı sallamakla yetindim ancak bu Marlon'ı tatmin etmek için yeterli değildi. "İyi görünmüyorsun Rose. Bence saraya dönmelisin. Sana eşlik edebilirim."
Başımı bu kez olumsuz anlamda salladım. Bir süre hareketsiz bir şekilde gözlerim dalgınca izledi ikisinin mezarını. Tam karşımda kalan Chris ile göz göze geldik o an. O da en az benim kadar bitmiş bir şekilde bana uzunca baktı. Bir süre birbirimizin acısını gözlerinden gördükten sonra Chris dayanamadı ve yanıma geldi. Önümde durduğu an tereddüt dahi etmeden beni kollarının arasına aldığında ona sıkıca sarıldım. O da tıpkı benim gibi sıkıca sarmaladı beni.
"Prensim o iyi değil." dedi Marlon sessizliği bölerek. Chris benden ayrılarak kuruyan yüzümü avuçlarının arasına aldı ve gözlerime baktı. Kırmızı gözleri yüzümün her zerresinde gezindi.
"İyi görünmüyorsun Güneş’im..." deyip saçlarımı düzeltti ve hemen ardından başıma bir öpücük bıraktı. "Dizlerin titriyor ayakta dururken. Buradaki Bekçilere güvenmiyorum. Bu hâlde burada kalma, saraya git."
"Sıra-" söze başlayamadan kesilen nefesimle ve kuruyan boğazımla durakladım. Gözlerimi kapatarak kendi gelmeye çalıştığımda Chris endişeyle beni izliyordu.
"Söyle yegânem..." dedi karşısında bir çocuk varmışçasına. Kızaran yeşil gözlerim onun kahverengi gözlerine dolu dolu baktı.
"Sıradaki kim Chris?" Sözler dudaklarımdan çıkınca Chris'in gözlerindeki yıkılmışlığı gördüm. Hâlâ inanmak istemiyordum. Sırayla... Sanki bir ağaç yapraklarını döküyormuşçasına dökülüyorduk birer birer... Akıllara gelen tek soru bu durumda sıradakinin kim olacağı oluyordu.
"Kimse." dedi Chris kendinden emin ve sert bir sesle. Yüzümü daha sıkı kavradı ve başımı sertçe kaldırıp yüzüme baktı. "Sana canım pahasına yemin ediyorum kardeşim." Gözlerimden yaşlar süzülürken görmezden gelerek devam etti sözlerine. "Bundan sonra hiç kimse kardeşlerime zarar vermeyecek. Sizi ne pahasına olursa olsun koruyacağıma yemin ederim."
Çenem titredi. Chris sözlerini bitirdikten sonra ilk defa onun karşısında ağlamaya başladım. Gözlerimden boşalan gözyaşlarıyla yüzümü örttüm ve sessizce ağlamaya başladım. Chris tereddüt bile etmeden bana sıkıca sarıldı. Tam o esnada duyduğumuz ses ile ikimiz de kısa süreliğine birbirimizden ayrıldı.
"Ağabey..." dedi Dean bitkin bir şekilde.
"Abla..." diye ekledi Evan.
O an yaşadığımız duygusallığın etkisiyle ikisini de aramıza aldık ve herkesin içinde olmamızı umursamayarak birbirimize sıkıca sarıldık. Günün sonunda ne olacaksa olacaktı ve biz birbirimize sarılmayı bırakmayacaktık. Birbirimize sarılırsak iyileşir ve güçlenirdik.
Biz o gün bütün bir bekçiler halkının önünde cellatlarımızı umursamadan tek bir bedene dönüştük sanki. Kalplerimiz birleşti ve birbirlerinin acılarına sarıldı. Yok edenlere inat var olduk bir süreliğine o an...
Evan ve Dean kollarımız arasından aynı anda ayrılırken ikisinin de başlarına birer öpücük bıraktım ve yanaklarını okşadım. Onları korumak en büyük vazifelerimden biriydi. Yıkılamazdım. Ne kadar acının zincirleri arasında nefessiz kalsam da ne kadar çıkmaza girsem de kardeşlerim için kendimi iyileştirmeliydim. Onlar için gücümü toparlamalıydım.
Gözlerim içimdeki his ile birden etrafımıza kaydı. Etrafımızdaki kalabalığın bizi izlediğine emindim lakin bir başka bakışların olduğunu hissediyordum aramızda. Normal olmayan bakışlar...
İçimdeki koruma iç güdüsüyle ikizlerin omuzlarını tuttum. Başlarını anında bana çevirip ne olduğunu merak eden bakışlarıyla karşılaştığımda boğazımı temizleyerek ve gülümsemeye çalışarak onlara doğru eğildim.
"Kral sarayda yalnız kaldı. Onu yalnız bırakmak istemeyiz değil mi?" diye sorduğumda ikisi de düşünceli bakışlarla birbirlerini doğruladılar. Başlarını sallayıp onayladıklarında eğildiğim yerden doğruldum ve gözlerimi muhafızlardan birine dikip yanıma gelmesini işaret ettim. İşaretimle birkaç adımda yanımızda olan muhafızlara önce minnetle gülümseyip sonra ikizleri işaret ettim. "Prenslerimizi at arabasına götürün. Saraya dönüyoruz."
"Elbette prenses."
Muhafızlar, kardeşlerimi almak için bir hamlede bulunacakken o an içimdeki o garip his daha da alevlenmişti. Muhafızlardan birinin eli Evan'ın koluna değer değmez "Durun." dedim. Sesimi endişeden yükselttiğim için muhafızlar garipseyerek bana baktılar. Yönümü direkt Marlon'a döndüm. "Kardeşlerime arabaya kadar sen de eşlik eder misin Marlon?"
Marlon başını anında onaylayıp yanıma geldiğinde onun her şeyi anlamasına bir kez daha sevinmiştim. Muhafızlar her ne kadar sarayın muhafızları olsa da onlara koşulsuz şartsız güvenemezdim. Güvendiğim birine kardeşlerimi emanet etmek içimi rahatlatacaktı.
"Sen gelmiyor musun Rose?" diye sordu Dean yönünü bana dönerek. Şefkâtle yüzünde gezdirdim ellerimi.
"Hemen geleceğim." Bakışlarım Marlon'a döndü. Marlon göz kırparak gülümsedi ve ikizlerin omuzlarına iki elini de yerleştirdi. Muhafızlarla birlikte yanımızdan ayrıldıklarında bir süre onları izledim. Arkamı döndüğümde Chris çoktan başkalarıyla konuşmaya başlamıştı. Onları umursamadan doğrudan Başbekçi'nin yanına gitmeye başladım. Bir ağacın kenarından cenazeyi sessizce izliyor ve bir duvar gibi dümdüz insanları izliyordu. Yanına geldiğimi fark edince duruşunu düzeltti.
"Majesteleri..." diyerek başıyla selamladı. Adımlarım hemen karşısında durunca gözlerimi kaldırıp ona baktım. "Bir emriniz mi var?" diye sordu çatık kaşlarıyla. Alt dudağım titredi.
"Var evet." dedim. Sertçe yutkundum. Olanları aklım hâlâ tam anlamıyla almıyordu ancak bazı şeylerin içinde saklı ihanetler görebiliyordum. Ortada ailemize ihanet eden biri olduğu aşikârdı. Birer birer dökülüşümüzün sebebi bu ihanetçiydi. Gözlerimi sıkı sıkı kapattım ve öfkeyle açtım. "Ağabeyime bunu yapanı bulup bana getireceksin." gibi sert bir fısıltı çıktı dudaklarımın arasından.
Drach önce kafa karışıklığı ile tek kelime etmedi. Ardından etrafını kolaçan etti ve bir adım yaklaşıp başını bana doğru eğdi. "Ne?" Bakışlarımdaki netliği bir an olsun bozmadım ve aynı şekilde daha büyük bir öfkeyle konuşmaya başladım.
"Onu bulup direkt bana getireceksin. Krala ya da Chris'e değil. Onun cezasını ben kendi ellerimle vereceğim."
"Majesteleri-" diye araya girmeye çalıştığı an gözlerimi kapatıp bir adım geri çekildim. Tepkimi gördüğü an sözleri yarıda kesildi. Titrek bir nefes bırakarak gözlerim kapalı bir şekilde,
"İçimdeki yangının masum birine sıçramasını istemiyorum Drach.” dedim. Sesim ürkek bir ceylan gibi titrekti. Kendimi ağlamamak için tuttum. Gözlerimi bir an olsun açmadım. Ağlamamak için... “Yaşadığım bu acıyı daha fazla içime gömemiyorum. Ağabeyime bir suikast düzenlendiği aşikâr. O zehirli ok kimin elinden çıktıysa o eli-” Sesimin çatlamasıyla ve boğazımda mahsur kalan yumrunun baskısıyla devam edemedim. Yeniden titren bir nefes aldığımda Drach araya girdi.
"Majesteleri lütfen..." Gözlerimi ürkekçe açıp ona baktığımda onun da en az benim kadar yıkılmış olduğunu görebiliyordum. Gözleri üzerimde acıyarak dolanıyordu. Ellerinden hiçbir şeyin gelmemesi ona da ağır geliyor olmalıydı. "Aylardır kendinizi harap ettiniz. Biliyorum birkaç ayda çok kötü şeyler yaşadınız çok şey kaybettiniz. Ama kendinizi de kaybetmeyin, lütfen."
"Çok çaresiz hissediyorum.” dedim gözlerinin içine uzun uzun bakarak. Bir yardım, tutulası bir el istedim sanki o an. Kendimi kaybetmekten ve her şeyi yakıp yıkmaktan korkuyordum. Dengem şaşsa bile bunun diyarın sonu olmasından endişeleniyordum. “Her şey birden bir fırtına bulutu gibi kapladı etrafımızı. Sanki ailemle o fırtınanın içinde kaybettik birbirimizi. Fırtına bitmişçesine bir sessizlik var şimdi. Ama buna inanmıyorum. Fırtına hâlâ devam ediyor ve bunun karşısında sessiz kalamam."
Drach yutkundu. Onun vazifesi yüzükleri korumaktı ancak şimdi ondan daha fazlasını istiyordum. İstemek zorunda kalıyordum.
"Anlıyorum fakat kafanızı toparlamadan attığınız her bir adım sizi bir bataklık gibi yerin altına çekecek. Bundan bihaber olduğunuzu düşünmüyorum." dediğinde ona itiraz etmedim. Haklıydı. Bunu ben de biliyordum. Kendimi kaybettiğimde sağlıklı düşünemeyip etrafıma zarar verebileceğimden korkuyordum. Birinin beni dizginlemesini istiyordum ve aynı zamanda da ailemi korumasını. Zira tek bir kayba bile tahammülüm kalmamıştı.
Başımı kaldırıp onun gözlerinin içine baktım. Gözleri titredi. Hiçbir şey söylemeden öylece uzun uzun seyretti gözlerimi. O an ben de aklımdakileri söylemekten geri durdum. Elalarında gezinmek ve yeşili ile kahverengisi arasında sıkışmak hafif bir rüzgârın esintisi gibi huzur bırakmıştı. Buna çok kapılmama izin vermeden titreyen sesimle, "Kardeşlerim Drach..." dedim ve elimden geldiğince güçlü kalmaya çalışarak konuşmamı bitirmeyi hedefledim. "Kardeşlerim çok küçükler." Özenle beni dinliyor ve her bir dediğime ilgiyle karşılık veriyordu. Ağzımdan çıkacak her bir sözü yerine getirecek gibiydi o an.
"Caleb hasta yatağındayken aklımda bir plan vardı. Hatta gerçekleştirmeye az kalmıştı. Sonra Caleb..." Derin bir nefes aldım. Bu gerçeği artık kendimi aşılamak zorundaydım. "Caleb öldü ve o an anladım. Bu plan henüz gerçekleşmeyecek kadar erken bir zamandayız. Önceliğim ailem ve kardeşlerim olmalı. Bu yüzden-"
Cümlelerimi yarıda kesen bir hareketlenmeyle Drach'in omuzlarının üzerinden gözüme kesilen hareketliliği izlemeye başladım. Drach birdenbire konuşmamı yarıda kesmemden dolayı merakla baktığım yere bakmaya başladı yönünü çevirerek.
Bir Bekçi koşarak Chris'in yanına geldi ve soluklanmaya başladı. Ellerini dizlerine götürüp eğilerek nefesini bıraktığında Chris ona döndü. Cenazedeki kimse onları fark etmiyordu. Chris, bekçinin omuzlarından tutup onu kalabalıktan uzaklaştırıp sakin bir köşeye götürdüğünde aniden Drach'in kolunu tutup onu önünde durduğumuz büyük ağacın arkasına sürükledim.
"Majesteleri?" diye itiraz etmeye kalkıştığı an onu engelledim.
"Soru sorma."
Ağacın arkasında saklandığımızda Chris tam da tahmin ettiğim gibi etrafına baktı. Kimseyi göremediğini anlayınca bekçiyle konuşmaya başladı. O an telaşla kulaklarımı ardına kadar açıp aramızdaki uzak mesafeye rağmen konuşmalarını rahat bir şekilde duymaya başladım.
"Odada düşürmüşsünüz Majesteleri." Bekçi adamın söylediklerine Chris kaşlarını çatarak yanıt verdikten sonra Bekçi, cebinden bir şey çıkarıp Chris' uzattı. Bekçilik özelliklerimi kullanıp gözlerimi kısarak elindeki şeyi görmeye çalıştım. Elinde bir yüzük duruyordu. Kaşlarım hafifçe çatılırken yüzüğün tanıdıklığıyla kalbimin atışının hızlandığını hissettim. Chris bir yüzüğe bir de karşısındaki adama şok içinde baktıktan sonra yüzüğü hızla adamın elinden kaptı ve yüzüğün mücevherli kısmını birden kaldırdı. Yüzük kutu şeklinde açılırken elindekinin bir zehir yüzüğü olduğunu anlamam çok sürmemişti.
Drach neler olduğunu anlamadı ve sadece izlemekle yetindi. Oysa benim aklımda bütün parçalar bir bir yerine oturmaya başlıyordu. Chris yüzüğü hızla cebine attı.
"Getirdiğin için teşekkür ederim. Sana borçlandım. Ne dilersin benden?"
Adam sinsice gülümsedi. "Şimdilik bir şey istemem Majesteleri." dedi ve imayla ekledi. "Fakat bu kral olduğunuzda istemeyeceğim anlamına gelmiyor, haberiniz olmasını isterim."
Adamın gülüşleri ve Chris'in rahatlayan suratına şok içinde bakakalmıştım. O yüzük... O yüzük o kadar tanıdıktı ki...
O an sesler yankılanmaya başladı zihnimde... Ve bir bir görüntüler gelmeye başladı gözümün önüne serilen perdeye...
"Seni küçük ucube! Bu kadar küçük olurken nasıl canımı acıtabilirsin? Eşyaların o kadar dağınık ki bir gün birinin ölümüne yol açacak benden söylemesi."
Caleb'ın yüz ifadesi belirdi o an gözümün önünde. Kıpkırmızı suratı ve fışkırırcasına sonuna kadar açtığı kahve gözleri... Yardım istediğini henüz yeni anladığım kahve gözleri...
"Annemin yüzüğü bu değil mi? O yapmıştı bunu. Sana yapmıştı. On sekizinci doğum gününde hediye etmişti. Şimdi hatırladım. Onu bazen çok özlüyorum. Her yerde o kadar çok izi var ki..."
Yüzüğü masaya geri bıraktığımda yüzünün düşüşü ve bilincinin gidip gelmesi... Ardından kendine gelmesi...
Caleb birden gözlerini yatağının karşısına dikti. Oraya bakmamı istiyor gibi gözlerini kocaman açtığında başımı çevirip duvarına baktım. Duvarında yine kraliçenin yaptığı bir tablo duruyordu. Hüzünle gülümsedim.
Tabloda bir panter duruyordu. Simsiyah bir panter güneşin doğuşuna karşılık oturmuştu bir uçurumun kenarında. Altından deniz akıyordu. Üzerinde gecenin son renkleri, biraz ilerisinde gündüzün ilk ışıkları duruyordu. Öyle güzel çizmiş ve boyamıştı ki... Kenarlarına çiçek eklemeyi ihmal etmeyip güller ekmişti tablosunun kenarına. Gözlerim dolu dolu Caleb'a döndüm. Gözleri kıpkırmızı ve kocamandı.
Gözlerimin önüne tek bir an geldi o an... Tek bir an...
"Sevgili oğlum Prens Chris için sizler de uygun görürseniz Panter Yüzüğünü takdim etmek isterim sevgili bekçilerim."
Yüzüme hücum eden kanın verdiği sıcaklığıyla terlemeye başladım. Ellerim bu sıcaklığın aksine buz gibiydi ve gözlerim bu harmanlanan ateşe rağmen gözyaşı doluydu. Nefesim acıdan öfkeye dönerken dizlerimin bağının çözülmesi ve ağacın kovuğunu tuttuğum ellerim, ağacın kovuğundan sürtünerek benimle birlikte dizlerimin üzerine çöküşünü takip ederken Drach endişeyle yanıma eğildi.
"Majesteleri! İyi misiniz?"
Ağacın kovuğundaki kabuklarını sertçe sıkarken Drach korkuyla beni izliyordu. Ben ise aklımın o anki çalışma hızına yetişmeye ve tüm bu şeyleri birleştirip ortak bir sonuca varmaya çalışıyordum.
"Şifacı? Şifacı çağırmamı ister misiniz?"
Sorduğu soruların hiçbirini kafama almadan aklımı toparlamaya devam ettim. O, başımda endişeyle çırpınırken ben yaşadığım ve düşündüğüm her şeyin ağırlığı altında eziliyordum. Aklımda beliren onca detay ve onca sonradan gördüğüm bilgi, içime bir pişmanlık bırakıyordu. Drach birden bütün düşüncelerimin arasında ayağa kalkıp birilerini çağırmaya gideceğinde aniden onun kolunu sertçe tuttum. Yönünü bana dönüp kızaran gözlerime endişeyle baktığında ben onun aksine sert ve öfkeyle bakıyordum.
"Tek bir kişiyi bile çağırırsan senin canını yakarım Bekçi." dedim boğazımdan gelen sesle. Drach'in kaşları anlamsızca çatıldı. O an kendime biraz olsun gelebilmişliğin verdiği bilinçle ağacın arkasından bir kez daha Chris'in olduğu tarafa baktım.
Yanındaki bekçiyi göndermiş uzaktan cenazeyi izliyordu. Yüzünde oldukça düz bir duygu vardı. Onun suratına baktıkça eskiden söylediği şeyler canlanıyordu aklımda.
"O hâlde o çok desteklediğin varisinin canına dikkat et." dedi Chris gerilen çenesiyle. "Çünkü kendisi büyük tehlikede olabilir. Halkın onu seven bir kesimi olduğu gibi ondan nefret eden bir kesimi daha var ve onlar onun tahta geçmemesi için elinden geleni yapacaktır."
"O hainler her kim olursa olsun... Kanımdan dahi olsa öyle büyük bir suikaste kalkıştığı an gözümü bile kırpmadan alırım onun canını. O yüzden bu konuda hiç endişen olmasın sevgili kardeşim."
"Ya o cellat kendi kanından olursa ve o celladı tıpkı söylediğin gibi öldürürsen? O zaman bunun cezası olarak ülkeden sürgün edilmek zorunda kalırsın. Çünkü hanedandan birini öldürmüş olursun."
"Eğer kanımdan biri bir diğer kanımdan birini öldürüp tahta geçmeye kalkarsa..." dedim oldukça emin bir ses tonuyla. "... ona o taht hayatını yaşatmak yerine sürgün edilmeyi yeğlerim."
Aylar evvel yaptığımız konuşmanın verdiği acı ve öfke damarlarıma akın ediyordu. Söylediği her şey nasıl bu denli korkunç ve gerçek olabilirdi? Şaka adı altında söylediği her şeyi nasıl gerçek olarak algılamış olabilirdi? O an son bir ses daha yankılandı zihnimde.
"Soytarı Prensin tek bir kardeşi var."
Gözlerimden süzülen yaşlar durduğunda tek kurbanın Caleb olmadığını ve sıranın ikizlere de geleceğini düşünerek heyecanla ayaklandım. Lakin ayaklanmamla durdurulmam bir olmuştu.
"Majesteleri!"
"O." diyebildim titreyen dudaklarımın arasından. Drach anlamazcasına yüzüme baktığımda kesilen nefesimi tutarak boğazımda biriken hıçkırıkları bastırdım. "O yaptı."
"Kim?" dedi Drach merakla. "Beni korkutuyorsunuz. Kim ne yaptı Majesteleri?"
"O yüzük odadaydı." diye kendi kendime konuşmaya başladım. Drach delirmişim gibi beni izlerken artık düşüncelerim öyle ağırdı ki hepsini sesli bir şekilde dışarı döküyordum. "Annemin yüzüğüyle yaptı. Annemin Caleb'a verdiği yüzükle yaptı." deyip ellerimi saçlarıma geçirdim. "Panter... Panter..." diye sayıkladım bu sefer. "Bana gösterdi. Bana zehirlendiğini en başta gösterdi. Ben anlamadım. Ben aptalım!"
Etrafımda deli gibi dönerken Drach bu sefer bütün bir kibarlığını kenarı bırakarak sertçe kolumdan tutup yanına asıldı.
"Ne anlatıyorsun sen Rosemarry?" dedi bütün bir saygı nizamını bir kenara atarak. "Bu anlattığın şeyler ne anlama geliyor?"
Durdum. Bakışlarım uzak bir noktaya daldığında aklımda beliren tek bir şey vardı... Az evvel Drach'e bahsettiğim planımın bir parçası olan o hazırladığım sandık ve içindeki parşömen.
Chris çok büyük bir oyun oynamıştı. Bütün bunlar bir oyundu. Bu cenaze, bu ölüm, bu koruma adı altında söylediği yalanlar. Çok büyük bir oyun kurmuştu ve oyununu oynamaya çoktan başlamıştı. Bu denli ileri gidebileceğini ve tüm bunların birer oyun olduğunu anlamam çok geç olmuştu. İçimdeki acının yerini intikam ve nefret duygusu sarıp sarmalarken artık bu oyununu daha da büyütmemek için planımı devreye geçirmeliydim. Bu bir oyunsa bu oyunu bozmalıydım. Zira oyunun ilk kurbanı Caleb olmuştu ve sıra ikizlerdeydi. Söylediği bütün sözler yalandan başka şey değildi.
Caleb'ı hasta yatağında annemizin yüzüğüyle zehirlemişti. Caleb o oku yedikten sonra iyileşmeye başlamış olmalıydı. Chris de bunu anlayıp onu zehirlemişti. Caleb ise hiçbir şey yapamamıştı. Son kalan gücüyle bana bir şeyler anlatmaya çalışırken de can vermişti.
Acıyla kapattığım gözlerim öfkeyle açıldığında Drach'in kolundan bir kez daha ayrıldım. Bütün bir dengem yitirmişti benliğini.
"Gece..." diye mırıldandım birden. Drach şaşkınlıkla bana bakarken az önceki delirdiğim halimi bir kenara fırlatıp başımı dikleştirerek ona baktım. "Gece kilere gel." dedim ve ekledim. "Plana başlıyoruz."
(Yazardan...)
Gecenin kol gezdiği odasında yapabildiği tek şeydi gözyaşı tutmaktı. Acısından ve keşkelerinden oluşan bir girdabın içinde boğuluyordu tüm bedeni, Prenses Rosemarry'nin... Elleri kasılan karnına gittiğinde yatağının ucundaki bedenini güç bela kaldırıp Ay ışığının onu ziyaret ettiği balkonuna adımlarını iletmeye başladı. Üzerindeki buz mavisi elbisesi ve koyu mavi peleriniyle Ay ışığına doğru ilerlemeye başladı.
İki büklüm bedeni birkaç adım atıyor ve üzerindeki ağırlık yüzünden duraksayıp dinleniyordu. Bir bedeni taşımak bile ağır gelmişti o an ruhuna... Önce halasının acısı, sonra annesi ve doğmamış kardeşinin acısı. En son da ağabeysinin acısı. Ve diğer ağabeysinin ailesine ihaneti...
Ölmek için doğan biriydi Prenses Rosemarry. Onun asıl ölümü diğer prensesler gibi bedeninin toprağın altına gömülmesi değil, ruhunun gömülmesi olduğunu o gün anlamıştı. Bir beden öldüğünde herkesin haberi olurken bir ruh öldüğünde kimsesin haberi olmadığı için sadece yalnızlığına sarıldı Prenses Rosemarry.
Balkonuna çıkarken kapısının hemen yanındaki duvara gitti bir eli ve oradan destek alarak bir kez daha soluklandı. Kısa zaman içinde yaşadığı her şey bir bir aklına geldiğinde kendinin yok olduğunu hissediyordu.
Defalarca kez ölüme mahkûm biri olarak anılması, çevresinin onu görmezden gelip her defasında onu aşağılaması, suikast girişimlerinde bulunması, yükümlü olduğu sorumluluklar ve bu sorumlulukları yerine getirmediği için babasıyla arasının bozulması, halası, annesi, ağabeysi, doğamayan kardeşi, Chris'in ihaneti...
Prenses Rosemarry gözündeki yaşlarla başını kaldırıp Ay’a baktı. Yüzündeki acıyı sildi Ay’ın ışığı. Yerine tek bir şey koydu. Öfke...
Prenses Rosemarry öfke dolu bir soluk aldığında iki büklüm olan bedeni birden dikleşti. Duvara yaslandığı elini bırakıp balkonuna doğru bir adım attı. Balkonunun zeminine serilen Ay’ın ışığı git gide daha da beyazladı o an. Ay’ın ışığında yürüyerek balkonunun ucunda durdu ve ellerini balkonunun mermer korkuluğuna dayayıp kralın şehrine baktı.
Gözlerinden akan son yaş parmağındaki karanlığın yüzüğünün tam da beyaz noktasına damladığında zihni hiç beklemediği bir anda onu uzun bir yolculuğa çıkardı. Etrafındaki Ay’ın beyaz ışığı onu eskilere götürdü.
Annesiyle olan o sıcacık anılarına gitti ilk önce...
"Hayat boş bir kitaptır Rosemarry."
"Her insanın kendi hayatı olduğunu varsayarsak herkesin kendine ait boş bir kitabı vardır."
"Yaşadıklarımızla doldururuz o kitabı. Benim kitabımın en güzel satırlarısın sen."
Prenses Dione ile konuştukları bir anda kayboldu akabinde.
"Göreceksin Rosemarry. Bu duvarları görüyorsun değil mi? Hepsi bir bir üzerine yıkılacak. İçerde duran ailen birer birer kopacak vazgeçecekler senden. En sonunda ne olacak biliyor musun? Yalnız kalacak ve o elinde tuttuğun kılıcını kendine saplayacaksın. Senin sonun halkın elinden olmayacak. Sen kendi kendini bitireceksin. Karanlığa öyle gömüleceksin ki... Parçaların Ardena'nın dört bir yanına savrulacak. Akıbetin tıpkı Kraliçe Marry gibi olacak. Belki Anastasia'nın elinden değil ama tıpkı onun kadar karanlık birinin elinden olacak. Kendinin."
Kral ile güzel bir şekilde muhabbet ettikleri bir başka an...
"Benim hırçın dalgalarında hayat bulduğum eşsiz denizim... Sana her geçen gün daha da hayran olmam bir büyü müdür yoksa kader midir?"
Caleb ile geçirdiği zamanlar...
"Benim tanıdığım Rosemarry başını eğmez."
"Bu hayatta bir tane kız kardeşim var. Ona da her şey feda."
Ve en sonunda bütün bir beyaz ışık etrafından süzülerek yok oldu. Prenses Rosemarry'nin zihni gece kadar karanlık bir boşluğa kapıldı bütün bir zihni. Ardından zihnine Chris ile olan anlar anıları canlanmaya başladı.
Prenses Rosemarry gözlerini açtığında bütün bu anı parçaları bitmiş ve zihnini terk etmişti. Tıpkı Ay’ın ışığı gibi. Ay ışığının önüne geçen kara bulutlara baktı Prenses Rosemarry. O kara bulutlara öfkeyle baktıktan sonra geriye doğru bir adım attı gözleri hâlâ bulutlarda gezerken. Çenesi gerilmiş bütün bir yüzü kasılmıştı. Aklında tek bir şey vardı ve onun için geç kaldığına dair artık bir şüphesi yoktu. Bu plan için herkes hazırdı.
Balkonundan büyük bir hırsla çıktıktan sonra masasının üzerinde duran sandığa ilerledi. Sandığa uzaktan uzunca bir süre baktıktan sonra gözlerini son kez yumup derin bir nefes aldı ve ardından uzanıp sandığı elleri arasına aldı. Başbekçi kilerde bekliyor olmalıydı. Bu sandığı ona vermeye artık hazırdı. Kuruyan dudakları arasından son sözler döküldü.
"Bitti Chris." dedi soğuk keskin bir sesle. "Sen de bittin, oyunun da bitti. Sıra bende." dedi ve ardından sandığı tutan sol elindeki yüzüğe baktı. Karanlığın Yüzüğü’ne ve üzerindeki beyaz noktaya baktı. "Acıyacağım biri değilsin artık."

*BÖLÜM 25: GERÇEK VARİS 20 ARALIK CUMA SAAT 18.00'da YAYINDA!
*ALINTI:
“Beni de mi öldürürsün? Ağabeyim Caleb gibi bana da mı kıyarsın?” dedim yüzüne doğru.
Sustu. Cevap vermedi ancak kararlıydım. Ne kadar ileri gidebileceğini görmek istedim. Ağabeyime yaptığını bana da yapabilecek kadar benden nefret ediyor mu görmek istedim.
“Durma. Yap hadi.” diye kışkırttım. Kolumu daha sıkı bir şekilde sıkmaya başladığında parmağımdaki yüzük yeniden tenimi yakmaya başladı. Ares yüzüğün içinde deliye dönmüş olmalıydı.
“Bak karşındayım.” dedim yüzüne dönerek. Yüzü kıpkırmızıydı. “Kemerinde kılıç, cebinde hançer, parmağında yüzük, elinin altında da boğazım duruyor. Hangisini seçeceksin?”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.6k Okunma |
763 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |