

!!! MİNİ NOT : Bölüm teknik aksaklıklar nedeniyle birkaç saat gecikti bunun için her bir okurumdan özür diliyor ve sizi heyecanlı bir bölümle baş başa bırakıyorum. Keyifli okumalar... <3<3<3
BÖLÜM 28: KARANLIĞIN İÇİNE DÜŞEN ATEŞ
(ROSEMARRY’DEN...)
Siyah duvarlar... Siyah demir parmaklıklar... Siyah zincirler... Siyah ruhlar...
Her şey siyaha bürünmüş ve renkler bütün bir önemini yitirmişti.
Her yerle birlikte yaralar da siyaha gömülmüş gibiydi. Her bir yara parçası en sonunda rengini bulurmuş. Hepsi bir bir siyaha dönermiş. İzleri bile...
Her bir yaranın mutlaka izi kalırdı. İster zihinde ister gözünün önünde kalırdı o izler. Düşünüyordum. Bu gördüğüm duvarlar, zincirler... Hepsi bir yaradan kalan izler olabilir miydi? Dünya’daki her şey bir yaradan kalan izler olabilir miydi?
Ya bu içinde yaşadığımız kâinat da bir başka yaranın kalan izleriyse?
Siyah duvarların arasından sızan su damlaları güçlü yankılarla zindanın içinde yankılanıyordu. Üzerine uzandığım soğuk taşlar artık eskisi gibi soğuk değildi. Beni kendisine çevirmişti. Öncesinde o beni üşütürdü. Şimdi ise ben onu üşütüyordum.
Kırk dokuz gün...
Bedenimle birlikte ruhumu da buraya hapsetmelerinin üzerinden geçen kırk dokuz gün...
Giderek bitkin hissetmiş ve en sonunda kaçmaktan pes etmiştim. Günlerce büyük bir hırsla ve azimle buradan kaçmak için her şeyi yapmıştım. Ancak nafileydi...
Her uyandığımda bana yaptıkları onca eziyet en sonunda bedenimi çürütmüştü. Bütün vücudum yara ve yaralardan kalan izleriyle doluydu. Kendimi burada çürümeye hazırlamıştım. Artık direnmiyordum. Razı geliyordum. Çünkü yorulmuştum.
Gözlerim hafifçe aralandı karanlığa doğru. Toz parçalarının yapıştığı kirpiklerim gözlerimi açmamla ağırlaştı ve yeniden kapandı. Sanki burada ölmüş ve akabinde unutulmuştum. Zincirli ellerimin arasındaki karanlığın yüzüğüne baktım. Ondan vazgeçmeye niyetim yoktu. Son nefesime kadar ondan vazgeçmeyecektim. Ancak buradan nasıl kurtulabilirdim bilemiyordum.
Ağzıma takılan demir ağızlığın verdiği acıyı umursamadan ona seslenmeye çalıştım. Oysa ağzımı bile açamıyordum. Onun ismini söyleyemiyor ve onu çağıramıyordum. Ona sahiptim aynı zamanda da ona sahip olamayacak kadar uzaktaydım. Mırıltılarım bile çıkmıyordu. Bütün bir bedenim yitirmişti artık işlevini.
Umutsuzca yüzüğe bakmayı ve onu çağırmayı bıraktım. Günlerdir beni çıkarıp çıkarmama ihtimalleri dolaşıyordu yukarıda. Hepsini işitebiliyordum. Bugün son gündü... Bana ayrılan sürenin son günü. Dışarıda koca bir krallık duruyordu ve hepsi de benim idam sehpamın etrafına dizilmiş, tezahüratlar yapıyordu. Birazdan buradan çıkarılacak ve o sehpaya götürülecektim. Önce parmaklarım kesilecekti. Sonra da kralın merhametine kalacaktım. Kral ya o sehpada ölmemi isteyecekti ya da beni sürgün edecekti. Her şey son bulmuştu...
Gözlerimi hafifçe kapattım. Kendimi o idam sehpasının üzerinde hayal ettim. Aciz bir şekilde parmaklarımı geçirdikleri o tahta düzeneği düşündüm. Sonra da parmaklarıma hızla indirilen keskin bıçağın parmaklarımı alıp götürüşünü...
Her şey bir anda olacaktı ve her şey bir anda bitecekti.
Gözlerimin önündeki idam hayalim birden kara bulutlar eşliğinde bir rüzgâr gibi savrulup uzaklaştı. O an rüya mı görüyordum yoksa başka bir hayalin içinde miydim anlamıyordum. Kara bulutlar her yeri sardığında kendimi özgür bir şekilde gördüm. Ellerimde zincirler yoktu. Ağzımda ağızlık yoktu. Kollarıma, belime, boynuma sarılan zincirler de nereye gitmişti? Koskoca karanlığın içinde yapayalnız bir şekilde kalmıştım. Etrafımda korkuyla döndüm. Ve o an onun sesini işittim... Kâinatın bile sesini unutmadığı o kadının keyif dolu ve yoğun sesi...
“Sen de mi armut seviyorsun bakalım küçük canavar?”
Adımlarımı sesin geldiği yöne çevirdim ve oraya doğru yürüdüm. Kapkaranlık bir mekânın ortasında beyaz bir pencere gördüm. Bembeyaz, ışıl ışıl... Tereddüt etmeden oraya doğru ilerledim. Beyaz pencerenin önünde durdum ve ellerimi pencerenin pervazına götürüp orada beklettim. Gözlerim içeriye baktığında onu gördüm.
Simsiyah kömür saçları, aydan bile daha beyaz teni, burnunun yanaklarının etrafına birer yağmur tanesi gibi düşen hafif kahverengi çilleri ve gecenin en koyu mavisi gözleri...
İnce ve zarif elleri, karşısındaki vahşi yaratığın burnundaki beyaz noktada geziyordu. Upuzun düz saçları bacaklarına kadar uzanıyordu. Her hareketinde savruluyordu saçları. Bembeyaz küçük elleri siyah aslanın burnunda ve yanaklarında gezdi. Bir yandan da elindeki armudu ona uzatıyordu.
“Seninle bu konu hakkında daha çok kavga edeceğiz desene.” deyip keyifle kıkırdadı. Yüzümde meraklı bir gülümsemeyle onları izliyordum. Kırmızı dudakları armuttan bir parça aldı. Uzun ve siyah kirpikleri açılıp kapanıyordu. Hayranlıkla seyrediyordum onu... Onu görmenin verdiği hayranlıkla...
“Ne hoş bana benzemen.” dedi ve büyük bir kayanın üzerine oturup ince bacaklarını üst üste koydu. Armudundan bir ısırık daha aldı. “Bu bakışlarından sanırım bundan çok da hoşlanmadığını seziyorum. Bana benzemek pek hoşuna gitmedi anlaşılan. Yanılıyor muyum?”
Ares tepkisizce Anastasia’ya baktı. Suratındaki ifade tam da Anastasia’nın söylediği gibi hoşnutsuz bir ifadeydi. O an ben de gülümsedim. Anastasia keyifle kıkırdadı.
“Sevdim seni küçük canavar. Komiksin. Ve ne yazık ki bu özelliğin de bana benziyor.” dedi ve armudundan bir ısırık daha alıp kalan çöpünü ormanın bir kenarına fırlattı. Ellerini birbirine vurduktan sonra baştan aşağı Ares’i inceledi.
“Ne tuhaf değil mi?” diye mırıldandı düşünceli bir şekilde Anastasia. “Başkalarının isteğiyle bu topraklara ayak basıyoruz. Dünya’ya geliyoruz... Sonra da şımarık bir çocuk gibi sızlanıyoruz. Tıpkı şu an senin yaptığın gibi.” dedi ve ekledi. “Tabii bir zamanlar benim de yaptığım gibi.” Ares büyük bir merakla dizlerini kıvırdı ve Anastasia’nın karşısına oturup onu ilgiyle dinledi. “Bak sen...” dedi Anastasia gülümseyerek. “Bu senin dikkatini mi çekti?”
Ares büyük bir hevesle başını salladığında Anastasia kocaman gülümsedi ve elini uzatıp Ares’in yelelerini sevdi.
“Bazen o kadar doğru bir karar gibi geliyor ki seni bu Dünya’ya getirmek.” dedi iç çekerek. “Beni anlayan sadece sen varsın. Konuşmama bile gerek kalmadan her şeyi anlıyorsun. Bu yüzden seninle iyi anlaşıyoruz.” dedi ve ekledi. “Sen ve ben, benim küçük karanlığım...” dedi Anastasia ellerini Ares’in yüzüne yerleştirerek. Yüzünü avuçları arasına aldı. “Sadece sen ve ben... Birlikte çok güzel yepyeni bir Dünya inşa edeceğiz. Senin sayende buna karşı olan inancım her geçen gün artıyor.”
Uzun bir sessizliğe daldı. Kafasında bir şeyler tartıyordu.
“Ama...” dedi soğuk ve keskin bir sesle. “Önce yıkmamız gerekiyor.”
Ormanın içinden keskin ve soğuk bir rüzgâr esti bu sözlerle. Ares'in duruşu dikleşti. Anastasia oldukça sakin ve rahat bir şekilde Ares’e bakıyordu.
“Var etmek için önce yok etmek gerek.” dedi soğuk bir nevale gibi. “Yarattıkları bu kırık düzeni yok edeceğiz önce. Yakıp yıkacağız. O düzenden geriye yalnızca külleri kalacak.” dedi kendinden geçmiş gibi. “Küllerinden doğmalarına izin vermeksizin onları karanlığa gömeceğiz. Külleri karanlığın en derininde kaybolup gidecek.”
Kafasındaki şeye güveniyor gibiydi. Kafasının içinde bir plan vardı. Rahattı ve emindi. Aynı zamanda da temkinli... Duruşu bile güven verecek şekilde özgüvenliydi.
“Yakmak her ne kadar kötü de olsa yeri geldiğinde yeniden doğmak için gerekli olur benim Sevgili Saf Karanlığım. Ateş her zaman yok etmez. Ateş aynı zamanda var eder. Yakmaktan kaçmak demek asıl yok olmak demek.” diyordu kendini kaybetmiş gibi. “Bu sefer yok olmama izin vermeyeceğim. Kimsenin yok olmasına izin vermeyeceğim. Yakmaktan, yıkmaktan korkmayacağım. Çünkü bilmiyorlar.” Bakışları bir noktaya sabitlendi. Gözleri ışıl ışıl parlıyordu. “En kötüyü görmenin ve onunla mücadele etmenin aslında iyi bir şey olduğunu bilmiyorlar. Ve asla da bilemeyecekler. Bu yüzden en kötü olmak zorundayız. Seninle ben...” Ares’in başını okşadı usulca. “Sen ve ben onlara her şeyi öğreteceğiz ve zamanı geldiğinde...” dedi ve duraksadı. Uzunca Ares’in gözlerine baktı ve sonra ekledi. “Zamanı geldiğinde Ardena’ya hükmedeceğiz.”
Ares'in bakışları değişti. Aralarında geçen ufak bir durum olmuş gibiydi. Anastasia bilmişçe gülümsedi.
“Şaşırdın mı yoksa?” dedi ve keyifle gülümsedi. “Öğren artık Saf Karanlığım,” Ares’e doğru eğildi ve fısıltıyla, “Biz seninle ancak sustuğumuz zaman konuşabiliriz...”
Kaşlarımı çatarak ikisini seyrettim. Gözleriyle anlaşıyorlardı sanki. Gözleriyle konuşuyorlardı. Tuhaf bir bağ vardı aralarında. Aynı zamanda da tehlikeli görünüyordu.
Gözlerimin önündeki anı parçasını yeniden kara bulutlar çevreledi. Kara bulutlar arasında yeniden bir başıma kalırken Anastasia’nın sesi yankılanıyordu bu boşlukta.
“Sen ve ben benim küçük karanlığım...”
“Birlikte çok güzel yepyeni bir Dünya inşa edeceğiz.”
“Var etmek için önce yok etmek gerek.”
“Sen ve ben onlara her şeyi öğreteceğiz ve zamanı geldiğinde...”
“Ardena’ya hükmedeceğiz.”
“Biz seninle ancak sustuğumuz zaman konuşabiliriz...”
Sesi güçlü yankılarla etrafı çevreledi. Karanlık beni içine daha güçlü çekerken birden Anastasia’nın sesi arasına başka sesler karıştı. Annemin sesleri.
Karanlığın içinde umutla baktım. Etrafımda gezdirdim gözlerimi. Karanlığın içinde koştum. Anne diye seslendim. Daha hızlı koştum sonrasında. Bacaklarım yorgunluğu hissetmiyordu. Bunun verdiği güç ile daha da hızlı koştum.
Bir beyaz pencere daha gördüm karanlığın içinde. Soluk soluğa o pencereye doğru ilerledim. Adımlarım pencerenin önüne bittiğinde titrek bir nefes bıraktım ve pencereden içeriye baktım.
Çiçek kokusu nasıl da tanıdıktı... Beyaz pencerenin ötesinde rengârenk çiçekler, tablolar ve sıcacık tüylü yastıklar duruyordu. Kraliçe bütün bir ihtişamıyla sallanan koltuğuna oturmuştu. Kucağında bir bebek duruyordu. Altın sarısı saçları güneşin ışığına karışıyor ve güneşle birlikte etrafı aydınlatıyordu. Kocaman yeşil gözleri ve al yanaklı bir kız çocuğuydu bu. Kraliçe’nin kızıl uzun saçları bebeğin saçlarına karışıyordu.
Gözlerim doldu. Kraliçe büyük bir şefkatle bebeğinin yanağını okşadı ve başına hayat bahşeden dudaklarıyla ufak bir öpücük bıraktı. Üzerinde kırmızı ve altın sarısı işlemeli bir elbise vardı. Başında yine her zamanki gibi sarı renkli büyük bir taç. Koltuğunda keyifle sallanıyordu. Kucağında bebeğiyle oynuyordu.
Önünde durduğum pencerenin yok olmasını istedim o an. Bu pencere yok olmalı ve oraya gidip yüzünü özlediğim o kadına daha yakından bakabileyim diye geçirdim içimden.
O an beyaz pencere toza dönüştü. Karanlığın içinde bu kez beyaz bir kapıya oluştu. Pencere kapıya dönüşmüştü.
Çatık kaşlarımla kapının kolunu bastırdım ve kapıyı açtım. Yeniden o odaya açılmıştı. Gözyaşlarıyla odaya doğru birkaç adım attım.
“Gün ışığım...” dedi her zamanki saf sesiyle. Ellerim istemsizce kalbime gitti. Kalbim delicesine atıyordu. Gözlerim birer şelaleye dönüşmüştü. Daha fazla adım atamadım. Orada olduğum yerde kalıp duygusallıkla izledim annemi. “Yegânem... Güzel kızım...” Bir öpücük daha bıraktı başına.
“Majesteleri...” Kapıdan içeri bir kadın girdi o an. Hizmetli bir bekçi. Kraliçe bakışlarını kadın bekçiye çevirdi.
“Yaklaş Manon.”
Kumral saçlı hizmetli bekçi yavaş ve temkinli adımlarla kraliçeye doğru yaklaştı. Bunlar hayal değildi. Bunlar birer anı parçası olmalıydı. Tüm bunlar birer anıydı.
“Anı...” dedi kuruyan dudaklarım. Tam o esnada arkamdaki büyük cüsseyi fark ettim. Omzumun üzerinden arkama baktım. Ares tam arkamda koyu mavi gözleriyle bana bakıyordu. “Tüm bunlar rüya değil,” dedim gözlerine doğru. “Sadece anı.”
Ares onaylayıcı bir şekilde bana baktı. Merakla önüme dönüp seyrettim. Bu anıyı asla hatırlamıyordum. Hatırlamadığım bir anıyı nasıl böylesine tekrardan yaşanıyormuş gibi bana gösterebiliyordu...
“Prensesimizin keyfi yerinde.” dedi kadın sevecen bir şekilde gülümseyerek. “Aşağıda oldukça huzursuzdu. O da tıpkı sizin gibi sessizliği ve huzuru seviyor anlaşılan.”
“Öyle.” dedi Kraliçe gülümseyerek ve bebeğin elini tutup elini öptü. “Alaric hâlâ davette mi?” diye sordu akabinde. Kadın dudaklarını birbirine bastırdı.
“Evet Majesteleri.” dedi ve ekledi. “Sizi sordu. Prensesimizin huzursuzlanmasıyla birlikte balodan ayrıldığınızı söyledim.”
Kraliçe hiçbir şey söylemedi. Yüzünde hüzünlü bir ifade yerleşti. Kucağındaki bebek yeniden huzursuzca mırıldanmaya başlayınca bacağını salladı bir yandan. Diğer yandan da kadına döndü.
“Başka hiçbir şey söylemedi mi?”
“Hayır Majesteleri.” dedi kadın. “Davete kaldığı yerden devam etti.”
Kraliçe hüzünlü bir iç çekti. “Anladım.” dedi ve başını bebeğin başına yaklaştırdı. Bebek başını hemen hisseder gibi annesine çevirdiğinde kraliçe kocaman gülümsedi. “Sen de bana benziyorsun demek.” Bebek biraz daha gülünce kraliçe kıkırdadı. “Umarım hep bana benzersin gün ışığım...”
“Kralımız, prensesimize huzursuzlandığı için bir gül demeti göndermiş Majesteleri.” dedi ve başıyla kapıdaki bir başka hizmetli bekçiye içeriyi işaret etti. Kadın elinde kocaman bir gül demetiyle geldi. Kraliçe hüzünle gülümsedi.
“Teşekkür ederim Manon.”
Kadın demeti kraliçeye doğru uzattı. Kraliçe diğer eliyle gülleri aldı ve kokusunu içine çekti. Demeti masasına bıraktı ve içinden bir tanesini alıp bebeğine uzattı.
“Bak,” dedi kraliçe bebeğine doğru gülü uzatarak. Bebek gülün yapraklarını tutmak için küçük ellerini uzattı. “Aynı senin gibiler. Yanaklarından güller toplamışlar.” dedi kıkırdayarak.
Bebek bir süre güle dokundu. Onunla oynadı. Kraliçe de bu sırada bekçiyle sohbet ediyordu. Tam o esnada küçük bebek yeniden huzursuzlanmaya başladı. Kraliçe ne olduğunu anlayamadan bebeğini kendisine çevirdiğinde elleri kolları ve yüzünün kıpkırmızı olduğunu gördü. Gözleri sulu suluydu.
“Ne oldu Majesteleri?”
“Anlamıyorum.” dedi kraliçe endişeyle. “Şifacıyı çağırın.”
“Emredersiniz kraliçem.”
Kadın kapıdan hışımla çıktı. Kraliçe ise endişeyle bebeğin kollarındaki ve yüzündeki kırmızılıklara bakıyordu.
O an hüzünle ve gözyaşları içinde gülümsedim. “Alerji...” diye mırıldandım ve bakışlarımı güllere çevirdim.
Kraliçe telaşla ayağa kalktı. Ayağa kalkmasıyla kucağındaki o tek gül yere düştü. Tam o an yerdeki güle baktı. Ardından da kucağındaki bebeğe. Yere uzanıp gülü aldı ve kaşları çatık bir şekilde güle baktı. Sonra da bebeğe...
“Onlar sana zarar veriyor.” dedi farkına varırcasına. “Onlara dokunamıyorsun.” Elindeki gülü masasına bıraktı ve kucağında mızmızlanan bebeği sallayarak odanın içinde gezinmeye başladı. “Ah benim narin kızım,” diye söylendi. “Sanırım bana benzemeni biraz fazla istediğim için tanrı bana ufak bir uyarıda bulundu. Ne dersin?” dedi gülümseyen yüzüyle. Kraliçenin gülümsemesiyle küçük bebek de kocaman gülümsedi acısını umursamadan. “Sen kimseye benzeme olur mu?” dedi hemen ardından. “Sadece kendin ol, kendi içinden geçeni ol. Olduğun şeyden vazgeçme. Başkaları gibi öfkenle değil yüreğindeki merhametinle hareket et hep.” dedi. Bebek hiçbir şey anlamayarak kraliçeye saf saf bakarken güldüm. O kadar tatlı görünüyorlardı ki uzaktan. Kraliçe işaret parmağını uzatıp bebeğin burnuna iki kere hafifçe art arda dokundu ve güldü. “Şimdi anlamıyorsun ama bir gün anlayacaksın herkes gibi olmaman gerektiğini. Benim gibi bile olma. Bu duvarlar altında hiçbir zaman ezilme. Duvarları başına yıktıklarında var et kendini. O kırıkları birleştir ve kendine bir kalkan yap. Senin de gücün bu olacak güzel kızım.” dedi kraliçe ve ekledi. “Sen kendini yeniden var edeceksin. Ölmen için haykıranlara inat yaşamak için hep mücadele edeceksin. Yok etme kızım, var et.”
O an Anastasia’nın sözleri bir kez daha yankılandı anının içinde.
“Var etmek için önce yok etmek gerek.”
Bir adım yaklaştım. “Anne...” Sonra bir adım daha. Kucağındaki bebeğiyle odanın ortasında kıkırdayan kadına yaklaştım hasretle. “Seni çok özledim.” dedim titreyen sesimle ve elimi onun yüzüne yaklaştırdım. “Sana çok ihtiyacım var. Lütfen...”
Elimi yüzüne yaklaştırdığım an anı parçasının etrafından kara bulutlar süzülmeye başladı. Yerimde titredim. Korkuyla etrafıma, odaya baktım. Hepsi birer birer yok oluyor ve karanlığa gömülüyordu. Hışımla anneme döndüm. O da yavaş yavaş toza dönüşüyordu.
“Hayır.” dedim acı içinde. “Hayır sen gitme hayır. Ne olur gitme.” Ellerimi bir kez daha uzattım ancak kara bulutlar onu benden alıp götürdü. “Bir daha gitme hayır. Hayır!”
Dizlerimin üzerine çöktüm acıyla. Etrafımdaki renkleri yutup götürdü karanlık. Ellerimi yere koydum ve başımı yere eğdim. Artık kimsenin sesini duymuyordum yalnızca kendi nefesimin sesleri yankılanıyordu boşlukta. Her an tükenecek kadar zayıf, acı ve yorgun nefesim... Arkama baktım. Ares yoktu. Karanlığın ortasında yapayalnız kalmıştım.
Nefes seslerimin hırçınlığı biraz dindiğinde bir başka nefes sesleri kulağıma ilişti. Bu kez heyecandan sıklaşan bir nefesti. Bu hatta belki de bir çocuğun.
“Yakalayacağım seni!”
Yere eğilen başımı kaldırdım ve karşımdaki yeni beyaz pencereye baktım. Etrafıma baktım çok kısa. Etrafım kapkaranlıktı. Karşımda yeniden bir pencere duruyordu.
“Yok et şu pencereyi.” dedim dişlerimin arasından öfkeyle. Pencere anında yok oldu ve beyaz aralık oluştu. Gözyaşları içinde aralığa baktım. Oraya gitmeye bile halim yoktu. “Aralığı aç.” diye emrettim bu kez de. Beyaz aralık birden her iki yana doğru uzamaya başladı ve devasa bir pencereye dönüştü.
Görüş alanıma kuş cıvıltıları girdi. Upuzun keskin dağlar ve yemyeşil bir çayır... Üzerinde renk renk çiçekler ve çiçeklerin arasında durmadan koşan bir kız çocuğu. Yemyeşil gözleri ve öne uzanan küçük kollarıyla bir kelebeği kovalıyordu. Rengârenk bir kelebekti bu. Kanatları ağır ağır hareket ediyordu ve bir yere gidiyordu. Küçük kız da yeşil elbisesiyle birlikte onu takip ediyordu.
“Beni bekle!” diye sesleniyordu cıvıl cıvıl. Gözyaşları içinde ve merakla onu izliyordum.
Tam o an küçük kız bir kayanın arkasına giden kelebeği gördü ve duraksadı. “Bu hiç hoş değil. Benden saklanıyor musun?”
Kayalığın arkasına temkin adımlarla ilerledi. Kelebek yoktu. Tek bir şey vardı. O an kalbimin atışı hızlandı ve gözlerim irileşti.
Simsiyah bir gül, kayanın tam da arkasında duruyordu.
Kanım donmuştu. Yorgun halimi umursamadan ayağa kalktım ve anı parçasına doğru ilerledim. Küçük kız kaşlarını çatarak siyah güle yaklaştı. Ben de anı parçasına...
Küçük kız, “Ne değişik bir gülsün sen öyle...” dedi ve merakla yere eğilerek ellerini güle uzattı. “Renklerini kim çaldı senin? Kelebek mi yoksa?” dedi ve ekledi. “O rengârenkti. Hain kelebek! Renklerini çalmış.”
Güle doğru elleri uzanırken birden gülün yaprakları içinde daha siyah bir şey dikkatini çekti. Merakla gülün içindeki siyah mat renkli nesneye uzandı. Küçük parmakları siyah nesneyi tuttu ve gülün içinden kurtardı. Yüzüğü çıkarır çıkarmaz meraklı bakışlarla parmakları arasındaki yüzüğe baktı.
“Bu da ne böyle?” dedi ve ardından gülümsedi. Merakla çiçeğe döndü ve ona dokundu. Sonra da kaşları çatıldı. “Sen...” dedi ve ekledi. “Sen bana zarar vermiyorsun. Sen iyi bir gülsün.” dedi.
Kaşlarımı çatarak anı parçasına biraz daha yaklaştım. Siyah güle uzaktan baktım. Sahiden küçük kızın elleri kızarmamıştı. Ona zarar vermiyordu. Merakla bakışlarımı ona çevirdim. Hâlâ gülün üzerinde gezdiriyordu ellerini. “Renklerini senden alsalar da sen çok iyi ve güzel bir gülsün.” dedi ve ardından keyifle ekledi. “Ne de değişik bir çiçeksin sen öyle? Üstelik hediye dağıtan bir çiçek!” Elindeki yüzüğü havaya kaldırıp etrafında döndü ve yeniden yere oturdu. Etrafındaki küçük papatyalara baktı ardından. Birkaç tanesini toplamaya başladığında gür ve endişeli bir sesle yerinden sıçradı.
“Rose!”
Bakışlarımı sesin geldiği yöne çevirdim. Küçük bir erkek çocuğu bu tarafa doğru geliyordu. Tanıdık gözler ve tanıdık saçlar... Chris’in çocukluğuydu bu. Hüzünlü bir gülümseme belirdi yüzümde.
“Chris! Burada çok değişik bir çiçek var baksana.” dedi küçük Rosemarry heyecanla. Chris'e döndüm. Endişeliydi ve koşmaktan yüzü ter içinde kalmıştı. Kıpkırmızıydı. O an neyin onu bu kadar korkuttuğunu merak etmiştim.
“Rose...”dedi Chris öfkeyle. “Saraya dönüyoruz. Şu kulaklarını iyi aç. Bütün bayırda seni aradım.”
“Ama çiçekler...” dedi küçük Rosemarry ve bakışlarını çiçeklere çevirdi. Oysa bunlar Chris’in umurunda değildi. “O çiçeği koparıp anneme götüreceğim.”
“Rose!” diye öfkeyle kükredi bu kez Chris. Şaşkınlıkla onu ve küçük Rosemarry’i seyrediyordum. Küçük Rosemarry korkudan elindeki yüzüğü arasına saklamıştı. Chris pişman olmuş gibiydi. Dizleri üzerine çöktü küçük Rosemarry’nin hizasına gelebilmek için. Sonra da saçlarını okşadı. O an bu görüntü içimi yakmıştı.“Burası tehlikeli Rose. Gitmeliyiz. Kral ve Kraliçemiz bizi bekliyor.” dedi uysal bir sesle. Küçük Rosemarry’nin yüzü değişti.
“Tehlikeli mi?” diye sordu endişeyle. Chris uzandı ve onun alnını öptü. Gözlerimden bir yaş süzüldü o an. Çenem gerildi. Gördüklerim canımı yakıyordu.
“Evet ama korkma. Ben senin yanındayım. Seni koruyacağım.” Küçük Rosemarry masumca gülümsedi. Arkasına sakladığı yüzüğü cebine atıverdi ve ağabeysinin elinden tutup uzaklaştılar.
Arkalarından öylece bakakaldım. Gözlerimden oluk oluk yaşlar akarken gidişlerini seyrettim. Chris'in kız kardeşinin elini tutup ona verdiği sözleri seyrettim. Ellerimi boynuma götürdüm. Boğuluyordum. Kendi nefesim beni boğuyordu. Başımı yere çevirdiğimde siyah güle baktım. Chris onu görmemişti. Onu ben bulmuştum. Herkesin aradığı o yüzüğü zamanında küçücük bir çocukken ben bulmuştum.
Merakla eğildim dizlerimi kıvırarak. Ellerimi siyah güle uzattım. Fakat yine aynı şey oldu. Siyah güle dokunamadan anı parçasının etrafından yeniden kara bulutlar süzülmeye başladı. Korkuyla etrafa baktım. Bu yeri aklımda tutmaya çalıştım oysa o kadar Ardena’ya benzemiyordu ki... Neresiydi burası? Burada ne işimiz olabilirdi?
Anı parçası kaybolmadan son çırpınışlarımla buranın neresi olduğunu aklıma kazımaya çalışıyordum.
“Dağlar...” diyordum nefes nefese. “Sivri ve kocaman dağlar...” Etrafımda döndüm. Ancak burası bayırdı. Her yer yemyeşildi. “Her yer yeşil.” diye sayıkladım. “Çiçekler. Bir sürü çiçek.” dedim ve etrafıma bakmaya devam ettim. “Kaya...” dedim en son. “Kocaman bir kaya parçası.”
Karanlık bütün bir görüntüyü süpürüp attı. Geriye ise söylediklerim kaldı. Unutmamaya çalışıyordum. “Dağlar...” dedim. “Yeşil. Her yer yeşil. Çiçekler. Bir sürü çiçek. Kaya. Kocaman bir kaya.”
Sesim karanlıkta yankılanıyordu. Söylediklerim karanlığın içinde bir boşluğa gidiyor gibiydi ancak daha büyük ve gür seslerle bana ulaşıyordu. O an duraksadım. Etrafıma baktım. Sessizliği dinledim. Bekçilik özelliğimi gerçekleştirip bütün duyularımı açmaya çalıştım lakin olmadı. Güçlerimi kullanamıyordum.
“Burada mısın?” dedim nefes nefese. Etrafımda döndüm yeniden. Adımlamaya başladım. Boşluğun içinde yürüyor ve etrafıma bakıyordum. “Buradasın biliyorum!” diye bağırdığımda sesim yeniden gür bir şekilde kulağıma geldi. Karanlığın içinde koşmaya başladım. “Anastasia!” diye bağırdım var gücümle. “Çık karşıma! Buradasın biliyorum.” dedim ve duraksadım. “Hissediyorum.” Adımlarımı yavaşlattım. “Karanlığını ve zehrini bütün hücrelerime kadar hissediyorum. Çık karşıma!”
Durdum. Sesim yeniden bana geldiğinde bu sefer farklı şeyler de duyuyordum. Fısıltılar... Ne olduğunu anlayamadığım fısıltılar. Bir sürü... Karmakarışık binlerce fısıltı belki de... Ve tam da o anda karanlığın tam ortasında kor bir alev tam da ayak uçlarımda belirdi. Korkuyla geri sıçradım ve kendimi yere attım. Alevler bir anda karşıma çıkmıştı. Ellerimi gözlerimin önünde tutarak ateşe baktığımda bir çift mavi göz gördüm.
“Sensin.” dedi cansız dudaklarım. Karanlığın ortasına bir ateş düşmüştü. Ateş harekete geçti. Etrafımı çevrelemeye başlarken bir yandan fısıltılar geliyordu.
“İyiler...” diyordu bu fısıltı. “İyiler her zaman kazanır mı sahiden?”
“Ne?” dedim kafa karışıklığı ile. O ise hâlâ ateşin içindeydi ve ateşle birlikte etrafımı sarıyordu.
“İyiler her zaman kazanır diyorlar.” dedi keyifli bir mırıltıyla. “Sence doğru mu bu?”
Doğruldum ve ayağa kalktım. Etrafımı ateşle çevreledikten sonra durdu. Koyu mavi gözleri yeşil gözlerimle birleşti.
“Ne yapmaya çalışıyorsun sen?” diye sordum merakla. Gülümsediğini gördüm ateşin içinden.
“Soruma yanıt arıyorum.”
Ona baktım. Ciddi bir şekilde benden bir yanıt bekliyordu. O an hırslarıma kapılmıştım. Bir adım ona yaklaştım ve konuşmaya başladım.
“Şu an burada olmadığına göre sorunun yanıtı sence de açık değil mi?” diye sordum acımasızca. Anastasia güldü. Ateşler daha da gürledi ve en sonunda ateşin içinden birkaç adım atarak çıktı.
Tam karşımdaydı. Bir hayal ya da bir anı mıydı bilemiyordum. Anı olamazdı. Onu daha önce hayatımın hiçbir evresinde görmediğimden emindim. Bu Ares’in gücü olmalıydı. Bizi bir şekilde karanlığın içinde birleştirmişti.
“Ben hâlâ buradayım Rosemarry Finch.” dedi. Adımı söylemesiyle ürperdim. “Bu toprakların üzerinde bir gül olarak hâlâ hayattayım. Verdiğin yanıt doğru ancak düşüncen yanlıştı.”
“Neymiş doğru yanıt?” diye sorduğumda bana yaklaştı. Ateşler etrafımızdaydı. İkimiz ortadaydık. Birbirimizle karşı karşıya gelmiştik.
“İyiler hiçbir zaman kaybetmez Rosemarry Finch. Yalnızca...” dedi soğuk sesi. Anlamaya çalışıyordum. Etrafımızdaki ateşlere baktı uzun uzun. Gözleri onlardan ayrılmazken hüzünle konuşmaya başladı. “Kötüye dönüşürler.” dedi ve sıkıntılı bir nefes alıp devam etti. “Zira her kötünün içinde iyi birinin cesedi yatar.”
Kalbim titriyordu. Sözleri... Sözleri öyle acı gerçeklerle doluydu ki. Çenemin titremesiyle kendimi tutmaya çalıştım.
Ateşlerden aldı gözlerini ve bana çevirdi. Gözlerimin içine baktı. Bana bir şey anlatmaya çalıştığı belliydi. Ve ne anlattığını o kadar iyi biliyordum ki...
“Sen de mi onlardansın?” diye sorduğumda gülümsedi.
“Kimlerden?” dedi meraklı bir şekilde. Yutkundum.
“Kötüye dönüşen iyilerden.”
Anastasia durdu. Ateş çemberi yavaş yavaş alevlerini arttırıyordu. Bakışlarını yere çevirdi ve uzunca düşündü.
“Gerçekten kötü olduğumu mu düşünüyorsun?”
“Öylesin.” dedim hiç bekletmeden. “Her iki krallığı da katlettin. Hanedanımdan insanlar katlettin.”
“Bu kötülük mü?” diye sordu ve ekledi. “Sen hiç mi birini öldürmedin?”
Durdum. Düşündüm. Ve sustum. Anastasia cesaret alarak bir adım daha yaklaştı ve kocaman gülümsedi. “Bak işte.” dedi ve ekledi. “Sen de onlardansın.”
“Ne istiyorsun?” dedim ve bir adım ona yaklaştım tıpkı onun yaptığı gibi. Adımıma baktı keyifle. Gözleri tırmandı ve yeniden gözlerimi buldu.
“Ölüyorsun Rosemarry Finch.” Nefesim kesildi. Başımı hafifçe yana yatırıp ne anlatmaya çalıştığını anlamaya başladım. “Seni öldürüyorlar.”
“Ne?”
“Seni öldürüyorlar.” dedi ısrarla. Ellerini arkasında birleştirdi. “Neden buna izin veriyorsun? Onlar seni öldürürken neden mücadele etmiyorsun?”
“Ben ölmüyorum!” diye sertçe çıkıştığımda Anastasia büyük bir kahkaha attı. Korkunçtu. Hayretle onu seyrediyordum.
“Bu zincirler ne o hâlde?” Gözleriyle kollarımı işaret ettiğinde bakışlarımı kollarıma çevirdim. Zincirler... Hayretle bana sarılmakta olan zincirlere baktım ve sertçe onları kırmaya çalıştım fakat olmuyordu. Güçlerim... Güçlerimi kaybetmiştim.
Bütün bedenim ateşin içinden çıkan zincirlere sarıldığında dizlerim üzerine çöktürüldüm. Acıyla başımı kaldırdığımda Anastasia tam da gözlerimin içine bakıyordu. Uzun saçlarını savurdu.
“Uyan artık.” dedi ve yanıma yaklaşıp yüzüme elini koydu. Oysa tenini hissedemiyordum bile. Son kez gözlerimin tam içine baktı ve sertçe “Uyan. Ölüyorsun.” dedi.
Etrafımızdaki ateş çemberi bir anda söndü. Kül kokuları burnumun ucuna geldiğinde öksürmeye başladım. Karşımdaki koyu mavi gözler benden uzaklaştığında bağırmaya çalıştım oysa bağıramıyordum bile. Ağzım... Ağzımda ağızlık vardı.
Güçle gözlerimi sıkı sıkı yumdum ve açtım. Açtığımda ise karanlık gitmişti. Şaşkın gözlerimi etrafıma çevirdim. Yine oradaydım. Kül kokulu duvarların arasında soğuk bir zindanda açtım gözlerimi. Etrafımda döndüğümde zincirlerin tenimi sıkıştırmasıyla acı içinde inledim. Tam bu esnada kulağıma sesler geliyordu. Güçlerim... Güçlerimi hissedebiliyordum artık.
“Açın kapıyı.” diyordu tanıdık ses. Başbekçi Drach Farrighton...
“Bu mümkün değil Başbekçim. Kralımızın kesin emri var. İçeri kimse giremez.” dedi muhafız bekçi. Yönümü tamamen zindanın demir parmaklıklarına çevirdim. Günlerdir görmüyordum onu. Görmek istedim.
“Sen kimin emrini çiğniyorsun muhafız? Sana kapıyı aç dedim. İçeri girip girmeyeceğim bana kalmış.” dedi hararetle. Sesi keskin ve emindi.
“Başbekçim...” dedi çaresizce muhafız. “Saygısızlık yaptıysam bağışlayın ancak dediğim gibi kapıyı açamam ve içeri kimseyi alamam.”
“Bir daha tekrar edersem o parmaklarını keserim Bekçi. Sana kapıyı aç dedim!” dedi hiddetle.
“Başbekçim-” demesine kalmadan Başbekçi’nin var gücüyle bağırmasıyla zindanın içi korkunç bir haykırışla dolup taştı.
“Şahmeran!” dedi Başbekçi var gücüyle. “Bu saygısız Bekçiyi derhâl zindana kapatın. Kollarını bağlayın ve beni bekleyin.”
“Emredersiniz Başbekçi’m.”
“Başbekçi’m! Yapmayın, lütfen. Yalvarırım yapmayın!”
Sürükleniş sesleriyle muhafızın götürüldüğünü anlamıştım. Merdivenlerden hızla inen adım seslerinin sahibi içimi rahatlatıyordu. En sonunda meşalenin ışığı yakınlaştı. Duvara bir gölge yansıdı ve gölgenin sahibi yavaşça görüş alanıma girdi. Meşale gözlerinde yanıyordu adeta.
Yerde uzanan kırgın bedenimi görür görmez gözleri çakıldı. Sessizce bir süre uzaktan beni seyretti. Gözlerimi tozdan dolayı ağır ağır aralıyor ve onu görmeye çalışıyordum. Drach elindeki meşaleyi dikkatle yere bıraktı ve dizleri üzerine çökerek bana baktı uzun uzun. Gözleri acı içindeydi.
“Majesteleri?” diye sordu titreyen sesiyle. Halsizce gözlerimi açtım ve ona baktım. Bu onu daha da kahretti. Gözlerimin açılmaya bile halinin olmayışı... Ne de aciz bir durumdaydım. Ve o hâlâ bana ‘Majesteleri’ diyordu. Gülümsemeye çalıştım ancak bunu bile yapmak öyle zordu ki.
“Rose?” diye seslendi bir kez daha. Uyuduğumu sanıyordu. Gözlerimin açık olduğunu bile anlayamıyordu. Kendimi zorladım ve gözlerimi daha çok açmaya çalıştım. Sonunda benimle göz göze gelince acı içinde tebessüm etti.
“Seni görmeye geldim.” dedi umutla. Gülümsemeye zorladım kendimi ancak gözlerim bile kısılmadı. Güçlükle yutkundum. “Rose...” Sesi öyle çaresizdi ki... Kendine yediremiyormuş gibi gözlerini sıkıca kapattı ve yumruklarını sıktı. “Bunun için bana kızacaksın ama söylemek zorundayım. Biliyorum bir söz verdik, barış için...” dedi ve acı içinde gülümseyerek baktı. “Ama Ardena’da yaşadığımızı unuttuk.”
Ne isteyeceğini o an anlamıştım. Bu sözler tek bir umut parçasının bile kalmayışının altında kalan son sözlerdi. Artık her şey çoktan geçmişti. İçimde az da olsa bir umut vardı. Babamın bana bunu hâlâ yapmayacağına karşı olan bir inançtı bu. Ancak bu sözler eşliğinde sönüp gitmişti. Beni eninde sonunda herkese inandırdığı o adaletini uygulayacaktı.
Ne bekliyordun Rose... Kırk dokuz gündür yanına bir kere gelmeyen bir adam bir günde mi değişecek, kararından dönecekti?
“Özgür olmak için çabalarken özgürlüğünü aldılar elinden. Lütfen buna göz yumma. Kraliçemizi düşün... Seni bu hâlde gördüğünü düşün.” dedi ve ekledi. “Denedik Rose ama olmadı işte. En azından bu saçma düzenin farkına varıp denedik. Bu bile bu nizama boyun eğmediğimizin kanıtı. Lakin şu an her şey farklı. Canından olmak üzeresin.”
Acı içinde gözlerimi yumdum. Derin bir nefes almaya çalıştım ve bakışlarımı ondan çevirip yere diktim. Kral hükmünü vermişti. Ölüyordum. Beni sahiden öldürüyordu.
“Lütfen yüzüğü reddedin Majesteleri. Sizi böyle görmeye dayanamıyorum. Size böyle bakmaya utanıyorum. Siz halsiz bir şekilde orada öylece uzanırken ayakta olduğum için kendimden nefret ediyorum.” Sesi giderek daha da titriyordu. Onu bu hâlde gördükçe gözlerim dolmuştu. Bir damla yaş yanaklarımda biriken kirlerle birlikte akıp gitti. Yerimde kıpırdandığımda zincirlerimden ses çıktı ve bu sesle Drach’in bakışları zincirlere kitlendi.
“Şu ses ilk defa canımı acıtıyor.” dedi. Gözleri doluydu. “Size yalvarıyorum Majesteleri. Yol yakınken yüzüğü reddedin. Lütfen...” diye yalvardı. “Eğer bu yüzük sizin ölümünüze sebep olacaksa ben artık onu taşımanızı doğru bulmuyorum. Affedin fakat sizi canınızdan edecek bir yüzüğü ben artık istemiyorum.”
Gözyaşları içinde ona baktım. O da benden farksızdı. Çaresizdi. Kralın hükmünü yerine getirmekten başka şansı yoktu. Beni öldürmek istemiyordu. Buna dayanamayacağını düşünüyordu ve o yüzden son kez yanıma gelmiş, bana bu yüzüğü reddetmem için yalvarıyordu.
“Yüzüğü reddederseniz yalnızca sürgün edilirsiniz veya zindanda kalırsınız. Ama ölmezsiniz, yaşarsınız. Ölmeni istemiyorum Rose. Lütfen reddet o yüzüğü.”
Kendi etrafımda döndüm. Önce sırtımı yere çevirdim ardından demir parmaklıkların tam tersine doğru döndüm. Ona tamamen sırtımı döndüm. Tepkime karşılık bir süre sessiz kaldı. Kararımdan dönmeyeceğimi anlayınca nefesi duraksadı. Korkuyordu. Birazdan beni herkesin içinde öldürmekten korkuyordu. Ama ondan vazgeçmeyecektim. Bu yüzükten vazgeçemezdim.
Sırtımı ona döndüğümde bu sözlerine kırıldığımı fark etti ve bir süre sessiz kaldı. Nefeslerimizi dinledik birbirimizin. Ardından pişman olduğunu dile getirmek isteyerek konuşmaya başladı.
“Bunları söylediğim için kızgınsın bana biliyorum. Ama seni öldürmek istemiyorum Rose. Annene bir söz verdim. O söze ihanet edemem.” deyip sertçe burnunu çekti. “Herkesin gözü önünde parmaklarını kesip seni öldüremem.”
Ses çıkarmadım. Sessizce taşların arasından sızan suların akış sesini dinledim. Bu anlattıkları fikrimi değiştiremezdi. O gün taht odasında da söylemiştim kralın yüzüne. Bu yüzük ancak cesedimden çekip çıkarılabilirdi.
Bir süre daha benden bir tepki bekledi. Oysa ona istediği şeyi vermek yerine sessiz kalıp yerde durmayı seçtim. Drach ise daha fazla dayanamadı ve ayağa kalkıp toparlanmaya başladı. Seslerden üzerini silkelediğini işitiyordum.
“Ben sadece seni görmek ve konuşmak istedim. Şimdi gitmeliyim.” dedi ve durdu. Ona dönmemi ve bir işaret vermemi bekledi. Sustu ve yalnızca bekledi. Boğazıma hıçkırıklar dizilse de ağlamadım. Tuttum kendimi ve sertçe burnumu çekip gözlerimi sıkıca kapattım. Drach daha fazla dayanamadı ve titreyen sesiyle. “Lütfen söylediklerimi unutma. O yüzük sana zarar veriyor. O yüzük senin sonun olacak.”
Yine bekledi. Umudunu hiç kaybetmiyordu. Durum ne olursa olsun şansını her şekilde deniyordu. Bekledi. Bekledi... Duruşumu bozmadım. Ona dönmedim. Ona son kez bile bakma gereği duymadım.
Sonra adım seslerini işitti kulaklarım. Ağır adımlar meşalenin güçsüz ışığıyla birlikte uzaklaşınca kendi etrafımda döndüm ve demir parmaklıklara baktım. Gitmişti.
Burnumu bir kere daha çektim ve bir hıçkırık bıraktım. Güçsüz bir hıçkırık. O karanlıkta ve soğukta içli içli ağladım tek başıma. Aklım karmakarışıktı. Aklımda hâlâ Anastasia ile olan sözler dönüp dolaşıyordu. Annem geliyordu. Ve Drach’in söyledikleri...
Gözlerimi gözyaşlarıyla kapattım ve kendime bir söz verdim. Bütün bu yaşananları düşünmek için upuzun bir zamanım olmuştu burada. Ve artık bir karar vermiştim. Gözlerimi acımasızca açtım.
Aklımda son kez onun sözleri dolaştı.
Anastasia'nın...
“Biz seninle ancak sustuğumuz zaman konuşabiliriz...”
(SAATLER SONRA...)
Güçlü bir kuvvetle kollarımdan tutularak kaldırıldığımda afallamış bir şekilde gözlerimi araladım. Uykumdan büyük bir hiddetle uyandırılmıştım. Büyük bir hışımla iki devasa muhafız, omuzlarımdan tuttuğu gibi beni ayağa kaldırdılar. Hiçbir zorluk çıkarmadım bu kez. Halim bile yoktu...
Yerde duran kancayı bir anahtarla açtılar. Kanca yerden çıktığında artık serbesttim ancak bu kez gücüm yoktu.
Zincirlerimi çıkarmadılar. Etrafıma doladılar ve öylece yürütmeye başladılar. Başım bile kalkmıyordu. Saçlarım önüme doğru düştüğünde yüzüm artık tamamen kapanmıştı. Basamaklardan birer birer çıkarken aynı zamanda yavaş yavaş ışığa kavuşuyordum. En derin ve karanlık zindandan beni çıkardılar. Ve en sonunda sarayın devasa camlarından içeri giren gün ışığıyla günler sonra kendimi görebildim.
Üzerime baktım önce. Beyaz elbisem yırtılmıştı, kirlenmişti, kararmıştı, kana bulanmıştı. Paramparçaydı. Bacaklarım ve kollarım zincirlerin yağından kir içindeydi. Saçlarım yerde sürüklenmekten küllere bulanmıştı. Yüzümü göremiyordum ancak yüzümün de bunlardan farkı olmadığına emindim.
Muhafızlar hızla yürüyordu. Sarayın koridorları arasından sersefil bir şekilde geçirildim. Etraftaki hizmetli bekçilerin hepsi bana nefret bakıyordu. Yüzlerinde büyük bir tiksinme vardı.
En sonunda gerçekten gün ışığına sarayın büyük kapısından baktığımda gözlerimi fazla ışıktan kıstım. O ışığa doğru yürürken başımı daha da eğdim. Dışarıya bile bakamıyordum.
Büyük gürültüye doğru adım adım ilerlerken yuhalamalar ve nefret dolu çığlıklar kapının önünde belirmemle daha da yükseldi.
Sarayın bahçesi dopdoluydu. Bütün bir krallık buraya toplanmıştı. Kalabalığı ikiye ayıran yol idam sehpasına doğru uzanıyordu. Ve idam sehpasının önünde o duruyordu. Drach Farrighton...
Merdivenlerden muhafızlar eşliğinde indik. Yere bastığım an suratıma gelen bir tahta parçasıyla yüzümü sola çevirdim. Sağdan gelen bir tahta parçasıyla birlikte herkes, bütün bir krallık ellerinde ne varsa üzerime fırlatmaya başladılar. Sebzeler, meyveler, tahtalar, taşlar, kese torbaları...
Üzerime onca şey fırlatıldıktan sonra güçsüz bir şekilde daha fazla dayanamadım ve dizlerimin üzerine çöktüm. Dizlerimin üzerine çökmemle etrafımdaki sesler daha da gürleşti.
Nefret çığlıkları...
Öfke çığlıkları...
Ölmemi isteyenlerin verdiği feryatlar...
Canavar olduğumu söyleyenler...
Uğursuz olduğumu hatırlatanlar...
Başımı kaldırıp Drach’e baktım. Acı içinde izliyordu her şeyi.
Muhafızların ikisi de sertçe kollarımdan tutup kaldırdıklarında bedenim kalkmak yerine yere yığıldı bir anda. Yere yığılmamla birlikte gözlerimi aralayıp kapattım. Sesler geliyordu hâlâ. Kafamın içinden sesler geliyordu. Hem kafamın içinden hem de etrafımdan yükselen sesler eşliğinde bir kaosun ortasında hapsolmuştum.
Belime atılan bir taşla acı içinde inleyerek etrafımda döndüm ve yüzümü ellerimin arasına alarak kendimi korumaya çalıştım. Hafifçe bakışlarımı omzumun üzerine getirdim ve arkama baktım. Kral ve Chris saray kapısının tam da üzerindeki bir balkondan buraya doğru bakıyordu. Kralın yüzünde acı vardı. Ancak durdurmuyordu. İzliyordu. Chris ise keyifle sırıtıyordu.
Acı içinde ayaklarıma bütün gücümü verip ayağa kalkmaya çalıştım ancak yerde kaydım ve yeniden yere düştüm. Muhafızlar bir kez daha omzumdan tuttu ve beni ayağa kaldırdı. O an birkaç tane daha görevli muhafızın halkı uyardığını gördüm. Bir şeyler atmamaları için uyarıyordu onları.
Ayağa kalktığımda elbiseme baktım. Domates parçaları, atılan çamur toplarının parçaları...
Muhafızlar beni yürütmeye devam ettiler. Başımı her şeye rağmen kaldırdım. Ağzımdaki ağızlığa inat daha yukarı kaldırdım başımı ve yürümeye devam ettim idam sehpasına doğru. O an kalabalığın arasından Marlon’ı gördüm. Gözlerim onun üzerinde takılı kaldı. Ağlıyordu. Kalabalığın arasında acı içinde ağlıyor ve bana bakıyordu.
Ona bakıp daha fazla kendimi kaybetmemek için başımı çevirdim ve idam sehpasına çıkarılmaya başlandım. Adımlar yine bir bir atıldı ve en sonunda oradaydım. Herkesin doğduğumdan beri beklediği andaydım. Ölümün eşiğinde.
Drach karşıladı beni. Gözleri hâlâ kıpkırmızıydı ve doluydu. Muhafızlar beni ona bıraktı ve merdivenlerden inip uzaklaştılar. Onunla birlikte sehpanın başında baş başa kaldık. Ayakta duramadığımı anlayınca kollarımdan tuttu beni ve titreyen bacaklarıyla önce parmaklarımı kesilecek yere koydu.
Küçük tahta düzeneğin üzerine işaret parmakların yerleştirilmesi için açılan oyuklara yerleştirdi her iki işaret parmağımı da. Ardından üzerine düzeneğin diğer parçası olan tahtayı kapattı. Önüme geldi ve yüzüme baktı uzun uzun. Hâlâ reddetmemi bekliyordu.
“Lütfen...” dedi bir kez daha acı bir fısıltıyla. “Beni buna mecbur bırakma. Yalvarıyorum sana.”
Sert bir şekilde gözlerimi kaldırıp ona baktım. Yüzümdeki ciddiyeti fark ettiği an mahcubiyetle bakışlarını kaçırdı ve burnunu çekti. Keskin bıçağı düzeneğin en üstüne taktıktan sonra son kez gözlerime baktı. Yüzüne bakmamayı tercih ettim ve doğrudan önüme baktım. Sol işaret parmağımdaki yüzüğüme.
Drach önümden yavaş adımlarla çekilirken balkonda tahtında oturan kral ayağa kalktı. Onun kalkmasıyla herkes kıpırdanmayı bıraktı ve bütün muhafızlar bellerindeki kılıcın ucunu tutarak beklemeye başladılar.
“Bugün burada bir yanlışı düzeltmek için toplandık sevgili halkım.” diyerek konuşmaya başladı kral. Ben onu nefretle dinlerken o kendinden geçmiş gibi konuşuyordu.
“Yıllardır atalarımızın bizim için savaşıp sahip olduğu bu topraklarda yaşıyoruz. Atalarımızın bu topraklar için verdiği mücadeleyi hepimiz tarih kitaplarından biliyoruz. Bütün bunların karşılığında onlara duyduğumuz bu saygıyı onların koyduğu kurallara uyarak yerine getirmeliyiz.” dedi ve ardından daha gür bir sesle devam etti. “Sevgili kızım Prenses Rosemarry Finch ne yazık ki bu kurallara ihanet etti. Bu durumda her bekçiye yapıldığı gibi önce ona reddetmesi için bir seçenek sunuyorum.”
“Rosemarry Finch.” diye bana seslendiğinde başımı kaldırıp ona sertçe baktım. Göz göze geldiğimizde içi titremişti. Bakışları anında değişmişti. “Kadınların efsanevi bir yüzüğe bekçilik etmemesi gereken kutsal bir kuralımızı çiğnedin. Bu yüzden önce senin rızana bırakıyorum. Yüzüğü reddediyor musun? Baş sallaman yeterli.”
Bahçenin etrafına dizilen bekçiler merakla bakışlarını bana çevirdiler. Beklentiyle bana baktıklarında onlara dönüp bakmadım bile. Doğrudan kralın gözlerine bakıyordum. Son ana kadar hatırlamasını istiyordum. Onun kızı olduğumu hatırlamasını istiyordum.
“Bir kez daha soruyorum Rosemarry Finch.” dedi Kral hafif çatlayan sesiyle. Bu ona da acı veriyordu. “Karanlığın Yüzüğünü reddediyor musun?”
Başımı iki yana salladım gözlerine bakmayı bırakmayarak. Kral başını kaldırdı ve Başbekçi’ye çevirdi bakışlarını. Başıyla beni işaret edince kalbimin durduğunu hissettim. Aynı şekilde Drach’in de soluğu kesilmiş gibiydi.
“Ben Bekçiler Krallığı’nın yegâne koruyucusu, Kral üçüncü Ethan’ın oğlu, Finch Krallığının on dokuzuncu kralı ve de Gökyüzünün Bekçisi Kral ikinci Alaric Finch.” dedi ve yutkundu. “Kızım Prenses Rosemarry Finch’in kural kitabımızdaki kadim kuralı ihlal ettiği ve kendi rızasıyla yüzükten vazgeçmeyi reddettiği için parmaklarının kesilmesini Başbekçi’miz Drach Farigghton’dan kendi rızamla istiyor ve emrediyorum!” dedi ve dudaklarından son çıkan sözler nefesimin kesilmesine sebep oldu. “Parmaklarını kestikten sonra...” deyip duraksadı ve zorla yutkundu. “Bedenini ateşe, küllerini denize atın.”
Kanım donmuştu. Son sözleriyle başımı kaldırıp onun gözlerine şok içinde baktığımda gözlerimden bir damla akıp gitti.
Öldürecekti... Parmağımı kestikten sonra beni öldürecekti. Beni ateşe atacak küllerimi de denize atacaktı.
Hayatım gözlerimin önünden geçiyordu. Sevgili annem hariç bu hayatta beni yaşatmak için çabalayan kimsenin olmadığını öğrenmiştim o an. Benim için her şeyi yapan babam bile yaşamamı istemiyordu. Beni gözden çıkarmış ve beni ölüme mahkûm etmişti.
Çığlık sesleri yeniden yükseldi. Büyük ve güçlü çığlıklar... Havaya kaldırılan eller, cesaret vermek ister gibiydi.
Gözlerimi bir an olsun kraldan ayırmadım. O benim parmaklarımın kesilmesi ve idam edilmem için emir verirken ondan bakışlarımı bir an olsun çekmedim. İçi acıdı ama dili bir kez olsun acımamıştı.
O an parmağımdaki yüzüğün yeniden alevlendiğini hissettim. Oysa bu alev artık tenimi yakmıyordu. Bu alev bana fısıltılarla geliyordu. Yalnızca fısıltılar. Ve görüntüler. Anılar...
Duraksadım. Bir şeyin farkına varırcasına kaşlarımı çattım ve parmaklarımdaki yüzüğe baktım.
Zindandayken beyaz noktaya dokunmamama rağmen beni bir anı parçasının içine sürüklemişti. Beyaz noktaya dokununca olan şey, o an dokunmamama rağmen olmuştu. Bir anı ve boş, simsiyah bir zihnin içine fırlatılmıştım. Anastasia'nın sözleri bir kez daha yankılandı zihnimde.
“Biz seninle ancak sustuğumuz zaman konuşabiliriz...”
Bu söz defalarca döndü zihnimde. Her döndüğünde parmağımdaki alevin gücü ve yakıcılığı daha da arttı.
Başbekçi’nin adımları yanımda bitti. Keskin bıçağı tutan ipi bağladığı yerden çıkardı ve yavaşça yukarı doğru çekmeye başladı. Birden bırakacaktı ve bitirecekti her şeyi.
Önüme döndüm ve ellerimin kilitlendiği bu tahta düzeneği ufaktan yokladım. Yorgundum ve gücümün hepsini kullanamıyordum. Ancak kendimi zorlarsam gücümün bir kısmını kullanarak bu düzeneği kırabilirdim. Bunu yapmak için de dikkat dağıtmak gerekiyordu. Bana doğru tutulan okçuların yayları ucundaki okları bile indirecek kadar büyük bir dikkat dağınıklığı...
Gözlerimi sıkıca kapattım. Kalbimden geçen şeyler vardı. Tıpkı o simsiyah karanlık zihin boşluğunda olduğu gibi... Ne istersem o şekli almış o beyaz nokta gibi... İstediğim şekle girebilmişti. Neden şimdi de istediğim şekle giremezdi ki?
Yüreğimden tek bir şey geçiyordu. Kalbimden geçen şeyin yüzüğe de geçmesini istedim. Konuşamıyordum, sesim yoktu. Ancak zihnim vardı. Ve zihin gücüne sahip bir yaratığım vardı.
Beyaz noktaya dokunamıyordum. Ama ona dokunmaya gerek bile duymuyordum. Gözlerim kapalıyken onun adını zihnime gönderdim.
“Ares...”
Yüzüğümdeki alev biraz daha artınca artık emindim. Gözlerimi açtım ve krala baktım son kez.
Ben Karanlığın Yüzüğünün yegâne bekçisiydim. Yaratığımla aramdaki tek bağ bu yüzük değildi. Ve bunu herkes öğrenecekti.
“Ares...” dedim bir kez daha zihnime doğru ve gözlerimi sıkıca kapatıp var gücümle zihnime “GÖSTER KENDİNİ!” dedim.
Yüzük parmağımda ilk defa karanlıklara değil, alevli kıvılcımlara boğuldu. Başbekçi neler olduğunu anlayamadan bıçağı kaldırmayı bıraktı ve yüzüğe baktı. Gözlerimi açtığım an sanki yüzüğün ruhu da uyandı ve Ares parmağımdaki yüzükten bir anda alevler arasında çıktı.
Onun yeryüzüne çıkmasıyla halk onlara çizilen sınırdan yavaşça uzaklaşmaya başladılar. Çığlıklar kesilmişti. Büyük bir sessizlik hâkim sürmüştü. Muhafız bekçiler kılıçlarını çekseler de ona yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı. Herkesin dikkati Ares’e kaydığında ellerimi sıkıştırdıkları bu demir düzeneği var gücümle zorladım. Demir düzenek birden parçalara ayrıldı ve o an bekçilerin dikkatleri bana çevrildi.
Etrafıma sarılan zincirleri de aynı güçle zorladım. Zincirler birer birer kırılıp bedenimden aşağı kaydığında en son ağızlığım kalmıştı. Ağızlığımın kenarına uzanıp sıkı bir şekilde tutturulan yeri ellerim arasında paramparça ettim ve ağızlığımı çıkarıp bir kenara fırlattım.
Az önce benden nefret eden ve beni öldürmek isteyen halk, bana korku dolu gözlerle onları bağışlamam için bakıyordu.
İdam sehpasından yavaş adımlarla indim ve Ares’e doğru ilerledim. Onun tam yanında kaldığımda öfke dolu hırıltılarını dindirmek amacıyla onun yelelerine dokundum. Ares, yanına gelmemle biraz sakinleşti ve göz ucuyla bana baktı. Halimi görür görmez daha da öfkelendi ve belki de kâinat yıllar sonra ilk defa onun gür kükremesini işitti.
Ares büyük bir güçle kükrediğinde bekçiler yaşadıkları sarsıntıyla yere düştüler. O an krala baktım. Şok içinde olan biteni izliyordu. Dili çözülüp tek şey söyleyemiyordu.
Etrafımdaki bekçilere baktım. Hepsi korku dolu gözlerle bana onlara acımam için bakıyorlardı ancak onlara acıyamıyordum. Eskisi gibi onlara merhamet besleyemiyordum. Anastasia’nın sözleri geliyordu aklıma.
“Var etmek için önce yok etmek gerek.”
“Var etmek için,” dedim sesli bir şekilde. Günler sonra sesimi duyanlar daha da ürpermişlerdi. Başımı Ares’e çevirdim. “... önce yok etmek gerek.”
Ares demek istediğimi anladı. Ağzından her an fışkırmaya hazır olan alevler birden ağzından çıktığında bütün bir yol alevlere kaplanmıştı. Herkes can havliyle koşarak etrafımızdan kaçıştı. Bu alev kimseyi yakmak için değildi. Bu alev onlara kendimi hatırlatmak içindi. Beni yok ederek var ettiklerini hatırlatmak içindi.
Alevlerin uzunluğu, yürüdüğüm yol boyunca uzandı ve sarayın kapısına kadar gitti. Sarayın kapısında alevler durduğunda kral endişeyle bana bakıyordu. Bütün bir bahçe kaos ortamına dönüşmüştü. Acı içinde kaçanlar ve korkanlar...
O an duramadım. Öfkem öyle fazlaydı ki... Kendimi durduramıyordum. Etrafımdaki onca bencil bekçiye baktım. Ardından uzun zaman önce bana birkaç şey söyleyen Elçinin söylediğini hatırladım.
“Onlar sizi öldürmeyi planlarken siz burada onları yaşatmaya çalışıyorsunuz.”
“Ares!” dedim hiddetle.
“Size üzülüyorum Majesteleri. Keşke sizi hak eden bir krallığa sahip olsaydınız...”
Zihnimden geçen tek şey buradaki her şeyi ve herkesi küle çevirmekti. Bütün bu düşünceler bana bunu yapmamı diretse de o an bir tereddütteydim. Ben onları yaşatma sözü vermiştim. Onları ellerimle yakamazdım. Onları öldüremezdim.
Yumruklarımı sertçe sıktım. Böyle bir şey olmayacaktı. Kendi halkımı yakamazdım. Kendi halkımı öldüremezdim. Zira ben Kraliçe Marry değildim.
“Karanlığa hapset onları!”
Ares birden bütün bir bahçeyi karanlık bulutların arasına hapsetti. Bu onlara verebileceğim cezalardan en makul olanıydı.
Ares'in karanlığının arasında ruhları çekilircesine yerde sürünen bekçilere baktım. Kral bile ellerini boynuna götürmüş cebelleşiyordu. O an karanlığa hakimdi her yer. Onlar yerdeydi, ben ise ayakta.
Bir adım önce çıktım.
“Ben Saf Karanlığın Yegâne Bekçisi Rosemarry’im!” dedim. Soyadımı ve mevkimi bir kenara attım. “İster kabul edin ister etmeyin. Bu değiştiremeyeceğiniz ve kabul etmek zorunda olduğunuz bir gerçek. Bu sadece bir uyarıydı.” dedim hapsoldukları karanlığı kast ederek. “Sizler gibi tek hatasında öldürmeyi seçmiyorum. Çünkü söylediklerinizin aksine ben Kraliçe Marry’e zerre kadar benzemiyorum. Bunu bugün daha iyi öğrendiniz.” dedim ve sertçe ekledim. “Size merhamet ediyorum Sevgili Bekçiler Krallığı. Bana yaptığınız onca eziyet ve tehditlerinizden sonra hâlâ size bir şans tanıyorum. Ya beni olduğum gibi kabul edersiniz ya da bir sonraki isyanınızda,” dedim ve soğuk bir şekilde ekledim. “... yanarak ölürsünüz.”
Bekçilerin acı içinde inleyişleri ve bu inleyişlerin arasındaki yalvarmalara daha fazla dayanamadım. Beni anladıklarını düşünüyordum. Tek elimi havaya kaldırdım. Bu emrimle Ares karanlık bulutlarını dağıttı. Karanlık aramızdan süzülüp giderken son kez krala baktım.
“Hanedanınızı, soyadınızı, varsa mirasınızı...” dedim öne doğru adımlayarak. “Bana ayırdığınız ya da ayırmadığınız her şeyi reddediyorum. Sizden zerre şey istemiyorum.” dediğimde kralın gözleri korkuyla bendeydi. “Sizi her şeyinizde reddediyorum. Tıpkı sizin beni reddettiğiniz gibi. Bir daha karşıma çıkmayın.” dedim ve ekledim. “Eğer çıkarsanız az önce yaşanacak olan her şeyi bir bir anlattım. Bunları göz önünde bulundurursunuz.” Adımlarımı çevirip oradan uzaklaşacakken birden Ares’e döndüm. Gözlerinin içine bakarak herkesin duyabileceği bir sesle, “Bedenleri de külleri de onlarda kalsın Ares.” dedim.
Sözlerimin ardından krala döndüğümde gözleri acı ve pişmanlık doluydu. Lakin artık hiçbir anlamı yoktu.
Arkamı döndüğüm an çığlıkları ardımdan yükseldiğinde adımlarımı durdurdum.
“Kızım!”
Sertçe arkamı döndüm.
“Bir daha,” dedim ve tehditvari bir şekilde saraya doğru yürüdüm. “... bana kızım demeyeceksin Kral Alaric Finch!” Sertçe bağırdım. “SENİN KIZIN ÖLDÜ!”
Kral acıyla balkonundaki korkulukları tutarak beni seyrettiğinde gözyaşları içinde öfkeyle ona idam sehpasını gösterdim.
“Görmedin mi yoksa?” diye sordum titreyen sesimle. “Az önce öldürdün onu. Nasıl göremezsin?”
“Rose...”
“Adımı söylemeyi bile hak etmiyorsun sen.” dedim büyük bir nefretle. “Annemin elinin değdiği hiçbir şeyi hak etmiyorsun. Annemin koyduğu bu adı söylemeyi asla hak etmiyorsun!” dedim ve son kez acı içinde ekledim. “Artık hatırlamana gerek yok. Çünkü o öldü. Sen öldürdün.”
Arkamı döndüm. Acı içindeki haykırışları ve adımı zikredişini umursamadan Ares’e doğru ilerledim. Ares yere hafifçe eğildi üzerine çıkmam için. Hızlı bir şekilde sırtına tırmandım ve üzerine yerleştim. Sert yelelerine sıkıca tuttum ve son kez karanlığa hapis kalan bekçilere baktım son kez. Yüzüğün beyaz noktasına dokunarak Ares’in zihnine “Karanlığa son ver.” dedim. Ares emrime itaat edip karanlığı ön ayağını sertçe yere vurarak dağıttı. Yelelerini sertçe kendime doğru çektim. Ares koşarak uzaklaşmaya başladı. Saraya toplanan bütün bekçiler orada ruhlarını teslim etmenin eşiğinden dönmüş bir şekilde acılarını dindirmeye çalışırken güneşin battığı yöne doğru Ares ile bilinmezliğe ilerledik.
Karanlığın içine düşen ateş bütün bir zihnimi ve hatalarımı anlatmıştı.
Ve karanlığın içine düşen ateş, bana karanlığın daha önce keşfetmediğim gücünü öğretmişti.

*BÖLÜM 29: ÇARESİZ KRAL 24 OCAK CUMA GÜNÜ SAAT 18.00'DA YAYINDA!
*ALINTI:
“Burası çürümüş.” dedi kırık duvarında iple asılı olan bir tabloya dokunurken. İpler öyle kuvvetsizdi ki Drach’in dokunuşuyla tablo yere düşmüştü. “Sizin mağaranın tam üzeri değil mi burası?” diye sorguladı birden. Rosemarry aydınlanmış gibi Drach’e döndü.
“Haklısın.” dedi ve ekledi. “Ne olmuş olabilir ki burada?” Etrafını inceliyor ve birkaç parça birleştirmeye çalışarak neler olduğunu anlamaya çalışıyordu ancak her şey öyle karışıktı ki neyi nasıl birleştireceğini bile bilemiyordu.
“Büyük bir patlama olmuş olmalı. Ancak ne sebep olmuş çözmesi zor.” dedi ve bir süre daha evi inceledikten sonra ekledi. “Burada birkaç cam şişe var. Sanırım biri deney yaparken yanlış bir formül kullanmış.” deyip cam şişeyi yere attı. Güçsüz cam parçalarına ayrıldı.
Rosemarry önündeki küf ve örümcek ağı tutmuş tahta rafı bir çırpıda kaldırdı ve yere serilen solgun sayfalara baktı. Bir sayfayı eline aldı ve üzerindeki devasa yazıyla kaşları çatıldı.
“Ay’ın Kızı...” diye mırıldandı sessizce.
“Rosaline...” diye bir ses yükseldi Rosemarry’nin ardından. Bu ses Drach’e aitti.
Rosemarry merakla bakışlarını Drach’e çevirdiğinde elinde bir gözlük tuttuğunu gördü. Kırık bir gözlüktü bu. Rosemarry elindeki kitabın kopan sayfasıyla ayaklandı ve Drach’e yaklaştı. Drach elindeki gözlüğü ona uzattığında Rosemarry titreyen elleriyle gözlüğü aldı ve üzerinde yazan yazıya baktı. Bu yamuk yazılar ona bir isim fısıldıyordu.
“Rosaline?” dedi Rosemarry. “Bu da ne böyle?”
“Bu gözlüğün sahibi olmalı.” dedi Drach. “Bu cam şişeler de ona ait. Burada bir şeyler denerken bütün bir ormanı az daha havaya uçuruyormuş.”
Rosemarry’nin kalbi hızlandı. Aklına tek bir şey geliyordu. Elindeki gözlüğe yeniden baktığında aklı karmakarışıktı ama bir şeyler yakaladığını hissediyordu. Yüzüğün takılı olduğu işaret parmağının titrediğini hissetmesiyle bakışları dehşetle evin içine çevrildi. Olabilir miydi? Aklına gelen şey mümkün olabilir miydi?
“Bu ormanı daha önceden bilmiyordum, beni Ares getirdi.” dedi Rosemarry tek nefeste. “Ve bu ev... Bir patlama... Bir deney...” diye tek tek sayıklarken Drach son anda anlamış gibi şok içinde başını kaldırdığında Rosemarry ile göz göze geldi.
“Bu mümkün olabilir mi?” diye sordu hayretler içinde Drach. Rosemarry ise kaskatı kesilmişti.
“Bilmiyorum.” dedi Rosemarry dehşet içinde bir sesle. Etrafına bakınmaya başladı. “Burada ne olduğunu bilmiyorum ama her ne olduysa Ares ile bir bağlantısı olmalı.”

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.6k Okunma |
763 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |