27. Bölüm
Düş Kuşu / ÇARESİZ KRAL (KARANLIĞIN YÜZÜĞÜ SERİSİ -1) / BÖLÜM 25: GERÇEK VARİS

BÖLÜM 25: GERÇEK VARİS

Düş Kuşu
duskusu_mona

 

 

 

 

 

 

 

BÖLÜM 25: GERÇEK VARİS

 

Ardımda yürüyen muhafızların adım ritimleri kalbimin ritimleriyle eşdeğerdi. Kapının önünde duran adımlarımla, muhafızların arkamdan gelmesi ve kapıyı iki taraflı bana açması bir olmuştu. Kapı açıldığı an tereddüt etmeden içeri girdim. Masanın başında oturan kızıl saçlı ufaklığı görünce kalbimle birlikte yüzümdeki gerginliğin de yumuşadığını hissettim. Dalmış gitmiş harıl harıl bir şeyler yapmakla meşguldü. Arkası dönüktü ve bütün algılarını dış dünyaya kapatmıştı.

Gözlerim odanın geri kalanında gezindi. Kimse yoktu. Sadece o vardı.

Derin bir solukla adımlarımı ona yaklaştırdım. Büyük kafası uğraştığı şeyi gizliyordu. Kıvırcık saçlarına daha fazla dayanamadan uzandım ve düzeltmeye çalıştım. Küçük ve bitkin bedeni ani bir irkilmeyle sıçradı. Kahverengi gözleri telaşla bu elin sahibine döndü ve yeşil gözlerimi görür görmez tuttuğu soluğu usulca verdi.

“Benim...” dedi cansız dudaklarımın arasından çıkan kısık ses. Dean bütün bir bedenini sandalyesine yaydı ve rahatladı. Gülümseyerek masasına çevirdim başımı. Kitapların arasında kurutulmuş çiçekleri önündeki camın üzerine diziyordu. Hüzünlü bir gülümsemeyle ellerim kurumuş çiçeklerin üzerinde gezindi. “Ne güzel yapmışsın.” diye mırıldandım.

“Bilirsin. Bu işte üzerime kimseyi tanıyamazlar.” dedi sahte bir kibirle. Sessizce güldükten sonra bir sandalye de kendime çekip yanına oturdum. Masaya dizdiği ve okumadığından emin olduğum kitaplara uzanıp sayfalarını çevirdim. Tam da düşündüğüm gibi kitapların her sayfasında bir çiçek türü vardı. Bazıları yeni koyulmuştu, yaprakları yumuşaktı. Bazıları ise kurumuştu.

Duygulu gözlerim sayfalara geçen çiçeklerin renklerinde gezindi. Ailemizde annemden sonra böyle şeylerle uğraşan tek kişiydi Dean. Çocukluğundan beri resim çizmeye, çiçekler ve kelebekler toplayıp kurutmaya bayılırdı. Camların arasına sıkıştırıp odasına asardı. Bazılarını ise saklardı ve bize hediye ederdi. Ellerim buruşmuş kitap sayfalarını okşadı sakince. Çiçekler kokularını ve renklerini elime armağan ederken gözlerimi Dean’a çevirdim. Uzun ince bir çubukla tuttuğu kurumuş çiçekleri camın üzerine diziyordu.

“Dünya üzerindeki bütün çiçekleri bulmaya kararlısın.” Çiçeğini camın üzerine koyduktan sonra hevesle kaldırdı başını ve kocaman gülümsedi. Ardından bu gülümseme hüzne dönüştü.

“Pek sayılmaz.” Kaşlarım merakla çatıldı.

“Neden?”

Dean bir süre önünde cama ve üzerindeki çiçeklere baktı. Ardından iç çekti. “Anastasia’nın gülünü bulmam imkânsız.”

Bakışlarım onun üzerinde sabit bir şekilde kaldı uzun bir süre. Elimdeki kitabı masaya bıraktığımda ikimiz de sessizliğimizi koruduk. Sessizliğimizin ardından konuyu değiştirmek adına başta bakmama rağmen yeniden odanın içine bakındım.

“Evan nerede?”

Dean masadaki kitaplardan birini eline aldı. “Eğitime gitti.” dedi ve ekledi. “Şimdi bana neden sen de gitmedin diye soracaksın değil mi?” sorusu gülümsetti. Gülümsememi görünce bundan cesaret aldı ve devam etti. “Bir süre çiçeklerim haricinde hiçbir şey yapmak istemiyorum Rose.” dedi kırgın bir şekilde. “Kendimi sadece bu masaya oturduğumda ve çiçeklerimin kokusunu aldığımda huzurlu ve iyileşmiş hissediyorum.”

Hiçbir şey söylemeden işiyle ilgilenmesini seyrettim. Onu zorlamak istemedim. Kolay zamanlardan geçmiyorduk. Herkes kendini toparlayabildiği yerlerdeydi. Tıpkı onun gibi.

Sayfaların arasından çıkardığı mor renkli bir çiçeği dikkatle camının üzerine yerleştirirken dikkatle onu seyrediyordum. Çiçeği özenle yerleştirirken kaşlarım çatıldı. Merakla sandalyemi masaya biraz daha yaklaştırdım. “Çok garip...” diye mırıldandım ve ekledim. “Daha önce böyle bir çiçek görmemiştim. Nereden buldun bunu?”

Dean gururla gülümsedi ve çiçeğini küçük cam çerçeveye yerleştirdikten sonra arkasına yaslandı. “Adını Amara koydum bu çiçeğin.” Gözlerim şaşkınlıkla ona döndü. Dean’ın gözleri doldu ve alt dudağı hafifçe titremeye başladı. Neler olduğunu anlayamamıştım. Tek yapabildiğim onu izlemek ve açıklamasını beklemekti. “Annemizin mezarının üzerinde açmıştı bu çiçek.” dedi titreyen sesiyle.

Ruhumun içimden çekildiği barizdi. İçimdeki duygunun adı da neydi? Ne zamandır içimde böyle bir duygu barınıyordu ve şimdi birdenbire ortaya çıkıyordu? Bir ismi yoktu... Ne acı ne hüzün ne neşe ne hasretti... Adı, rengi, kokusu... Hiçbir şeyi olmayan bu duygu bütün bir bedenime yayıldı o an. Ruhumu görünmez bir kafesin içine hapsetti sanki. Ruhum o kafesten çıkabilmek için birden güneşin ışıklarıyla, korkunun yarattığı o üşüme hissini indirgemişti. İçimde dönüp dolaşan duyguyu ancak böyle dökebiliyordum kelimelere. Hapis kalmış ruhun güneş ışığıyla tanışıp onu ısıtması.

Gözlerim önce çiçeğe dönüp baktı. Ardena’nın topraklarında açmış olduğuna inanamayacağımın kanıtıydı rengi, masumluğu... Ama o Ardena’nın topraklarında doğmuştu. Eşi, benzeri yoktu. O an aklımda hiç doğmamış olan kardeşim canlandı. Doğamadan ölen kardeşim bir çiçek olarak doğmuş olabilir miydi?

Koyu mor rengine takılan gözlerimi çekip Dean’a döndüm. Dean da tıpkı benim gibi çiçeğe dalıp gitmişti.

“Çok güzel değil mi sence de?” dedi ve ekledi. “Onu ilk bulduğumda koparıp koparmamayı çok düşündüm. Ama sonra içimdeki ses bana onu burada yalnız bırakmamam gerektiğini söyledi. Sanki yalnız bıraktığımda kimsesiz kalan bir bebek gibi orada ağlayacağını söyledi.” dediğinde içimde biriken duygular taşmak üzereydi. Merakla bana döndü ardından. “Abla...”

Gözlerimi yukarı çevirip yaşlarımı gizlemeye çalıştım. Başımı indirip ona baktığımda benden farksızdı. “Söyle...”

“Biz kardeşimizi hiç göremedik.” dedi ve durdu. Çiçeğe baktı bir daha. “Acaba bu çiçek o mu?”

Hiçbir tepki vermedim. Aynı şeyleri düşünüyordu benimle. Kafası karışıktı. Art arda gelen ölüm haberleri artık giderek bizi karanlığa gömmüştü.

Hızla kendimi toparladım ve sandalyemden ani bir hareketle ayaklanıp masasındaki dağınıklığı toparlamaya başladım. Dean meraklı bakışlarla beni seyrederken bir yandan masasını topluyor diğer yandan da kafamdaki enkazın arta kalanlarını aklımdan uzaklaştırmaya çalışıyordum. Masasını hızla toparladıktan sonra elimdeki kitaplarla birlikte Dean’a döndüm. “Bütün gece uyumadığın belli. Gözlerin şişmiş. Artık uyku vakti Dean.”

Dean durdu. Hiçbir şey söylemeden bir süre masanın üzerine baktı. Boş masanın tahtaları arasındaki izlerin derinliğinde buldu belki de kendi acısını. Belki de az evvel pencereden acı çığlıklarla uçan bir kuş anımsattı ona küllere dönüşse bile küllerinden doğan o eşsiz acıyı. Gözleri buldu gözlerimi bir müddet sonra. Acı her şeyiyle gözlerinden bir nehir gibi akmayı tercih etmişti anlaşılan. Bakışlarındaki o koyuluk, annemizin toprağının ona ettiği bir hediyesiydi. “Ya Caleb?” dedi titreyen dudakları birbirine çarpmadan duramazken. “O neden bıraktı bizi?” Dişlerimi sıktım sertçe. Gözlerimi acıyla kapatırken içimde fırtınaların en büyüğü kopuyordu. Kardeşlerimin anne acısı yetmezmiş gibi bir de kardeş acılarıyla kavrulmalarına karşılık bunun sorumlusunu bilsem bile böylece susup oturmak o an ağır gelmişti zayıf bedenime. Kendi içimde boğulurken Dean’ın çaresiz sesi açmama neden oldu gözlerimi. “Babam eskisi gibi güçlü değil abla. Bunu görebiliyorum. Herkes bizi öldürmek istiyor. Babam bu hâldeyken bizi kim koruyacak şimdi?”

Kırık dökük parçalar nasıl olurdu da sığamazdı içime? Adı üstünde... Hepsi kırık birer parça, toza dönüşmesi an meselesi olan acının kırık tuzla buz halleri. Oysa bir toz tanesi bile nasıl sığamazdı benliğime? Ruhum bir toz tanesini bile kaldıramayacaksa nasıl sığdıracaktım hasretin keskin ve buz gibi varlığını?

Dean’ın gözlerinde tek bir şey kaldı o an. Bütün bir acısı, hüznü yok olup gitmişti. En sonunda korkusuyla baş başa kalmış ve onun da zincirlerine daha fazla vurulmaktansa bana söylemek istemişti bu esareti. Bir esaretin keskin pençesi onu karanlığın en saf haline sürüklemişti.

İki adımda ulaştım yanında ve ellerimi usulca koydum yanaklarının kenarına. Gözlerinin tam içine baktım hiçbir beklenti içinde olmadan. Bu yaşta her şekilde onların üzerinde yükler atılmıştı. Bir abla olduğumu hatırladım o an. Her şeyden önce onların ablasıydım ben. Onların yükünü taşımalıydım. Altında ezilmelerine izin veremezdim. “Bize hiçbir şey olmayacak. Sana söz veriyorum. Lütfen... Dinlen biraz Dean.” dedim. Saçlarını okşayarak ondan uzaklaşmaya yeltenmiştim ki hışımla bir el tuttu kolumu. Merakla arkamı döndüğümde Dean gözyaşları içinde baktı bu kez yüzüme.

“Rose...” dedi acı dolu bir sesle. “Ben bir çiçeğe dönüşmek istemiyorum.”

Yüreğimin kırılan parçaları bu kez daha fazla içimde kalamadı. Gözlerimden ışıl ışıl akarken yüzümde gayri ihtiyari bir tebessümle Dean’ın kollarımın arasına aldım ve sıkıca sarıldım. Onu göğsüme bastırdığımda içinde deli gibi atan kalbini hissettiğimde içimdeki kırılan parçalar gözyaşlarımla birleşti ve ortaya öfke çıktı. Çok büyük, kontrolsüz ve yıkıcı bir öfke gözlerimden dışarı fışkırdı.

Dean’a sıkıca sarıldıktan sonra başına bir öpücük bıraktım ve ona baktım kendimden emin bir sözle. “Hayatımın üzerine yemin ederim,” dediğimde Dean’ın yutkunduğunu işittim. “Ne sana ne de Evan’a bir şey olmasına asla izin vermeyeceğim. Duydun mu beni?”

“Chris?” dedi kafa karışıklığı ile. “Ona da bir şey olmasına izin vermeyeceksin değil mi?”

Duraksadım. İçimdeki öfke her an dışarı taşacakken kendimi kontrol etmeyi başarıp tuttum ve sadece başımı sallamakla yetindim. Dean rahat bir nefes bıraktığında kendimi gülümsemeye zorladım. “Artık uyu. Gözlerin kurbağadan farksız olmuş. Kardeşimin kurbağaya dönüşmesini istemem.”

“Neden?” dedi Dean birden keyifli bir kıkırdamayla. “Yoksa beni öpüp yeniden insana çevirebilecek bir prenses bulamaz mısın?” Güldüm.

“Nereden duyuyorsun böyle hikayeleri?” deyip ellerimi saçlarına daldırıp karıştırdım. “Bu koca kafanın içinde daha neler var kim bilir?” Dean gülmeye başladı.

“Teşekkür ederim Rose.” dedi gülmesi bitince. Yüzündeki memnun ifade bir nebze olsun içimi ısıtmaya yetmişti. “İyi ki varsın ve iyi ki benim kız kardeşimsin.”

Ellerimin arasında kaybolan küçük ellerini sıkıca tutup öptüm ve kocaman gülümsedim. “Sen de benim.”

Küçük bedenini kucağıma aldım ve sırtını sıvazlayarak onu yatağına götürdüm. Kuş tüyü yatağına bitkin bedenini yerleştirdikten sonra son kez alnına uzun bir öpücük bıraktım. Dean yatağa girmesiyle rahatladı ve huzurla gözlerini kapattı. Onu rahatlamış bir hâlde gördükten sonra derin bir soluk bıraktım ve odasından sessizce çıktım.

Kendimi koridorda bulunca aklımla baş başa kaldım. Kardeşlerim acı çekiyordu. Kardeşlerim ölümden korkuyordu. Kardeşlerim çaresizlikten yalnızca olanı biteni izliyor ve günün sonunda kalan acılarıyla kendilerini aynı bu şekilde yataklarına bırakıyorlardı.

Öfkeli gözlerim koridorun ucundaki Kraliçe Marry’nin olduğu tabloda durdu. Bu sarayda bir katil vardı ve o katilin cezalandırılması gerekiyordu. Zamanında da bu sarayda bir katil vardı oysa kimse ona karşı gelemediği için sürekli başkaları tarafından övülen ve el üstünde tutulan bir katildi. Tam karşımdaki yeşil gözler ve tablonun eski olmasına karşın solan renklerinin arasında parlayan o sarı saçların sahibiydi bu katil... Kendi halkını sırf ona itaat etmedikleri için bir canavar gibi yok etmiş ve ardından halk tarafından el üstünde tutulmuştu. Şimdi yine aynı şeylerin yapılmasına izin veremezdim.

Kendinden emin adımlarım, Kraliçe Marry’nin tablosunun önünden sert adımlarla geçti ve tek bir yöne ilerledi. Kralın taht odasına...

Susmak yoktu. Susmak ölümden farksızdı. Ölüler susardı ve bilirdi her şeyi. Oysa ben yaşıyordum. Ölüler bildiklerini haykıramazken ben haykırabilirdim bildiklerimi. Caleb katilini biliyordu ancak ölü olduğu için kimseye duyuramıyordu sesini. Onun sesi olmalıydım. Onun kanını yerde bırakamazdım. Her ne kadar kardeşlerini zerre umursamayan bir ağabey olsa da ona yapılan bu caniliği susup yiyemezdim. Ağzımdan kan gelinceye kadar kusmalıydım bu gerçeği.

Adımlarım kralın taht odasının önünde durduğunda muhafızlarla göz göze geldik. Hiçbir şey söylemeden onları bile beklemeden kapıya doğru yöneldim ve kapıyı açıp içeri girdim. Odaya girdiğimde burnuma gelen hafif kokuyla gözlerimi sabırla kapattım ve nefesimi sakince vermeye çabaladım. O buradaydı... Kokusu bütün bir odayı kaplamıştı. Hiçbir şeyi bilmeyen bekçiler onu kokusundan tanıyordu. Ben ise ellerindeki kan kokusundan tanıyordum onu.

“Rosemarry?” dedi Chris odanın ortasında durmuş tahta bakan bedenini tamamen bana çevirerek. Kapının önünde duran bedenim kaskatı kesilmişken içimdeki öfkeyi daha fazla zapt edemiyordum. İçeri girmeden kapının önünden odanın içine bakındım. Kral yoktu.

“Kral yok mu?” diye sordum isteksizce. Chris yüzümdeki ciddi ve öfkeli ifadeyi görünce önce duraksayıp bir süre bana baktı. Sessizliğinin ardından sorumu anımsayıp anlayışla başını salladı olumsuz yönde.

“Hayır. Odasında uyuyor.” dedi Chris ve ekledi, “İkizler nerede?”

“Dean odasında. Evan eğitimde.” dedim duygusuz bir sesle ve bir kez daha üstünkörü bakındım odanın içerisine. İçeriden gelen ne bir ses ne de bir sıcaklık vardı. Doğru söylüyordu, kral burada yoktu.

Tam kapıyı kapatıp odadan çıkacaktım ki Chris’in sorusuyla durmak zorunda kaldım. “Bir sorun mu var?”

O an odaya girdiğimden beri ilk kez gözlerinin içine baktım ve imalı bir şekilde, “Babamla konuşacaktım.” dedim. Chris hafifçe yutkundu. Fark ettirmediğini düşündüğünden dolayı oldukça rahat bir görünüm sağlamaya çalışıyordu karşımda.

“Konu önemli değilse rahatsız etmemen daha iyi Rose. Sinirleri çok bozuk.” dedi olgun bir tavırla. İstemsizce tek kaşım havalandı. Chris ise bu tavrıma bir anlam veremiyordu. Daha düne kadar birbirlerine annelerinin ve kardeşlerinin mezarında sarılıp söz veren kız kardeşinin neden ona böyle davrandığını anlayamıyordu.

Gerilen çenemle kapının önündeki muhafızlara baktım ve başımla uzaklaşmalarını emrettim. Neyse ki emrime şaşırtıcı bir şekilde itaat ettiler ve uzaklaştılar. Büyük kapıyı ufak bir hareketle kapattıktan sonra odanın içine doğru ilerlemeye çalıştım. Chris bir yandan endişeli diğer yandan meraklı bakışlarla beni süzüyordu baştan aşağı. Ben ise sadece gözlerine bakıyordum. Sahiden o gözlerin içinde en ufak bir katil kalıntısı kaldıysa bile kendi gözlerimle görmek istiyordum.

Tam karşısında durduğumda Chris bir kez daha yutkundu ve o an oldukça rahat bir tavırla,

“Oğlunun katili hakkında konuşacaktım.” dedim.

Chris kaşlarını çatarak yüzüme baktığında gözlerinin içine bakmamı kesmememden dolayı panikle gözlerini kırpıştırmaya başladı. Boğazını temizleyip bakışlarını odanın içinde gezdirirken artık inanmıştım. Bu hareket ve tavırları bana bas bas ben yaptım diyordu.

“Katil mi? Okçuyu mu buldun?” diye sorduğunda hızlanan kalbimi işitti. İşitmesiyle gözlerini benden kaçırması bir oldu. Öfkemi sezmişti.

“Caleb’ın katili okçu değildi kardeşim.” dedim ve ekledim, “Haklısın, başta onun zehirli okuyla zehirlenmişti. Lakin onu öldüren zehir, okçunun attığı oktaki zehir değildi. Sonradan ona zorla içirilen bir zehirdi.” dedim üstüne basa basa.

Chris’in gözleri kızarmaya başladığında ellerindeki soğukluğu tenim bile hissediyordu. Keskin bekçilik özelliklerim teninin ısısını hissetmiş ve artık onun yolun sonunda olduğunu gözlerimle ona anlatmaya başlamıştı.

“N-ne demeye getiriyorsun?”

“Nasıl da sinmiş kanın kokusu ellerine...” derken alt dudağım titredi. Olanları hâlâ yediremiyordum. “Öyle ki kokusu artık seni rahatsız bile etmiyor, alışmışsın.”

Chris panikle bir adım geri çekildi. Şaşkın gözükmeye çalışıyordu oysa ben göreceğimi çoktan görmüştüm o gözlerde. Kaşlarını çatarak beni baştan aşağı süzdü bir kez daha. Ben ise ellerimi arkada birleştirip yalnızca gözlerine baktım.

“Rose!” dedi beni bastırmak için biraz daha yüksek bir sesle. “Sen beni neyle itham ediyorsun?” dedi sözlerimin iğrençliğiyle. İğrenç olan sözlerim değildi oysaki. İğrenç olan o’ydu...

“Caleb’ı sen öldürdün. Biliyorum.” dedim titreyen sesimle. Ağlamamak için direniyordum. Bütün bedenim tir tir titrese de öfkeyle suratına bakıyordum. “Onu annemizin Caleb’a hediye ettiği yüzükle öldürdün.” dediğimde Chris’in gözleri büyüdü. “Nasıl yapabildin sen bunu? Senin gözün ne ara bu kadar döndü Chris!” dedim en sonunda içimdeki öfkemi barındıramayarak. Arkada bağladığım ellerim çözüldüğünde artık tam anlamıyla biz yüzleşme yaşıyorduk. “Bir açıklama yap bana. Ağabeyimizi öldürecek kadar gözün nasıl kararabildi? Söz vermiştin.” dedim ve acıyla ekledim, “Kardeşlerini ne pahasına olursa olsun koruyacağına dair söz vermiştin! Böyle mi tutuyorsun sen sözünü?”

“Rose.” dedi Chris dolan gözleriyle. Oysa bu gözler artık eskisi gibi masum gelmiyordu. “Dinle.”

“Asıl sen beni dinle.” deyip bir adım öne çıktım ve dişlerimin arasından acıyla konuştum. “Ellerinde ağabeyimin kanı varken senin o tahtta söz sahibi olmana izin vereceğimi sanıyorsan yanılıyorsun Chris. O tahtta sana yer yok bundan sonra.”

Birden gözlerindeki o duygusallık yok oldu. Kahverengi gözleri sanki karanlığın içine hapsoldu. Bakışları bile değişti. Bir adım bana yaklaştığında çekinmedim ve dik durmaya devam ettim karşısında. Oysa Chris az önceki gibi kendini yediremez gibi bakmıyordu. Artık ciddi, öfkeli ve son derece hırslıydı.

“Buna sen mi karar veriyorsun?” dedi güçlü bir fısıltıyla. Nefesi yüzüme değdiğinde kanım daha da kaynadı.

“Karar veremem elbet ama engel olurum. Bir kardeş katilinin tahtta yeri yok.” dedim gözlerinin içine baka baka. Chris birden duraksadı. Kafasında bir şeyler düşünüp tarttığı belliydi. Birden benden bir adım uzaklaştı ve önce ellerime baktı. Sonra gözlerime... Kulaklarıma... Ne yapmaya çalıştığını çözemezken birden kaşları havalandı bir şey bulmuş gibi.

“Şimdi anlıyorum. Sen normal değilsin Rose.” dediğinde kaşlarımı çatarak ona baktım. Ne demeye çalıştığı konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu. “Sen hiçbir zaman normal değildin.” deyip başını iki yana salladı ve işaret parmağı havada odanın içinde tur atmaya başladı. Bir şeyler çözemeye çalışıyordu ancak bunu anlayamıyordum. Bana oyun oynayabileceğini düşündüm önce fakat sonraki sözleri beni olduğum yere çiviledi. “Başbekçi’yi yendiğin gün, kralın odaya geldiğini hepimizden önce işittiğin gün. Yüzüğü görmen. Sen normal bir Bekçi değilsin değil mi?” dedi etrafında dönmeyi bırakıp aniden bana dönerek. Yutkunduğumda kaşları çatık bir hâlde, “Senin duyuların bize nazaran daha güçlü. Sen o yüzden o gün Başbekçi’yi yendin.” dedi.

Chris yeni yeni farkına varıyordu bazı gerçeklerin... Onun bu cinayeti nasıl işlediğini bildiğimden şüphe duyması normaldi. Ancak her şeyi bu kadar hızlı çözebileceğini hiç düşünmemiştim. Yaptığım onca tuhaf ve göze garip şeyler bir araya gelince ortaya böyle bir sonuç çıkması normaldi. Kafama takılan kısım Chris’in bunca şeyi aklında tutup bunlardan bir çıkarım yapabilmesiydi. Dikkatliydi. Son derece kurnazdı ve bu bizden yıllarca sakladığı bir durumdu. Kendisini sürekli serseri, saf, çapkın biri olarak tanıtmış ve gerçek benliğini gizlemişti.

Yumruğumu sıktım ve parmaklarım arasındaki Karanlığın Yüzüğü’ne dokundum. Artık daha dikkatli atmalıydım adımlarımı. Zira karşımdaki kişiyi fazla hafife almıştım. Bu benim ilk hatam olmuştu.

Chris iki adımda yanıma gelerek şaşkınlıkla elime dokunduğunda elimi sertçe ondan çektim.

“Dokunma bana. Yoksa kırarım o elini.” dedim ve ondan bir adım uzaklaştım. Chris ise gözlerini ellerimden, gözlerimden, kulaklarımdan çekemiyordu. Daha önce hiçbir bekçinin bu denli keskin duyuları olmamıştı ve o da buna şaşırıyordu.

“Ona ne şüphe...” dedi Chris alayla karışık. “Nasıl oldu bu? Büyü mü yaptın sen kendine?”

“Ne büyüsü ne saçmalıyorsun sen?” diye çıkıştım sertçe. “Doğuştan beri böyleyim ben.”

“Niye bu zamana kadar sakladın öyleyse?” dedi Chris sorgularcasına. “Kim biliyor bu halini?”

“Sakladım çünkü cellatlarım bir hayli fazlaydı.” dedim sabırla. “Bunu öğrendiklerinde daha da fazla olacaklardı.”

“Babam biliyor mu?”

“Kimse bilmiyor Chris.” Sabrım giderek tükeniyordu. Kendimden konuyu uzaklaştırmak amacıyla daha büyük bir adımla karşısına geçtim. “Konumuz benim duyularım değil.”

“Sen bunca zamandır tahtta ağırlığını bu güçle mi koymayı düşünmüştün? Bu güce mi güvendin?” diyerek keskin güçlerimi aşağıladı. İşaret parmağımın yanmaya başlamasını hissetmemle kendimi tutmaya çabaladım.

“Tahta geçme hayalleri kurmadım hiçbir zaman.” dedim. Alnımdan sicim sicim ter akıyordu. Bu vahşi yaratık parmağımla birlikte bütün bir vücudumu yakıyordu. Öfkeli olması gereken kişi benken o da öfkeleniyor yetmezmiş gibi acısını benden çıkarıyordu.

“Yalan söyleme Rose. Sürekli benimle bu konu hakkında tartışıp durdun. Şimdi inkâr edemezsin.”

“Ciddi değildim onlarda aptal herif!” dedim hem acının verdiği hem de öfkenin alevlendirdiği sinirle. Chris bir adım geri çekildi. “Ancak şimdi ciddi olmaya yakınım. Zira artık karşımda ağabeyim yok. Bir katil var.”

“Krala gidip bunu mu söyleyecektin?” dedi birden. “Chris bir katil, Caleb’ı öldürdü. Senin sözüne karşılık benim sözüm Rose. İthamlarını inkâr ederim.” dedi ve sinir bozucu bir gülümsemeyle bana baktı.

Kanım giderek kaynıyordu. Öfkemin son damlalarındaydım ve her an patlamak için can atan biri vardı içimde. Bu varlık aynı zamanda parmağımda da vardı. Öyle öfkeli ve gözü dönmüş hissediyordum ki bütün bu sarayı bile yıkma fikri geçiyordu aklımdan. Bütün bir Ardena’yı ateşe verme fikirleri zihnimde kara bulutlar eşliğinde gezerken kendimi kaybediyor olduğumu fark ettim.

“Ve haksız yere tahta geçersin öyle mi?” dedim ve ekledim, “İşte tüm bunlara engel olmak için kral ile konuşacağım. İnanmaz mı, bir daha konuşurum. İnana kadar konuşurum. Caleb ölüm döşeğinde bile bana senin onu zehirlediğini anlatmaya çalıştı. Nasıl yaparsın bunu hâlâ aklım almıyor. Kardeşindi o senin Chris. Siz aynı sütü içtiniz, aynı şartlarda büyüdünüz, aynı kanı taşıdınız. Nasıl böyle bir şey yapabildin?” Sözlerimin sonuna doğru titreyen sesim Chris’in umurunda bile olmadı. Tek isteği arkasında duran tahttı ve hedefine adım adım ulaşıyordu.

“O bir kardeş miydi Rose? Sen bile onun gerçek yüzünü geç de olsa gördün. Benim çocukluğum Caleb’ın ölüm tehditleriyle geçti be!” diye bağırdı oda dolusu. “Ne anlatıyorsun sen bana?”

“O masum değildi elbet ama ölmeyi de hak etmiyordu Chris.” dediğimde Chris sinirle elini saçlarına geçirip asılmaya başladı. Gerçekten delirdiğini görebiliyordum o an. Bir deli gibi davranıyordu.

“Ben mi hak ediyordum Rose!” dedi arkasına bir hışım dönerek. Öfkeden kızarmış ve kendini kaybetmişti. “O herif beni öldürecekti.”

“Saçma sapan konuşmayı kes artık Chris!” dedim onun öfkesine karşılık kendi öfkemle. “Şimdi de savunman bu mu? O seni ne olursa olsun öldürmezdi. O senin gibi cani biri değildi.”

“Bilmiyorsun Rose.” dedi Chris en sonunda bitmiş gibi. Davranışlarına ve sözlerine anlam veremiyordum. Haklı mıydı haksız mıydı karar veremiyordum çünkü sözlerine inanmıyordum. Gözümden çekilen perde bana onun bir katil olduğunu bas bas bağırıyordu. Kardeşini öldüren bir katil olduğunu gösteriyor ve bunun haricinde kalan her şeyin bana birer yalandan ibaret olduğunu düşündürtüyordu. “Hiçbir şey bilmiyorsun. Sadece konuşuyorsun. Onu benden iyi kimse tanıyamaz. Ne annem ne babam ne sen ne de ikizler! Onu ben tanıdım sadece! Ben!” dedi göğsüne vurarak. “Hepimizin iyiliği için yaptım. Böyle olması gerekliydi ve böyle de oldu. Şimdi sesini kesip oturacaksın.”

“Sen ne yapacaksın?”

Nefes nefese kalmıştı. Nefesi düzenine girince delirmiş bir gülümsemeyle arkasındaki tahta döndü ve kollarını iki yana açtı. “Ben de tahtıma geçeceğim günü bekleyeceğim ve yepyeni bir düzen yaratacağım.”

“Bak sen. Planının tıkır tıkır işliyor desene.” dedim alayla. “Sonra ne yapacaksın Chris? Önce Dean’ı mı öldüreceksin yoksa Evan’ı mı?”

“Ne?” dedi Chris tahta bakan bedenini bana döndürerek. Gözlerindeki şaşkınlık o an beni de şaşırtmıştı. Nihai gayesi bu değil miydi?

“Sen tahta geçince diyorum.” dedim anlaması için tane tane. “Yeni tehditler çıkacak ya hani karşına. Onları da ortadan kaldıracaksın ya böyle.”

“Gerekirse.” dedi Chris. O an gözlerim irileşti. Kulaklarımın bana ihanet etmesini diledim. Bana ihanet edip duyduklarımı yanlış duymuş olmayı diledim. “Ama önce Saf Karanlığı bulacağım sevgili kardeşim. Zira bu savaş çok uzadı. İki krallığı da birbirine bağlayıp tahta ben geçeceğim. Sonra da Elçilik Krallığını yok edeceğim.”

Sözleri bitince bir süre bir sessizlik gezdi odanın içinde. Tuhaf tuhaf gözlerine bakarken birden sinir bozukluğuyla gülmeye başladım. Artık sinirlerim yıpranmıştı ve aklımın mantık doğrultusunda kullanamıyordum. Kendimden geçmiş gibi gülerken bir yandan da gözlerimden akan yaşları silmeye çalışıyordum. Ağlamamak için dirensem de bu mümkün olmuyordu.

Chris bana delirmişim gibi anlamsızca bakarken bir elimi karnıma götürdüm gülmekten çatlayacakmışım gibi. Ardından gözyaşlarıyla dolu olan gözlerimi ona diktim. “Özür dilerim, özür dilerim.” dedim ve gülmemi durdurmaya çalıştım. “Şahane bir plandı. Diğer kralların aklına nasıl gelemez bu!”

“Herkes aynı hayali kurdu ama kimse gerçekleştiremedi sevgili kardeşim.” dedi Chris. Sesindeki ciddi ve küstah ton gülmemi kesmişti. Kanım yeniden delicesine öfkeyle kaynarken dolu gözlerimi ondan hiç çekmedim. “Ancak ben gerçekleştireceğim. Gerçek bir kral olacağım.”

Yüzüne nefret dolu bir bakış attıktan sonra ona birkaç adım yaklaştım. Adımları izlerken ben gözlerini takip ettim. Gözlerindeki ürkeklik bunu yapamayacağını öylesine ele veriyordu ki... Adımlarım ona ilerlerken ciddi fakat alaycı bir şekilde “Gerçek bir kral.” dedim.

Adımlarım tam karşısında bitti. Chris’in dudak uçları yukarı kıvrıldı muzipçe.

“Bu zamana kadar tahta geçen hiçbir kral gerçek değildi.” dedi ve ellerini arkasında birleştirip göğsünü kabarttı. “Herkes savaşı geri püskürtmek ve savunmadan kalmaktan başka hiçbir şey yapmadı.”

“Sen mi yapacaksın tüm bunları?” diye sordum merakla. Hiç düşünmeden başını salladı. Sessizliğimi görünce dayanamadan konuşmaya başladı.

“Neden hâlâ inanmak istemiyorsun sevgili kardeşim?” diye sordu. Cevap vermedim ve öylece suratına baktım. “Nereden biliyorsun bir gün her iki krallığa da hükmedemeyeceğimi?”

“Kendini kandırıyorsun.” Sesimdeki iğrendirici ses tonu sinirine gitmiş. Yüzü gerildi. Bütün kasları bir bir kasılırken sakince tavrını izledim.

“Bana saygı duymayı öğreneceksin artık Rose.” dedi yüksek olmayan ancak otoriter bir sesle. “Karşında Kral İkinci Alaric’in varisi duruyor.” deyip gülümsedi. Parmaklarımdaki kanın daha da yakıcı derece kaynamasıyla öfkem yeniden saman alevine dönüştü.

“Bırak!” diye isyan ettim ve konuşmasına fırsat vermeden bağırmaya başladım. “Ben karşımda kimin durduğunu gayet iyi biliyorum. Karşımda kafasında uçuk hayalleriyle dolaşıp duran ve taht için kardeşini öldüren bir katil duruyor.”

“Saçmalamayı kes artık.” Benden daha yüksek bir şekilde çıktı sesi. Gözlerindeki kırmızı ince damarlar daha belirgin ve kalbi daha hızlı bir ritme evrilmişti. “Hiçbir hüküm yetkisi olmayan biri için kendine güvenin oldukça fazla.”

Kalbim tekledi. Öfkem öylesine güçlü ve yıkıcıydı ki zapt etmek ve irademi dizginlemek ilk defa o an zor gelmişti. “Senin ne gibi bir yetkin var peki Chris?” dedim dişlerimin arasından. “Kendini Anastasia ilan etmen ne gibi bir yetki doğurtuyor sana?” Gözleri anlamsızlaştı.

“Ne ima ediyorsun sen?” Rahatsız edici bir gülümseme yayıldı suratıma.

“Ben değil. Sen ediyorsun.” dedim ve ekledim. “İki krallığa da hükmetmekten bahsediyordun. Kendini fazla kaptırdığını düşünüyorum.”

“Neden olmasın? İki krallığa da hükmetmek Anastasia gibi cani biri tarafından yapıldıysa benim tarafımdan niye yapılmasın?” Histerik bir iç çekişle güldüm bu söylediğine. Kendini hayal alemine çoktan teslim etmişti. Etrafında dönen dünya onun için dönüyordu güya.

“Sen Anastasia değilsin.” dediğimde gözleri titredi. “Hiçbirimiz Anastasia değiliz.” diye ekledim ardından. Merakla kulaklarını kabarttı. “O bizden daha güçlü bir hükümdardı. Hepimizden daha zekiydi. Sahip olduğu gücü nasıl kullanacağını iyi biliyordu.”

“Ama suçluydu.” dedi sözlerime ilaveten. “Masum bekçilerin ve elçilerin canını aldı. İki krallığı da ateşe mahkûm etti. Bekçiler kraliyet soyundan olan bir prensesin ve bir kraliçenin canını aldı. Kural kitabımıza itaat etmedi. Her şeyden önce o bir melezdi.” Son sözü vurgulayarak söylemesi hiçbir anlam ifade etmiyordu. Melezlerin tehlikeli olduğu bilgeler tarafından kanıtlı bir şey bile değilken bunca zamana kadar melezler tehlikeli yaratıklar olarak öldürülmüşlerdi.

“Anastasia masum değildi.” dedim son söylediğini es geçerek. “Ama hiçbirimiz masum değiliz. Yaptığı şeyler elbette korkunç şeyler.”

“Kendi elleriyle bir tehlike yarattı.” dediğinde parmaklarımdaki yüzüğün alevi bir an olsun dindi. “O yüzük asırlardır bulunamıyor olabilir ama bulunmayacağı anlamına da gelmiyor. Ya o yüzük bulunursa? İki krallığın hatta bütün bir Dünya’nın yok olmasına göz mü yumacağız?”

Sustum. Gözlerim parmaklarıma gitmek istiyordu ama iradem onu durduruyordu. Herkes tarafından aranan yüzüğün ellerimde olması farkındalığını elbette biliyordum ancak birinin bunu yüzüme söylemesi garip gelmişti. Garip bir korku içimde gezindi. Sanki onu korumak için daha güçlü olmalıydım gibi hissediyordum. Çünkü onu isteyen çok fazla kişi vardı. Ve bütün bunların karşısında yalnızca ben vardım. Üstelik birbirinden farklı ve üstün güçleri vardı bu topluluğun. Benim ise elimdeki tek avantajım keskin duyularımdı ancak onlarla da bir yere kadar varabilirdim. Kendimi daha da geliştirmeliydim. Her ne kadar elimde yalnızca bir yüzüğün duruyor olması bana sıradan geliyor olabilirdi. Ancak bu olağanüstü bir durumdu ve bunun farkındalığı daha yeni yeni işleniyordu bilincime.

Bir tehlike altında olduğumun farkındaydım bu zamana kadar. Fakat tehlikenin büyüklüğünü hiçbir zaman aklımda hayal etmemiştim.

İki büyük krallık vardı karşımda. İki krallık karşısında on yedi yaşında bir kız çocuğu duruyordu.

Çok daha dikkatli ve akıllıca hareket etmeli ve Ares’i kaybetmemek için son nefesime kadar savaşmalıydım. Aksi takdirde Ares’i kaybetmem demek iki krallıktan birinin sonu demekti. Bir ırkın sonsuza kadar yok olması demekti.

Uzun bir sessizliğin ardından daha sakin bir sesle söze girdim.

“Ben onu söylemek istememiştim Chris. Anastasia biz kadınlar için kuralları çiğnedi. Biz bekçilerin hak ettikleri yüzükler için de savaştı. Amacı bize hak ettiğimizi vermekti. Sonra kendi gücünün girdabında boğulup gitti.”

“Ya geri dönerse?” Yutkundum. Geri dönme düşüncesi büyük bir felaketten ötesi değildi. Ares’i kaybetmem bir ırkın yok olmasına sebep olurdu. Anastasia'nın dönmesi ise her iki ırkın yok olması demekti. İkisi de birbirinden kötü sonuçlardı.

“Bu mümkün değil.” dedim kendimden emin bir sesle. Chris öne atıldı.

“Hiçbir şey masal değildi sevgili kardeşim. Çocukluğumuzdan beri bize anlatılan hiçbir şey masal değildi. Hepsi gerçekti. O kadın ve yarattığı tehlike geri döndüğünde kendimizi buna hazır etmeliyiz.” Yarattığı tehlike... Ares bir tehlikeydi...

“İki krallığa da hükmedince hazır mı olacağız?” diye çıkıştım dayanamayarak. “Asıl sen hayal dünyandan ayrıl ve o kafana şunu sok. Sen bir kılıç bile tutamazken tahta, üstüne üstlük iki krallığın da tahtın geçemezsin.”

“Güçlerimiz birleşecek. İki krallığa da hükmedeceğim ve güçlerimiz birleştiğinde ise yüzüğü aramaya başlayacağız. Daha fazlasını o gün gelince öğrenirsin.” Alayla gülümsedim.

“O gün gelmeyecek Chris.” dedim keskin sesim onun hayallerini delip geçerken. “Gelse bile o gün sen o güçle tıpkı Anastasia gibi o girdapta boğulup gideceksin. Hatta gözün öyle dönecek ki ağabeyim Caleb gibi bizim de canımızı alacaksın.”

Gerçekleri duymak onu afallatmıştı. Gözlerim önünde yıkılan irade ve özgüveni birer cam kırığı gibi etrafımıza saçılmıştı boş bakışlarından. Duvarların üzerindeki meşalelerden sinen yanık kokusu sanki kendi içimizin yanık kokusu gibi buram buram süzülüyordu etrafa. Arkasında kalan tahta baktım. O tahtta ellerinden kan akan birinin geçmesine asla izin vermeyecektim. Haince ve zalimce en çok da adaletsizce o basamakları çıkmasına göz yummayacaktım. Kendi kardeşinin ölümünün üzerine bir hakimiyet kurmasına asla müsaadem olmayacaktı. O bir katildi ve diğer tüm katiller gibi hak ettiği yerde olmalıydı. Hanedan kanı taşıması bir anlam ifade etmiyordu ve bu onu kurtaramazdı. Kurtaramayacaktı.

“Belli olmaz sevgili kardeşim.”

“Ne bu tahta ne de diğer tahta sahip olmana asla izin vermeyeceğim.” dedim ısrarla. “Senin gibi bir soytarıya iki değil bir taht bile fazla. Babam da kraliyetimizin yüz karası olduğunu anlayacak ve seni verasetinden menedecek. O da bir katilin tahta geçmesine asla müsaade etmez.” Chris’in gözlerindeki kızarıklık arttı. Bir adım yaklaşıp öfke dolu nefesiyle konuşmaya başladı.

“Sen benimle bu şekilde konuşamazsın. Haddini bil. Senin söylediklerinin ya da emirlerinin bir anlamı yok. Sen sadece bir prensessin.” Gözlerim irileşti. Beni istemediğim ve sevmediğim yerden vuruyordu. Aşağılayıcı tavırları sinir noktalarımın üzerindeki yerlerden başkası değildi. “Sarayında bütün gün boş boş gezen bir prensessin. Ama ben bir varisim.” Çenem sinirden titrerken haykırmak istedim ancak bu mümkün değildi. Sinirden ağlamak üzereydim ve onun karşısında ağlamak istemiyordum. Tek yapabildiğim şey fısıldayabilmekti.

“Sen koca bir yalansın.” diye fısıldadığımda işaret parmağını dudaklarına götürdü. Susmam için.

“Ağır ol Rose. Karşında tahtın yegâne varisi duruyor. Nasıl hâlâ böyle konuşabiliyorsun?”

“Karşımda bir katil duruyor.” dedim bıkmadan. Defalarca kez bunu söylemek istiyordum. Bunu haykırmak ve bunu herkesin duymasını istiyordum. “Karşımda hırslarına yenik düşen bir zavallı duruyor. Karşımda kendini bilmez ve utanmaz bir soytarı duruyor. Söylesene, nasıl aynı anda tüm bunlara sahip olabildin? Senin gibi güç aşığı olan ama ona asla sahip olamayan biri için bütün bunlar yorucu olmuş olmalı.”

Chris birden öfkeyle kolumu kavradı ve sıkmaya başladı. O an gözlerindeki öfkenin ne denli büyük olduğunu görebilmiştim. Elinde olsa beni bile öldürebilecek öfkeyi görebiliyordum. Bu öfke nasıl var olabilmişti? Bizden, ailesinden nasıl bu denli nefret edebilirdi. Bakışları yakıcı ve kalp kırıcıydı. Kendimi bir ahmak gibi hissediyordum.

“Bu ne cüret?” dedi öfkeyle dişlerinin arasından çıkan ses. Ses tonu bile o zamana kadar işitmediğim bir renge sahipti sanki. İçinde bambaşka birini yaşatıyordu. Bu ses tonuyla bile beni öldürebilirdi. Korkmamı beklemişti ancak bu korkutucu değildi. Bu şaşkınlıktı. Her zerreme kadar şaşkındım. “Bir daha bu sözleri duyarsam...” diye beni sarstığında hırpaladığı kollarının arasından ayrılmaya çalışarak çırpındım.

“Beni de mi öldürürsün? Ağabeyim Caleb gibi bana da mı kıyarsın?” dedim yüzüne doğru.

Sustu. Cevap vermedi ancak kararlıydım. Ne kadar ileri gidebileceğini görmek istedim. Ağabeyime yaptığını bana da yapabilecek kadar benden nefret ediyor mu görmek istedim.

“Durma. Yap hadi.” diye kışkırttım. Kolumu daha sıkı bir şekilde sıkmaya başladığında parmağımdaki yüzük yeniden tenimi yakmaya başladı. Ares yüzüğün içinde deliye dönmüş olmalıydı.

“Bak karşındayım.” dedim yüzüne dönerek. Yüzü kıpkırmızıydı. “Kemerinde kılıç, cebinde hançer, parmağında yüzük, elinin altında da boğazım duruyor. Hangisini seçeceksin?” dediğimde kendini zapt etmeye çalışıyor gibiydi. Ares daha da güçlü bir şekilde parmağımı yakmaya başladığında benim de yüzüm kızarmaya başlıyordu. İçeride gerçekten öfkeden delirmişti ve dışarı çıkmak istiyordu. Dışarı çıkıp Chris’e haddini bildirmek istiyordu ancak bunu yapamayacağımı da çok iyi biliyordu. Bunlara şahit olmasını istemediğimi fark ettim o an. Keşke onu odamda bıraksaydım.

“Kes sesini.” dedi soğuk bir nefesle Chris. Bu beni yalnızca gülümsetti.

“Hadi Chris. Bekliyorum.” dedim ve ekledim. “Daha önce de yaptın. Yabancı olmadığın bir his.”

“Sus.”

“Konu ne biliyor musun?” Chris soruma sessiz kaldı. Tam o anda çevik bir hareketle fiziki gücümü ortaya koyarak kolumu tutan elini sertçe sıktım. Chris anlık bir şokla elini kolumdan çekerken kurtulan elim cebimdeki hançere gitti. Hançeri cebimden çıkarıp elime kavradığım an diğer elimle güçlü bir şekilde hemen yanımızda olan duvara Chris’i ittim ve sağ kolumu boynuna götürüp onu duvarla kolum arasına sıkıştırdım. Sol elimdeki hançeri ise boynunun hemen altındaki teninin üzerine getirdim. Chris endişeli ve korku dolu bakışlarla beni izlerken ben oldukça kararlı bir şekilde ona baktım ve hançerin soğuk kısmını boynunun altında sıcak teninde gezdirdim. “Konu bu.” dedim gözlerimle onu işaret ederek. “Senin bir korkak olman.”

Chris dilini yutmuş gibiydi. Sesini çıkarmadan boynunun üzerinde gezdirdiğim hançeri seyrediyordu. Adem elması bir yukarı bir aşağı gidiyor ve kalbi kolumu altında bir dalga kadar güçlü bir şekilde atıyordu. Ares parmağımı yakmayı kestiğinde kendimi biraz daha rahatlamış hissettim.

“Oysa bak bana. Senin gibi bir korkağa benziyor muyum?” diye sordum sakin bir sesle. Chris sakin sesimden bile ürkmüştü. Sertçe yutkunduğunda verdiği nefesi koluma çarpıyordu.

“Dur artık Rose! Kendine gel.” dedi kısık bir sesle. O an güç bendeydi. Kontrol bendeydi. O ise az önceki sözlerini çoktan yutmuş ve kollarım arasında ürkek bir ceylana dönüşmüştü. Fiziki gücüme daha önce bu denli şahit olmadığı bakışlarından belliydi. Tek hamlede onu duvara sabitlememe şaşırmaya fırsatı bile olamamıştı. Zira buram buram korku kokuyordu.

“Beni korkutamazsın Chris.” dedim. Güç hala bendeydi. Bu kez ona emir verme sırası bendeydi. “Bana engel de olamazsın Chris. Sen bana hiçbir şey yapamazsın bundan sonra. Bu boş tehditlerini gidip korkak askerlerine savur. Çünkü ben onlar gibi değilim. Ne sana boyun eğerim ne de senin tehditlerine kulak veririm.”


Az önceki sözlerinden korkmamı bekleyen Chris şimdi benim sözlerimden korkuyordu. Alnından akan terler yüzünü yıkamıştı. Ben ise oldukça rahat bir şekilde onu kontrolüm altına almış ve onunla hiç görmediği yüzümü tanıştırıyordum. Zira bu zamana kadar gösterişli elbiseler ve hanımefendi tavırlarımdan başka şeye şahit olmayan erkek kardeşim bugün vahşi halimle karşılaşıyordu. Bugün ikimiz de birbirimizle yeniden tanışmıştık adeta.

“Çek şunu artık!” dedi acı bir inlemeyle Chris. Boğazının altında gezen hançerim durdu. Son kez gözlerinin içine dik dik baktıktan sonra sertçe çektim kolumu ondan. Chris hemen ellerini boğazının üzerine ellerini götürdü ve derin derin nefesler aldı. Aramızdaki mesafeyi bir adım bırakarak ondan uzaklaştım. O ise kendine gelmeye çalışıyordu. Büyük bir şok ve korku yaşamıştı. Nefes nefese elleri boynunda kan çanağına dönen gözleriyle beni süzüyordu.

“Beni rahat bırakacaksın. Yoksa yapabileceklerimden ben bile sorumlu olmam.” dedim. Chris bir süre daha kendine gelmeye çalıştı. Ardından duruşunu dikleştirdi ve serseri bir gülümsemeyle bana baktı. Kaşlarımı çattım. Hâlâ gülüyor muydu? Bunca olan şeyin karşısında...

“Yapabileceklerin mi? Tanrı aşkına Rose, hangi yapabileceklerinden bahsediyorsun sen?” dedi birden. “Ne tahta geçebilmen için bir şansın var ne de yüzük sahibi olman için bir ihtimal var. Ne gücünden bahsediyorsun sen? Tahtı mı elimden alacaksın?”

“Kim bilebilir?” dediğimde daha da keyiflendi ve gülmesini devam ettirdi.

“Çocukluğundan beri taht için savaşıp şu an karşımda bomboş durman gözlerimin önüne geldikçe kendimi tutamadım. Kusura bakma sevgili kardeşim.” Sözleri artık canımı yakmıyordu. Öfkelendirmiyordu. Zira az evvel görmüştüm gözündeki endişeyi ve korkuyu. Artık korkusunun üzerine bir perde gibi serdiği bu boş laflar beni etkilemiyordu.

Kendimden emin bir şekilde önce elimde olmadan parmağımdaki yüzüğü çevirdim ve onunla oynadım. Ağır adımlarla yeniden ona yaklaştım. Chris merakla ve hafif bir tedirginlikle beni seyretti. Sağ elimdeki hançeri sertçe kavradım ve havaya kaldırım Chris’in sağına doğru çapraz bir şekilde hançeri sert kayaya sapladım. Chris kendini koruma güdüsüyle ellerini yüzüne kapatıp benden geri çekildiğinde duvara yaslandı. Hemen sağına sapladığım hançere kaydı gözleri. Sağ kolum yeniden boğazının üstüne serilirken bu kez gözleri boğazında değildi. Hemen yanına saplanan hançere büyük bir yutkunmayla baktı ve şok içinde bana döndü.

“Sana bu zamana kadar taht için savaştığımı söyleyen kim Chris?” dedim soğuk bir sesle. Chris ürperdi. Hemen yanı başına saplana hançerden gözlerini çekemiyordu. Kafasında o hançerin kendi kafasına saplandığını hayal ettiğinden emindim. “Eğer bir gün gerçekten taht için savaşırsam o gün ve bugün arasındaki farkı anlarsın. Sana tavsiyem o gün geldiğinde Ardena’dan benim haberim bile olmadan gitmen. Çünkü tahta geçtiğimde bir kardeş katilini kendi topraklarımda, kendi ülkemde barındıracağımı sanıyorsan yanılıyorsun.” dediğimde Chris korkudan gözlerini bile kırpmadı. Nefesini tutuyor ve kocaman yuvarlak gözleriyle bana bakıyordu. Hançeri yavaşça bıraktım. Hançer duvarda kalırken geriye doğru adımladım ve gözlerimle duvarı yaran hançeri işaret ettim. “Bu burada kalsın. Söylediklerimi unutmaman için korkunun iyi bir hatırlatıcı olduğunu düşünüyorum.”

Chris bir heykel gibi orada kaldı. Bir süre hareket etmesini bekledim oysa kıpırdamadı bile. Umursamadan arkamı döndüm ve taht odasından çıktım.

Kendimi sarayın kapısının önünde buldum. Aylak adımlarım beni buraya getirmişti. Ruhum daha fazla sığmıyordu bu duvarlar arasına. Dışarı her zaman beni çağırıyor gibiydi. Bu kan sızan duvarlar ruhumu çürütmekten başka bir işe yaramıyordu.

Merdivenleri yavaş yavaş inip bahçeye indim. İdmanda olan kadın bekçilere kaydı önce gözlerim. Ardından bahçenin diğer tarafında kalan taşıyıcı erkek bekçilere... Aralarında görmeyi beklediğim bir yüz vardı ancak göremiyordum.

Bahçenin her bir noktasına dikkatle baktıktan sonra pes edip hiçbir şeyi umursamadan sarayın kapısına doğru ilerlemeye başladım. Siyah pelerinimin başlığını kafamdan geçirdiğim sırada havada olan elim bir başka el tarafından tutuldu. Merakla arkamı döndüğümde nihayetinde o görmeyi umduğum yüzle karşılaştım ve hüzünle gülümsedim.

“Nereye bakalım Sarı Kafa?” Başlığımı başıma geçirdikten sonra pelerinimin içini açıp içindeki silahları gösterdim. Marlon muzip bir sırıtmayla üzerimdeki silahlara baktı ve dudaklarını büzüp “Bensiz?” dedi. Gülümseyerek ona sarayın kapısını gösterdim.

“Avın tadı sensiz çıkmıyor Marlon. Biliyorsun.”

“Hak verdiğim nadir anlardan birindeyim şu an.” dedi ve büyük bir özgüvenle kendi pelerinini giymeye başladı. “Yüzüğümle ilk avım olacak desene.”

“Onunla tanışmak isterim.” deyip gülümsedim. Marlon gözleriyle yolu işaret etti.

“Öyleyse gidelim.”

*** 

Ağaçların gür ve devasa yapraklarından cansızca sızan Güneş ışığı giderek kayboluyordu. Havanın kararmaya başladığını ve günün bittiğini bize gösteren bu görüntüyle elimde çevirdiğim hançeri durdurup adımlarımı sabitledim. Marlon biraz ilerimde büyük bir dikkatle sınırı işitmeye çalışıyordu. Sınırda bir hareketlilik yoktu ve geldiğimizden beri orman terk edilmiş gibiydi. Nöbetçi Bekçilere de rastlamamıştık. Bu sessizliğin iyi mi kötü mü olduğunu anlayamıyorduk.

Farkında olmadan hançeri bir kez daha elimde çevirmeye başladığımda aklıma sabah Chris ile olan an gelmişti. Onu duvara yaslayıp yanı başına duvara sapladığım hançer gözümün önünde canlandığında iç çektim ve hançeri elimde çevirmeyi bırakıp sertçe yanımdaki ağaca sapladım. Marlon endişeyle arkasını dönüp benimle göz göze geldi. Şaşkın gözleri benden yavaşça ayrıldı ve ağacın üzerindeki yeşil zümrüt işlemeli hançere kaydı. Kaşları çatıldı.

“Her şey yolunda mı Rose?”

Tepki vermeden orada öylece durup sabahki konuşmalarımız aklımdan gelip geçiyordu. Marlon bütün bir işini bırakıp yavaş adımlarla bana yaklaştığında histerik olarak bir adım uzaklaştım. Marlon artık tam anlamıyla endişelenmişti.

“İyiyim.” diye mırıldandım. “Daha iyiyim, av iyi geldi.” deyip kendimi teselli ediyordum oysa Marlon dediklerimi anlamıyordu.

“Rose...” dedi ve duraksadı. “Korkutuyorsun.”

“Ben de korkuyorum.” dediğimde ağaca saplanan hançeri tutan ellerim halsizce yere düştü. Nefesim bana yetmeyecek gibi boğazıma düğümlenmişti. Marlon bana doğru temkinli bir şekilde yaklaşmayı denedi.

“Korkma Rose.” dedi sakin bir şekilde. “Ben senin yanındayım. İzin vermem sana bir şey yapmalarına.”

“Bana bir şey yapmaları umurumda değil.” dedim ve ekledim. “Bana bir söz verir misin Marlon?”

Marlon kafa karışıklığı ile bana baktı. “Ne için?”

“Kardeşlerim...” dedim gözlerinin içine bakarak. “Evan ve Dean.” Vurgumdan bir şeyler anlamasını beklemiştim oysa o hala suskun ve şaşkındı. “Eğer bana bir şey olursa onları ne pahasına olursa olsun koruyacağına dair bana yemin et.”

Marlon, “Rose sen ne anlatıyorsun?” dedi ve sonunda “Bana anlatmadığın şeyler var. Neler oluyor?” diye merakla bana yöneldi. Oysa onu dinlemiyordum. Aklımdaki dökmekle meşguldüm.

“Yüzüğün de var artık. Koruyucu bekçilerdensin. Eskisine göre daha güçlüdür. Başbekçi ile de aran iyi. Onunla bir olup Evan ve Dean’ı koruyun. Sizden başka güvenebileceğim kimsem kalmadı Marlon.” Çaresiz gözlerime değen korku ilk kez bu denli ele geçirmişti beni. Onun korkusuyla sarmalandı bütün bedenim. Onun korkusu beni korkumla sarıldı. Onun gözleri benim gözlerimin en derininde yatan o acıyı gördü ve bu acı ona büyük bir şok etkisi yarattı.

“Chris bir şey yaptı.” dediğinde artık her şey için çok geçti. Zira gücüm artık kalmamıştı. “Chris kötü bir şey yaptı. Sen o yüzden bu kadar korkuyorsun. Ya da baban mı?” dediğinde yerde duran bir kütüğün üzerine oturdum güçsüzce.

“Sadece yemin et bana. Lütfen.”

Gözlerindeki endişe bir bulut gibi süzüldü belki de... Suskundu. Kafasındakileri tartıyor bir yandan neyi kastettiğimi anlamlandırmaya çalışıyordu. Keskin nane kokusunu içime çeke çeke kendimi zapt etmeye çalıştım. Kendimi sakin tutmaya ve aklımdakileri birden karmakarışık bir şekilde dökmemeye çabaladım.

“Yemin ederim Rose.” dedi kendinden emin sesi. “Canım pahasına korurum onları. Ama sadece Başbekçi’yle değil. Seninle de... Hep birlikte koruyacağız çünkü sana bir şey olmayacak.” Gözlerine minnetle baktım. O benim bu Dünya’da verdiğim tek doğru karardı. Dostumdu... O benim tek gerçek dostumdu. Birkaç küçük adım atıp karşımda dikilmeye başladı. Sert ve soğuktan çatlayan büyük elleri her iki omzuma da şefkatle yerleşti ve yüzündeki gülümse bir nebze olsun yüzümü gülümsetmeye yetti. İçime verdiği bu sarhoş huzur öyle güzel hissettiriyordu ki... Gözleriyle dindirdi adeta kayalıkları parçalayacak kadar güçlü olan denizimin dalgalarını. “Söyle şimdi bana. Neler oluyor?”

“İyi şeyler olmuyor Marlon.” dedim dolu gözlerim ondayken. Kendimi saklamadım. Kendimi saklayarak kaybetmiştim zira kendimi. Artık neysem o gibi oluyordum. İçimden ağlamak geliyordu ve ben ağlıyordum. “Büyük bir oyunun içindeymişiz yıllardır.” Marlon özenle söylediklerimi dinleyip birleştirmeye çalışıyor ve yeni şeyler duymayı merakla bekliyordu oysa o kadar karışıktım ki... İçim öyle düğümlerle bastırılmış bir öfkenin üzerine sığınmıştı ki... Ne bir söz ne bir düşünce. Hiçbir şey yoktu zihnimde. İçimde parçalan birkaç cümle geliyordu dudaklarıma oysa bazıları ya çıkıyordu bazıları ise kayboluveriyordu. “Bunu anlamam uzun zaman aldı. Kanlı bir oyunun pençesinde yaşıyormuşuz meğer.” dediğimde bakışları üzerimde donakaldı. Kaşları hafifçe çatıldı.

“Bu da ne demek?”

“Tek bilmen gereken şey babamın veraseti Chris’e vermemesi gerektiği Marlon.” dedim acı içinde. Marlon’ın bakışları ilk kez normal bir şekle büründü. Anlıyor olmalıydı. Bakışları bir noktaya kilitlendi ve kafasındakileri birleştirmeye başladı. “Tek başıma diyara bunu nasıl açıklarım ya da onları nasıl ikna ederim bilmiyorum. Ama buna engel olmak zorundayım. Zira bu kanlı oyunu başlatan o.” deyip başımı yere eğdim ve gözyaşlarımı akıttım. Zararsız gözyaşlarım toprağın üzerindeki bir gülün üstüne aktı ve oraya yerleşti. Hafif bir esinti gülün kokusunu keskin burnumun ucuna taşıdı ve içim bir kez daha acıya büründü. Kendimi her şey tarafından her yere hapsedilmiş gibi hissediyordum. Etrafım bana bir duvar örmüş orada ölmemi bekliyor gibiydi.

“Rowan...” diye acı bir fısıltı çıktı Marlon’un dudaklarından. Bu acı fısıltı bir çığlık olduğundan bihaberdi oysaki...

“Evet.” Nefesimi bıraktım. Gülün acı kokusu tek nefeste terk etti bedenimi, zihnimi... Güller... Beyaz güller... Kırmızı güller... Sarı güller... Güller... Gül bahçeleri... Hepsinde görüyordum biricik annemi. Ve hepsinde hatırlıyordum bir kez daha onu özlediğimi. Ve yine hatırlıyordum ona verdiğim sözleri... Başımı kaldırdım bunun bilinciyle. “Sıra Evan veya Dean’da olabilir Marlon. Onları korumak zorundayım. Annemin emaneti onlar bana. Onları koruyup kralın verasetini onlardan birine vermesini sağlamalıyım.” dedim titreyen sesimle. Marlon şokunu atlatamıyordu. Gözleri aynı noktada bambaşka bir evrene sürüklenmiş bedeni ise burada kalakalmıştı. İnanmak istemiyordu belki de... Ya da yakıştıramıyordu.

“Rose bu anlattıkların...” deyip durdu. Daha fazla gidemedi cümlesi. Kaldı öylece içinde. Ben ise emindim. Duyduklarıma ve gördüklerime her zerrelerine kadar emindim. Kardeşimin böyle iğrenç bir oyun hazırladığından emindim. Onun büyük bir kumar oynadığına ve eninde sonunda kaybeden kişi olacağından emindim.

“Korkunç ve imkânsız. Farkındayım.” dedim ve ekledim. “Ama yapmak zorundayım Marlon. İmkânsızı zorlamak zorundayım. Kralın verasetini Caleb’a vereceği kesindi. Ancak şimdi Caleb yok. Chris’e vermesi muhtemel ancak ben ona vereceğini düşünmüyorum. Kralın hiçbir zaman Chris’e o gözle bakmadığını biliyorum. Fakat Evan ve Dean’a da o gözle bakmadığını biliyorum. Sırf yaşları küçük diye verasetini ikizlere de vermeyebilir.” Ellerimi başıma götürüp bir süre orada beklettim. Bütün bunlar başımdan aşağı bedenime doğru bir baskıya neden oluyordu. Dizlerimi güçsüzce kıvırıp kendimi yere bıraktım. Sert ve ıslak toprağın üzerine oturup başımı avuçlarımın arasına aldım. Daha fazla dayanabilir miyim bunca şeye? Ya da çözebilir miydim her şeyi? Koruyabilir miydim kardeşlerimi? Tutabilir miydim anneme verdiğim sözleri? “Kafam çok karışık.” dudaklarımın arasından çıkan fısıltı beraberinde küçük bir hıçkırığa dönüştü. Marlon hıçkırığımı duyar duymaz dizleri üzerine çöküp ellerini dizlerime yerleştirdi ve başımı kaldırıp gözlerime baktı.

“Önce sakin ol Rose. Kardeşlerini kaybetme korkusuyla yanıp tutuşmuşsun. Ama bu haldeyken mantıklı kararlar veremiyorsun. Önce sakinleşmelisin.” dedi ve kollarımı sıvazladı. Önüme biriken saçlarımı bir kenara çekip başımı havaya kaldırdım. Haklıydı. Karışık kafayla gidebildiğim tek yer ağabeyimin yeri olurdu. Kendimi toparlamadı ve mantıklı kararlar vermeliydim.

Marlon bir süre başımda durdu.

“Kral bu zamana kadar varisini yalnızca Caleb olarak gördü. Caleb’ı buna hazırladı. Çocukluğundan beri ona hep kral gözüyle baktı ve kral olarak yetiştirdi. Hiçbirimize ona verdiği kadar büyük bir değer vermedi. Şimdi ise yokluğunu kabul edemiyor, yokluğuna inanamıyor. Bunca yıldır elleriyle büyüttüğü varisinin kayboluşunu çaresizce gömüyor içine.”

“Kral için daha da kötü bir kayıp olmalı.”

“Öyle. Şimdi ise yerine kimi geçireceğine dair düşünüyor olmalı. Ancak kendisi öyle bir dönemde ki mantığı ile duygularının tamamen birbirine karıştığı bir yokuştan yukarı çıkmaya çalışıyor. O yüzden korkuyorum. Bu yokuştan çıkarken karışan aklıyla yanlış kararlar verip o yokuştan aşağı bizim üzere büyük kayalar düşürmesinden ve bizim de altında ezilmemizden korkuyorum.” Başımı kaldırıp endişeyle Marlon’a baktım. “Chris’in tahta geçmesi bizim felaketimiz olacak Marlon.”

“Eğer Rowan’a bunu yaptıysa size de yapmaktan çekinmez Rose. Çünkü Rowan ile sizin aranızda hiçbir fark yok. O Chris için bir tehditti. Siz de öylesiniz.”

“Ben değil.” dedim başımı iki yana sallayarak. “Ama kardeşlerim onun için büyük tehdit. Eğer kral verasetini şimdiden devretmezse yakın zamanda Rowan’ın başına gelen şey Evan ve Dean’ın da başına gelecek. Ve Chris amacına ulaşacak.”

“Hâlâ inanamıyorum. Chris’i yıllardır tanırım ve asla böyle biri olduğunu düşünmemiştim. Tahmin bile edemezdim. Taht onun umurunda bile değildi ki. Keyfine bakan etrafta sorun çıkaran yaramaz bir çocuktu o.” Marlon inanamaz bir şekilde aklıyla tartışıyordu. Ben de ondan farksız değildim. Gözlerim boşluğa daldığında dudaklarımı araladım güçsüzce.

“Bize göstermek istediği hali buymuş. Ancak şimdi gerçek yüzüyle yüzleşiyoruz. Daha ilk Prenses Dione ile birlikte anlaştıklarını fark ettiğim zaman anlamalıydım amacını.”

“Kral ile konuşsan Rose?” dedi birden umutla Marlon. Bu beni onun aksine heyecanlandırmamıştı bile. “Anlatsan her şeyi? Rowan’ın asıl katilini?”

“Bana inanmaz Marlon.” dedim anında ve ekledim. “Son zamanlarda halihazırda aramız iyi değildi. Beni isyankâr biri gibi görüyor. Oğlunun bir katil olduğunu ona söylesem benden vazgeçeceğine eminim.”

“Sanmıyorum Rose. Baban o senin...” dedi cesaret verircesine. Oysa bu bile artık ama yabancı geliyordu. “Rowan’dan sonra en düşkün olduğu evladı sensin.”

“Artık değil.” dedim acı bir tebessümle. “Çok şey oldu Marlon. Aramıza denizler, kıtalar, soğuk rüzgârlar girdi. Ben ona çok ağır şeyler söyledim o da benden kurtulmak için beni evliliğe zorladı. Her şey karşılıklı çatışmalarımızla böyle bir hale dönüştü.”

“Rose... Baban sana kıyamaz. Sen onun en kıymetlisisin. Tek kızısın. Sana verdiği değeri görmüyor musun? Yıllarca seni korumak için hayatını adadı. Seni sürekli isyan çıkaran bekçilerine karşı korudu. Sana uzanan elleri bir bir kırıp attı. Hanedanınızda hangi kral kızını bu denli korudu düşünsene. Hiçbiri kızlarını umursamadı ve onların ölümüne mâni olmadı. Kızları doğdukları an vazgeçti onlardan. Ancak kralımız...” dedi ve bütün bunları hatırlamam için bir süre verdi sanki bana. Aklımda bunları hatırlamam için küçük bir süre. “Kralımız öyle yapmadı Rose. Seni ne pahasına olursa olsun korudu, sakındı. O sana kıyamaz.”

“Bilmiyorum Marlon. Aramızın eskisi gibi olduğunu düşünmüyorum.”

“Ama hâlâ bağlarınız duruyor olmalı Rose. Baba-kız bağı öyle kolay kolay kopmaz, öyle değil mi?”

“Öyle.” deyip umutla gülümsedim. Öyle güzel konuşuyordu ki bana iyi geliyordu. “Bu söylediklerin şu an öyle iyi geldi ki Marlon...”

“Sen en zor zamanlarımda yanımdaydın Rose. Kayıp kardeşimi bulmama yardım ettin. Hayattan vazgeçmiş annemi hayata yeniden döndürdün. O gaddar babamın gazabından kurtardın bizi. Himayen altına aldın. Sen bana hep iyi geldin güzel dostum, ben de bunun için senin yanındayım. Her zaman.”

Duygusal gözlerim onun üzerinde dolandı. Tuhaf bir hikâyemiz vardı onunla ancak bu hikâyenin sonunda biz dosttuk. Olması gerektiği gibiydik... Kardeştik...

“Bunları bir karşılığı olsun diye yapmadım Marlon. Sen benim çocukluğumdan beri en yakın dostumsun. Dosttan öte kardeşimsin. Ve inan bana ben hâlâ senin için her şeyi yapmaya hazırım.”

“Biliyorum.” dedi Marlon minnet dolu bir gülümsemeyle. İkimiz de birbirimiz için her şeyi yapabileceğimizi en iyi şekilde biliyorduk. “Ve bunu ben de yapmaya hazırım. O yüzden sen ne söylersen söyle bu benim emrimdir. Chris'in bunu yaptığını söylediğinde nasıl anladığını bile sormadım sana, çünkü biliyorum. Sen bir şeyi tam anlamıyla bilmeden harekete geçmezsin. Ve söylediğinin arkasındasındır. Bu yüzden sana güveniyorum. Prens Chris bir katilse onun tahta geçmemesi ve kardeşlerine zarar vermemesi için elimden geleni yapacağım.”

“İyi ki varsın.” Kendimi tutamadan ona kocaman sarıldım ve kendime bastırdım. “Sana sahip olduğum için çok şanslıyım.”

“Ben de sana Sarı Kafa.” dedi ve saçlarıma ufak bir öpücük bırakıp benden uzaklaştı. Benden uzaklaştığı an yüzündeki anlamsız çatık kaşları görünce başımı yana eğdim.

“Ne oldu?”

“Bu Başbekçi...” dediğinde duraksadım. “Son zamanlarda sizi çok yan yana görüyorum. Şimdi de ona güvendiğini söylüyorsun.” dedi ve muzipçe gülümsedi. “Acaba diyorum onu da mı bir anlatsan?”

“Neyi anlatayım Marlon. Başbekçi işte. Krala en yakın olan kişi.” dedim ve ekledim. “Ondan başka kimin gücü kardeşlerime yetebilir?”

“Haklısın. Ama sanki...” dedi ve kollarını havaya kaldırıp esnedi. “Daha fazlası varmış gibi geliyor.”

“Daha fazlası yok Marlon. Çıkar ilişkisi için yanımda. Hepsi bu.” diyerek kestirip attım. Ona saf karanlıktan hiç bahsetmemiştim ve bütün bu karmaşıklığın arasında bahsetmeyi de düşünmüyordum. Biraz zaman geçmeliydi. Her şey durgun bir su gibi dinginleşmeliydi. O vakit ona saf karanlığı ve Drach ile olan bu çıkar ilişkisinin aslında saf karanlığa dayalı olduğundan bahsedecektim.

“Sen öyle diyorsan öyle olsun bakalım.” deyip çapkın bir gülümsemeyle ayağa kalktığında ona sinirle baktım. “Hava karardı. Dönsek mi artık?”

“Ne o korktun mu?” dedim keyifli bir sesle. Marlon bana dönüp baktı.

“Neyden?” diye sorduğunda o an içime bir ürperti gelmişti. Korkudan kaynaklı değildi bu ürperti. Sahip olduğum şeyin varlığıydı.

“Karanlıktan?”

Araya sessizlik girdiğinde Marlon bir süre şaşkın şaşkın bana baktı. “Sen iyi misin Rose? Karanlıktan neden korkayım?” diye sorduğunda bir kez daha gülümsedim.

“Bu dediğini sakın unutma.” dedim ve imalı bir şekilde oturduğum yerden ayaklandım. Marlon kafası karışık bir şekilde beni seyrederken ona kasabayı işaret ettim. “Hadi, dönmüyor muyuz?”

“Dönelim bakalım. Sende bir hâl var ama çözemedim.”

“Çok yakında anlayacaksın Marlon.” dedim gizemli bir sesle. Marlon ürkeceğine gülüyordu. Delirdiğimi düşünüyordu. “Çok gizemli ve merak uyandırıcı bir şekilde söyledim neden gülüyorsun?” diye bozularak ona döndüm. Marlon ise gülmeye devam ediyordu.

“Senden hiç beklemediğim tavırlar. Beni bir kurbağaya çevirmeyeceksin değil mi?” dedi ve ekledi. “Ormanın ortasında çirkin bir sincapla kurbağaya dönüşmüş bir halde kalmak istemiyoru-” dediğinde gözleri bir noktaya takılı kaldı. Neler olduğunu anlayamadan merakla ona döndüğümde yüzük takılı olan elime bakıyordu. O an çekinerek ellerimi pelerinin arkasına saklamaya çalıştım.

“Ne değişik bir yüzük.” diye mırıldandı Marlon. “Daha önce görmemiştim bunu. Hediye mi geldi?”

“Hançerim!”

“Ne?” Marlon’ın şaşkın sesi ormanda yankılandığında endişeli gözükmeye çalıştım.

“Hançerim ağacın gövdesinde kaldı.” dedim telaşla ve birkaç telaşlı adımla ondan uzaklaşmaya başladım. “Onu oradan alıp gelmem lazım. Nöbetçilerden biri görürse buraya geldiğimi anlarlar.”

“Kaç bakalım.”

*** 

Çok vakit geçmeden üzerimize gökyüzü gibi dizilen yeşil yapraklardan kurtulmuş ve en sonunda kralın topraklarına doğru yol olmaya başlamıştık. Etrafımızdaki birkaç çalı, ağaç ve kayalık haricinde burada yaşayan yalnızca hayvanlar duruyordu. Marlon ile güzel ve eğlenceli bir sohbet yürütürken kralın topraklarına girmemizle ikimizin de sesinin kesilmesi bir oldu. Marlon endişeyle elini önüme siper ederek bir adım öne çıktı ve kasabayı dinledi. O dinlerken ben de ona eşlik ettim ve kasabayı dinlemeye başladım. Oysa tek bir ses bile yoktu. Ne evlerin içinden de dışından tek bir adım sesi bile yoktu. Kalp atışı duyamıyordum. Burada bir şeyler oluyordu.

“Bu bekçiler nerede? Kasaba bomboş.” dedi Marlon en sonunda ve tereddütle kasabanın içine doğru adımlamaya başladı. Gözleri etrafa bakıp bir şeyler arıyordu. Ondan farksızdım. Her bir noktaya çok dikkatli bir şekilde bakıyordum. “Kalp atışı işitebiliyor musun hiç?” diye sordu Marlon. Onların duyuları kalp atışlarını ayırt edemiyordu. Ben ise rahatlıkla edebilmeme rağmen şu an hiçbir kalp atışı işitemiyordum.

“Hayır. Bu durum hiç iyi gözükmüyor.” diye mırıldandığımda birden kafamın içinde ritimli bir şekilde bir ses duyuldu. Bir kalp atışı sesi. Birileri vardı. “Bir kişinin kalp atışını işitebiliyorum.” dedim ve sesin geldiği noktaya yönümü çevirdim. “Bu taraftan.”

Gösterdiğim yöne doğru ilerlerken Marlon şaşkınlıkla olan biteni seyrediyordu. “Biz ormandayken elçiler krallığa saldırmamışlardır değil mi?” diye bana sorduğunda buna imkân vermemiş gibi başımı anında iki yana salladım.

“Sanmıyorum. Öyle bir şey olsaydı sınırdan geldiklerini görürdük. Sabahtan beri ikimiz sınırdaydık.” dedim. Marlon bir kez daha tahminde bulundu.

“Belki de kuzeyden gelmişlerdir. Kalelerin oradan.”

“Kuzeyden bu kadar kısa sürede krallığa inip saldırıp gitmiş olamazlar Marlon. Kuzeyden gelmeleri uzun zaman alıyor üstüne kasabaya inip istila etmeleri neredeyse iki gün sürer.” Marlon biraz daha düşündü. Aklına hiçbir şey gelmeyince de sesli bir şekilde nefesini dışarı bıraktı.

“Öyleyse nerede bu millet?”

“İşte orada.” Adımlarım durduğunda yaşlı bir kadının evinin önündeki erzakları evine taşıdığını gördük ikimiz de. Hemen pelerinimi yüzüme kapattım ve Marlon’a döndüm. “Çağırıp konuşsana onunla.”

“Tamam. Sen başını eğ. Tanımasınlar.” Komutuyla başımı yere eğdim. Marlon Ağır adımlarla kadına yaklaşırken ben olduğum yerden kımıldamadan kulaklarımı iyice açtım. “Bakar mısınız?”

“Buyurun.” dedi yaşlı kadın elindeki erzakları taşımayı bırakarak.

“Biz nöbetçi bekçileriz.” dedi Marlon beni de işaret ederek ve ekledi. “Sınırdan geliyoruz. Haberimiz dışında bir şey mi oldu? Krallık bomboş.”

“Ah... Saraya gittiler.” dedi yaşlı kadın belini tutarak. Onca şeyi taşımaktan beli ağrımış olmalıydı. “Kral verasetini devretmek için bütün krallığı yeni varisimize sadakat yemini ettirmek için çağırdı. Size duyurusu gelmemiş miydi?” dedi kadın ve duraksayıp düşündü. “Aslında sınıra da haber göndermiş olmalılardı. Duymamanız garip olmuş.”

Bakışlarım istemsizce Marlon’a çevrildi. Marlon da aynı şekilde bana. İçimden o kadar çok şey geçiyordu ki. Geç kaldım diyebiliyordum en sonunda kendime. Geç kaldım.

“Bize haber gelmedi.” dedi Marlon afallamış bir şekilde.

“Anladım. Öyleyse siz de gidin. Yemininizi edin. Bu önemli vazifemizi yerine getirin bir an önce.” dedi yaşlı kadın gülümseyerek. Oysa onun aksine biz şok ve korku içindeydik.

“Anladım. Teşekkür ederiz.”

Marlon ağır adımlarla yanıma gelip beni belimden tutarak kadının yanından duyamayacağı şekilde uzaklaştırmaya çalışırken adım atan ben değildim o an. Bedenim tamamen benden ayrılmış gibiydi. Adım attığımın hatta düşünebildiğimin bile farkında değildim. “Marlon.” dedim sadece dehşet içinde.

“Rose... Sakin ol.” Marlon hemen karşıma geçip suratımdaki peçeyi kaldırdı ve yüzümü avuçları arasına alıp sakinleştirmeye çalıştı. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi.

“Biz... Biz çok geç kaldık.” Nefesim bile yetmiyordu o an. Bu sözler bu güçsüz nefesle nasıl çıkıp ulaşıyordu karşıya?

“Geç değil Rose. Yürü hadi yetişebiliriz!” dedi Marlon ve elimden tutup koşmaya başladı. Bir süre olayın farkına varamadığım için ona ayak uydursam da sonrasında bilincimin yerine gelmesiyle onu sertçe tutup durdurdum.

“Böyle nasıl yetişeceğiz Marlon!” diye isyan ettiğimde Marlon telaşla etrafına bakındı. Bir evin yanında bağlı olan atlara yöneldi bakışları. Dört tane at vardı. Marlon bir anda o atlara yönelince hayretle onu seyrediyordum.

“Haklısın. Şurada atlar var. Gel.”

“Saçmalama! Atları çalacak mıyız?” diye sorduğumda çoktan bir atın ipini çözmüş diğerine geçmişti.

“Sence bunu sorgulamanın sırası mı Rose? Ayrıca ödünç alıyoruz.” dedi ve diğer atın da ipini çözüp iplerini bana uzattı. O an mantığım bedenimi terk etti ve uzattığı dizginleri elime alıp tek hamlede ata bindim ve dizginleri var gücümle asıldım.

At hızla dört nala koşarken Marlon da hemen arkamdaydı. Kasabanın içinden rüzgâr gibi eserek geçerken tek bir şey diliyordum. O da aklımdakinin gerçek olmamasıydı.

Bir kez daha dizginleri sertçe vurdum. At hırçınlaşarak daha hızlı koşmaya başladı. Marlon artık arkamda kalmıştı. Gözlerime dolan hava gözlerimi yakıp görüş alanımı kısıtlasa da buna önem vermedim. Elimden hiçbir şey gelmeden bütün bunların olmasına izin veremezdim. Chris’in o tahta geçmesi için halkın ona yemin etmesini önlemeliydim. Bunu nasıl yapabileceğimi bilmiyordum. Ne söyleyeceğimi, babamı nasıl ikna edeceğimi her şeyden önce beni öldürmek isteyen bir halkı nasıl ikna edeceğimi hiç bilmiyordum. Sadece oraya gidip bir şekilde buna engel olmalıydım. Her ne olursa olsun buna engel olmak zorundaydım. Aksi takdirde sevgili ağabeyim Caleb’ın başına gelen ikizlerin de başına gelmiş olacaktı.

“Bunun olmasına izin veremem. Yapma baba...” dedim titreyen sesimle. “Yalvarırım yapma... Lütfen yapmamış ol.”

Atın hızıyla gözlerime dolan hava artık yaş olarak akmaya başlamıştı. Elimin tersiyle yaşlarımı sildikten sonra dişlerimi sertçe sıkıp bir kez daha dizginleri sertçe asıldım ve var gücümle bağırdım. At kendini kaybetmiş gibi büyük bir hınç ve öfkeyle ilerliyordu ancak bana bu bile yeterli değildi.

Kısa olmayan ancak uzun da sürmeyen yolculuktan sonra nihayet sarayın kalelerini görmeye başladığımda derin bir nefes aldım. Arkama döndürdüm bakışlarımı çok kısa bir süreliğine. Marlon bana yetişmişti. Saraya giderek yaklaşıyorduk. Geçide varmak üzereydik.

Atın yönünü tamamen saraya çevirdikten sonra son kez dizginleri asıldım. Dizginleri asıldığım an kulaklarımın titrediğini hissettim. Oysa rüzgârın ve suratıma çarpan havanın uğultusundan sesi kestiremiyordum. At büyük bir hızla giderken birden onu durdurdum. Onu durdurmamla öne hafifçe savrulmam bir oldu. Marlon şaşkınlıkla beni birkaç adım geçti ve o da atını durdurdu. Atını durdururken çıkardığı tozlar gözüme dolduğu sırada kulağım bir kez daha titredi ve o an kanım dondu. Zira o ana kadar duymak istemediğim ne varsa duymaya başladım.

Buradaydık... Saraya yakın değildik. Uzak da değildik. Saraya varmamıza birkaç dakika vardı. Ancak duyuyordum. Bahçeden gelen o çığlık ve şenlikvari sesler... Havada uçuşan yeminler... Tekrar tekrar sorulan sorulara verilen yeminler... Yeminler...

Dehşet içinde başımı kaldırdığımda Marlon suratıma bakarak her şeyi anladı. Önce dili tutuldu. Hiçbir şey söyleyemedi. O duymasa bile benim duyduğum şeyi anladı ve kocaman iri gözleriyle bana baktı.

“Duydun mu?” diye sordu Marlon hayal kırıklığıyla.

Hiçbir şey söylemeden kesik nefesler alarak attan indim ve kendimi yere bıraktım. Dizlerimin üzerine çöktüğümde kafamın içinde hâlâ aynı sesler dönüyordu. Sarayın bahçesinden gelen kimine göre zafer nidaları kimine göre ise ölüm çanlarını andıracak o sesler yankılanıyordu zihnimde. Ellerimi başıma götürdüm ve sessizce nefesler alıp kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Geç kalmıştım. Her şey için... Her şey için ben geç kalmıştım.

Gözlerimden birer damla aktı toprağa. Toprak suyla kavuşunca can bulmaz mıydı hep? Niçin şimdi gözlerimden akan yaş can olmuyordu toprağa? Niçin zehirliyordu onu? Birer damla daha aktı ve o an bütün bir toprak bile bana tek bir şey haykırdı. Gözyaşlarıyla dolan topraklar ölmeye mahkûmdu. Chris’in kraldan verasetini alması da bu topraklara daha çok gözyaşı dökecekti ve toprak üzerindeki bulunduklarıyla tümüyle zehirlenecekti.

Başımı kaldırıp sarayın kulelerine baktım. Bir kutlama vardı. Bir yemin töreni oluyordu. Birileri bir katili tahta çıkarıyor ve bunu kutluyordu. Birileri kardeşini öldüren bir haine yeminler ediyor ona kul, köle olmayı kabul ediyorlardı.

Birileri yanlış yapıyor ve bu yanlışlarını bağırarak, haykırarak kutluyordu. Oraya gidip bunun yanlış olduğunu söylemek bile uyandırmayacaktı onları uykularından. Bir kere içmişlerdi yanlışın şerbetini. Artık sonsuza kadar o şerbete bağımlı olacaklardı. Doğruyu göstermeye çalışan herkesi de ihanetçi olarak suçlayacaklardı.

“Burada bitemez.” diye mırıldandım kendimden geçmiş gibi. Veraset verilmişti. İş işten geçmişti. Kral öldükten sonra yerine geçecek kişiyi seçmiş üstüne bir de yemin ettirmişti. Geri dönmek zordu. Ama geri dönmek için bir seçenek hâlâ duruyordu. “İzin vermeyeceğim.” dedim dişlerimin arasından ve sol elimi yumruk yaparak karanlığın yüzüğüne dokundum. “İzin vermeyeceğiz.”

*** 

“Çıkın.” Etrafımdaki muhafızları sert bir şekilde ittirerek ilerledim. “Derhâl!” Sesimin yüksekliği sarayın duvarlarında yankılanırken bu umurumda bile olmadı. Chris’in odasının önündeki muhafızları dinlemeden kapısını çalmadan açtım ve içeri girdim. Odanın ortasında duran Chris keyifli bir gülümseme ile başındaki tacıyla ağır hareketlerle bana döndü. Ben ise onun aksine çıldırmış gibi ona bakıyordum. “Sen ne yaptığını sanıyorsun?” dedim nefret dolu bir sesle ve kapıyı sertçe kapatıp odasının içine girdim.

“Sakin ol Rose.” dedi sakin ve sinir bozucu bir sesle. Yüksek sesle konuşmaya devam ettim.

“Babamın verasetini sana vermesi hiçbir şeyi değiştirmez. Senin o tahta çıkmana asla göz yummayacağım.” dediğimde keyifli bir kahkaha attı. Etrafına baktı. Delirmiş gibiydi. Varis seçilmesi bile onu şimdiden bu denli değiştirebilmişti.

“Ne yapacaksın peki Rose? Tahta sen mi geçeceksin?” dedi ve kaşlarını küçümser bir tavırla çattı. O an kanımın damarlarımdan taştığını ve kendilerine yeni bir yol seçtiklerini, o yola aktıklarını hissettim. O yol hırstı. Beni hırs yaptırmaya zorluyordu ve bunu başarıyordu.

“Gerekirse.” dedim gözümü bile kırpmadan. Yüzünde iğneleyici bir tavır belirdi ve rahatsız edici bir gülümsemeyle yüzüme doğru eğilip çeneme elini koydu. Sertçe yüzümü ondan uzaklaştırdığımda kıyamaz gibi alt dudağını yukarı çekti ve bana acırmış gibi baktı.

“Çocukluğundan beri bunun hayalini kurduğunu biliyorum. İmkânsız olduğunu bile bile bu zamana kadar zorladığına tanık oldum zira.” Sözleri beni kışkırtmaya yönelikti. Bunun farkındaydım. Etrafımdaki sesler, etrafımdaki insanlar, etrafımdaki yargıları bir kenara attım o an. Duymalarını istedim. Herkesin benim de kralın kanından olduğumu duymasını, bilmesini ve hatırlamasını istedim. Chris’e doğru bir adım attığımda sabahki yaptığım hamle yüzünden benden bir adım çekinerek uzaklaştı.

“Tahta geçmek benim de hakkım. Bir kraliçe olarak tahta geçmeyeceksem bu taşıdığım kanın ne önemi var?” dediğimde Chris birden duraksadı. Yüzüme baktı uzun uzun. Hareketleri tuhaflaştığında gerilerek ondan uzaklaştım oysa o bunu umursamadı bile. Direkt gözlerime bakıyordu. Yüzümü inceliyordu uzun uzun. Suratındaki o ima ve alaycı tavır gitmiş tamamen korkunç ve gizemli bir sessizliğe dönüşmüştü.

Bir süre sessizce yüzümü inceledikten sonra sonunda gözlerini benden çekti ve bu kez penceresine doğru ilerledi. Dışarıyı seyretmeye başladı ve ellerini arkasında birleştirdi. Sessizce onu izliyordum sadece. Ne yapıyordu, ne yapmaya çalışıyordu? Bu hareketlerinin sebebi neydi?

Sert bir nefes çekti içine. Ardından camındaki yansımadan bana baktı.

“Ya o kanı taşımıyorsan?” dedi kısık ve korkutucu sesi.

Ayaklarımın altında duran zeminin sallandığını hissettim. Ellerim cansız bedenin elleriymiş gibi yere sarktı. Gözlerim ağır ağır aralanıyor ve etrafındaki bunca şeyin; renklerin, nesnelerin, seslerin, şekillerin ayırdını etmeye çalışıyordu. Bunların gerçekliği aklımda sorgulanırken Chris’in söylediği şeyin gerçekliğini sorgulayamamıştım bile. Zira aklıma girdiği gibi kaybolmuştu sözleri. O sözler bana ulaştığı gibi kalın bir duvara çarpıp etrafa savrulmuş gibiydi.

“Ne?” gibi bir ses çıktı dudaklarımın arasından. Chris bedeninin bir kısmını bana çevirdi ve bana baktı. Algılarımı yitiren bana baktı uzun uzun. Anlama yetimi kaybetmiş gibiydim.

“Ya o kanı taşımıyorsan?” diye tekrar etti sanki daha önce de söylememiş gibi. Sesi net ve bir o kadar da ciddiydi. “O zaman ne yapacaksın Rose?”

Durdum. Aklıma eskiler geliyordu... Eskiden yaptığım onca şey... Eskiden birlikte oynadığım insanlar... Beni öldürmek için kaçtığım bekçiler... Ailem... Bana çizilen kurallar sınırlar...

Bunca şey... Bunca şey koca bir yalandan mı ibaretti?

Dehşetle kaldırdım gözlerimi ve onun kahverengi gözlerine baktım. Gözlerim... Gözlerim, saçlarım, yüzüm... Bunlar yıllarca bana Kraliçe Marry ile bir tutulduğum özelliklerimdi. Bunlar da mı yalandı? Beni kandırıyordu. Böyle bir şeyin olma ihtimali bile yoktu. Saçmaydı. Baştan aşağı koca bir saçmalıktı bu söyledikleri.

“Sana inanmıyorum. Her zamanki gibi yalan söylüyorsun.” diye çıkıştığımda benim aksime çok beklemeden rahat bir tavırla yanıtladı.

“Gözlerini aç artık Rose. Bu zamana kadar sana tahta geçmenin imkânsız olduğunu söylememin nedeni, senin bir prenses olman mı? O kurallar elbet başka bir kral tarafından değiştirilebilirdi.” Sertçe yutkundum. Gözlerimin ve yüzümün kızardığına emindim. Dudaklarım titremeye başladı.

“Ne ima ediyorsun sen?” diye sordum güçsüz bir sesle. Yönü tamamen bana döndü. Burnunu sertçe çekip beni baştan aşağı süzdü ve en son gözlerimde durdu. Dudaklarını araladı,

“Bizim soyumuza ait değilsin.” dedi yalan koktuğuna inandığım dudakları.

“Bir Finch değilsin.” diye acımadan devam etti. “Çocuğunu korkaklığından savaş alanında bırakan bir kadının kanını taşıyorsun. Bizim değil.”

“Yalan söylüyorsun!” diye bağırdım en sonunda delirmiş gibi. Bu anlattıkları... Bu anlattıkları aklımın bir köşesine bile giremeyecek kadar saçmaydı. Öyle saçmaydı ki aklıma girmiyordu bile. Bir mantığa oturmuyordu, bir kalıba girmiyordu bir rengi yoktu. Neydi bu anlatılanlar. Neydi benim bu duyduklarım ve neydi inatla bunu dile getirecek kadar inatçı olmasının sebebi? Canımı yakmaya mı çalışıyordu. “Buna inanmamı bekleme benden.” dedim titreyen sesimle. Gözlerindeki o kalın duvarlar yok oldu. Eskisi gibi kıyamayan gözlerle bana bakmaya başladı.

“Neden böyle bir konuda yalan söylediğimi düşünüyorsun Rose? Bir taht için kardeşimin hayatını mahvedecek kadar bencil biri olduğumu mu sanıyorsun? Ben sana böyle bir şey yapar mıyım?” diye sorduğunda öylece kalakaldım. Yapar mıydı? Taht için kardeşine böylesine bir yalan söyleyip hayatını karartabilir miydi? Kahrolası aklım öyle bir durmuştu ki hiçbir şey düşünemiyordum. Ağzıma gelenleri nasıl söyleyebildiğime bile şaşıyordum.

“Daha fazla konuşmak istemiyorum.” dedim ve geriye doğru sendelediğimde Chris birkaç büyük adımda yanıma ulaştı.

“Rose! İyi değilsin. Bunu böyle söylemek istemezdim. Özür dilerim.” Elimi kaldırıp konuşmasını engelledim.

“Yalnız bırak. Sakın gelme.”

“Yapamam.” deyip kolumu tuttuğunda güçsüzce kolumu ondan çektim.

“Peşimden geldiğin an canını çok kötü yakarım. Bunu istemezsin.” dedim son kalan gücümle. Chris acıyan gözlerle ve mahvolmuş şekilde bana baktı. O an anlamıştım. Bu kadar iyi rol yapıyor olamazdı. Zira gerçekten içinde bir pişmanlık olduğunu görmüştüm. Söylemenin verdiği bir rahatsızlık ve pişmanlık. Gerçek miydi bütün bunlar? Bütün bunlar her zerresine kadar bu kadar gerçek miydi sahiden?

“İyi olduğunu bilsem yeter.”1

Hiçbir şey söylemeden hırçınca girdiğim odasından yıkılmış bir enkaz olarak çıktım. Gözlerimden akan yaşlar bir bir avuçlarıma düştü. Bacaklarımın yürüme kavramını nasıl yaptığını bile anlamıyordum. Yürüyor olduğumu anlamıyordum. Etrafımdaki duvarların sahiden duvar olduğunu anlamıyordum. Omuzlarımdan sarkan şey sahiden saçlarım mıydı?

Adımlarımın beni nereye götürdüğünü bilmiyordum. Kendimi onlara bırakmıştım. Onlar gidiyor ve ben sürükleniyordum peşlerinden. Nihayetinde bir duvarın önünde durduklarında başımı güçsüzce kaldırdım. Karşımda duran şeyle yutkundum.

Kraliçe Marry’nin tablosu... Adımlarım, benim güçsüz ve nereye gideceğini bilmeyen adımlarım buraya getirmişti. O an tablonun hemen altında duran bir masanın üzerinde aynayla göz göze geldim. Aynadaki yansımama baktım. Mahvolmuş ve rengi solmuş yüzüme baktım. Sonra kaldırdım başımı. Kraliçe Marry’nin yüzüne baktım. Aynıydı. Döndüm saçlarıma baktım. Sonra tabloya. Aynıydı. En son gözlerime baktım. Sonra yine tabloya. Yine aynıydı.

Aklımı yitirmek üzereydim. Ben onun aynısıydım. Ben onun aynısıyken nasıl onun soyundan olmayabilirdim?

“Çocuğunu savaş alanında bırakan korkak bir kadının çocuğu.” dedi kuru dudaklarım. Dizlerimi büküp yere oturdum ve tablonun karşısındaki duvara yasladım belimi. Karşımda Kraliçe Marry’nin tablosu, aklımda bambaşka bir dünya. Ortasında kalan ben.1

Ve işte her şey o zaman değişmeye başladı. Gerçek dünya ile sahte dünya arasında sıkıştığım o yerde ben bütün benliğimi yitirdim.

Ben kendimi tıpkı bir eşya gibi kaybettim. Kendimi daha önceden de buraya ait olmadığımı hissettiğim zamanlar olmuştu. Lakin kendimi kaybettiğim an ile baş başaydım şu an. Fakat bir tuhaflık vardı. Kendimi gerçek dünyada mı kaybetmiştim yoksa sahte bir dünyada mı bilmiyordum. Tek bir şey biliyordum. Ben kaybolmuştum. Belki de kaybolmaya hâlâ devam ediyordum.

 

 

*BÖLÜM 26: KRALLAR VE YALANCILAR 27 ARALIK SAAT 18.00'da YAYINDA!

*ALINTI:

 

“Anla artık Rose.” dedi Chris tahtına ilerlerken. Adımları tahtının merdivenlerindeyken duraksadı ve omzunun üzerinden bana bakıp haince gülümsedi. “Senin varlığın kimse için bir tehdit değil. Senin varlığın herkes için koca bir hiçlik. Emin ol kimse hiçbir güce sahip olamayan bir prensese boyun eğmez.”

 

“O tahtta hüküm sürmene asla izin vermeyeceğim!” diye bağırdım. Muhafızlar beni daha da çekiştirdi ancak direndim. Fiziksel gücüme hayret ediyorlardı. Kapıya doğru seslenip birkaç muhafız daha çağırdıklarında öfkeden delireceğimi hissettim.

 

Chris büyük bir rahatlık ve keyifle tahtının merdivenlerinden adımladı ve tahtına oturup genişçe yayıldı. Kapıdan yeni muhafızlar gelip beni tutmaya çalışmaya başlayınca öfkeyle içlerinden birisine oldukça sert bir tekme geçirdim. Chris elinde şarap kadehiyle tahtında oturmuş keyifle beni izliyordu.

 

“Sen kimsin de senden izin isteyecekmişim?” dedi arsızca. “Sen daha kendi benliğini bile bilmeyen hiçbir şey yapamayacağının farkında olan ama buna rağmen sürekli bir şeyler yapmaya çabalayan bir kukladan başka nesin Rose? Hayallerinde Anastasia olmak varken sen tıpkı büyükannemiz Kraliçe Marry gibi ölmeye mahkûm kalacak bir kölesin.”

Bölüm : 20.12.2024 18:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...