

BÖLÜM 27: HATIRLA
Kral Alaric bütün bir ihtişamıyla kapının önünde duruyor ve kahverengi gözlerini bir an olsun Ares’in üzerinden çekmiyordu. Ölümün ona verdiği varsaydığımız bir beyazlık vardı yüzünde. Ancak şimdi o beyazlık, saf karanlığı görmesiyle var olmuştu. Ve inandığımızın aksine bu beyazlık daha önce hiçbir şekilde onun teninde gezmemişti. O ölmemişti. Öldü sanılan ve kralın ölümüyle çalınan çanların sesi... Her şey yalandı.
Kral Alaric içeri doğru birkaç adım daha attı ve Saf Karanlığa doğru yaklaştı ancak sonra duraksadı. Sarılı olan sağ elini kaldırıp ona dokunmaya yeltendiğinde Ares bir adım geri çekildi. Kral gözlerine inanamıyordu. Elleri hayretle aşağıya doğru kaydı. Ares ise küçük adımlarla yanıma yaklaşmaya başladı. Kralın gözleri Ares’in adımlarını takip etti ve nihayet benimle göz göze geldi.
Yutkunarak ona baktım. Gözleri yüzümden anında elime kaydı. Elimdeki siyah yüzüğe...
Gözleri irileşti. Tek bir ses bile çıkarmadan tekrardan yüzüme baktığında kesik bir nefes aldım. Bakışlarımı Ares’e çevirdim ve mırıldanarak ona yüzüğe geri dönmesini söyledim. Ares emrimi alır almaz yüzüğüne geri döndü.
“Neler oluyor burada?” dedi Kral şaşkınlığın verdiği donuk bir sesle. Titreyen ellerimi önümde birleştirdim ve saygıyla karşısında eğildim. Bakışlarımı kaçırmaya özen gösteriyordum ancak bu mümkün olmuyordu. Onun ölmediği gerçeğine alışamamışken şimdi karşımda Ares’i görmesi her şeyi daha da berbat etmişti. “Rosemarry?” diyerek bir adım yanıma yaklaştığında sesli bir nefes verdim.
“Baba... Sen...”
“Baba...”
Sözümü bitiremeden Chris tahtan adım adım indi ve krala doğru yaklaşmaya başladı. Başındaki tacı kıvrak bir şekilde çıkarıp eline aldığında ise kral hayretle ona bakmaya başladı. Bir bana bir de Chris’e bakıyor ve kafasındaki bu karmaşıklığı çözmeye çalışıyordu.
“Bu...” dedi Chris’e doğru. “Bu da ne demek oluyor?”
“Baba...” dedi Chris mahcubiyetle ve krala doğru bir adım yaklaştı ancak kral pelerinini tutup ondan uzaklaştı.
“Bu nasıl bir rezalet böyle!” diye bağırdığında Chris tir tir titremeye başladı. “Ben ölmeden senin ne haddine?”
“Baba... Açıklayabilirim lütfen.”
“Ya sen!” diyerek bana döndü. Yüzü artık beyaz değildi. Yüzü kıpkırmızıydı. Öfkeden kızarmıştı ve gözleri ilk kez bu kadar korkunç duruyordu. Chris’in yanından ona sertçe çarparak geçti ve hızlı adımlarla yanıma geldi. Geri çekilmedim. Kral tam karşımda durduğunda bana üstten bakmaya başladı.
“Karanlığın Yüzüğü...” dedi. Sıcak nefesi başımdan aşağı dökülüyordu. Çekinerek başımı kaldırdım ve ona baktım. Ellerini yumruk yapıyordu. Kendini tutuyordu. “Sen... Sen ona... Bekçilik mi ediyorsun?”
“Baba...” dedi Chris cevaplamama izin bile vermeden. “Uzun süredir yüzüğe bekçilik etmiş. Biz onu ülkenin her köşesinde ararken o yüzüğü bulmuş ve bize haber bile vermemiş. Üstüne üstlük ona bekçilik etmeye karar vermiş. Bunu söylemek çok acı farkındayım fakat kız kardeşim büyük bir suç işliyor baba. Ve herkes gibi sen de bu suçun cezasını çok iyi biliyorsun.”
Bakışlarımı nefretle Chris’e çevirdim. Chris ise göğsünü germiş karşımda krala karşı beni yem olarak tutuyor ve beni ihanetle suçluyordu. Bundan ise zerre pişman olmuyordu.
“Bize ihanet mi ettin kızım?” Kralın sesiyle gözlerimi krala çevirdim. Nefret dolu gözlerim kralın hayal kırıklarıyla dolu gözlerine çevrilince kendimi suçlu hissettim. Kendimi hiç olmadığım kadar suçlu hissettim... “Bunu bize yaptın mı gerçekten?” diye sordu inanmak istemeyerek.
Korkudan ve üzüntüden dilim tutulmuştu. Dilim çözülüp tek kelime bile etmedi. Başımı iki yana salladım krala bakarak.
“Baba dinle.” Kısık sesime karşılık kral suratıma bağırmaya başladı.
“Sen!” dedi ve yumruk yaptığı eli çok hafif bir şekilde havaya kalktı. Sonra duraksadı. Elini indirdi ve aynı öfkeyle devam etti. “Sen nasıl? Nasıl bizi çiğneyip geçebildin? Adaletimize, haklarımıza, saygınlığımıza kurallarımıza nasıl ihanet edersin sen! Gözün bu kadar mı döndü, bu ne rezillik böyle? Aklını mı yitirdin sen? Nasıl bu yüzüğü bulup bize haber vermez üstüne üstlük ona bekçilik etmeye karar verebilirsin! Sen kendini ne sanıyorsun?”
“Baba lütfen.” diye konuşmasının arasına girsem de bu pek etkili olmadı. Kral hararetli bir şekilde devam ediyordu.
“Sana inanamıyorum.” dedi başını iki yana sallayarak. “Sana inanmak istemiyorum, sen delirmişsin. Bir suç olduğunu bile bile sen bu yüzüğü parmağına taktın ve yetmezmiş gibi utanmadan bir de ona bekçilik mi ettin?” Sesi ve gözleri hayal kırıklığıyla doluydu. Başımı kaldırıp ona bakmaya bile utanıyordum. Daha düne kadar bu manzarayı hayal ediyor ve böylesine tepkileri hayal edip kendimi yatıştırmayı başarabiliyordum ancak şimdi öyle değildi. Hayal etmek ve yaşamak bir değildi. Bu sözler zihnimde daha az kırıcıyken şimdi bütün bir bedenimi parçalayacak kadar ağırdı.
“Derhâl reddet yüzüğü!” dedi dişlerinin arasından. Korkuyla başımı kaldırıp kızaran ve dolan gözlerimle ona baktım. Yalvaran bakışlarla baktım ona.
“Yapamam baba.” dedim yine kısık bir sesle. Kralın kaşları havalandı ve bir adım daha yaklaştı.
“Ne dedin sen?” dedi tehditvari bir sesle. Gözlerimi sıkıca kapattım. Küçük bir hıçkırık çıktı ağzımdan.
“Suçunu sürdürüyor musun kardeşim?”
Chris’in küstah sesiyle gözlerimi açtım ve titreyen dudaklarımı açtım ancak hiçbir şey söyleyemedim. Ondan öylesine nefret ediyordum ki... Karşımda kralın arkasına geçmiş pişkince sırıtıyor ve kralı kışkırtmaya çalışıyordu.
Onu önemsemeden bir kez daha yalvaran bakışlarımı krala çevirdim.
“Baba lütfen.” dedim acınası bir şekilde. “Bir kez olsun beni dinle. Sadece bir kez.”
“Bunca zaman neredeydin?” dedi Chris. Kendimi daha fazla tutamadım ve kralın yanımızda olmasını umursamadan var gücümle bağırmaya başladım.
“Kes sesini Chris. Babam ölmeden onun tahtına geçip kendini kral ilan etmene ne demeli!” diye bir adım öne çıktığımda kral elini kaldırıp karnımdan beni geri itti. Bu hareketiyle bir süre hiçbir tepki vermeden krala baktım. Kral omzunun üzerinden Chris’e baktı.
“Chris?” diye sorduğunda Chris yeniden titremeye başladı. Bütün okları üzerime çekmeye çalışırken en sonunda o da yakalanmıştı.
“Muhafızlar senin ölüm haberini getirdiler baba. Duyunca inanamadım. Sonra bana tahta geçeceksin dediler.” diye açıklamaya başladı Chris. “Senin intikamın için planlar hazırlarken Rosemarry birden Saf Karanlığı çıkarıp bana saldırmaya başladı.”
“Ne kadar kolay yalan söylüyorsun böyle.” dedim ondan tiksinircesine. “Bana sizin kanınızdan olmadığımı söyleyen kimdi? Ağabeyimizi öldüren kimdi Chris!” diye yeniden onun üzerine yürümeye çalıştım ancak kral beni yeniden durdurdu. “Onu zehirleyen, onun canına kasteden? Kral bu kapıdan girmeden önce tek tek saydın ya hepsini. Ne çabuk unuttun böyle.”
“Suç işleyip bize ihanet ettin.” dedi Chris kralın sessizliğinden aldığı güçle. “Yetmezmiş gibi bir de bana iftira atıyorsun öyle mi Rosemarry?”
“KESİN!”
Kralın gür sesiyle ikimiz de başımızı yere eğdik. Kral ellerini arkasında birleştirip gözlerini yere çevirdi. “Kendi evlatlarımı tanıyamıyorum artık. Kendi evlatlarıma inanamıyorum. Sizler nasıl benim evlatlarım olabilirsiniz bunu anlamıyorum. Hangi evlat ölmemiş babasının yerine geçip kendini kral ilan eder!” dedi Kral sertçe arkasını dönüp Chris’e doğru bağırarak. Chris mahcubiyetle başını öne eğdiğinde hâlâ tir tir titriyordu. Kral bu kez bana döndü. Gözlerimden bir yaş süzülürken kral sesinin tonunu daha yumuşak bir tona çevirerek, “Ve hangi evlat babasının yürütmekte olduğu adaletine karşı çıkar.” dedi. Utanarak bakışlarımı ellerime çevirdim. Parmağımın üzerinde duran yüzüğe baktım uzun uzun. Bu bir suç olamazdı. Bu benim de hakkım olan bir şeydi. Herkesin sahip olduğu şey nasıl olur da ben sahip olunca suç olabilirdi.
“Sen beni çok büyük bir hayal kırıklığına uğrattın kızım. Sana verdiğim değeri düşünüyorum. Sana verdiğim emekleri düşünüyorum. Seni herkesten koruduğum günleri düşünüyorum. Meğer sen birine bile saygı beslememişsin. Sana verdiğim her şey için kendimden utandırdın beni.”
Sözleri kalbimi kırıyordu. Daha fazla dayanamıyordum.
“Baba yapma.” dedim yalvararak. “Bu kadar ağır konuşma. Lütfen.” Dudaklarım tir tir titriyordu. Kralın karşısında aciz bir kız çocuğuydum ve durmaksızın ağlıyordum.
“O yüzüğü derhâl reddedeceksin.” dedi ve bana sırtını döndü. Omzunun üzerinden, “Bu rezilliğin daha fazla sürmesine izin veremem.” dediğinde nefesimin kesildiğini hissettim. Yere kapanıp ona yalvaracaktım adeta.
“Hayır.” dedim önce ve başımı iki yana salladım. “Hayır baba. Bunu benden isteyemezsin.”
“ROSE!” diye sesini yükselttiğinde gözlerimi kapayıp bir hıçkırık bıraktım. Gözlerimden akan yaşları önemsemedi ve tehditvari konuşmalarına devam etti. “Derhâl o yüzüğü reddet. Bu sana son uyarımdır. Aksi hâlde neler olacağını biliyorsun.”
Durdum. Bu kadar ileri gidebilir miydi? Parmaklarımı sahiden kesebilir miydi? Kendi kızına, kendi özbeöz kızına bunu sahiden yapar mıydı?
Düşündüm. Ailem bu zamana kadar hayatta kalmam için her şeyi yapmıştı. Yine yapar mıydı? Halihazırda ölmek için doğan birini yaşatmak için bütün bir ömrünü adayan bir baba vardı karşımda. Şimdi bütün bu çabasını bir kenara atıp herkesin tek isteğini yerine getirir miydi? Bana kıyar mıydı?
Chris haklıydı. Ben ailemi daha önce hiç tanıyamamıştım. Ne ölen ağabeyim Caleb ne ukala kardeşim Chris ne de babam... Hiçbirini tanıyamamış ve onları kendi inandığım şekillere sokmuştum. Onları hep kendi kafamda belirlediğim yerlere koymuş ve onların hep öyle olduğuna inanmıştım. Kendi benlikleriyle daha yeni yeni tanışıyordum.
Ve belli ki kralın da kendi benliğiyle yeniden tanışıyordum.
Bir adım öne çıktım ve sırtını dönük krala karşı var gücümle bağırmaya başladım.
“Hayır! Çocukluğum ve bütün bir hayatım başkalarının hançerlerinden kaçmakla, saklanmakla geçti. Ben artık yoruldum baba. Ben artık bana biçilen bu kaderin yörüngesinde dönmekten çok yoruldum. Özgür olmak istiyorum sadece. Herkes gibi olmak istiyorum. Ne farkım var benim onlardan. Ne eksiğim ne fazlalığım var? Yıllarca ölü bir beden gibi yaşattınız beni. Yaşımı bekleyip beni ölümden kurtarmak için beni, tanımadığım insanlarla evlendirmeye karar verdiniz. Bir eşya gibi oradan oraya sürüklediniz beni. Yeter.” dedim ve son nefesim dudaklarımdan çıkacak gibi acıyla, “Artık yeter baba.” dedim.
Kral hiçbir şey söylemedi. Sırtı dönük bir şekilde sessizliğini sürdürürken ben bundan cesaret alarak konuşmaya devam ettim.
“Karşılığı her ne olursa olsun ben de normal bir insan gibi yaşayacağım. Normal bir bekçi gibi bu yüzüğe bekçilik edeceğim. Normal bir bekçi gibi yaşayacağım ve özgür olacağım. Saf Karanlığı reddetmiyorum. Gece ile gündüz bir araya gelse bile vazgeçmem ondan. Yıllardır süregelen bir savaş var. İzin ver, tek bir damla daha kan akmadan durdurayım bu savaşı. Senden sadece bana güvenmeni istiyorum. Kızına ilk ve son defa güven. Her şeyi halledeceğim. Sadece güven bana.”
Hışımla arkasını dönüp irileşen gözlerini doğrudan bana dikti.
“Sen söylediklerinin farkında mısın?” dedi dişlerinin arasından. “Savaşı durdurabilecek kadar güçlü mü sanıyorsun sen kendini? Elinde kontrol edemeyeceğin kadar büyük ve zehirli bir güç var Rosemarry. Sen daha hayatta kalma savaşında bile yorulduğunu söylüyorsun, bu savaşı nasıl durduracaksın? Saçma sapan konuşmayı kes artık!” Uzanıp sertçe sol kolumu tuttu ve elimi havaya kaldırıp parmağımdaki yüzüğü ikimizin de görüş alanına getirdi. “Kurallar, kaideler neyi gerektiriyorsa onu yapmakla mükellefim ben. Sana böyle bir hak tanıyacağımı nasıl düşünebilirsin?”
Öfkeyle kolumu ondan sertçe çektim. Kral tavrıma karşılık dişlerini sıktı ve daha da öfkelendi. Küstahça ona doğru bir adım attım ve aynı öfkeyle, “Saf Karanlığı reddetmiyorum baba. Son sözüm budur.” dedim. Kralın yüzündeki damarlar bir bir belirmeye başladı. Nefesi artık daha sık ve daha sıcaktı. Oysa durmadım. “Gereği neyse, gücünüz yetiyorsa yapın. Ama şunu bilin. Ben bu yüzüğü kimseye bırakmayacağım. Size bırakıp Elçiler Krallığını yok etmenizi izlemeyeceğim.”
“Onları mı tutuyorsun?” dediğinde anında reddettim.
“Hayır. Barışı sağlamaya çalışıyorum.”
Kral sesli bir şekilde öfkeyle bir süre soluk aldı. Ona kararlı olduğumu belli edecek şekilde bakmayı sürdürdüm ve sol elimi olabildiğince sıkı sıkı sıktım. Ondan vazgeçmeyecektim. Önüme koyacakları engeller umurumda değildi. Hepsini gücüm yettiğince geçmeyi bileceğimden emindim. Tek bir şey biliyordum. O da bu yüzüğü son nefesime kadar bırakmayacaktım. “Bu yüzüğü...” deyip sol elimi havaya kaldırdım. “Ancak cesedimden çıkarabilirsiniz. Aksi olmayacak.”
Kral birden gülümsemeye başladı. Ona meydan okumam hoşuna gidiyor olamazdı. Bu tamamen sinir bozukluğundan kaynaklanan bir gülümsemeydi, buna emindim. Benden uzaklaştı. Bir adım. Sonra iki adım. Sonra üç adım. Dört. Beş. Altı... Gülümsemesi, uzaklaştıkça küçüldü. Şaşkınlıkla ve karmakarışıklığı ile onu seyrettiğimde birden kapıdaki muhafızlara döndü.
“Atın bunu zindana.”
“Ne?” Soluğumla birlikte çıkan tek kelimemle birden muhafızlar bana doğru gelmeye başladılar. Neler olduğunu anlayamadan arkamda duran iki muhafız ellerindeki zincirleri kollarıma geçirmeye başladılar. O an bu emri çok önceden verdiğini anlamıştım. Arkamda duran muhafızlar beni yakalamak için hazır bekliyorlardı.
“Yüzüğü reddedene kadar, aklın başına gelene kadar biraz yalnız kal bakalım. Ya o yüzüğü reddedersin ya da sarayın meydanında o parmakların herkesin gözü önünde ibret olsun diye kesilir.” Sözlerine hayret içinde baktım. Adeta donakalmıştım. Muhafızlar etrafımda dönüyor ve beni zincire doluyorlardı. Biri sertçe belime geçirdiği zinciri sıktığında bedenim ikiye büküldü ve güçlükle nefesimi verip öksürmeye başladım.
“Sen neler söylüyorsun baba?” dedim öksürüklerim arasında.
“Benim de son sözüm budur.” dedi ellerini arkasında birleştirerek. Muhafızlara döndü. “En karanlık ve en derin zindana götürün onu. Yemek, su hiçbir şey vermeyin.”
“Baba!” diye muhafızlardan kurtulmak için bir adım attığımda yere düştüm. Ayaklarıma bile zincir geçirmişlerdi. Suratımı yere çarpmanın verdiği acıyla yüzümü buruşturdum. Yere düşer düşmez muhafızlar üzerime çıkarak etrafımda zincirler çevirmeye devam ettiler. “Bunun geri dönüşü yok! Yapma.” diye acıyla inledim. Güçlü bir çift kol omuzlarımdan sertçe tutup beni kaldırdığında belimdeki zincirlerin katlanmasıyla hissettiğim acı bir kez daha yüzümü buruşturmama sebep oldu. Dizlerimin üzerine zorla çöktürüldüm. Bir muhafız beni omzumdan tutarak zapt ederken, diğeri boğazıma da zincirler doluyordu. Acıyla yutkundum. “Baba yapamazsın bunu!” dedim acıyla. Konuşurken zincirler boğazımı acıtıyordu. “Baba yapma!” diye bağırdım bu kez zincirler her ne kadar acıtsa da.
Muhafızlar beni tamamen zincirlemeyi bıraktıklarında beni ayağa kaldırdılar. Ayaklarıma bağlanan zincirlerden dolayı yürüyemiyordum bile. Kollarımdan tutarak beni sürüklemeye başladıklarında acıyla inledim. Başımı zincirlerin izin verdiği kadarıyla babama çevirdim. Suratıma bile bakmıyordu. Haykırdım. “Baba ne olur yapma! Bak sana yalvarıyorum beni zindana kapatma! Baba!” Muhafızlar hiçbir şey söylemeden beni kapıya doğru sürüklemeye devam ettiklerinde korkuyla bir kez daha kafamı çevirip babama baktım. Arkası bana dönüktü. Kurbanlık bir koyun gibi beni bir yere kapatıyordu. Yalvarmayı bir kenara bıraktım. Bütün bir hücrelerime kadar öfkeliydim.
Muhafızlar beni taşırken birden bekçilik gücümü kullanıp sertçe kendimi geriye attım. Fizikî gücüm karşısında hayrete düşmüşlerdi. Kollarıma bağlanan zincirleri büyük bir güçle zorlamaya başladım. Belime ve kollarıma sarılan zincir birden parçalara ayrıldığında kral ilk kez arkasını dönüp bana baktı. Chris ile aynı anda şok içinde bana baktıklarında kıpkırmızı olmuş suratımla ikisine de son nefesimi veriyormuşum gibi büyük bir öfkeyle baktım. Muhafızlar zinciri kırmamla benden birer adım uzaklaştıklarında dizlerimin üzerine kalktım ve boğazıma geçirilen zinciri de ellerim arasına alıp büyük bir kuvvetle kırdım. Ardından var gücümle bağırmaya başladım.
“KIZINIM BEN SENİN!” dedim ve dizlerimin üzerinde yükselip ayağa kalktım. “Bu hayattaki tek kızınım! Neden kızına böyle davranıyorsun! Neden bir kızın olduğunu hatırlamıyorsun neden beni kabul etmiyorsun baba!” Canım çıkacakmışçasına bağırdığımda babamın ilk defa suratında büyük bir hüzün ve acı gördüm. Hayretini bir kenara bırakmış sözlerime odaklanmıştı. “Bir baba evladına bunu yapar mı?” dedim bu kez acı bir serzenişle. “NEDEN BENİM DE SENİN EVLADIM OLDUĞUNU HATIRLAMIYORSUN BABA! HATIRLASANA!” Kral bir anda kafasıyla muhafızlara yeniden beni işaret ettiğinde can havliyle etrafımda döndüm ve bana yaklaşan muhafızlara baktım. Cebimdeki hançere doğru uzandım. Tam o esnada beni arkamdan yakalayan bir muhafız yeniden kırılan zincirlerin bir kısmını boğazıma geçirmeye çalışıyordu. “Bırak beni! Bırak yoksa canını alırım senin. Dokunma! Baba!” diye çaresizce babama döndüm. Muhafız sertçe boğazıma geçirdiği zinciri sıktığında nefesim kesildi. Yeniden dizlerimin üzerine çöktüm. O ise yalnızca can çekişmemi izliyordu. “ANNEMİN EMANETİNE BÖYLE Mİ SAHİP ÇIKIYORSUN?” diye bağırdım acımı umursamadan. Alnımdan akan terler beni boğuyordu. Bağırmamla muhafız yeniden zinciri sıktığında artık öfkem tam anlamıyla kabarmıştı. Elimdeki hançeri doğrudan hiç düşünmeden muhafızın koluna geçirdim. Kolu, keskin hançerimle kesildi. Muhafız acıyla benden uzaklaşırken kolundan suratıma sıçrayan kanı temizledim ve hançeri havaya kaldırıp bana yaklaşmaya çalışan muhafızlara baktım iri gözlerle.
Arkamdan büyük bir güç beni yüz üstü yere yatırdı ve elimdeki hançeri aldı. Muhafızlardan biri ağır cüssesiyle üzerime çıkıp ellerimi yeniden zincirlemeye başladı. “Bırak dedim sana!” dedim canım burnumdaymış gibi. Tek başıma can çekişiyordum. Başımı bir kez daha krala doğru kaldırdım. “Hatırlasana baba! Ne duruyorsun! Kızın olduğumu hatırlasana! HATIRLA!”
Delirmiş gibi bağırıyordum. Kalan son nefeslerimle adeta kendimi hatırlatmak için olabildiğince çaba sarf ediyordum ancak beyhudeydi. Kral gözleri dolu dolu bana yapılan bu zulmü izliyor ve devam edilmesi yönünde emir veriyordu.
“Ağızlık da takın.” dedi ardından. Sesi ölümü andırıyordu. Hayretle ve hayal kırıklığıyla ona baktığımda gözünü bile kırpmadı ağzından bu sözler çıkarken. “Zindandayken Saf Karanlığı çağıramasın.”
“Emredersiniz kralım.”
Muhafızlar bu kez taht odasının kapısından uzatılan demir ağızlığı almaya gittiler. O an hiçbir çaba göstermedim kurtulmak için. Bir babanın evladından vazgeçişini izledim öylece babamın gözlerinde. Gözleri bir an olsun ayrılmadı benden. İzledi. Yalnızca izledi...
“Senden nefret ediyorum.” gibi bir fısıltı çıktı gözlerim kapanmadan önce. Zira kral beni bu şekilde zapt edilemeyeceğimi anlamış ve bilincim kapanmadan önce son kez muhafızına başıyla bir emir vermişti. “SENDEN NEFRET EDİYORUM! Keşke annem değil de sen ölseydin!”
Sözlerim biter bitmez büyük bir karanlığa gömüldüm. Başımda hissettiğim sert ve kuvvetli darbeyle bilincimi yitirmiş ve karanlığımın arasında kalmıştım yeniden. Karanlık artık korkutmuyordu. Karanlık öğretiyordu. Tıpkı annemin bana söylediği gibi. Karanlık bana bu zamana kadarki her şeyi bir bir öğretiyordu.
***
Gözlerimi yine karanlıkta araladım. Bulanık gözlerim bir süre ayılıp neler olduğu anlamaya çalıştı. Bilincim yavaş yavaş yerine geliyordu.
Bedenimde ve başımın arkasında hissettiğim can yakıcı hisle acı içinde inledim. Soğuk kayalıkların üzerinde sırt üstü bir şekilde döndüğümde bütün bir bedenimin zincirlere dolandığını fark ettim. Her hareketimde etrafımdan zincir sesleri yükseliyordu. Acıyla yüzümü buruşturdum. Kendime geldiğim gibi ayaklanmaya çalıştım ancak baş dönmemle birlikte kendimi yeniden soğuk kayalıklara bıraktım.
Dediğini yapmıştı. Beni kapkaranlık bir zindana atmıştı ve her yerimi zincirlemişti.
Kendi etrafımda bu kez yan döndüm ve ellerimle yerden destek alarak kalkmaya çalıştım. O an parmağıma baktım. Yüzük hâlâ duruyordu. Kaşlarımı merakla çattım. Yüzüğü ne diye almamış olabilirlerdi ki? Yüzük ile aramızda bir bağ olduğu için onu yönetemeyecekleri doğruydu fakat yine de yüzük parmağımda olmadığı müddetçe onu yönetemezdim. Bir yüzük ancak ve ancak işaret parmağa takıldığı zaman aktifleşirdi. Aramızda bir bağ da olsa yüzük parmağımdan çıktığı an onu yönetemezdim. Parmağım kesildiği anda ise onunla aramdaki bağ tamamen kopardı ve başkası tarafından kullanılmaya açık hale gelirdi.
Yüzüğü parmağımda bırakmalarına bu yüzden şaşırmıştım. Yüzüğü reddedene kadar onu benden uzak tutacaklarını düşünüyordum. O an kafamda büyük bir ağrı oluştu ve zihnime Ares yeniden yeni anı parçaları göndermeye başladılar.
“Yüzüğü alamıyoruz Majesteleri.” diyordu muhafızlardan biri. “Elimizi yakıyor. Dokunur dokunmaz parmağımızı çürütüyor.”
“Bu da ne demek?” diyordu kral şaşkınlıkla. “Ne demek dokunamıyoruz. Diğer yüzüklerde böyle bir saçmalık olmuyordu.”
“Öyle evet Majesteleri.” dedi muhafız. “Diğer bekçilerin parmaklarındaki yüzüğü kolaylıkla çıkarıp reddedene kadar bekletiyorduk. Ancak bu yüzüğe dokunamıyoruz Majesteleri. Dokunduğumuz an yakıyor ve parmağımızı karartıyor. Az önce bir bekçinin işaret ve baş parmağı kararıp çürüdü ve koptu.”
“Ne?” dedi kral hayretle. Ardından yerde uzanan bedenime yaklaşmıştı ve işaret parmağını yüzüğe doğru yaklaştırmıştı. Parmağında hissettiği o yanma hissinden olsa gerek irkilerek parmağını yüzükten uzaklaştırdı. “Çok olağanüstü bir şey. Daha önce ilk kez bir yüzüğün böylesine bir gücü olduğunu görüyorum.”
“Ne yapacağız Majesteleri.”
“Yapacak bir şey yok.” diyordu kral ayaklanırken. “Yüzüğü reddedene kadar bekleyeceğiz. Dediğim gibi ağzına ağızlık takın. Böylece yaratığı çağıramaz. Çağıramayınca haliyle bir şey de yapamaz.”
“Emredersiniz Majesteleri.”
“Karanlığın Yüzüğü...” dedi kral son kez iç çekerek. “Sonunda bulduk seni. Artık zafer bizim.”
Anı parçası birden dağılarak gözlerimin önünden yok oldu. Yerde oturur bir hâle gelip sırtımı duvara yasladım ve gördüklerimi düşündüm. Yanma hissi... Parmakların çürüyüp kopması... Tüm bunlar ne demekti? Tüm bunlar yüzüğün gücü müydü? Yoksa laneti mi? Eğer lanetse bu lanet niçin bana işlemiyordu?
Ellerimdeki zincirleri sertçe çektim. Birkaç parçası kırıldı ancak çoğunluğu hâlâ duruyordu. Bir kere daha çektim. Etrafıma o kadar çok zincir dolanmıştı ki... Bütün bunları kırmak epey zaman alacaktı ancak kendi gücümün farkındaydım. Gücümün sınırlarını biliyordum. Birkaç güne bu zindandan kaçabilirdim. Bu parmaklıkları kırabilirdim.
Zincirleri bir kez daha asıldım. Bileğimin acısını önemsemedim ve asılmaya devam ettim. Zincirler parça parça kırılıyordu.
“Prenses.”
Başımı duyduğum ses karşısında zindanın önünde meşalesiyle duran muhafız bekçiye çevirdim.
“Aaa...” dedi şaşkınlıkla. “Ne kadar da yaramaz bir çocuksunuz. Her şeyi kırıp döken, yok eden...”
Öfkeyle ona baktım.
“Ne de zavallı bir çocuk.” dedi ardından küstahça. “Hâlâ kaçabileceğini düşünen bir zavallı.”
Öfkeyle ayaklanıp demir parmaklıklara yürümeyi düşünsem de bir anda adımlarımı durduran daha güçlü bir kuvvet olduğunu fark ettim. Bu kuvvet tarafından çekildiğimde öne doğru yalpaladım. Arkamı dönüp ne olduğuna baktığımda gözlerim hayretle aralandı.
Kayalıkların arasında çapaya benzeyen bir şeyle yere bağlandığımı gördüm.
Şok içinde bedenime sarılmış zincirlere baktım. Hepsi bu demire bağlıydı. Zindanın tam ortasında bir demir parçasına bağlanmıştım. Zincirleri etrafına geçirmişler ve demire sabitlemişlerdi.
Zincirleri takip ederek demir kancanın yanına gittim ve var gücümle asılmaya başladım. Bu tahmin ettiğimden de sertti.
“Hiç boşuna çabalamayın prenses.” dedi muhafız bekçi. Onu umursamadım ve kancayı kırmaya çalışmaya devam ettim. “Eliniz pek güçlüymüş ancak buna gücünüzün yetebileceğini pek sanmıyoruz. Zira özel yapıldı.” Ter içinde kalarak kancaya bir daha baktım. Sahiden kırılacak gibi durmuyordu. “Bu kudretini gördükten sonra diyarın en meşhur demircilerinde özel olarak yaptırıldılar.”
Öfkeyle başımı çevirip zindanın önünde duran bekçiye baktım. Ağzımdaki demir ağızlıktan dolayı konuşamıyordum. Yalnızca bakışlarımla yetiniyordum.
“Ne de acı...” dedi bu kez de. “Kralın kızı sarayın en derin ve en soğuk zindanında. Daha düne kadar pamuk yataklarındayken hem de. Alışmanız biraz zor olacak ancak alışırsınız öyle değil mi prenses?” dedi ve ekledi. “Ya da belki de yüzüğü reddedersiniz ve böylelikle de o aşina olduğunuz pamuk yataklarınıza geri dönebilirsiniz.”
Öfkeyle adımlayıp parmaklıkların önüne yaklaşabildiğim kadar yaklaştım ve ayağımı uzatıp sertçe demir parmaklıklara vurdum. Parmaklıklara vurmamla birkaç demir düştüğünde muhafız korkuyla geri çekildi. Öfkeyle ona bakmayı sürdürdüm. Gücüm karşısında her seferinde daha da şoka giriyordu. Demir parmaklıkların düşen birkaç parmaklığa baktığında şok içinde açılan gözleri üzerimdeydi.
Parmaklıkların kırılmasıyla bir kez daha kancayı kırmaya çalıştım. Tam o esnada saçımdan sertçe tutulup başım geriye yatırıldı.
“Bana bak ucube,” dedi muhafız en sonunda sabrı taşmış gibi. “İlla zorlayacaksın anlaşılan.” Saçlarımı daha sıkı çektiğinde acı içinde inledim. “Şu siktiğimin yüzüğünü reddet sen de kurtul ben de.” Dizlerime bir tekme geçirdiğinde iki büklüm bir şekilde yere düştüm. Muhafız arkamda ayakta kaldı. “Eğer bir daha huzursuzluk çıkarırsan kralı umursamam alırım canını.”
Hâlâ arkamdayken birden yere yatıp kendi etrafımda çevik bir şekilde döndüm ve muhafızın bacaklarına sert bir tekme geçirdim. Muhafız tekmenin şiddetiyle yere düştüğünde yerde sürünerek yere uzanan bedenine ilerledim ve kollarıma bağlanan zincirlerin bol kalan kısımlarını muhafızın boğazına geçirip sertçe sıktım.
Muhafız can havliyle ellerini boğazındaki zincire götürdü ancak öfkeden öyle gözüm dönmüştü ki zinciri durmadan sıkıyordum. Kollarım altında bir süre daha kıpırdandıktan sonra ağzından gelen kanla hareket etmeyi bıraktı. Kolları boşluğa düştüğünde zinciri sıkmayı bıraktım ve nefesini kontrol ettim. Az önceki iğrenç nefesi artık yoktu.
Cansız bedeninin yanından ayrılıp bir kez daha bıkmadan kancayı koparmaya çalıştım. Tam bu esnada sesleri duyan bekçilerin ayak seslerinin yaklaştığını işittim. El mahkûm kancayı zorlamayı bıraktım. Sayıları oldukça fazlaydı ve başa çıkabileceğimden ilk defa emin değildim. Her yerim bağlıydı. Ares’i bile çağıramıyordum.
Meşale ışıkları bir bir görüş alanıma girdi. Sayılarının dört olduğundan emin olduğum bekçi sürüsü önce yıkılan demir parmaklarına şok içinde baktılar. Hemen ardından yerde cansız duran diğer bekçiye.
Beni zapt edemeyecekleri ve benden korktukları yüzlerine yansıyordu.
“Sen ne çeşit bir yaratıksın?” dedi içlerinden biri. “Bu nasıl bir kuvvet böyle? Vurun şunun kafasına. Başka bir zindana kapatalım.”
Bekçiler yanıma yaklaşmaya başladıklarında kendimi muhafaza ederek kollarımı öne uzattım. Bana yaklaşan birine sertçe bir hamlede bulunup karnından ona tekme atsam da diğerinin tekrardan enseme sertçe vurduğu darbeyle kendimi yeniden karanlığın içinde buldum.
(YAZARDAN...)
Kral Alaric Finch, sert adımlarıyla konseyinin yerleştiği geniş masaya ilerledi ve baş ucuna oturdu. Herkes irkilmişti. Korkuyla krallarına bakmak yerine herkes önüne bakıyordu.
“Topraklarımız...” diye mırıldandı Kral Alaric. “Şu an ne durumdalar? Saldırılar hâlâ devam ediyor mu?”
Masanın en ucunda oturan ve gözleri boşluğa dalan Başbekçi Drach’e döndü tüm bakışlar. Bütün bir bekçilerden ve kralın bilmesi gerekenlerden o sorumluydu.
Kral bir süre Drach’e beklentiyle baktı.
“Başbekçi.” dedi en sonunda kral otoriter bir sesle. Drach başını kaldırıp yorgun bir şekilde krala baktı. Kral ise şaşkınlıkla karşısındaki bekçiyi seyrediyordu. “Neyin var senin?”
“Hiç.” dedi Drach ve ardından derin bir nefes alıp ayağa kalktı. “Kuzeydeki kaleler kontrol altında. Sınırda da büyük bir kuvvet nöbetteler. En son Fısıltılar Ormanı’ndan büyük bir donanmayla Kuzeydeki Kalelere geldiler. Başarıyla onları geri püskürttük. Şimdi sınırdan girebileceklerini düşündüğümüz için de kuvvetlerimizi sınıra gönderdik.”
“Yanlış.” dedi kral ve derin bir soluk verdi. “Kuzey bizim içim paha biçilemez değerde. Oradaki kalelerimizi ve gücümüzü yitirirsek bizi yenmeleri çok kolay olacaktır. Zira kaleler onların donanmasını sarıyor. Böyle bir hatayı nasıl yapabilirsiniz?” diyerek Chris’e döndü ve açıklama bekledi. Chris ise boğazını temizledi.
“Kuzeyden daha yeni çok büyük bir yenilgiyle çıktılar Majesteleri. Oradan girebileceklerine dair inançlarını yitirmiş olmalılar. Ancak sınıra birkaç yıldır kuvvet göndermiyoruz. Birkaç nöbetçi bekçiden başka sınırda bir güvenliğimiz yok.”
Kral hışımla elini masaya koyup yanında oturan oğluna çevirdi bakışlarını.
“Sınırdan girerlerse haberimiz olacaktır. Ancak kuzeyden girerlerse ve kuzeyi alırlarsa haberimiz olsa bile bir işe yaramaz.” Prens Chris çekinerek başını yere eğdi. Kral ise öfkeyle Başbekçi’ye döndü. “Sen nasıl bunu akıl edemedin Başbekçi?”
“Akıl etmekte bir sorun yok Majesteleri.” dedi Drach ve bakışlarını Prens Chris’e çevirdi. “Ben bana verilen emri yerine getirmek üzerine bir yemin ettim.”
Kral sertçe elini masaya vurdu. “Beceriksizler.” dedi tiksinircesine. Prens Chris öfkeyle soluk aldı. Kral işaret parmağını kaldırıp Drach’e salladı. “Derhâl o sınıra yığdığınız birlikleri kuzeye çekiyorsunuz.”
Drach isteksizce,” Emredersiniz Majesteleri.” dedi ve konseyden ayrıldı. Kral Alaric ise bakışlarını bir diğer bekçisine çevirdi.
“Koruyucu bekçilerimizin sayısı nedir Taşyürek?” diyerek bakışlarını Basiliks Yüzüğünün bekçisi olan Bekçi Eryx’e çevirdi. Taşyürek ayağa kalktı ve önce saygıyla eğildi. Akabinde ise ellerini önünde birleştirerek,
“Yirmi dokuz Majesteleri.” dedi ve ekledi. “Birkaçını ne yazık ki savaşta kaybettik.”
Kral sabırla ellerini burnunun kemerine getirdi ve orada bekletti. Her şey büyük bir düzensizliğin içerisinde ilerliyordu. Bir şeyleri kontrol altına almak için geç kalmış gibi hissediyordu. Huzursuzca yerinde kıpırdandı ve kapıdaki muhafızına seslendi.
“Karanlığın Yüzüğü ne durumda?” dedi ve ekledi. “Eğer reddettiyse bu kadar birliğe gerek kalmayacak.”
“Prensesimiz reddetmiyor Majesteleri.” dedi muhafız bekçi ve ekledi. “Bize oldukça zorluk çıkarıyor Majesteleri.”
Kral merakla kaşlarını çattı ve muhafıza baktı. Muhafız ise yerinde kıpırdanmaya başladı.
“Prensesimiz her uyandığında zincirlerini ve demir parmaklıkları kırıyor. Şu ana kadar üç tane muhafız bekçiyi katletti.”
Konseyde büyük bir sessizlik oluştu. Kral duyduklarına inanamıyordu. Masanın etrafındaki geri kalan bekçiler de korkuyla oturdukları yeri düzelttiler ve merakla krala döndüler. Kral bir süre sessizliğe gömüldü. Kızının bu denli güçlü olmasına bir anlam veremiyordu. Bekçilerin kuvvetlerinin sıradan bir insana nazaran güçlü olduğunu biliyordu fakat bu sıradan bir bekçinin bile yapamayacağı kadar büyük bir güçtü.
“Nasıl tutuyorsunuz?”
“Her uyandığında onu uyutmak zorunda kalıyoruz.” dedi muhafız bekçi ve ekledi. “Ancak sabrımız kalmadı artık. Uyanır uyanmaz var gücüyle etrafa saldırıyor ve zincirleri kırıyor. Prenses bu gidişle direnmeye devam edecek Majesteleri.” dedi muhafız.
“Bu iş fazla uzadı.” dedi Prens Chris dişlerinin arasından ve hışımla babasına döndü. “Daha neyi bekliyoruz baba? İstila altındayız görmüyor musun? Ejderha Yüzüğü onlarda ve bize saldırmaları an meselesi. Çok fazla bekçi kaybettik. Koruyucu bekçilerimizin yerini daha dolduramadık bile. Ne diye şımarık bir kız çocuğunun kurduğu bu oyunu bozmuyorsun hâlâ? Kıyamıyor musun ona?” dedi Chris ve babasına meydan okuyarak ayağa kalktı. “Sen babalık görevini yeterince yerine getirdin. Artık biraz da kral görevini yerine getirmelisin baba. Zira halkının ölümüne göz yumacak kadar zalimsen eğer, ben sana kralım deyip saygı göstermelerini doğru bulmuyorum.” Kral kırmızı gözleriyle başını oğluna kaldırdı. Chris ise durmuyordu ve küstahça konuşmaya devam ediyordu. “Halkının huzuru için kızının parmaklarından vazgeçmek bu kadar zor mu sahiden? Yoksa kendi parmağın kesildiği için mi bu duygusallığın?”
“Kes sesini.” dedi Kral Alaric ve bakışlarını masanın kalanına çevirdi. Kimse kralın yüzüne bakmıyordu. Herkes büyük bir öfke ve nefretle bu masada oturuyordu ve kimsenin kralla konuşmaya isteği bile yoktu. Sanki bu masaya bu sandalyelere zincirle zorla bağlanmışlar gibiydi.
“Şu an kimse seni sevmiyor baba zira sen kendi kızına bile emrini geçiremedin. Parmağını kesip o lanet yüzüğü almak yerine sen onu zindana kapatıp onun iradesinin altında bıraktın bizi. Akan her zaman bizim aleyhimize ama sen bunu bile görmüyorsun.” dedi ve ekledi. “Eğer biraz olsun kral olduğuna inanıyorsan git ve krallığını koru artık. Kızını değil.”
Prens Chris sandalyesinden sertçe kalktı ve ağır adımlarla odadan çıktı. Kapıyı sertçe kapattıktan sonra odada bir süre sessizlik oldu. Ardından masadan bir sandalye çekilme sesi daha yükseldi. Taşyürek yüzünde büyük bir nefretle krala baktı ve hiçbir şey söylemeden odadan çıkıp gitti. Bir zaman sonra masanın etrafındaki herkes birer birer odadan çıktı ve kral tek başına kaldı.
Ellerini alnına götürdü ve acı içinde nefes alıp verdi. Bir yanda krallığı duruyordu öbür yanda kızı. Karısının ona en büyük emaneti... Kızının acı içindeki hali ve çığlıkları zihninden bir an olsun gitmiyordu.
Çok büyük bir arafa düşmüştü ve bu arafın içinde boğuluyordu.
Prens Chris adımlarını zindana doğru çevirdi. Büyük ve hızlı adımlarla zindandan aşağı iniyordu. Karanlık duvarlar arasından geçerken muhafızlardan biriyle karşılaştı. Muhafıza başıyla elindeki meşaleyi işaret etti. Muhafız düşünmeden elindeki meşaleyi Prens Chris’e verdi. Chris elindeki meşaleyle zindanın demir parmaklıklarının önüne geldi ve yerde baygın bir şekilde uzanan kız kardeşine baktı.
Kolları ve bacakları yara bere içindeydi. Yüzü ve kıyafetleri kana bulanmıştı. Kıyafetleri o kadar parçalanmıştı ki bu soğuk zindanda tir tir titrediğinden emindi. Sarı saçları küllere bulanmıştı. Tıpkı ay parçasını andıran yüzü gibi...
“Aç kapıyı.” dedi Prens Chris muhafıza. Muhafız ikiletmeden cebindeki anahtarları çıkardı ve demir kapıyı açtı. Prens Chris cebinden bir hançer çıkarıp kapıdan içeri girdi.
Muhafız şok içinde onu izliyordu. Prens Chris yavaşça kız kardeşinin yerde uzanan bedenine baktı ve sonra öne doğru uzattığı ellerinin arasındaki yüzüğe. Yavaşça dizlerinin üzerine eğildi ve hançerini kız kardeşinin elinde gezdirdi. Bir süre gezdirdikten sonra hançerini kardeşinin sol işaret parmağına getirdi ve orada durdurdu. Derin bir nefes aldı ve gözlerini yumdu. Babasının yapamadığı şeyi kendisi yapacaktı ve halkın gözünde babasından daha iyi ve güçlü bir kral olduğunu kanıtlamalıydı.
“Üzgünüm Rose.” dedi Prens Chris fısıltıyla ve hançerini kız kardeşinin parmağına doğru bastırdı. Tam bu esnada omzundan bir el onu çevik bir şekilde kavradı ve Prens Chris’i omzundan tuttuğu gibi yere fırlattı.
Prens Chris’in bedeni yerde sürüklenirken neler olduğunu anlayamamıştı. Elindeki meşale yerde yuvarlandı ve kendisini ittiren bu haydudun yüzü meşale sayesinde aydınlandı. Prens Chris gördüğü yüz karşısına şaşkına dönmüştü.
“Ne yaptığını sanıyorsun sen?” dedi Prens Chris düştüğü yerden ayaklanırken.
“Kralımız böyle bir emir vermedi. Asıl siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz prensim?” dedi soğuk bir nevale gibi Başbekçi Drach Farrighton.
“Sen benim verdiğim kararlara karşı mı çıkıyorsun? Bu ne hadsizlik ne sanıyorsun sen kendini!” dedi Prens Chris Başbekçi’nin üzerine yürüyerek. Drach keyifle gülümsedi.
“Ben kralınızın en üst mevkisine sahip adamıyım ve onun emirlerine karşı olan her harekete engel olmakla mükellefim. Peki ya siz prensim? Siz kralınızın emri altında onun üzerine söz söyleyip karar verecek kadar yüksek bir mevkide misiniz?”
“Ben kralın tek oğluyum.”
“Hayır. Kralın üç oğlundan birisiniz. Hatta dörttü ancak maalesef bir tanesi hain bir şekilde katledildi.” dedi Drach ve imayla “Bu sarayda hainlere yer yok prensim.” dedi. Prens Chris öfkeyle dişlerini sıktı. “Ve siz şu an babanızın emrine uymayarak ona hainlik ediyorsunuz. Yanılıyor muyum?”
Prens Chris tehditvari bir şekilde Başbekçi’ye yaklaştı ve işaret parmağının Başbekçi’nin göğsüne uzatıp onu ittirdi. “Eğer bir daha bir işimin içinde seni görürsem bu sefer sana acımam. O dilinle birlikte bütün bir uzuvlarını keserim bekçi.”
“Bunu sıradan bekçilere yapabilirsiniz prensim.” dedi Drach ve ardından göğsüne tutulan parmağa inat bir adım yaklaştı Prens Chris’e. “Ancak ben Başbekçi’yim. Mevkim ancak siz kral olduğunuz vakit sizden aşağıda olur.” dedi ve yerde uzanan Prenses Rosemarry’e baktı. Ardından pişkince Prens Chris’e döndü. “Ve sanırım şu şartlarda siz kral olamayacaksınız.”
“Kral olduğumda önce senin kafanı keseceğim ve tahtıma asacağım. Bunu o aklından çıkarma.” dedi ve öfkeyle Başbekçi’nin yanından ayrılarak zindandan çıktı. Başbekçi bakışlarını önce hışımla çıkan prense çevirdi ve alayla gülümsedi.
Bakışları Prenses Rosemarry’e çevrildi. Bu kez gözlerinde acı vardı. Acı ve keder... Yanına yaklaştı ve dizleri üzerine çökerek prensesin yüzüne baktı uzun uzun. Yara, bere ve kir içindeydi. Elindeki meşaleyi yere bırakmadan diğer elini prensesin yüzüne yaklaştırdı ancak dokunamadan geri çekti. Yerde duran ellerine baktı sonra da. Yüzüğü takılı olan parmağına baktı. Ufak bir kesik duruyordu. Prens Chris az kalsın parmağını kesecekti. Drach sayesinde ufak bir kesikle atlatmıştı.
“Size o gün de yemin ettiğim gibi.” dedi Drach fısıltıyla. “Son nefesime kadar bu sırrı herkes bilse bile saklayacağım ve sizinle barış için savaşacağım,” Boğazında duran sert yumruyu yutkunarak giderdi ve titreyen sesiyle “... Majesteleri.” dedi. Son kez karanlığın yüzüğüne baktı. Parmağını karanlığın yüzüğüne uzattı ancak tıpkı diğerlerinin söylediği gibi yaydığı alev gibi ısıdan rahatsız olup parmağını çekti. “Beni duyduğunu biliyorum yaratık.” dedi Drach bu kez Karanlığın Yüzüğü’ne doğru. “Koru onu. Her şeyden ve herkesten. Onu ancak sen koruyabilirsin.”
Başbekçi ağır bir şekilde ayağa kalktı. Son kez yerde uzanan Prenses Rosemarry’e baktı. İçi acıyordu. Yüreğindeki ağırlığın verdiği yavaş hareketlerle zindanın kapısını kapattı ve kilidini geçirdi. Sıkıntılı bir nefes bırakıp zindandan uzaklaşmaya başladı.
Bekçilik Krallığı yeni bir savunma hazırlıyorlar ve var güçleriyle bu planı uygulamak için hazırlıklar yapıyordu. Artık ellerinde kâinatın en güçlü ve tehlikeli yüzüğü vardı. Geriye kalan tek şey kendini bilmez şımarık bir kız çocuğunun iki dudağının arasından çıkacak o sihirli sözcüklerdi. Bu Bekçiler Krallığı’nın savaşa yeniden ve daha büyük bir güçle dönmelerini sağlayacaktı.
***
Karanlık ve ıssız Ardena topraklarının üzerinde yabancı adımlar ilerlemeye başladı. Elçiler ve Bekçilerin sınır diye nitelendirdiği Fısıltılar Ormanı’nda yabancı adımlar ilerliyordu. Her iki tarafın nöbetçileri de bu yabancı adımları sezmişti. Sınıra doğru ilerlemeye başladılar.
Temkinli ve yavaş adımlarla tam da sınır çizgisine geldi hem Elçilerden oluşan bir nöbetçi ordusu hem de Bekçilerden oluşan bir nöbetçi ordusu. İki düşman karşı karşıya geldiklerinde sınırın tam da ortasında duran o yabancı adımların sahiplerine baktılar. Düşmanlar ardından birbirlerine baktılar ve anlam vermeye çalıştılar. Elçiler bir adım yaklaştı. Bekçiler ise uzaktan seyrettiler.
“Kimsiniz siz?” diye sordu aralarındaki Elçilerden biri. Siyah pelerinli bu yabancı gruptan ses çıkmıyordu. En az orman kadar sessizdiler.
Bekçilerden bir nöbetçi öne çıktı ardından. Karşıdaki öne çıkan Elçiye baktı merakla. Oysa elçi de en az bu bekçi kadar kafası karışık bir durumdaydı. Hareketsiz bir şekilde ortada dikilen bir grup vardı ve bu sessizlik onları ürkütmüştü.
“Koruyucu Bekçiler geri çekilsin.” diye fısıldadı önce çıkan bekçi. “Bu bir tuzak olabilir.” Düşmanlarının ona hazırladığı bir tuzak olduğunu düşünmüştü. Tesadüftür ki Elçiler de bunun bir tuzak olduğunu düşünmüştü. Elçilerden öne çıkan kişi elini arkasındaki ordusuna uzattı.
“Geride durun. Tuzak olabilir.”
O an bu yabancı grubun içinden biri başını kaldırdı. Siyah pelerinin altında siyah bir de maskesi vardı ve yalnızca gözleri görünüyordu.
“Kimsiniz siz dedim!” dedi yürekli Elçi bir kez daha öne çıkarak. Yabancı ağır bir şekilde Elçi’ye döndü. Gözleri kısıldığında maskesinin altından gülümsediği anlaşılıyordu.
“Sizin cellatlarınız.” dedi soğuk ve keskin bir sesle. Ardena nasıl bu sınırla ikiye ayrıldıysa gece de bu yabancının sesiyle ikiye ayrılmıştı. “Hem sizin...” dedi elçilere doğru. Ardından yavaşça Bekçilere döndü. “Hem de sizin cellatlarınız.”
Elçiler ve bekçiler aynı anda kılıçlarına sarıldı. Hışırtılı seslerle sert bir şekilde kılıçlarını kuşandı her iki taraf da.
“Bu tuzağa düşeceğimizi mi sandınız?” diye sordu Bekçilerden öne çıkanı. Elçi sinirlendi.
“Asıl siz bizi aptal mı sanıyorsunuz?” dedi ve ekledi. “Bu ne basit ve akılsız bir plan böyle. Bizi böyle alt edemezsiniz.”
“Yanılıyorsunuz.” dedi yabancı. Sesi yeniden büyük bir sessizliğe olanak sağladı. “Biz ne Elçileriz ne de Bekçileriz.” dedi ve keskin bir şekilde ekledi. “Biz gölgelerin şövalyeleriyiz.”
Elçi bir adım geriledi. Ardından bir adım daha. Korku dolu gözlerle düşmanına baktı ve ikisi de aynı anda tek bir isim zikretti geceye.
“Anastasia...”

*BÖLÜM 28: KARANLIĞIN İÇİNE DÜŞEN ATEŞ 17 OCAK CUMA GÜNÜ SAAT 18.00'DA YAYINDA!
*ALINTI:
“Sensin.” dedi cansız dudaklarım. Karanlığın ortasına bir ateş düşmüştü. Ateş harekete geçti. Etrafımı çevrelemeye başlarken bir yandan fısıltılar geliyordu.
“İyiler...” diyordu bu fısıltı. “İyiler her zaman kazanır mı sahiden?”
“Ne?” dedim kafa karışıklığı ile. O ise hâlâ ateşin içindeydi ve ateşle birlikte etrafımı sarıyordu.
“İyiler her zaman kazanır diyorlar.” dedi keyifli bir mırıltıyla. “Sence doğru mu bu?”
Doğruldum ve ayağa kalktım. Etrafımı ateşle çevreledikten sonra durdu. Koyu mavi gözleri, yeşil gözlerimle birleşti.
“Ne yapmaya çalışıyorsun sen?” diye sordum merakla. Gülümsediğini gördüm ateşin içinden.
“Soruma yanıt arıyorum.”
Ona baktım. Ciddi bir şekilde benden bir yanıt bekliyordu. O an hırslarıma kapılmıştım. Bir adım ona yaklaştım ve konuşmaya başladım.
“Şu an burada olmadığına göre sorunun yanıtı sence de açık değil mi?” diye sordum acımasızca. Anastasia güldü. Ateşler daha da gürledi ve en sonunda ateşin içinden birkaç adım atarak çıktı.
Tam karşımdaydı. Bir hayal ya da bir anı mıydı bilemiyordum. Anı olamazdı. Onu daha önce hayatımın hiçbir evresinde görmediğimden emindim. Bu Ares’in gücü olmalıydı. Bizi bir şekilde karanlığın içinde birleştirmişti.
“Ben hâlâ buradayım Rosemarry Finch.”

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.6k Okunma |
763 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |