28. Bölüm
Düş Kuşu / ÇARESİZ KRAL (KARANLIĞIN YÜZÜĞÜ SERİSİ -1) / BÖLÜM 26: KRALLAR VE YALANCILAR

BÖLÜM 26: KRALLAR VE YALANCILAR

Düş Kuşu
duskusu_mona

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BÖLÜM 26: KRALLAR VE YALANCILAR

 

 

 

 

 

 

(YAZARDAN)

 

 

 

 

 

(3 Ay Sonra...)

 

Yıkılıyordu duvarlar... Yıkılıyordu binalar... Neydi o yerle bir olan, bir dağ mıydı? O da mı yıkılıyordu? Yer sarsılıyor ve yerin altından yıllarca uyanmayı bekleyen bir canavar ortaya çıkıyordu. Yeryüzündeki her şeyi yerle bir edene kadar kendine gelmeyecek bir canavarın sesleri miydi bu çığlıkların sebebi? Her şey yıkılırken bu bir doğuşu andırabilir miydi? Başlamak için yıkmak mı gerekirdi? Ya yıkılan duygular, parçalarını kaybolan kalpler?

 

Yerin altındaki keskin kökleri olan ve yeryüzüyle nihayetinde buluşan dikenler, Elçi’nin tek bir hamlesiyle yeryüzünden gökyüzüne yükseldi. Üzerinde olan herkes bir bir etrafa savrulurken Elçi, elleriyle göğe yükselen dikenlerine bakıyordu. Keyifle gülümsedi ve ellerini iki yana açarak bütün bir ormanı dikenli kökleriyle kapladı. Gözlerinde, yeşilin en sahici tonu duruyordu. En keskin, belki de en koyu. Tıpkı köklü bir diken gibi...

 

Kral Alaric kılıcını sertçe çekti. Yaralarını umursamadı. Askerlerinin o dikenli kökler arasında kan içindeki bedenlerine bir an olsun bakmadı. Doğrudan karşısındaki siyah saçlı yeşil gözlü kadına bakıyor ve elleri arasından süzülen yeşil parıltılarla, etrafına sarılan diken köklerine bakıyordu.

 

“Ne de basit bir zafer...” diye mırıldandı kadın keyifle. İnce parmakları kalın kırmızı dudaklarında gezerken dudakları yukarı kıvrıldı. “Ve ne de acı bir mağlubiyet...”

 

“Ivory!” diye bir ses yükseldi kadının ardından. Siyah saçlı, tıpkı kadın gibi yemyeşil gözlü bir adam koşar adımlarla geldiğinde kadın hâlâ keyifle karşısında yerle bir olmuş orduya ve yaralı bir şekilde yerde uzanan Kral Alaric’e bakıyordu.

 

“Sakin ol ağabeyciğim...” diye mırıldandı kadın. “Her şey kontrolüm altında.”

 

“Ivory!” dedi bir kez daha adam. “Onun kim olduğunu bilmiyorsun.”

 

Kadın parmaklarını dudaklarının kenarında gezdirdi. Ağır ve sert adımlarla avına doğru yaklaştı ve yerde uzanan Kral Alaric’in kahverengi gözlerine kendi yeşilleriyle baktı. Yüzündeki korkunç gülümseme Kral Alaric’i öfkelendirmişti.

 

“Kim olduğunu çok iyi biliyorum sevgili ağabeyciğim.” diye mırıldandı kadın ve gücü tükenen Kral Alaric’in eline uzandı. Elindeki yüzüğü görünce kırmızı dudakları açıldı ve bembeyaz parlak dişleriyle keyifli bir kahkaha attı. “Bir Bekçi olamasam da...” dedi ve Kral Alaric’in elini kavrayıp cebinden bir hançer çıkardı. “Finch’lerin kokusuna bayılıyorum.” Elindeki hançeri doğrudan Kral Alaric’in işaret parmağına götürdü. Gözünü bile kırpmadı. Kral Alaric acı içinde inliyordu oysa bu serzeniş faydasızdı. Kadın kendinden emin bir şekilde tek bir hamlede Kral Alaric’in parmağını aldı ondan.

 

Parmağı kesildiği an Kral Alaric hem can acısından hem de gönül bağı kopan yüzüğünün acısından haykırmaya başladı. Ivory, kesilen parmağa dikkatle baktı ve üzgün bir şekilde dudaklarını büzüp Kral Alaric’in acı içindeki inleyişlerini seyretti. “Acıtıyor öyle değil mi?”

 

Kral Alaric ruhu çekiliyormuşçasına acı çekiyordu. O gün yüzüğünü kaybetmişti. O gün parmağını kaybetmişti. Belki de canını da kaybedecekti.

 

“Ivory! Ne yaptın sen?” dedi adam ve telaşla kız kardeşinin yanına geldi. Ivory kesik parmağın etrafından yüzüğü kendisine doğru çekti ve kan içindeki ejderha yüzüğünü parmakları arasına alıp incelemeye başladı.

 

“Düşmanımıza hak ettiği gibi davranıyorum ağabeyciğim.” diye mırıldandı ve ekledi. “Kral babamıza bu müjdeyi sen ver. Benim biraz işim olacak.” dedi ve bakışlarını yeniden parmakları arasında kalan yüzüğe çevirdi. “Zira alışmam ve öğrenmem uzun zaman alacak.”

 

 

 

 

 

 

(Günler sonra...)

 

“Majesteleri!”

 

Kapıdan içeri hışımla bir muhafız girdi. Koşuşturmaktan bozulan üzerini düzeltip karşısında elinde bir bardak dışarıyı seyreden Prens Chris’e çekinerek baktı. Prens Chris önce sert bir şekilde kendisini rahatsız eden bu densiz bekçiye baktı. Tepkisizce karşısındaki bekçiyi izlerken bekçi korkudan gözlerini yukarı kaldıramıyordu.

 

“Bu ne denli bir saygısızlık böyle? Odama, bana ait olan özel bir alana böyle girmeyi nasıl cüret edersin sen?”

 

Bardağındaki şaraptan bir yudum aldı Prens Chris ve devasa gözlerle karşısındaki bekçiyi süzdü. Bekçi ellerini önünde birleşti.

 

“Affedin...” dedi sessizce. Başını hafifçe kaldırdı. “Kralımızın ordusundan bir haber geldi.”

 

Prens Chris’in merakla tek kaşı havalandı. Keyifle yayıldığı sandalyesinden elinde bardağıyla ayaklandı ve bekçinin yanına birkaç büyük adımda ulaştı. Bekçi, Prens Chris’in gölgesinin altında küçülmüştü.

 

Prens Chris büyük bir merak ve ilgiyle karşısındaki bekçiyi pür dikkat dinlemeye başladığında iri yarı olan muhafız bekçi çekinerek bir adım geriledi ve derin bir nefes bıraktı.

 

“Kralımız...” diye mırıldandı sessizce. Prens Chris’in merakı daha da artmıştı. Elindeki şarabı masasına bıraktı ve üzerine çeki düzen verdi. Ardından muhafız bekçiye, arkasını dönüp ona belli etmeden büyük bir gülümsemeyle çenesini kaşıdı. Muhafız acı dolu sesinin aksine Prens Chris oldukça mutluydu. “Kralımız hakkında az önce bir mektup ulaştı elimize.” dedi muhafız ve acı içinde ekledi. “Mektupta yazanlara göre, Elçilik Krallığının varisleri kralımızın canına kastetmişler ve yüzüğünü çalmışlar.”

 

Prens Chris söylenenleri umursamadı. Aklı bambaşka yerlerde ve planlardaydı. Elinde duran çenesi bir süre daha sinsice dolandı ve en sonunda camdan dışarıya bakıp huzur içinde bir nefes çekti içine. Artık sıra ondaydı. Onun saltanatı başlıyordu ve herkesin bunu bilmesini istiyordu. Yepyeni bir düzen getireceğinden emindi ve artık önünde hiçbir engel yoktu.

 

“Çanları bir hafta sonra çalalım dedik Majesteleri. Zira şu an kralımızın acı bir şekilde katledilişi halkı daha da öfkelendirecek ve bu öfkeyle her yere saldırmaya teşvik edecek. Önce Ejderha Yüzüğünü onlardan alıp sonra çanları çalma kararı aldık.”

 

“Hayır.” dedi Prens Chris tek nefeste. Muhafız şaşkınlıkla başını kaldırdı.

 

“Nasıl Majesteleri?”

 

Prens Chris yönünü tamamen muhafıza döndü. Arkasında birleştirdiği elleriyle belli etmeden parmağındaki yüzüğüyle oynuyordu ve yüzünde çoktan kral olduğuna dair oldukça emin ve keskin bir ifade duruyordu.

 

“Çanları çalın.”

 

Muhafız şok içinde bakakaldı. Dili çözülememişti bir süre, ancak sonrasında vardığı farkındalıkla konuşma cesaretinde bulundu. “M-majesteleri bu çok tehlikeli ve çok erken. Halk-”

 

“Benim emirlerime karşı mı çıkıyorsun sen?” dedi Prens Chris tehditvari bir sesle. “Kralının emirlerine karşı mı çıkıyorsun?”

 

“Majesteleri...”

 

“Kes sesini.” dedi Prens Chris ve ardından konuşmaya başladı. “Sevgili babam acı bir şekilde onların elinde can vermiş ve yüzüğünü kaybetmiş. Bunun intikamını almak zorundayım ve bu yüzden de halkın yardımına ihtiyacım var. Çanları gün doğmadan çalın. Herkes yeni kralın kim olduğunu bilsin ve ona göre hareket etsin.”

 

Prens Chris sözlerini bitirdikten sonra masasına bıraktığı şarap kadehini alıp son kalan yudumunu içti ve keyifle penceresine ilerleyip dışarıyı seyretti. Dışarıda yanan meşaleleri ve oradan oraya giden halkını. Muhafız tek bir kelime bile edemeden odadan çıktı.

 

Prens Chris sonunda istediği şeye kavuşmuştu. Önündeki bütün engelleri yıkmış ve nihayetinde ait olduğunu sandığı yere gelmişti. Şimdi ise tek bir şey kalmıştı geriye. O da Karanlığın Yüzüğünü bulup Elçilerle olan bu mutlak savaşını sona erdirmek.

 

Çok uzun sürmedi. Prens Chris kadehini yeniden doldururken kulağına gelen çan sesleriyle sırıtmaya başladı. Bütün bir Ardena’da o gece çan sesleri işitilmiş ve Bekçiler Krallığı’nın koruyucusu olan Kral Alaric’in vefatı bütün bir halka duyurulmuştu. Halkın acı içinde olan çığlıkları ise gecenin saklaması gereken bir başka acının ta kendisiydi...

 

 

 

 

 

 

(ROSEMARRY’DEN...)

 

Koyu kara renkteki bulutlar sarmıştı her bir yanı. Gökyüzü artık gökyüzü değildi. Yere serilen şey yeryüzünden uzaktı. Etrafıma yansıyan şeyler bir yaşam alanı olamazdı. Kalbimi sıkıştırıp elleri arasında toz eden bir yerdi burası. Her gün beni bir başka ölümle tanıştırıp buna alet eden bir yerdi. Bakışlarımı, bütün bir benliğimi, duygularımı her şeyimi benden alan bir yer...

 

Ne kadar süre geçmişti bilmiyordum. Günler... Haftalar... Belki de aylar... Tek bildiğim kendime bir sığınak bulup aylarca orada kalmam ve ara sıra çıkıp kendimi bir yerlerde aramaktı.

 

Uzun zamandır Ares ile birlikte bir yer altı mağarasında duruyorduk. Bu mağarayı Ares yapmıştı. Onunla birlikte yapmış ve burada yaşamaya başlamıştık. Her şeyden uzak, sessiz ve kendimi bulabildiğim tek yerdi.

 

Kendimi oradan oraya savurup kim olduğumu aramaktan başka şey yapamıyordum. Yorgun ve bitkindim. Aklımı yitirmiş, aklımla birlikte kendimi de yitirmiştim. Hem de defalarca kez...

 

Anladığım tek bir şey vardı. O da kendi başıma kalmanın bende bıraktığı ufak bir huzur kırıntısıydı. Bu yeraltı mağarasında birkaç meşale parçasıyla aydınlanan karanlığın içinde kendimi güvende hissediyordum. Kendimi buraya ait hissediyordum. Sanki bu küçücük yer benim Dünya’mdı ve ben Dünya’m ile daha yeni tanışmıştım.

 

Ares bütün bir süreçte yanımdaydı. Onu bir an olsun yüzüğün içine hapsetmedim. Sürekli dışarıda gezdi ve ne zaman kendimi kaybetsem gelip yanımda oldu. Bazen bütün bir gün boyunca birbirimize sarılarak uyuyorduk, bazen onun acısı ortaya çıkıyor, onu teselli ederken buluyordum kendimi. Bazen de o beni teselli ediyordu. O kadar iyi bir dost ve o kadar iyi bir yoldaştı ki... Onunla geçirdiğim bu uzun süreç bana bir gerçeği yeniden hatırlatıyordu. O benden bir parça gibiydi...

 

Kendi canımdan ve kendi kanımdan olan bir parçadan farksızdı. Yıllarca bana bir oğlum olması için beni türlü türlü oyunlara alet etmişlerdi. Eğer bir oğlun olursa hayatta kalırsın demişlerdi. O günleri anımsıyor ve bir oğlumun olmasını istemediğimi, onlar yüzünden anne olmaktan nefret ettiğimi hatırlayıp hüzünle gülümsüyordum. O zamanlar korkup kaçtığım annelik duygusunun, bir gün beni sarmalayacağını nereden bilebilirdim ki? Bu korkunç yaratığın başına bir şey geldiğinde kalbimin o atışına engel olamayacağımı, her ağladığımda bulduğu bir yaprak parçasıyla gözyaşlarımı sileceğini ve kendimi, her yalnız hissettiğimde kucağımda onun başını okşarken bulacağımı nereden bilebilirdim?

 

Duygusal olarak bağlanmaktan korkuyordum ancak şimdi ona bağlanırken buluyordum kendimi. Ondan uzakta olmak, onun canının yanışına şahit olmak, onu yalnız görmek bile öyle yakıyordu ki içimi. Yalnız başına öylece oturup boşluğa baktığında bile içimdeki şefkat duygusu nasıl birden alevlenebiliyordu? Nasıl onun yanına gidip sarılırken buluyordum kendimi? Bu korkunç canavar beni neye dönüştürüyordu böyle?

 

Sakince nefes alıp veriyordu başını iki koluna uzatıp usulca uyurken. Mağara duvarına astığımız meşalenin cılız ışığı siyah tüylerini parlak bir şekilde gösteriyordu. Kendi sırtımı mağaranın soğuk duvarına vermiş şefkatle izliyordum onu. Devasa olması umurumda değildi. Korkunç gözükmesi ya da çok tehlikeli bir yaratık olması da umurumda değildi. Masumluğu ve yalnızlığı içime işliyor, ona karşı bir zaaf oluşturuyordu. Nefesiyle uçuşan küçük toz taneleri ve o nefes sesi bile gülümsememe yetecek kadardı.

 

Elimi yanağıma yaslayıp sakince izliyordum onu. Bir annenin yeni doğmuş bebeğini izliyor olduğu gibi izliyordum. Uzun ve cüsseli bedeni o an küçücük geliyordu. Koca gözleri ve koca ağzı görüp görebileceğim en küçük göz ve ağızdı. Burnu bir fındık kadar küçüktü.

 

İçimi ısıtıyordu bu masum hâlleri. Onu izleyince dinleniyor ve hayatımda akıp giden her şeyi unutuyordum.

 

Sessiz hırıltılarla yerinde kıpırdadığında hevesle uyanışını seyretmeye başladım. Bir süre kıpırdandıktan sonra mavi iri gözleri ardına kadar açıldı ve anında beni buldu. Bakışlarımı ondan çekmedim ve küçük bir tebessümle ona baktım. Ares bir süre bana baktıktan sonra yerinde doğrulmaya çalıştı.

 

“Bu sıralar fazla uykucusun.” dedim sessizce ve tıpkı onun gibi ayaklandım. Ares bakışlarını bana çevirdi. “O aklında kim bilir nelerle baş başa kalmak için uyuyorsun. Gerçek hayat seni de sıkmış olmalı.”

 

Ares tepkisizce durduktan sonra ciddi bir yüz ifadesine büründü. Neler olduğunu anlayamadığım bir anda Ares birden mağaranın çıkışına ilerlemeye başladı. Telaşla ona yöneldim.

 

“Dur! Dışarı çıkamazsın, gören olacak!” dedim ve hızla peşine takıldım. O an benim de kulaklarım titredi. Adım sesleri... Ritimli adım sesleri giderek bu tarafa yaklaşıyordu. O an ben de telaş içinde yerimde kıpırdadım.

 

“Ares!” dedim keskin bir şekilde. Ares suratıma bakmazken ona aldırmadan emrettim. “Derhâl ait olduğun yere, yüzüğüne geri dön!”

 

Ares’in etrafını siyah bulutlar sardı. Siyah bulutlar yüzüğe doğru süzüldü ve Ares yüzüğüne hapsoldu. Uzun süredir onu yüzüğün içinde tutmadığım için garip hissetmiştim ancak bunu yapmak zorundaydım. Bu gelen her kimse yerimi bulmuştu. Duvarda asılı olan meşaleyi elime aldım ve diğer elime de cebimdeki hançeri aldım.

 

Mağaranın yukarı doğru çıkan yokuşunda ilerlerken burnuma gelen ince kokunun tanıdıklığıyla duraksadım. Elimdeki hançer ve meşale yavaşça alçalırken en sonunda mağaranın ucunda gördüğüm tanıdık ela gözlerle kıpırdamadan orada öylece kaldım.

 

Drach koyu renk zırhlarıyla ve elindeki kılıcı ile meşalesiyle tam da karşımda duruyordu. Önüne düşen dalgalı saçlarını başını geriye savurarak görüş alanını açtı ve beni gördü.

 

“Majesteleri...” dedi nefes nefese.

 

“Sen...” dedim ve öylece kaldım. Hiçbir tepki veremeden şaşkınlığımı üzerimden atamadım.

 

“Nihayet.” dedi ve yanıma adımlamaya başladı. “Nihayet buldum sizi.”

 

“Nasıl?” dedim şaşkınlıkla. “Nasıl buldun sen beni?”

 

İnce bir imayla gülümsedi. “Ben herkesi her şekilde bulurum Majesteleri.” Şaşkınlıkla bakışlarım onda takılı kaldığında gülümseyerek burnunun ucunu işaret parmağıyla kaşıdı. “Şaka yapıyorum elbet. Bütün bekçiler benim hizmetimde olduğu için sizi bulmam çok da zor olmadı.”

 

“İzci...” diye mırıldandım o anki yaşadığım farkındalıkla. Çita Yüzüğünün sahibiydi. Bir yerde ayak izleri silinse dahi onları kimsenin göremediği bir şekilde görüp izini sürerdi. Başbekçi gülümsedi.

 

“Bu kadar akıllı olmanız beni her seferinde şaşırtıyor.”

 

“Burada olmaman gerek.” dedim, sözünü ve eğlencesini keskin bir şekilde keserek. Arkamı dönüp mağaranın içine ilerledim. Drach arkamdan ilerliyordu ancak onu dinlemek istemiyordum. Birkaç aydır kendime kurduğum bu küçük hayattan çıkmak istemiyordum.

 

“Aksine. Burada olmam gerekiyordu. Hem de çok daha önceden.”

 

“Hayır!” diye çıkıştım aniden arkamı dönerek. “Derhâl buradan gidiyorsun. Sana emrediyorum.”

 

“Affedin Majesteleri.” dedi hiç tereddüt etmeden. “Ancak bu mümkün değil. Sizi bulmuşken bir daha bırakamam.”

 

Gözlerine sertçe baktıktan sonra elimdeki meşaleyi öfkeyle yanımdaki duvara fırlattım. Meşale duvara çarptıktan sonra yere düştü ve yuvarlanıp tam da aramızda durdu. Ateşi, yüzlerimizi hafif ve cılız bir ışıkla aydınlatıyordu.

 

“Bana Majesteleri demen gereken bir şey kalmadı artık.” dedim tek nefeste. “Ne olduğumu ben bile bilmiyorum. Kendimi kaybetmişken başkalarını var edemem. Bu barış adı altında kurduğumuz savaş başlamadan bitti Drach.” dedim kendimden emin bir sesle. Beni hiç kesmeden sakince dinliyordu. Ateşin hareketiyle yüzünde karanlık kalan parçalar bile aydınlanıyordu. “Eğer Ares için geldiysen endişelenme. Onunla birlikte burada yaşar sonra da ölürüz. Başka da yapacak bir şeyim kalmadı artık.” dedim ve ekledim. “Her şeyimi kaybettim zaten.”

 

“Majesteleri...” diye söze girdiğinde sağ elimi kaldırıp onu susturdum. Gözlerimi sabırla kapatıp açtım.

 

“Tek kelime bile etme bana. Çünkü kararımdan çeviremezsin beni.” dedim ve ekledim. “İzin ver kalan hayatımı normal insan gibi yaşayarak bitireyim.”

 

Drach’in yüzüne bir hüzün düştü. İçinden bir şeyler kopup gitti. Gözleri bana acımaya başladığında daha fazla ona bakmak istemedim ve arkamı dönüp mağaranın içine ilerlemeye devam ettim. Tam o sırada kulaklarım onun sesiyle ve söylediklerinin ağırlığıyla doldu.

 

“Baban öldü Rose.”

 

Hırçın Deniz’in sesi yankılandı kulağımda. Adımlarım bir daha yürümemek için durdu sanki. Kulaklarımdan içeri giren ses gerçek miydi? Söylenen şeyler gerçek miydi? Parmaklarımın arasında duran yüzük yeniden alev almaya başladı bu sözleri duyar duymaz. Zira kalbimden bir parça daha kopup gitmişti. Kalbimden binlerce parça kopmuştu kısa bir süre içerisinde ve bu belki de canımı en acıtanlardan birisiydi.

 

Titreyen ellerim, biriken hıçkırıklarımdan dolayı nefes almakta zorlandığım boğazıma yükseldi ancak hiçbir işe yaramadı. Kalbim içimde bir çan gibiydi. Boğazımda kalan ellerim bu kez kalbime doğru indi ve onun üzerinde durdu. Kalbime elimi sertçe bastırdığımda ise babamın sözleri aklımda yankılanmaya başladı.

 

“Benim hırçın dalgalarında hayat bulduğum eşsiz denizim...”

 

İçimde her şeyin düzenini sağlayan bir çark kayıp gitti ve kayboldu. Yarattığı boşluk bütün bir işleyişi durdurdu. Her şey durdu bir bir ve geriye boşluğun yarattığı büyük bir yıkım kaldı. Küçücük bir çarkın kaybolup gitmesiyle bütün bir işleyiş işlevini yitirdi.

 

Yaşadığım şoktan ağlayamamıştım bile. Bir elim kalbimdeyken diğer elim kararan gözlerimin verdiği dengesizliğimden dolayı mağaranın soğuk duvarına yaslandı. Mağaranın soğukluğu avuçlarıma sindi ve sanki avuçlarımdan sicim sicim işlenerek bütün bir bedenime bu soğukluğu armağan etti.

 

“Rose...” dedi Drach birkaç adımda koşarak yanıma yetişerek. Duvara yaslı olan kolumdan beni tutmaya yeltendiğinde elimi hızla kaldırıp ona durmasını söyledim. Yüzümü dönüp bakmadım bile. Hiç sesimi çıkarmadım. Bedenim acısını yaşadı ve geçti sanki. Geriye ise büyük bir uyuşukluk ve yorgunluk hissi bıraktı.

 

Hiçbir tepki vermeden yanından uzaklaştım Drach’in. Az önce Ares’in yattığı yere ilerledim ve dizlerimin üzerine çöktüm. Bedenimi yavaşça yere uzatıp cenin pozisyonuyla bacaklarımı karnıma kadar çektim. Başımı dizlerime doğru yaklaştırdım ve kendimi sanki bütün bir Dünya’ya kapattım o an.

 

Karanlığın ve soğuğun tam ortasında babamın acısını yaşadım oracıkta. Ağlamadım. Hıçkırmadım bile. Ne acı, sesim bile çıkmadı. Bedenim uyuştu sadece. Bedenim güçsüz düştü.

 

“Rose...”

 

“İyiyim.” diye mırıldandım güçsüzce. Gözlerim soğuğun verdiği acı hisle kapanmaya yelteniyordu. “Merak etme iyiyim.” dedim ve ekledim. “Uyursam geçer.”

 

“Ben sizin yanınızdayım Majesteleri.” dedi Drach. “Her zaman yanınızdayım.”

 

“Kimseye ihtiyacım yok benim.” dedim ve burnumu çektim. “Yalnız bırak beni.”

 

“Majesteleri...” dedi sessizce. “Kolay olmayacak biliyorum fakat ayağa kalkmak zorundasınız.” Duymak istemediğimi belli etmek için sıkı sıkı kapattım gözlerimi. O ise durmadı. Bıkmadan devam etti. “Şu an tahtta bir katil oturuyor. Ağabeyinizin katili. Buna sahiden göz mü yumacaksınız böyle?”

 

Acı bir nefes çıktı dudaklarımın arasından. Artık neyi düşünmem gerektiğini ya da neyi düşünmemem gerektiğini bilmiyordum. Dağılmıştım. Baştan aşağıya paramparça olmuştum.

 

“Benim o aileyle hiçbir bağım yok Drach.” dedim ve sertçe burnumu çektim. “Bu hâldeyken ben kime ne yapabilirim? Elimden ne gelir ki?”

 

“Ellerinizde yaşam var Majesteleri.” dedi Drach oldukça samimi bir şekilde. Ancak bu bile bana o an iyi gelmiyordu. “Elleriniz insanlara yaşam vaat ediyor. Barışı sağlamak için sadece hainleri öldüren o eller, masumların önüne siper olup onları koruyor.” Bunlar bir anlam ifade etmiyordu. Şu an öyle bir raddedeydim ki söyledikleri aklıma giriyor muydu bundan bile emin olamıyordum. “Barış yoksa siz de yoksunuz Majesteleri. Anımsamadınız mı?”

 

“Bunları dinlemek istemiyorum.” dedim ve uzandığım yerden doğruldum. Bütün bedenim uyuşuyordu. Elim hafifçe başıma doğru giderken parmağımdaki yanma yeniden şiddetle alevlenmeye başladı. “Çık ortaya Ares.” dedim umursamaz bir şekilde. Ares nihayetinde hapsolduğu yüzükten çıktığında parmağımdaki yanma hissinin geçişiyle arkamdaki duvara başımı yasladım ve karnıma çektiğim dizlerimin üzerine iki elimi birleştirip uzattım. Başımı duvarda kaydırarak havaya kaldırdım.

 

Ares beni o hâlde görünce bir süre hüzünle beni seyretti. Ardından mağaranın içine yakmak için topladığım dal parçalarındaki yaprakları, dişlerinin arasına aldı ve yanıma geldi. Başıma doğru eğilip gözlerimden ince ince süzülen yaşları ağzında tuttuğu yaprakla silerken Drach büyük bir şaşkınlıkla bizi seyrediyordu. Ares’in bu hâline şok içinde bakakalmıştı.

 

Ares gözyaşlarımı sildikten sonra benden bir adım uzaklaşıp bana baktı. Ben ise ona öksüz kalmış bir çocuk gibi baktım. “Görüyorsun değil mi?” dedim titreyen sesimle Ares’e. “Her şeyimi bir bir kaybettim. Annemi, babamı, kardeşlerimi, halamı, ailemi...” dedim ve ekledim. “Soyadımı bile...” Burnumu çektim ve onun devasa mavi gözlerine baktım. “Sen de gitmezsin değil mi Ares?” diye sorduğumda Ares uzun uzun bana baktı. Drach olanları anlamıyor ve yalnızca kenardan izliyordu. Ares bir anda küçük adımlarla yanıma geldi ve dizlerimin üzerine başını koydu. Alt dudağım titremeye başladı. Onun kocaman başı dizlerimin üzerine serilince ellerimi tereddüt bile etmeden kaldırıp başını okşadım ve bir öpücük bıraktım. “Beni bırakmayacaksın öyle mi?” dedim ve acı içinde güldüm. Onun dilini çok iyi biliyordum. Bir kez daha başına bir öpücük bıraktım. “Teşekkür ederim. Dünya üzerindeki bütün teşekkürler senin olsun.”

 

Ares kollarımın arasına sokulup gözlerini huzurla kapadı. O esnada Başbekçi’nin bize karşı olan şaşkın bakışlarıyla karşılaştım. Karşıdaki duvarın kenarına oturdu ve şok içinde Ares’in kollarımın arasına bıraktığı koca başına ve yere uzattığı devasa bedenini seyretti. Bu kadar uysal ve savunmasız olmasını beklemiyor olmalıydı.

 

“Bu...” dedi şaşkınlığından. “Bu inanılmaz.” Bir kez daha gözlerini Ares’in üzerinde gezdirdi ve gözlerini kırpıştırdı. Ardından bana çevirdi bakışlarını. Gözlerime hayret ve büyülenmiş bir şekilde bakıyordu. “Yüce Ardena, daha neleri mümkün kılacaksın böyle?”

 

*** 

 

Hava kararmıştı. Gece kokan çiçekler yavaş yavaş burnumuzun ucunda süzülmeye başlamış ve Hırçın Deniz her zamankinden daha hırçın bir şekilde dalgalarıyla toprak parçasının kıyısına çarpmaya başlamıştı. İçinden yükselen sert ve sivri kayalıkları ise bu dalgaların arasında mahsur kalmıştı.

 

Başbekçi ile birlikte dışarı çıkmış ve Hırçın Deniz’in yanına oturmuştuk. Susuyorduk yalnızca. Konuşulacak çok şey vardı ama biz susuyorduk.

 

“Şimdi ne olacak Majesteleri?” diye güçsüz bir ses geldi yanı başımdan. Bakışlarımı keskin dalgalardan çekmedim. Ellerim yerdeki kum parçalarına saplanmış ve bastırdığım öfkem toprak parçalarını sıkarak bir şekilde çıkmaya çalışıyordu.

 

“Bilmiyorum.” dedim yorgun bir şekilde.

 

“Her şeyi öylece bırakıp gidemezsiniz.”

 

“Gidemiyorum zaten.” diye cevap verdim. İçimdeki kırgınlıklar birleştiğinde yeni bir diyara bile hayat verebilirdi. Her şey o denli paramparçaydı ve bir araya geldiğinde belki de yaşayabileceğim tamamıyla bana ait olan yeni bir toprak parçası var olabilirdi. “Çok inanmıştım biliyor musun?” dedim güçsüz bir sesle ve devam ettim. “O tahta geçeceğime ve her şeyi değiştirebileceğime çok inanmıştım. Meğer sözümün geçebilmesi için gereken kana sahip değilmişim.”

 

Sessizlik oldu. Birbirimizin sessizliği ve içimizdeki seslerimizi dinlediğimiz bir sessizlik. Bundan sonra ne olacaktı, hayatım bir daha nasıl ve ne şekilde yerine oturacaktı... Bana ne olacaktı... Hepsi birer soru işaretiyken bu durumun aslında beni korkutmadığını aksine rahatlattığını hissediyordum. Belirsizliğin içinde kaybolmaktansa şimdi ne olmadığımı biliyordum ve bu bile hayatın bir parçasında yer ettiğime dair bir iz taşıyordu.

 

“Majesteleri.” dedi birden Drach sessizliği bozarak. Dikkatimi çeken tek şey sesindeki baskınlıktı. Bir şeyleri içinde tuttuğu ve söylemekten çekindiği belliydi.

 

Başımı ilgiyle ona çevirdiğimde eğik bir şekilde duran kafası ve yumruk yaptığı elleri bu düşüncemi destekliyordu. “Affedin...” dedi ve başını dikleştirip anında bana çevirdi. “Fakat ben bunu mantıklı bulmuyorum.”

 

Kendinden emindi. Sesi keskindi. İçimdeki sesleri harekete getirebilecek türden bir ciddiyete bürünmüştü. “Açıkla.” dedim tek nefeste.

 

“Majesteleri...” dedi ve derin bir nefes aldı. Kendini bir konuşmaya hazırlıyor gibiydi. Söyleyecekleri vardı ve belli ki bu söyledikleri oldukça önemliydi. Saklaması gereken ve artık açığa kavuşturması gereken bir şeydi. Yönümü tamamen ona döndüğümde ona karşı olan meraklı bekleyişimi fark etti ve nefesini sıkıntıyla bıraktı. Gözlerini yumdu. “Bu söylediğimden hiç memnun olmayacaksınız belki fakat...” dedi ve gözlerini açtı ve direkt bana baktı. “Siz Kraliçe Marry’e benziyorsunuz.”

 

Kaşlarımı çatarak ona baktım. Söyleyeceği şeyin bu olmasını beklememiştim. Zira bu herkesin bildiği bir gerçekti. Bunu bu kadar zor bir şekilde dile getirmesinin sebebini kestiremezken o konuşmasını bitirmemişti. “Aylarca Ardena’nın bir köşelerinde kendinizi aradınız ama kendi evinizde bir kez olsun kendinizi aramadınız.”

 

Kaşlarım hafifçe havalandı. Anlatmaya çalıştığı şeyi anlamaya çalışıyordum.

 

“Siz Kraliçe Marry’nin torunusunuz Majesteleri.” diye devam ettiğinde kalbim hızlanmaya başlamıştı. “Bunu bilmek için herhangi birinin sözüne ihtiyacım yok. Gözlerim var. Sarayın her yerine asılı olan o tablolar bunu hakikati haykırıyor.”

 

“B-ben...” diye şaşkınlıktan ne söyleyeceğimi bilemedim oysa o bunu umursamadı ve devam etti.

 

“Kardeşiniz Majesteleri...” dedi gözlerimin içine baka baka. “Kardeşiniz Kral Chris Finch size bir oyun oynadı.”

 

Sertçe yutkundum. Sesinde bir yerlerde barınan öfke ve hazımsızlık hissi bedenimi soğutuyordu. Parmağımda duran yüzüğün parmağımı yakması bile o an bu soğukluğu ısıtmıyordu.

 

“Çünkü tahtta söz sahibi olduğunuzu biliyordu. Her ne kadar krallık bir kadın varisin tahta çıkmasına engel olsa da siz bu engeli yıkabilecek güçteydiniz ve o da bunu biliyordu. Bu yüzden elindeki en büyük kozu kullandı. Sizi, onlardan biri olmadığınıza inandırdı.” Kendinden geçmiş gibi büyük bir öfkeyle konuşuyordu. Gözlerimi bir süre ondan ayırıp söylediklerini idrak etmeye çalıştım ancak öyle mantıksız ve yerine oturmayan şeyler vardı ki.

 

Hırsla bir anda ayağa kalktım. O da peşimden ayağa kalktığında gözlerimi ona diktim ve sertçe konuşmaya başladım.

 

“Yanlışın var Başbekçi. Chris’i tanırım. En iyi ben tanırım. O her ne kadar benimle kavga da etse, benimle kafa kafaya da gelse benim iyiliğim için her şeyi yapar. Beni benden korumak için bile her şeyi yapar o. Çocukluğumuz birlikte geçti, beni her seferinde eşkıyaların o alçak aşağılamalarından, zoraki kararlarından korudu. Benimle arası şu an kötü de olsa o bana böyle bir şey yapmaz. Kardeşini sırf bir taht uğruna kendi kanından silip atmaz-”

 

“Prens Rowan’a yaptı ama Majesteleri.” diye sözümü kesti. Durdum. Suratı öfkeden kızarıyordu. “O da kardeşi değil miydi? Kardeşinizle bir kere daha tanışmanızı tavsiye ederim size.”

 

“Amacın ne senin?” Sorum karşısında sıkıntıyla bir nefes alıp elini yüzüne götürdü ve yüzünü avuçlar arasına aldı. Elini çenesine doğru kaydırıp sertçe çenesinden aşağı sarkıtırken hâlâ içindeki öfkeyi zapt etmeye çalıştığını fark ettim. “Ne diye onu bana karşı kullanıyorsun şimdi?” dedim öfkelenmesini umursamayarak. Kendimi yeni yeni alıştırdığım bu durumu şimdi kafamı karıştırmak için kullanıyordu. “Chris bana böyle bir şey yapmaz. Caleb bile yapar ama Chris yapmaz. Bana yapmaz. Ağabeyim o benim. Rowan’dan çocukluğundan beri nefret ediyordu. Ama o anneme benim için bir söz verdi. Bana yapmaz Drach, yapamaz.”

 

“Majesteleri...” diye araya girdiğinde öfkeyle sözünü kestim ve elimi kaldırdım.

 

“Tek kelime bile etme bana lütfen. Ayrıca bana bir daha Majesteleri deme.” Sesim giderek titriyordu ve dengemi kaybediyordum. Aklını yitirmiş olmalıydı. Sırf Kraliçe Marry ile olan benzerliğimden dolayı nasıl böylesine saçma bir şeye kendini inandırmış olabilirdi?

 

“Sürgün edildikten sonra buraya ne diye yeniden geldiğimi sanıyordun Rose?” Öfkesi ona sahip olduğu ve asla bırakmadığı saygı dilini bir kenara atmasına sebep olmuştu. Benimle yüz yüze uykusundan uyandırmaya çalıştığı bir dostuymuşum gibi konuşuyordu. “Anka için mi? Mertebe için mi? Güç için mi?” diye sıralarken yalnızca onu dinliyor ve gelmeye çalıştığı nokta için hazırladığı zeminlere sağlam bir şekilde basmaya çalışıyordum ancak bu mümkün olmuyordu. “Sence bu yüzden mi sürgün edildiğim topraklara geri getirildim?”

 

“Drach...” dedim en sonunda bıkkın bir tavırla ve ellerimi yüzüme götürdüm. Yorulmuştum. Her şeyden çok yorulmuştum. “Bak neyden söz ediyorsun bilmiyorum ve anlamıyorum ama bu durum beni yoruyor. Hem yoruyor hem de sinirlendiriyor. Ne söyleyeceksen açık açık söyle.”

 

“Kraliçemiz.” dedi hiç bekletmeden. Ormanda ölüm sessizliği hâkim oldu akıbetinde. Ellerim yüzümde kalırken şaşkınlıktan bütün bir vücudum işlevini yitirmişti. Dikkatle ona kesilmiştim. “Yıllar evvel kraliçemiz sürgün etti beni bu topraklardan.” Hayret içinde bir nefes bıraktım fakat o durmadı. “Tıpkı beni buraya getirip Başbekçilik mertebesini bana verdiği gibi.”

 

Bir adım uzaklaştım ondan. Gözlerinin içine baka baka bir adım daha uzaklaştım ardından. Kimdi bu? Benim sırrımı paylaştığım ve güvenmek zorunda kaldığım bu yabancı aslında kimdi? Geçmişi neydi? Yanımda olma sebebi neydi? Sahiden... Neden yanımdaydı? Yalnızca barış için mi?

 

“Sen...” dedim ve kesik bir nefes verdim. “Sen neyden bahsediyorsun?” Birkaç adım yaklaştım ve yüzüne doğru “Kimsin sen?” dedim.

 

Durdu. Bakışlarında fazlası olduğunu haykıran bir hakikat vardı. Gözleri bir süre boşluğa takıldı. O boşlukta sanki yıllar evvel gizlediği kendini buldu ve kendisini izler gibi anlatmaya başladı.

 

“Küçüktün Rose. O zamanlar sarayın bahçesinde oradan oraya kılıç savuran bir çocuktum ben de. Bir gün sarayın bahçesinde elinde bir yüzükle çıkageldin yanıma. O kadar küçük ve her şeyden habersizdin ki...” Başını kaldırıp yutkundu. Ardından acı bir gülümseme yayıldı yüzüne. “O bulduğun yüzüğün sana bir çiçeğin hediyesi olduğunu sanıyordun. O çiçek Anastasia’ydı. Sen onu bulmuştun.”

 

Gözlerim ağır ağır açılıp kapanmaya başladı. Başımı yere eğdiğimde parmağımda hissettiğim sızıyla parmağımdaki yüzüğe döndürdüm bakışlarımı. Karanlığın Yüzüğü... Onu sahiden... Sahiden ben mi bulmuştum? Bu anlattıkları gerçek olabilir miydi?

 

Yaşadığım gerçeği hazmetmeme fırsat vermedi ve devam etti. “Kraliçemiz geldi sonra yanımıza. Sana bu yüzüğü benim verdiğimi zannetti ve beni hainlikle suçlayarak sürgün etti. Yıllar sonra mektubu geldi. Hatasını anladığını belli eden bir mektuptu bu. Oysa kararlıydım, sürgün edildiğim yere geri dönmeyecektim.” dedi ve cebinden bir kâğıt parçası çıkardı. “Yıllar sonra bana bir mektup daha gönderdi ve işte o mektup ile buraya geri dönme kararı aldım.”

 

Hayretler içerisinde bir ona bir de elinde tuttuğu kâğıt parçasına bakıyordum. Karnıma giren büyük bir sancıyla elimi karnıma götürdüm. Dehşet içinde açılan gözlerim sıkıca kapandı ve yeniden açıldı. Bütün bunlar... Bütün bunlar ne demekti?

 

“Ne vardı o mektupta?” diye sordum sessiz ve acı dolu bir sesle. Drach suratıma baktı ve hüzünle gülümsedi. Bakışlarını bir kez daha elindeki kâğıt parçasına çevirdi ve onunla oynadı. Birden elinde çevirdiği kâğıdın küçük bir parçasını yırttı ve yırttığı kısmı cebine yerleştirdi. Kalan büyük parçayı bana uzatıp gözlerime baktı.

 

“Buraya dönmem için güçlü bir sebep.”

 

Gözlerimi uzattığı kâğıt parçasına çevirdim. Tereddütle baktım o parçaya. Üzerinde olan siyah mürekkebin neler anlattığını ve beni neler beklediğinin merakı ve korkusuyla bir adım geride durdum bu gerçekten. “Ne sebebi?” diye sordum korku dolu sesimle. Drach benim aksime korkusuzdu.

 

“Sebebin ne olduğu mühim değil. Mühim olan o mektupta senden bahsetmesi. Öz kızından bahsetmesi...

 

“Ne?” Hayret içinde kaldığımda Drach bir adım yaklaştı ve mektubun parçasını uzatmakta kararlı kaldı.

 

“O mektup Kraliçe Amara’nın mührüyle elime ulaştı. İçinde Kraliçe Amara’nın el yazısı var. Ve o satırlarda sen varsın. Öz kızı var.”

 

Nefesim bile titriyordu. Hırçın Deniz ne de öfkelenmişti... Toprak ne de soğuktu... Ve içimde atan kalp ne de kimsesizdi... Kim olduğunu bile bilemezken, kendisini kaybetmişken etrafında dönen bu oyunlardan çoktan uzaklaştırılmıştı.

 

Titreyen ellerimle uzattığı mektubu aldım. Mektubun kıvrılan kısımları dikkatle açtığımda aylar sonra annemin hasret kaldığım o el yazısıyla karşılaştım. Bu yazı onundu. Bu tanıdıklık hissiyle başımı kaldırıp Drach’e baktığımda gözleriyle bana mektubu okumamı işaret etti.

 

Derin bir nefes aldım ve başımı mektuba doğru eğdim. Gözlerimi bir yabancı olarak son kez kapattım ve kim olduğumu öğrenmek için hayata gözlerimi yeniden açtım.

 

Sevgili Drach Farrighton;

 

 

 

 

Ruhum kayıp bir diyara dönüşüyor, ruhum kendi içinde kaybolup gidiyor Sevgili Drach. Ruhumun içinde kaybolup gitmesinden korktuğum biri var. Ruhumun, sesini unutmasını istemediğim hırçın bir denizim var. O denizin yaşatılmaya ihtiyacı var. Diğer denizler, nehirler gibi kurursa; içimde atan bu kalbi kim hayatta tutacak? Kökleri suya nasıl erişecek? Bir suç işliyorum ben de tıpkı yıllar evvel seni itham ettiğim gibi. O yüzüğü saklıyorum, o yüzüğü herkesten koruyorum, onun için... O hayatta kalsın diye çünkü biliyorum; ona da acımayacaklar, alacaklar benden. Sana yalvarmaktan başka çarem kalmadı Sevgili Bekçi, ben kızımı kaybedemem. Rosemarry’i, kendi özbeöz kızımı, kanımı, canımı, ruhumu bir başkalarının hançerlerinin adaletine bırakamam. O yüzük kızımı kurtaracak ve sen de onun yanında olacaksın. Onun yanında onu korumak için görevlendirileceksin. O vakit sana tıpkı senin istediğin gib-

 

Mektubun yırtılan kısmına kadar okuduğumda yaşadığım şok ve hayal kırıklığıyla buz kestim. Ellerim iki yanıma doğru düştüğünde mektubu elimden bırakmadım. Tüm bu olanlara anlam vermeye ve neler döndüğünü algılamaya çalışıyordum fakat bu mümkün olmuyordu. Ailem diye tanıdığım ve ailem sandığım insanlarla büyüdüğüm yerden bir anda uzaklaşmıştım. Uzaklaştırılmıştım. Hem de yine ailem sandığım ve onunla büyüdüğüm biri tarafından uzaklaştırılmıştım. Onun bu kanlı oyunu artık yalnızca kanlı değildi. Zalim ve illet dolu bir oyundu.

 

Karşılaştığım gerçekle birkaç adım gerileyip arkamdaki bir ağaca yaslandım ve nefes alıp vermeye başladım. Aylarca kendimi diyarın bir köşesinde arıyordum ve kendime yeni bir hayat kurmaya çalışıyordum. Oysa bütün bu yaptıklarım yalnızca vakit kaybıydı. Benim vaktim kayboluyorken Chris zaman kazanmıştı. Saltanatını kurmaya ve saltanatını sürdürürken yanında bulundurduğu bekçileri belirlerken...

 

Ona engel olacağımı ve onu her fırsatta yerinden edeceğimi biliyordu. Bu yüzden böylesine cani bir plan hazırlamıştı. Ben de buna kanmıştım.

 

“Siz Kraliçe Amara’nın öz kızısınız Majesteleri.” dedi Drach sessizliği bozarak. “Ve o sizi korumak için krallığın bütün bir nizamını yıktı. Bu nizamı sizin yeniden var edeceğinizi bildiği için yıkarken bir an bile pişmanlık duymadı.”

 

Kendi olduğum şeyden şüphe etmiştim. Bunca zamandır olduğum ruhtan, damarlarımda akan kandan, yüzümden, ailemden, var olduğum Dünya’dan... Halihazırda ait olmadığım bir yerdeyken, beni yine bir boşluğa sürüklemişlerdi.

 

“Siz Kral Alaric Finch ve de Kraliçe Amara’nın yegâne kızısınız Majesteleri. Tarihe konu ve efsane olan kâinatın en güçlü yüzüğünün, Saf Karanlığın yegâne Bekçisisiniz. Sahtekâr kardeşinizin sizden alıkoyduğu o tahtta söz hakkı olan kişisiniz. Ve en kısa zamanda Kraliçe olacaksınız.” dedi Drach ve sözlerinin sonuna, “Bunu size söylemek için aylarca sizi aradım. Ama sonunda buldum. Artık biliyorsunuz. Artık hakikati en iyi şekilde biliyorsunuz.”

 

“Ben...” diye mırıldandım. Ne olduğumu bile söyleyemiyordum. Dilim tutulmuştu. Kaybettiğim benliğimi yeniden kazanmaya ve onu yeniden kendime benimsetmeye çalışıyordum.

 

“Siz Prenses Rosemarry Finch’siniz. Kraliçe Rosemaryy Finch olmanız için artık önünüzde hiçbir engel kalmadı. Kalan tek şey sizden alınan o tahtın, babanızın ve ağabeyinizin intikamı. Annenizin vasiyetidir bu. Öz annenizin size vasiyeti.”

 

Elimdeki kâğıda baktım bir kez daha. Annemin yazısına baktım uzun uzun. Öz kızım yazan yeri defalarca okuyup kendi zihnimde tekrar ettim. “Ben bir Finch’im?” dedim fısıltıyla.

 

“Evet.” diye onayladı fısıltımı duyan Drach. O an kanım kaynamaya başladı. Bütün bir kanımın içine sanki bir zehir bırakıldı ve o zehir bütün bir vücuduma yayıldı. Zehir en son kalbime geldiğinde ise önce duraksadı.

 

“Chris bana yalan söyledi.” Sonra ise o zehir kalbimi de ele geçirdi ve kalbimi çürüttü.

 

“En başından bu yana...” dedi Drach. Zehir bu kez gözlerime doğru ilerlemeye başladı. Kör edilen gözlerim zehrin keskin gücüyle yeniden görmeye ve yeşil bir şekilde parlamaya başladı.

 

“Ağabeyimi öldürdü.” diye sayıkladığımda ellerimde tuttuğum kâğıt yumruk yapmamla buruştu. Bakışlarım tek bir noktaya sabitlendi. Hırçın Deniz’in ardında kalan kralın şehrine...

 

“Tahtta bir katil oturuyor Majesteleri. Ailenizin katili.” Drach’in sözleri kanımı daha da delirtiyordu. Bu aptal oyuna nasıl kandığımı ve bunu nasıl anlamadığımı düşünüyor kendime kızıyordum.

 

“Beni kandırdı.” dedim yine güçlü bir fısıltıyla ve sertçe nefes aldım. “Aylarca beni bir aylak gibi ülkenin bir kenarında gezdirdi. Sırf ondan uzak durmam için.” Artık tam anlamıyla ne yapacağımı biliyordum. Bu oyun fazla uzamıştı ve bu oyunu sonlandırmanın vakti gelmişti. Bu oyunu ve oyunun içindeki herkesi karanlığa hapsedip tarihin tozlu sayfalarından onların adını bir bir silecektim. “Atın yanında mı?” diye Drach’e döndüm. Drach gözlerimin içindeki öfkeyi görür görmez endişelendi. Niyetinin beni kışkırtmak olmadığı belliydi. O sadece gözümü açmak istiyordu ve bunu da başarmıştı. Olacak diğer şeylerden artık ne o ne de ben mesul değildim.

 

“Majesteleri...”

 

“Sana bir soru sordum.” dedim sert bir şekilde. Drach yutkundu ve yatıştırmak ister gibi iki elini havaya kaldırıp yanıma yaklaştı.

 

“Şu an saraya gitmeniz doğru değil. Öfkelisiniz. Onu da öfkelendiriyorsunuz.” deyip parmağımdaki yüzüğü işaret parmağıyla işaret etti. O an bir şeyler artık planladığımın tersine akmaya başladı. Kendimi karmaşık sarmaşıkların arasına fazla teslim etmiştim. Artık daha düz ve normal planlarla ilerleyecektim.

 

Karanlığın Yüzüğünün olduğu elimi sertçe sıktıktan sonra dişlerimi sıkarak Drach’e çevirdim başımı.

 

“O sarayı onun başına yıkacağım Başbekçi.” dedim nefretle ve onun ne söyleyeceğini beklemeden yanından hızlı adımlarla ayrıldım. Peşimden öylece bakakalırken bir anda hiç beklemediği bir şekilde beklemediği korkunç bir hamle yaptım. “ARES!”

 

Ares ismini söylememle yüzükten süzülen kara bulutlar eşliğinde yeryüzünde var olurken, Başbekçi’nin endişe dolu adımlarını arkamda hissettim. Ares karşımda belirip bana karanlığın içinden mavi parlak gözleriyle baktıktan sonra hiç düşünmeden onun yelelerine tutundum ve sırtına tırmanmaya başladım.

 

“Saf Karanlıkla gitmeyi düşünme Rose! Sakın bunu yapma!” Drach koşar adımlarla yanıma geldi oysa onu dinlemedim. Ares’in üzerine yerleştikten sonra öfkeyle,

 

“Atını verseydin o zaman.” dedim ve yüzüne bile bakmadan Ares’in sert kalın yelelerine tutunup sertçe sıktım. “Saraya Ares!”

 

“ROSE! Geri dön! Ares’le gidemezsin!” diye arkamdan haykırıyordu. Oysa dinlemiyordum. Ares çoktan hızlanmış ve yönünü kralın şehrine çevirmişti. Arkamda en son duyduğum ses ise Başbekçi’nin korkuyla adımı haykırışıydı. “ROSE!”

 

*** 

 

Geçitten hızlı ve emin adımlarla pelerinimi kafam geçirmiş bir şekilde adımladım. Etrafımda meşalelerle etrafa silah, zırh, yiyecek, para ve hayvan taşıyan bekçiler gelip geçiyordu. Kalabalığın arasını yararak doğrudan saraya doğru ilerliyordum.

 

Herkes yeni kralı ve ondan ne kadar çok memnun olduğunu konuşuyordu bir köşede. Babamın adını anan bekçilerin sayısı ne de hızlı bir şekilde azalmıştı böyle. Chris şöhretini çoktan halkın dört bir yanına yaymıştı.

 

Sarayın önüne geldiğim an duraksadım. Büyük kapının önünde duran muhafızlar mızraklarını kapıya doğru uzatıp çapraz bir şekilde kapıyı kapattıklarında pelerinimin altından onları inceledim. Gün doğmaya yaklaşıyordu. Ares sayesinde hızla gelmiştim. Başbekçi ise peşimden geliyor bile olsa bu hıza yetişemeyeceği için ertesi gününe kadar burada olurdu. Ben o zamana işimi çoktan bitirirdim.

 

“Kimsin sen?” dedi muhafızlardan biri. Pelerinimi çıkarmadan yeşil gözlerimle ona baktım.

 

“Açın kapıları.” dedim korkunç bir sesle. Ardından pelerinimi tek elimle çıkarıp daha evvel bana söyledikleri gibi kendimi, onların dilinden tanıttım onlara. “Kralın kızı geldi.”

 

Muhafızların yutkunduklarını işittim. Uzun zamandır buralarda olmadığım için öldüğümü düşünmüş olmalıydılar ve şu anda karşılarında beni gördükleri için ürkmüşlerdi. Uzun bir aradan sonra kendimi göstermiştim. Bu da onları hayrete düşürmüşlerdi.

 

Kapının önüne uzattıkları demir mızrakları yavaşça kaldırdılar ve kapıyı iki yana doğru açtılar. Aralarından ağır adımlarla sarayın bahçesine doğru girdiğimde içim ürpermişti. Evime... Aylar sonra evime dönmüştüm.

 

Sarayın kapısına ilerleyen yoldan yürürken bahçedeki bekçiler şok içindelerdi. Hepsinin doğrudan bakışları bendeydi. Siyah pelerinim yerde usulca sürünürken yüzümde büyük bir nefret ancak üzerimde korku salan bir sakinlikle saraya doğru ilerledim.

 

Saraydan içeri girdiğimde birkaç bekçinin elindeki eşyaları düşürüşünü duydum. Bakışlarımı kimseye çevirmedim. Tek bir yöne odaklıydım. O da taht odasına...

 

Etrafımdan geçmeye yeltenen bekçiler aylarca uzak kaldıkları ama diyarın herhangi bir köşesinden görseler bile tanıyacakları gözlerimi görür görmez adımlarını durduruyor ve elleri ağzında, yanlarından geçişimi izliyorlardı.

 

Adımların en sonunda kül kokan sarayın duvarlarının arasından geçtikten sonra kan kokulu bir odanın önünde durdu. Bu kan kardeşimin ellerinde kalan kanın kokusuydu.

 

Taht odasının önündeki muhafızlar beni görünce tereddüt etmeden ve içeriye haber bile vermeden kapıyı açtılar.

 

Ve o an... Uzun bir aradan sonra onunla göz göze geldik. Sevgili biricik kardeşimle...

 

Tahtına büyük bir heybetle oturmuş önünde dizilen adamları dinliyordu. Kapıda beni görmesiyle tahtından yükseldi ve ayağa kalktı. Yüzündeki şok ifadesi benim yüzümdeki öfkeyle çarpıştı. Onun ayaklanmasıyla önünde dizilen adamların da bakışlarını bana çevirmesi bir oldu.

 

Kapının önünde öylece kalırken Chris tahtına uzanan merdivenlerden aşağı indi ve önüne dizilen adamların arasından geçip bana yaklaşmaya çalıştı. Üzerinde büyük ve kocaman siyah bir pelerin duruyordu. Başında ise kral olduğunu belli eden yakutlarla, elmaslarla ve altınlarla donatılmış görkemli bir taç. Saçları olabildiğince sakallarıyla birlikte uzamıştı. Adeta bir kral gibi görünüyordu. Üzerine giydiği bu ihtişamlı kıyafetler, içinde saklanan katili çoktan gizlemişti.

 

Adımları bana doğru ilerlerken ben ona bir adım bile yaklaşmadım. En sonunda aramızda kısa olmayan bir mesafede durdu. Tamamen yanıma yaklaşmadı. Uzaktan hayret ve yarı mutluluk içinde bana bakıyordu.

 

“Kralım...” dedi odadaki adamlar ve hızlı adımlarla odadan çıktılar. Devasa kapı arkamızdan kapanırken Chris ile baş başa kalmıştık.

 

“Rose?” dedi Chris uzun bir sessizlikten sonra. “Geldin...”

 

Beklentiyle bana baktı. Ben ise onu baştan aşağı rahatsız edici bir şekilde süzüp tek kelime etmedim. Chris tepkisizliğimde gerilmişti. Bir süre daha benden bir şeyler duymak için beklese de bu pek mümkün olmadı.

 

“Neyin var sevgili kardeşim?”

 

“Kardeşin olmadığımı biliyorsun Chris.” dedim anında. Aylar sonra sesimi duyduğu için ürperdiğini gördüm. Sesimden bile ürperecek kadar korkak herifin tekiydi.

 

“Hayır Rose.” dedi hemen afalladığını belli etmemek için. “Durum ne olursa olsun sen benim kardeşimsin.”

 

“Öyle mi?” Durdu. Gözlerini kaçırdı ve sorumu öyle yanıtladı.

 

“Bu sonsuza kadar değişmeyecek tek gerçek, kardeşim.” Sessizlik yine girdi aramıza. Aramıza bir sürü şey girmişti oysaki. Sessizlik en masumuydu sadece. “Saf Karanlığın geri döndüğüne dair söylentiler vardı.” deyip sessizliğe bir son verdi. “Onları konuşuyorduk. Eğer çok önemli değilse daha sonra konuşabiliriz. Hem sen de dinlenirsin. Uzun yoldan geldin. Neler yaptığını uzun uzun konuşmak isterim.”

 

“Saf Karanlık...” dedim son söylediklerini önemsemeyerek. Ardından yanından geçip odanın içine, tahta doğru uzanan yolda ilerlemeye başladım. Chris arkamdan beni izlerken ben, yabancı olmadığım bu odanın içine sanki ilk defa giriyormuşum gibi incelemeye başladım. “Onu bulmakta kararlısın bakıyorum da.” Yönümü ona dönmeden parmağımdaki Karanlığın Yüzüğünü çevirip oynamaya başladım.

 

“Evet. Onu bulacağım.” dedi kararlı bir sesle. Alayla gülümsedim.

 

“Ne yapacaksın bulunca?” deyip omzumun üzerinden ona baktım. O ise ellerini arkada birleştirmiş oldukça emin adımlarla yanıma yaklaşmaya başladı.

 

“Bugüne kadar bize ne yaşattılarsa Elçilere de aynısını yaşatacağım. Babamızın intikamını alacağım.”

 

“Başka?” diye sordum ve son kez parmağımdaki yüzüğü çevirdim.

 

“Ne söylememi bekliyorsun?” dedi Chris ve adımlarını durdurdu. Onun durmasıyla yönümü Chris’e çevirdim ve imalı bir gülümsemeyle ona karşılık verdim.

 

“Anastasia gibi iki krallığa da hükmedebilecek bir güce sahip olacaksın. Bunu söylüyordun. Artık öyle değil mi?”

 

“Hayır. Hâlâ öyle.” Ellerindeki siyah eldivenleri çıkardı ve masada duran bir şarap kadehini alıp bir yudum aldı. “Her şey olabilir.”

 

“Her şey olabilir...” diye tekrar ettim. Yanına doğru ilerledim. “Hem bu durum hanedanımızı da gururlandırır. Sonradan gelen soyumuzu da...”

 

“Hanedanımız...” deyip alayla gülümseyerek şarabından bir yudum daha aldığında adımlarım durdu.

 

“Neye bu kadar şaşırdın?” diye sordum birden. Chris yeniden afallayarak bakışlarını bana çevirdi. “Ben sizin kanınızdan değil miyim günün sonunda?”

 

Elindeki bardağı hafifçe indirdi. Ciddi olup olmadığımın kanısına varıyordu. Yüzümdeki alaycı gülümsememi o an sildim ve ona son derece ciddi bir şekilde bakmaya başladım. O an gözleri titredi ve korkuyla bir adım geriledi.

 

“Rose...”

 

“Söyle Çaresiz Kral.” dedim ve yanına doğru ilerlemeye başladım. O benden uzaklaşıyordu ben ona yaklaşıyordum. En sonunda adımları odanın tam ortasında durdu ancak ben durmadım ve onun etrafında dolanmaya başladım. “Bir yalan daha söyle. Kurtarsın seni bu çaresizlikten. Azat etsin dönüp dolaşıp çarptığın o zincirlerinden. Refah bulsun içinde kimseye yansıtmadığın bencillik arzun. Nedir asıl isteğin? Söyle bana. Ne için beni olduğum şeyden yabancılaştırdın? Kim için beni kanından olmamakla cezalandırdın. Ama sen anlamadın...” dedim ve etrafında dönmeyi bırakıp tam önünde durdum. Gözlerinin içine bakarak nefret kustum suratına. “Bunun benim için bir ceza olmadığını bile anlamadın. Şu andan sonra senin kanını taşımak bana ancak ve ancak yük verir. Kara bulutların taşıyıp omuzlarıma bıraktığı bir yük...”

 

“R-rose... Dur lütfen...” Ellerini havaya kaldırıp kendini savunduğunda daha büyük bir hiddetle ona doğru ilerledim.

 

“SÖYLESENE ÇARESİZ KRAL!” diye bağırdım suratına doğru. O an gözlerim kızarmaya ve ellerim öfkeden titremeye başlamıştı. “O gün bana söylediğin her bir cümleyi şimdi de söyle! Hadi!” Canım burnumdaymış gibi bir bir ona ilerleyip içimde tuttuğum her şeyi ona haykırıyordum. O an kapıdan bir ses geldi. Bu büyük gürültü sonrasında odaya birkaç muhafız bekçi girdiğinde kimseyi önemsemeden ona yürümeye devam ettim. “Bir taht için bana böyle bir şey yaşatmayacağını tekrardan söyle bana.”

 

Sesim tir tir titriyordu. Chris ise en az benim kadar kızarmıştı. Yaptığı şeyden utanıyor olmalıydı fakat artık çok geçti. Artık her şey için çok geçti...

 

Arkasındaki muhafızlara baktı bir süre ve korkuyla yutkundu. Ardından bana döndü.

 

“Git buradan.” dedi tehditvari bir ses tonuyla.

 

“Senin yüzünden aylarca acı çektim.” dedim işaret parmağımı ona kaldırarak. “Gerçek ben kimim aylarca kendimi aradım ülkenin bir köşelerinde. Oysa sen bir kez bile vicdanını dinlemedin! Sahip olduğun mutlak gücün esiri oldun!”

 

“Rose yeter!” dedi birden bağırarak. “Çık dedim. Derhâl!”

 

O an öfkeden cebime buruşturduğum mektup aklıma geldi. Sertçe burnumu çekip cebimdeki mektup parçasını çıkardım ve doğrudan ona uzatıp bağırmaya devam ettim. “Bu elimdeki ne biliyor musun? Gerçek ben... Kraliçe Amara ve Kral Alaric Finch’in özbeöz kızı olan gerçek ben...”

 

“Muhafızlar!” diye bağırdı bu kez beni bastırarak. Öfkeyle onun üzerine yürümeye devam ettim ve notu yanında duran Ardena’nın haritasının bulunduğu masaya sertçe çarptım. Muhafızlar bu aykırı hareketlerime karşılık hızlı adımlarla yanıma geldiler fakat öyle öfkeliydim ki yanıma yaklaşmaya çekindiler.

 

“Sen bir taht için kendi özbeöz kardeşinin canını yakan bir zavallısın Kral Chris! Bir taht için iki kardeşinin de canına kıyan bir zalimsin!” diye üzerine kükredim. Oysa Chris az önceki tavrının aksine üzülmüyordu. Bu kez yüzünde farklı bir ima duruyordu. Yüzünde buram buram nefret ve rahatsız edici bir gülümseme...

 

“Prenses Rosemarry Finch’i zindana kapatın.” dedi tek nefeste.

 

Kanım dondu. Bir anda afallayarak bir adım geri çıktım ve gözlerimi kırpıştırıp söylediği şeyin gerçek olup olmadığını düşündüm. Doğru mu duyuyordum? Yanlış duyuyor olabilir miydim?

 

Çenesi gerildi ve yanaklarından ufak çıkıntılar göründü. Dişlerinin arasından,

 

“Evet her şeyi taht için yaptım.” dedi. “Evet taht için sizi harcadım çünkü aranızda tahtı en çok hak eden bendim. Onun için en fazla fedakârlık yapan da bendim! Güç durgun bir nehirden değil, fedakârlıklarla dolu bir denizden geçer çünkü.”

 

Söyledikleri kulağıma giriyor ancak aklıma girmiyordu. Aramızda görünmez bir duvar duruyor ve sanki birbirimize ulaşmamızı engelliyordu. Bu duvar Chris’in kibrinin ta kendisiydi. Kendisini kibrinde öyle kaybetmişti ki etrafındaki hiçbir şeyi görmüyordu. Ailesini bile görmüyordu. Kendini sarayın bu kül kokan duvarları arasında kaybetmişti.

 

“Sizin gibi merhamet canavarlarına tahtı bıraksaydım emin ol o tahtı kaybederdik. Elçiler bütün gayelerine ulaşırdı. Önümdeki bütün engelleri teker teker kaldırdım. Önce annem, sonra babamı sonra Caleb ve en son sen. Sırayla tahtı kaybetmemiz için bize engel olan bütün herkesi feda ettim.”

 

“Bu fedakârlık değil.” dedim anında fakat beni dinlemedi.

 

“Şimdi de gidip Saf Karanlığı bulacağım.” dedi büyük bir hırsla.” İşte o zaman kimin korkak olduğunu anlayacaksın.”

 

Sözleri korku doluydu oysa korkmuyordum ondan. Söylediklerini yapma cesaretinin olmadığını ve bunların hepsinin bir söz olarak kalacağını en başından beri biliyordum.

 

Chris son kez bana baktı ve muhafızlara başıyla beni işaret etti. Birden etrafımda korkudan bana yaklaşamayan muhafızlar sertçe yanımda belirdi ve kollarımdan tutup beni çekiştirmeye başladılar. Chris yanımdan öylece hiçbir şey söylemezken yaptığı bu terbiyesizliğe daha büyük bir öfkeyle çıkıştım.

 

“Bırak beni!” dedim muhafızlardan birine. “Karşınızda kimin olduğunun farkında mısınız siz?”

 

“Anla artık Rose.” dedi Chris tahtına ilerlerken. Adımları tahtının merdivenlerindeyken duraksadı ve omzunun üzerinden bana bakıp haince gülümsedi. “Senin varlığın kimse için bir tehdit değil. Senin varlığın herkes için koca bir hiçlik. Emin ol kimse hiçbir güce sahip olamayan bir prensese boyun eğmez.”

 

“O tahtta hüküm sürmene asla izin vermeyeceğim!” diye bağırdım. Muhafızlar beni daha da çekiştirdi ancak direndim. Fiziksel gücüme hayret ediyorlardı. Kapıya doğru seslenip birkaç muhafız daha çağırdıklarında öfkeden delireceğimi hissettim.

 

Chris büyük bir rahatlık ve keyifle tahtının merdivenlerinden adımladı ve tahtına oturup genişçe yayıldı. Kapıdan yeni muhafızlar gelip beni tutmaya çalışmaya başlayınca öfkeyle içlerinden birisine oldukça sert bir tekme geçirdim. Chris elinde şarap kadehiyle tahtında oturmuş keyifle beni izliyordu.

 

“Sen kimsin de senden izin isteyecekmişim?” dedi arsızca. “Sen daha kendi benliğini bile bilmeyen hiçbir şey yapamayacağının farkında olan ama buna rağmen sürekli bir şeyler yapmaya çabalayan bir kukladan başka nesin Rose? Hayallerinde Anastasia olmak varken sen tıpkı büyükannemiz Kraliçe Marry gibi ölmeye mahkûm kalacak bir kölesin.”

 

Keskin sözleri zihnimin en derin ve kaybolmuş noktalarına kadar gitti ve yankılanabildiği kadar yankılandı. Kraliçe Marry gibi ölmeye mahkûm kalacak bir köle...

 

Muhafızların beni tutmasına engel olmayı bıraktım aniden. Durdum. Sadece durdum. Muhafızlar önce aniden onlara karşı koymayı bıraktığım için duraksadılar. Birbirlerine baktıklarına emin olduğum bir süreçte aklımı dinlemeyi çoktan bırakmıştım. Artık yalnızca öfkem konuşuyordu. Ve öfkem her şeyi dağıtmaya hazırlanıyordu.

 

Kraliçe Marry gibi ölmeye mahkûm kalacak bir köle... dedi zihnim ve bir parça kırıldı.

 

Kraliçe Marry gibi ölmeye mahkûm kalacak bir köle... dedi tekrardan zihnim ve ellerim arasında duran o güç harıl harıl yanmaya başladı.

 

Kraliçe Marry gibi ölmeye mahkûm kalacak bir köle... dedi tekrar ve tekrardan zihnim. Ve bu kez her şey bir anda olmaması gereken bir hâle dönüştü.

 

Hırçın Deniz’in dalgaları zihnimde atmayı bıraktı. Bütün bir vücuduma yayıldı. Aklım, mantığım, duygularım hepsi görevini yitirdi. Sanki başka birine dönüştüm o sözleri işitir işitmez. Ve sanki içimde uyuyan koca bir canavarın uyanışına denk geldim. Öyle güçlü ve tehlikeli bir yaratıktı ki, uyanışı bile bütün bir bedenimi titretti.

 

Yıllarca ormanında uyuyan o aslan gözlerini açtı. Önce tahtına oturan ve keyifle olanları seyreden aciz krala baktı. Ve aslan belki de o an karar verdi. Her yeri ve her şeyi yok etmek istediğine o an emin oldu. Aslan son kez krala baktı. Artık gözlerinde yeşilden eser kalmamıştı. Gözleri masmaviydi. Ve bu mavi ölüme benziyordu.

 

“Ares...” dedi soğuk dudaklarımın arasından çıkan alev gibi sözler. “Göster kendini.”

 

Etrafımda duran muhafızlar neler olduğunu anlayamadan yüzüğümden süzülen karanlık bulutlar bir anda bütün bir taht odasını kapladı. Her yer karanlığa döndüğünde Chris'in şaşkın çığlıklarını işittim ancak bu bana tuhaf bir şekilde zevk verdi.

 

Taht odasının birkaç camı korkunç bir sesle kırılıp odanın içerisini cam kırıklıklarına boğmuştu. Etrafa saçılan cam kırıkları muhafızlardan birkaçına isabet etmiş ancak çok zarar vermemişlerdi. Muhafızların birkaç adımda benden uzaklaşıp kapıya doğru ilerlediğini gördüm ve yönümü tamamen ona çevirdim. Çaresiz Kral’a...

 

Tam da o an kara bulutların içinden bir çift mavi göz belirdi. Saf Karanlığım, bütün bir ihtişamı ve korkunçluğuyla karanlığı bir ölüm gibi delip geçti. Tahtın hemen önünde Chris’e doğru başını uzatmış sertçe dişlerini sıkıyordu. Onu her an öldürebilecekmiş gibiydi. Sıcak nefesi Chris’in yüzüne çarpıyor ve Chris, yerinden fırlamasına ramak kalan gözleriyle karşısındaki bu devasa tehlikeyi anlamaya çalışıyordu. En sonunda onun Saf Karanlık olduğundan emin oldu ve hızla nefes alıp vermeye başladı.

 

Kalbinin o korku dolu yardım çığlıklarını andıran sesleri o an kulağımda çalan bir melodi gibiydi. Etrafımdaki karanlık bulutlar eşliğinde tahtına doğru ilerlemeye başladım. Ares hemen önümdeydi. Onun yanından küçük adımlarla geçip Chris’in görüş alanına geçtim oysa Chris doğrudan Ares’e bakıyordu. Korku dolu gözleri Ares’in gözlerinden ayrılmıyordu.

 

“Saf Karanlık...” Dudaklarının arasından çıkan ilk söz buydu. Sesi buram buram korku kokuyordu.

 

O an beni gördü. Doğrudan gözlerime baktı ancak bu kez gözlerime tuhaf bakıyordu. Gözlerime değişmiş gibi bakıyordu. O an tahtın yanındaki ateş kadehinin yansımasından kendimi gördüm. Gözlerimi gördüğüm an kalbim durdu.

 

Gözlerim bütün o yeşilliğini yitirmişti. Yalnızca mavi vardı. Koyu mavi... Ares’inkiler gibi masmavi...

 

“Bak Rose...” dedi Chris. Yardım çığlıklarını duyabiliyordum oysa yaşadığım bu şaşkınlıkla dikkatimi ona verememiştim. “Bu bir suç! Senin... Senin yüzük taşıman bir suç! İdam suçu!”

 

Gözlerimi kadehten çevirdim ve doğrudan Chris’e baktım. Yüzü korkudan bembeyaz olmuştu. Elleri öyle titriyordu ki sanki elleri ateşe değmişti ve onun paniğiyle böylesine sallanıyordu.

 

“Eee?” dedim sakin ama bir o kadar da keskin bir sesle.

 

“Buradan elbet çıkacağız! Parmakların kesilecek, zindana gideceksin ve idam edileceksin. Bunları yaşamaman için elimden geleni yaparım. Bu sırrı saklarım. Yeter ki son ver şuna!” deyip korkuyla bakışlarını Ares’e çevirdi. Olanlara hâlâ inanamıyordu. Böyle bir şey beklemiyordu ve gördüğü şey karşısında korkudan ne yapacağını şaşırmıştı. Tam da beklediğim gibi bir senaryoydu.

 

“Sen mi?” diye sorduğumda daha da panikledi ve bağırmaya başladı.

 

“Hadi ama Rose! İnsanlar bunu öğrendiklerinde isyan çıkarırlar.”

 

“Önce ağabeyim Caleb’ı öldürdün.” dediğimde artık sesimin rengi tamamen değişmişti. Sesim, gözlerim, öfkem... Hepsi bambaşka birine aitti o an. “Sonra babamızı o hâlde savaşa kendi ellerinle gönderdin. Sonra beni benliğimden şüphe ettirdin. Az önce bana bir köle olduğumu ve bu hayattaki benzemeye en korktuğum kişiye benzediğimi söyledin. Canını bağışlamam için bir sebep ver bana.”

 

“Beni öldürecek misin?”

 

“Bu soruyu soracak kadar masum musun sence?”

 

Bakışları dondu. Dili çözülüp tek kelime edemedi ama yine de korkuyla çırpınmaya devam etti. Az evvel genişçe ve keyifle yayıldığı tahtına korkudan öyle büzülmüştü ki kaybolup gitmişti onun üzerinde. Bir kral nasıl olur da tahtından daha küçük olabilirdi?

 

“Rose...” dedi titreyen sesiyle. Ölmekten korkuyordu. “Dinle, beni öldürürsen seni yaşatmazlar!”

 

“Yaşamak mı istiyorsun? Yoksa yaşamamı mı?” diye sordum hemen. Sustu ve hiçbir şey söylemedi.

 

Ares’e çevirdim bakışlarımı. Ares ona baktığımı hissederek bana döndü. Başımla uzaklaşması gerektiğini işaret ettim. Ares son kez Chris’e dişlerini sıkarak büyük bir öfkeyle baktı. Hemen ardından birkaç adım geri attı. O an Chris’in önüne ben geçtim ve küçülen haline eğilerek yaklaştım.

 

“Bu söylediğine karşı bir inanç duyduğumu mu sanıyorsun? Sen bencil herifin tekisin! Kendini kurtarmak için benim canımla beni mi cezbetmeye çalışıyorsun?”

 

“Rose! Bak gelecekler. Bu hâlde görürlerse izah edemeyiz. Son ver artık bu saçmalığa!” diye üzerime doğru geldiğinde Ares birden gür bir şekilde kükredi. Chris korkuyla tekrardan tahtına geri döndü. Gözlerime bakacak kadar bile cesareti yoktu. Ölüm ne de korkutuyordu...

 

“Söyle bakalım Çaresiz Kral.” dedim soğuk bir sesle. “Sana ne yapmalıyım?”

 

“Yüce Ardena aşkına...”

 

Arkamdan gelen sesle durdum. Bu ses yalnızca tanıdıklık hissi değil aynı zamanda bir ürperme getirmişti. Chris de aynı şekilde ürperdiğinde birbirimize kaşlarımız çatık bir şekilde baktık. Arkamı yavaş yavaş döndüm ve o an kendimi olduğum yere çakıldığımı hissettim. Yanlış duymamıştım ya da hayal değildi. Tam karşımdaydı ve kocaman gözleri Ares’e bakıyordu.

 

Kral Alaric Finch karşımızdaydı ve o da tıpkı Çaresiz Kral gibi Saf Karanlık ile tanışıyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YAZARDAN NOT:

 

 

 

 

 

 

Merhabalar hayal dünyalarımın gezginleri... Küçük bir duyuru ile gelmiş bulunmaktayım. Haftaya hem finallerim olacağı için hem de kendi memleketime döneceğim için ne yazık ki yeni bölüm gelmeyecek. Bir haftalık küçük bir ara verdikten sonra kalan bölümleri de hızlı hızlı tamamlayıp yine aynı gün ve saatte paylaşacağım. Bol bol yorum atmayı lütfen ihmal etmeyiniz. Yepyeni bir yıl bizi bekliyor, en güzel dileklerinizi hazırlayın kendinize ve mutlu mu mutlu bir yıl geçirin sevdiklerinizle... Şimdiden yeni yılınız kutlu, mutlu, sağlıklı ve en önemlisi sevdiklerinizle olsun. Kendinize kimsenin size bakmadığı kadar çok ama çok iyi bakın ve sağlıcakla kalın. <3<3<3

 

 

 

 

*BÖLÜM 27: HATIRLA 10 OCAK CUMA GÜNÜ SAAT 18.00'DA YAYINDA!

*ALINTI:

 

“Ne yaptığını sanıyorsun sen?” dedi Prens Chris düştüğü yerden ayaklanırken.

 

“Kralımız böyle bir emir vermedi. Asıl siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz prensim?” dedi soğuk bir nevale gibi Başbekçi Drach Farrighton.

  

“Sen benim verdiğim kararlara karşı mı çıkıyorsun? Bu ne hadsizlik ne sanıyorsun sen kendini!” dedi Prens Chris Başbekçi’nin üzerine yürüyerek. Drach keyifle gülümsedi.

 

“Ben kralınızın en üst mevkisine sahip adamıyım ve onun emirlerine karşı olan her harekete engel olmakla mükellefim. Peki ya siz prensim? Siz kralınızın emri altında onun üzerine söz söyleyip karar verecek kadar yüksek bir mevkide misiniz?”

 

“Ben kralın tek oğluyum.”

 

“Hayır. Kralın üç oğlundan birisiniz. Hatta dörttü ancak maalesef bir tanesi hain bir şekilde katledildi.” dedi Drach ve imayla “Bu sarayda hainlere yer yok prensim.” dedi. Prens Chris öfkeyle dişlerini sıktı. “Ve siz şu an babanızın emrine uymayarak ona hainlik ediyorsunuz. Yanılıyor muyum?”

 

Prens Chris tehditvari bir şekilde Başbekçi’ye yaklaştı ve işaret parmağının Başbekçi’nin göğsüne uzatıp onu ittirdi. “Eğer bir daha bir işimin içinde seni görürsem bu sefer sana acımam. O dilinle birlikte bütün bir uzuvlarını keserim bekçi.”

 

“Bunu sıradan bekçilere yapabilirsiniz prensim.” dedi Drach ve ardından göğsüne tutulan parmağa inat bir adım yaklaştı Prens Chris’e. “Ancak ben Başbekçi’yim. Mevkim ancak siz kral olduğunuz vakit sizden aşağıda olur.” dedi ve yerde uzanan Prenses Rosemarry’e baktı. Ardından pişkince Prens Chris’e döndü. “Ve sanırım şu şartlarda siz kral olamayacaksınız.”

Bölüm : 27.12.2024 18:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...