

BÖLÜM 29: ÇARESİZ KRAL
(YAZARDAN...)
Haykırışlar... Serzenişler...
Ardena’nın doğusundan yükselen tek şeydi sesler... Herkes tek bir ağızdan haykırıyordu. İnkâr ediyordu. İtaatsizlik ediyordu. Şikâyetler ediyordu ve durmadan cinayetler işleniyordu. Kimsenin kimseye güveni kalmamış gibiydi. Bekçiler Krallığı kendi içlerinde büyük bir karışıklık yaşıyor ve bunun sonucunda da Elçilerle aralarında olan savaşa ara vermek durumunda kalıyorlardı. Bir prensesin kâinatın en güçlü yüzüğünü kullanması ve bunun karşısında kendisine bir ceza verilmeyişi, halkın krallık ile olan güven bağını sonsuza dek koparmış gibiydi. Halk, krallığa güvenmediği gibi yasak denilen her şeyi bir bir yapıyordu.
Harap edilen binalar, yakılan evler, isyanlar ve daha niceleri... Halk kendi içinde karışmış, kışkırtılmış ve ortaya bir kıyamet meydanı çıkmıştı. Ardena'nın doğu kanadı, kendi içinde tamamen karışmıştı ve yok olmaya hazırlanıyordu.
Hızlı ve kendinden emin adımlar, taht odasının önünde durdu. Kapının önündeki muhafızlar eşliğinde kapı aralandığında odanın ortasında yalnız başına oturan Prens Chris ile karşılaştı Başbekçi Drach Farrigthon.
Kapı ardından kapanırken arkası dönük olan Prens Chris Finch’e doğru yaklaştı. O görmese de saygıyla onun karşısında eğilmeyi ihmâl etmedi.
“Prensim...” diyerek konuşmaya başladı. “Ordumuzun sayısı günden güne azalıyor. Keza yiyecek ve içeceklerimiz de... Savaşta binlerce kaybımız var. Taşıyıcı bekçi sayımızda ciddi bir azalma var. Son gelen habere göre Elçilerin birkaç güne kuzeye doğru yürüyecekleri söyleniyor.” dedi ve ekledi. “Sınırdan gelen bilgilere göre de yeni ve tehlikeli yabancıların her iki krallığa da karıştığı ve-”
“Kes.” dedi Prens Chris Finch tahammülsüzce. Başbekçi anlamayarak şaşkınca Prens Chris Finch’e baktı ancak prensten herhangi bir tepki gelmedi. Elindeki şarap kadehini sertçe yere bıraktı. Kadeh, içindeki şarap ile birlikte parçalarına ayrılıp sarayın kan kokan taşları arasında süzülürken Başbekçi neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Chris sert bir nefes çekti içine ve arkasını dönüp ilk kez Başbekçi’ye baktı. Başbekçi, prensi görür görmez şaşkınlıkla gözleri irice açıldı.
Yüzü bembeyazdı. Gözlerinin içi yere dökülen şaraptan bile belki daha kırmızıydı. Bütün bir yüzü birkaç gün içinde çökmüş ve yaşlanmıştı âdeta. Saçları karmakarışıktı ve bilinci yerinde gibi değildi.
“Siz iyi misiniz prensim?” diye bir adım öne çıktı Başbekçi. Chris baygın bakışlarla gözlerini açıp kapadı.
“Sence iyi gibi mi görünüyorum?”
Başbekçi duraksadı. Birkaç adım daha prense doğru yaklaştı. Ardından prens güçsüz bir kahkaha attı.
“Babam hasta yatağına düştü.” Burnunu bir kere daha sertçe çekti. “Kız kardeşim Anastasia’nın yarattığı tehlikeyle kaçıp gitti. Kayboldu.” dedi ve masanın üzerinde duran Ardena haritasına kaydırdı bakışlarını. “Düşmanlarımız durmak bilmiyor. Halk karıştıkça karıştı. Omuzlarımda koca bir yük var.”
“Kötü bir dönemden geçtiğimiz doğru ancak böyle oturup sızlanırsak bu savaşı daha şimdiden kaybederiz.” dedi Başbekçi ve ekledi. “Günlerdir kraldan bir haber bekliyoruz ve bu yüzden bütün bir ordularımızı da bekletiyoruz. Yaklaştıkça yaklaşıyorlar, eğer kuzeye geçerlerse...” dedi Drach ve sıkıntılı bir nefes bıraktı. “Eğer kuzeye geçerlerse bu bizim sonumuz olur. Kuzey, Kralın Şehrini koruyan bir duvar. O duvarı yıktıklarında savunmasız kalırız.”
“Biliyorum.” dedi Prens Chris. Sesi öylesine boş bir tınıdaydı ki. Hiçbir şeyi umursamıyor gibiydi. “Biliyorum.” dedi bir kez daha. Bilinci yerinde olmadığı her halinden belliydi.
Başbekçi öfkeyle birkaç adım ilerledi. Kolunu tutup onu sarstı. “Buraya geliyorlar prensim.” dedi vurgulu bir ses tonuyla. “Eğer burada durup hiçbir şey yapmamaya devam edersek krallık elimizden kayıp gidecek.”
“O zincirleri nasıl kırabildi acaba?” dedi Chris birden. Başbekçi önce şaşkınlıkla Prens Chris’e baktı. Ardından umutsuzca kolunu bıraktı ve derin bir nefes aldı. “Nasıl bu kadar güçlü olabilir? Bırak Elçileri veya normal insanları, sıradan bir bekçiden bile daha güçlü. Kulağa inanılmaz gelmiyor mu?”
“Prensim.” dedi Drach son bir çabayla. “Elçiler buraya geliyor.” dedi ve biraz daha yüksek bir ses tonuyla, “Ordular bitmiş bir durumda ve sayıları az. Taşıyıcı bekçilerimizin sayısı daha da az. Kaybediyoruz.” dediğinde Chris başını çevirip Başbekçi’ye baktı. Son söylediği zihninde yankılanmıştı.
Drach sonunda prensin dikkatini çekebildiği için rahatlamıştı. Prens son söylediğini aklından geçiriyordu. Sanki beyni yeni yeni uyanıyor gibiydi.
“Kaybediyoruz.” dedi bir fısıltıyla. Gözleri yeniden Ardena haritasına kaydığında bir şeylerin farkına varıyor gibiydi. “Kuzey...” dedi bu kez de aynı fısıltıyla. Haritaya doğru yaklaştı.
“Kuzey.” dedi Başbekçi onu tekrar ederek. “Kralımızın durumu belli. Hasta ve karar verecek bir durumda değil. Geriye siz kalıyorsunuz.” dedi istemeye istemeye. “Sizin artık bir emir vermeniz lazım. Geliyorlar. Hem de sayıları oldukça fazla. Dört ya da beş günlerini alacak.”
“Kaç taşıyıcımız kaldı?” diye sordu Prens Chris. Drach anında yanıtladı.
“On iki.” dedi ve ekledi. “Eğittiğim bekçilerimin arasında yüzüklere uygun olan beş ya da altı bekçi var. Geri kalanları henüz hazır değiller.”
“Olmaz öyle şey.” dedi Prens Chris bir anda. Drach kafa karışıklığı içinde prense döndü. “Şu an bir savaştayız. Hepsine ihtiyacımız var.”
Drach git gide daha da şaşıyordu. “Bütün yüzükleri alelade bekçilere dağıtalım mı yani? Bunu mu diyorsunuz?”
“Başka şansımız yok. Bütün yüzüklere ihtiyacımız var. Otuz beş tane bekçi hazırla. En kısa zamanda bu işi bitirelim.”
“Prensim bu mümkün değil.” dedi Drach birden sertçe çıkarak. Prens Chris şaşkınlıkla bakışlarını Drach’e çevirdi. “Yüzükler sıradan güçler değiller. Onları alakaları olmayan bekçilerle eşleştirdiğimizde ortaya çıkacak senaryoyu en iyi siz biliyorsunuz.” dedi ve endişeyle ekledi. “Ölürler. Bekçilerimin çoğu bu gücün altında kalır ve daha savaşı bile görmeden ölürler.”
“Şu an bunu düşünecek vaktimiz yok diyorum Başbekçi.” dedi Prens Chris hiddetle. “Önümüzde kaybedebileceğimiz büyük bir savaş var. Şu an bekçilerin uyum sağlayıp sağlamamalarını düşünemem.”
“Bunu sadece onların iyiliğini istiyormuşum gibi bakmayın. Eğer onlar ölürse bu askeri ordumuzun da eksilmesi demek. Hâlihazırda ordunun sayısı yeterli değilken bir de onları ait olmadıkları yüzüklerle eşleştirip o yüzüklerin onları öldürüşüne izin veremem.”
“Ya ne yapacağız!” Yüksek sesi odayı doldurmuştu. “Her şeyi bir kenara bırakıp diyarda bu yüzüklere ait bekçileri arayıp tek tek onları inceleyip yüzüklerle eşleşen bekçileri mi arayacağız? Buna vaktimiz yok diyorum anlamıyor musun?”
“Bu mu tek çözüm?” dedi Drach aynı hırsla çıkıp. “Savaşı kazanmamızın tek yolu bütün yüzükleri sahiplendirip onları öylece göndermek mi?”
“Ya ne?” dedi Chris beklentiyle. “Aklında daha iyisi varsa paylaş benimle, ne duruyorsun?”
“Ya kral gibi yüzüklerini kaybeden bekçiler olursa?” dedi Drach ve ekledi. “Ejderha Yüzüğü onlarda. Üzerimize salmaları an meselesi. Eğer kuzeye bütün yüzüklerle gidersek ve orada büyük bir kayıp yaşarsak kralın şehrini koruyacak yüzük kalmayacak.”
“Kuzeyi kaybettiğimizde kralın şehri mi kalacak sanıyorsun?”
“Kuzeyi kaybettikten sonra hemen kralın şehrine gelmezler.” Drach kendinden emindi. “Zira onları ilgilendiren yeni bir sorun var. Şu yabancılar.” dedi ve ekledi. “Aslında bizi de ilgilendiren bir sorun bu, ancak şu an ucu bize en son dokunan şey o.”
“Kimmiş bu yabancı grup?”
“Kendilerine Gölgesizler diyorlar.” dedi Drach. “Irklarını henüz bilmiyoruz.”
“Ardena’da yalnızca iki ırk var.” dedi Chris şüpheyle. “Kim olabilir ki bunlar?”
“Bilmiyoruz.” dedi Drach. “Zamanında yıkılan on iki krallıktan biri olabilir ya da...”
Duraksadı. Söyleyeceği şey için derin bir nefes aldı.
“Ya da ne?” dedi Chris ve korkuyla bir adım attı. Drach gözünü bile kırpmadan,
“Anastasia’nın örgütü olabilir.” dedi.
Chris sertçe yutkundu. Bakışlarını büyük pencerelerden dışarıya çevirdi. Uzun uzun dışarıyı seyretti. Rüzgârda uçuşan perdeleri, rüzgârın yoğunluğunu, dışarıdan gelen toprak kokusunu... Bu topraklar daha neler görecek nelere şahit olacak diye geçirdi aklından.
“Bu nasıl mümkün olabilir?” dedi Chris hayretle. Drach büyük bir rahatlıkla cevapladı.
“Öngörülü bir kadın. Kendisini güle çevirdikten sonra elbette hayata geri dönmek için ardında bir iz bırakacaktı. Bu iz de ondan geriye kalan, ancak şimdilerde Saf Karanlığın da ortaya çıkmasıyla alevlenen bir grup.” dedi Drach ve soğukkanlılıkla ekledi. “Gölgesizler.”
Prens Chris hayrete kapılmıştı. Gözleri iri iri açıldı sanki mezarından çıkan bir ruhu görmüşçesine. Yüzündeki solgunluk o kadar derinleşti ki az evvel yüzüne yerleşen şey beyaz bile gelmiyordu. Ruhu ve kanı çekilmişti. Moraran dudaklarını yalayıp dudaklarını araladı ancak titreyen dudakları korkudan tek kelime edemedi.
Bütün bunlarla nasıl başa çıkabileceğini düşünüyor ancak tutarlı bir yol bulamıyordu. Babası ölüm ile burun burunaydı. Bugün ya da yarın ölecekti. Aklına tek bir çözüm yolu geliyordu ancak bu da oldukça zor ve seçmek istemediği bir yoldu.
“Rose...” Titreyen dudaklarından ve buz kesmiş nefesinden yalnızca tek bir isim dökülmüştü. Drach merakla dikkatini çeken şeye döndü. Chris ise gözleri uzaklara dalmış aklıyla boğuşuyordu. Dehşet içinde başını kaldırıp Drach’e baktı. “Ona ihtiyacım var.”
“Ne?” Drach şaşkındı. Böyle bir tepki ve böyle bir istek beklemiyordu. Hatta bunu bilinçli söylediğinden bile emin değildi.
“Ona ihtiyacım var.” dedi bir kez daha. Derin bir soluk aldı ve bakışlarını doğrudan Drach’e dikti. “Bana onu bul.”
Drach yutkundu. Prens bir kez daha boşluğa daldı. Drach söylediği şeyden emin olup olmadığını bilmiyordu. Tıpkı prens gibi uyuşmuş gibiydi ve söylediklerini algılayamıyordu.
“Siz...” dedi ve durdu. Prens bakışlarını yeniden Drach’e çevirdiğinde Drach cesaretini toplayıp yeniden sordu. “Siz az önceki söylediğinizde ciddi miydiniz?”
Prens bakışlarını kaçırdı. Buna mecburdu. Başka türlü işin içinden çıkamayacağını düşünüyordu. Kız kardeşi her ne kadar bir suç işlese de şu an o suça ihtiyacı vardı. Başını kaldırdı. “Başka çarem yok.”
Drach şaşkınlıktan ne söyleyeceğini bilemiyordu. Günler öncesine kadar öldürmek için can attığı kız kardeşine bugün muhtaçtı. Çaresizdi... Buram buram çaresizlik kokuyordu.
“Nerede olduğunu bilmiyorum.” dedi Drach ve ekledi. “Bulana kadar ne kadar zaman geçer onu da bilmiyorum.”
“Elinden gelenin en iyisini yap ve bana baş belası kız kardeşimi derhâl bul.” dedi Chris burnundan soluyormuşçasına. “Sana başka çarem yok diyorum. Halkın karışıklığını çözmem, kuzeye yaptıkları yürüyüşü engellemem, Gölgesizlerle ilgilenmem... Bunların hepsine yetişemem anlamıyor musun?”
“Anlıyorum.” dedi Drach. Ne kadar kötü bir durumda oldukları aşikârdı ancak prensten böyle bir hamle beklememişti. Bu bir tuzak mıydı bunu da bilmiyordu. “Yalnızca birkaç gün öncesine kadar öldürmek için can attığınız kardeşinize bugün ihtiyacınız olması...”
“Kes sesini Başbekçi!” diyerek elini masaya vurdu Chris. Sözünün sertçe kesilmesine karşılık Drach rahatsız olmadı aksine, prensin bu çaresiz halinden keyiflenmiş gibiydi.
“Emredersiniz...” dedi keyifli bir gülümsemeyle Drach ve odadan çıktı.
Koridorda emin adımlarla ilerledi. Aklında tek bir şey vardı. O da Prenses Rosemarry’nin buna ne tepki vereceğiydi. Zira o gün soyunu reddeden birinden bugün krallığın kurtarılmasını isteyecek yüzü nasıl bulabilecekti emin değildi.
Hızlı adımları sarayın bahçesine çıktığında bekçilerine başıyla atları işaret etti. Bekçiler hızla Başbekçi’nin atını getirdiklerinde Drach hiç beklemeden atına atladı ve saraydan çıkıp gitti. Prenses Rosemarry’nin yanına gitti. Zira az evvel Prens Chris’e dediğinin aksine onun nerede olduğunu çok iyi biliyordu.
Başbekçi atıyla saraydan uzaklaşırken bir anda çalan çan sesleriyle atını durdurdu. Başını sarayın sisler arasında görülen uzun kulelerine çevirdi. Çalan çanları dinledi. Bu çan savaş çanı veyahut barış çanları değildi. Ölüm çanlarıydı. Saraydan bir ölü çıkmıştı. Ve bu ölü kraldan başkası olamazdı.
(Saatler Sonra...)
Sarayın bahçesinde büyük bir kalabalık vardı. Her biri kendilerini Prens Chris’in emriyle bir anda sarayda bulmuşlardı. Yorgunlardı... Karınları açtı... Zira bu iç karışıklık onların besin üretimini de etkilemişti. Bekçi Krallığının topraklarında büyük bir isyan vardı ve bu isyan kimseye herhangi bir iş yaptıramıyordu. Bekçiler işlerini bırakmışlardı, üretim yapmıyorlardı, kuşanılacak kılıç veyahut zırh yapmıyorlardı. Herkes etrafındaki sınırları yıkıp bir kenara atmıştı.
Kalabalığın arasında olan Marlon Ryder, karşısında duran Prens Chris’e büyük bir öfkeyle bakıyordu. Birkaç basamak yukarıda başında kralın tacıyla ordunun başına geçmiş onlara yanında duran yüzükleri dağıtıyordu. Bekçiler yeminlerini ediyor ve yüzüğe sahip oluyordu. Bu saçmalığa katlanmak zorunda olduğu için öfkeli bir nefes çekti içine. Günlerdir kadim dostu Rosemarry’den haber alamıyordu. Etrafından duyduğu bilgilere göre Ardena’yı terk etmişti. Ya da çoktan ölmüştü.
Olanlara inanamıyordu. Daha birkaç gün öncesine kadar birlikte ava çıktıkları dostunun böylesine bir ihaneti yapabileceğine inanamıyordu. Anastasia’nın yüzüğünü bulup bekçilik yapmaya başlamıştı ve kendisine hiçbir şey söylememişti. Marlon öfkeliydi ancak bir diğer yandan da endişeliydi. Her ne kadar Rosemarry kötü ve yasak olan bir şeyi yapmış da olsa onun için hâlâ korkuyordu. Başına bir şey gelmesinden ya da birinin ona zarar vermesinden...
Prens Chris bütün yüzükleri dağıttıktan sonra taşıyıcı bekçileri bir adım öne davet etti. Ordunun içindeki taşıyıcı askerler birer adım öne çıktılar. Prens Chris hepsine tek tek baktı. Sandıktaki bütün efsanevi yüzükleri bir bir dağıtmıştı. Kendilerini savaşa hazır hissediyordu.
“Dinleyin Sevgili Bekçilerim!” diyerek kalabalığa seslendi. Askerler duruşlarını düzelttiler. “Günlerdir sefil bir hâldeyiz ve hep birlikte acı çekiyoruz. Durumun kötü tarafı kendimize acı çektiriyoruz ve bir savaşta olduğumuzu unutuyoruz. Unutmayın! Hatırlayın! O doyumsuz, topraklarımızı çalmaya çalışan ve ırkımızı yok etmeye çalışan o Elçileri hatırlayın! Bugün itaatsizlik vakti değil aksine birbirimize kenetlenme vakti! Zira o alçaklar kuzeye yürüyorlar! Sevgili babam Kral Alaric Finch’in Ejderha Yüzüğü onların elinde! Bu yüzden size bugün hiç olmadığınız kadar ihtiyacım var. Hem bizden çaldıkları o yüzüğü onlardan almalıyız hem de bu savaşa bir son vermeliyiz!”
Bekçiler birbirlerine baktılar. İçlerinde bulundukları durumu yeniden anımsamış gibilerdi. Başlarındaki yeni krallarına itaat etmek istemiyorlardı zira ona güvenmiyorlardı. Ancak içinde bulundukları durum buna onları zorluyordu. İstemeyerek ona itaat etmeye karar verdiler.
“Size söz veriyorum!” dedi Chris Finch. “Bu surlar arasına döndüğümüzde elimizde büyük bir galibiyetimiz olacak! Size güveniyorum!”
Chris Finch kemerindeki kılıcına uzandı ve kabzasından çıkarıp onu sertçe havaya kaldırdı. Bu hareketiyle karşısındaki ordu da kılıçlarını kavradılar ve yukarı kaldırdılar. Ancak bir sorun vardı. Havaya kaldırılan birkaç kılıç sesli bir şekilde yere düştü. Chris Finch neler olduğunu anlayamadı. Karşısına dizilen taşıyıcı bekçilere döndüğünde yüzlerindeki beyazlığı fark etti. Bir adım yaklaştığında içlerinden biri elini kalbine götürerek yere yığıldı.
Ordunun içindeki askerler neler olduğunu anlayamadan şaşkınlıkla olan biteni izliyordu. Chris Finch yere yığılan adama yaklaştığı an kalan taşıyıcılar da birer birer yere yığıldı.
Chris Finch şok içinde karşılaştığı manzaraya baktı. Arkasındaki muhafız bekçilere ve kendi askerlerine baktı. O an Başbekçi’nin sözleri geldi aklına ve kaskatı kesildi.
Yere eğilip yerde yatan bekçinin nabzını kontrol etti. Ölmüştü.
Dehşete kapılmıştı. Korkuyla birkaç adım gerilediğinde az evvel ikna ettiği asker ordusu bu kez büyük bir öfke harbiyle Kral Chris’e saldırmaya koştu. Aralarından çevik bir tanesi Chris’in yüzüne güçlü bir şekilde kılıcını savurduğunda sarayın muhafızları buna engel olmaya çalıştı. Asker ordusu büyük bir hınçla karşılarına duvar olan muhafızları geçmeye ve Kral Chris’e ulaşmaya çalışıyorlardı. Muhafızlar güç bela Kral Chris’in etrafına duvar olarak onu sarayın içine götürdüler. Sarayın kapılarını ardına kadar kapattıklarında bütün kaos kapının dışında kalmıştı.
“Kralım!” dedi muhafızlardan biri. Kral Chris ise hâlâ şok içindeydi. Yüzündeki sıcak sıvıyı bile hissedemeyecek kadar şoktaydı. “Şifacıyı çağırın! Kral yaralandı.”
Chris o an kendine geliyor gibiydi. Titreyen elleri arasındaki kılıcı yere düştüğü an bilinci yeniden yerine gelmişti. Sarayın duvarında asılı olan bir aynadan kendisine baktı. Alnının ortasına bir bebek beşiğini andıran yay şeklinde bir kesik olmuştu ve burnunun etrafından bu kanlar her iki yanağına da akıyordu. Elini kâse şeklindeki yarasına götürdü oysa kanama durmamış aksine eli de kana bulanmıştı.
Güçsüz bir nefes aldı. Umudunu artık tamamen yitirmişti. Yanlış bir karar almıştı, Başbekçi’yi dinlememişti ve askerlerinin ölümüne sebep olmuştu. Ordusundaki asker sayısı halihazırda azken biraz daha azalmıştı.
Aynadaki yansımasına baktı. Şifacının telaşlı koşuşuyla başını şifacıya çevirdi. Şifacı kadın endişeyle elindeki bezi Kralın yüzüne tuttu ancak Kral Chris Finch öfkeyle elinin tersini kadına uzatarak onu ittirdi. Hızlı ve ağır adımları taht odasına doğru ilerliyordu.
Taht odasının kapısı iki yana açıldı ve odaya girdi. Kapı ardından kapanırken Kral Chris Finch yavaş adımlarla tahta yaklaştı. Tam önünde durdu. Bu tahtı çocukluğundan beri güç olarak görüyordu. Ve buna sahip olduğunda herkesin koşulsuz şartsız ona itaat edeceğini düşünüyordu. Ancak hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Tahta sahipti fakat ona itaat eden bir ordu yoktu. Başını yukarı kaldırıp gözlerini sıkıca kapattı. Başını havaya kaldırmasıyla alnındaki yaradan sızan kanlar göz kapaklarına aktı ve göz kapaklarından aşağıya doğru süzüldü. Sanki bu kan değildi. Göz yaşlarıydı.
Çaresizliğin gözyaşları, kana bürünmüştü.
***
Büyük ve devasa adımlar bir bir eziyordu toprağı, zamanın tarih sayfalarını ezdiği gibi. Hızlı oldukları kadar temkinli olan adımlar Fısıltılar Ormanı’na doğru ilerliyordu. Zira Drach, Hırçın Deniz’in altında olan mağarayı unutmamıştı. Prenses Rosemarry’nin sığınağını en iyi o biliyordu.
Durumları oldukça güçtü. Krallık dönen çarklarından birini kaybetmişti sanki ve bu nedenle bütün bir düzen bozulmuş, birbirine girmiş ya da yok olmuştu. Etraflarındaki tehdit sayıları bir hayli fazla olduğu gibi iç karışıklıkları hat safayı aşmıştı ve bunu düzeltebileceğine inandıkları tek bir kişi vardı. O da Karanlığı Yüzüğü ve de onun yegâne bekçisinden başkası değildi...
Başbekçi Drach Farrighton kararlıydı. Prenses Rosemarry’nin herkesin aksine Ardena’yı terk ettiğine inanmıyordu. Bu, günlerine de mâl olsa onu bulmakta kararlıydı. Prensin emriyle değil kendi isteğiyle bulmakta kararlıydı.
Atıyla ilk önce onu bulacağından emin olduğu yere gitti. Mağaraya...
Mağaranın girişine ulaştığında hızla atından indi ve telaşla etrafına bakınmaya başladı. Yerden bulduğu bir odun parçası bulur bulmaz onu eline aldı ve atına yöneldi. Atın yanına vardığında eyere bağlı olan bir bez parçasını sertçe çekip ondan bir parça kopardı ve elindeki odunun üzerine doladı. Ardından etrafına baktı. Ateş yakmak için bir şeyler arıyordu ancak gözüne takılan tek bir şey bile yoktu. Ne yapacağını bilemez bir hâldeyken odun tutan eline kaydı bakışları ve Anka Yüzüğü ile göz göze geldi. Kendinden emin bir şekilde gülümsedi ve elini havaya kaldırarak onu çağırdı.
“Göster kendini Anka.”
Anka, güçlü bir çığlık ve büyük bir ışık patlamasıyla yüzükten göğe doğru yükseldi. Devasa ve ihtişamlı kırmızı kanatları arasından sarı işlemeli tüyleri görünüyordu. Kanatlarını her çırptığında etrafa ateş perçemleri sıçrıyordu. Başbakçi elindeki meşalesini ona doğru uzattığında kanatlarından çıkan bir ateş perçemi meşalesini bulmuştu. Hafifçe koluna sıçrayan bu ateş parçası tenini yakmıştı ancak bunu umursamadı ve mağaraya doğru yönünü döndü.
“Sen burada bekle Anka. Yabancı birini görürsen çığlık at, hemen gelirim.”
Anka gözleriyle, Başbekçi Drach Farrighton’u onayladı. Drach ondan onay aldıktan sonra mağaraya doğru ilerlemeye başladı.
Karanlık duvarlar arasında korkusuzca ilerliyor ve bir ses duymayı ümit ediyordu. Ufak da olsa bir ses duyup hızla oraya doğru ilerlemek istiyordu.
Temkinli adımlarla mağaranın derinliklerine ilerledi ve o an garip bir şey fark etti. Daha önce burada yalnızca bir yol varken şu an karşısına iki yol çıkmıştı. Drach şaşkınlıkla kaşlarını çatarak yanlış yere gelip gelmediğini sorguladı oysa yanılmıyordu. Doğru yere geldiğinden emindi.
Merakla bu yeni gördüğü yola doğru girdi. Kulaklarını ardına kadar açıp tek bir kıpırtı duymayı bekledi ancak duyamıyordu. Rosemarry’i ondan daha önce duyacağını bilse ve kaçmaya yeltense bile bir ses duymak istiyordu.
Yürüdüğü yoldaki dönemeçten döndüğü an yolun sonunda gördüğü ufak bir ışık parçasıyla duraksadı. Yolun sonunda yuvarlak ve beyaz ila mavi renk arasında bir ışık vardı. Drach hızlı adımlarla o ışığa yürüdüğünde ve oraya vardığında altındaki ufak yüksekliği fark etti ve adımlarını yolun sonunda durdurdu. Başını kaldırıp etrafına baktığı an gözleri büyüdü.
Burası yeni bir yaşam alanıydı.
Yerde bitkiler, yeşillikler... Mağaranın dört bir köşesinden süzülen sular ve bu su yataklarının uzandığı bir orta gölet... Başını yukarı kaldırdı. Mağaranın üzerinde ne olduğunu bilmediği mavi renkte bitkiler vardı ve bunlar ışık saçıyordu.
Drach o an bütün bu güzel yaşam alanının ortasında siyah devasa bir cüsse gördü. Yerde uzanmış bir şekilde gördüğü siyah cüssenin sallanan kuyruğu dikkatini çekmişti. Başta bunu bir kaya gibi görse de sonrasında ne olduğunu anladı ve heyecanla bulunduğu yükseklikten aşağıya atladı.
Aşağı atlamasıyla karanlık cüsseden hırıltılar çıkmaya başladı ve o an gözü loş ışıkta sarı saçlar gördü. Sapsarı uzun dalgalı saçlar ve yemyeşil elbiseli birinin dizleri üzerine çöküp bu siyah cüssenin devasa başını okşadığını gördü. Gülümsedi.
“Hoş geldin.” dedi Prenses Rosemarry Finch huzur dolu bir sesle. Arkasını dönüp bakmadı. Narin elleriyle Saf Karanlığın başını okşuyordu.
“Rose...” diye mırıldandı Başbekçi. Onlara yaklaştı ve gördüğü manzara karşısında her zamanki gibi hayran kaldı. O gün sarayı kasıp kavuran yaratığın uysal bir şekilde bir kedi gibi kendini sevdirmesini seyretti.
Prenses Rosemarry Finch başını kaldırmadan Saf Karanlık ile ilgilenmeye devam etti. Onun büyük başını büyük bir ilgiyle okşuyor ve kapalı göz kapaklarında bir diğer elini gezdiriyor onu rahatlatıyordu. Bir bebek gibi ilgileniyordu onunla. Sanki daha yeni doğmuş bir bebek gibi...
“Uzun zamandır ortalarda yoktun.” dedi Başbekçi Drach. Prenses omzunu silkti sakince.
“Buradaydım.” dedi yumuşak ses tonu. “Onunlaydım.”
Başbekçi Drach Farrighton başını kaldırıp yeniden bu küçük yaşam alanına baktı. Çok büyük değildi ancak öyle yeryüzünü andırıyordu ki... Sanki her şey bir sihirdi. Her şey bir rüya parçasından ibaret gibiydi. Burası neresiydi ve prenses burayı nereden bulmuştu? Aklındaki sorular kafasını kurcalamaya başlamıştı. Dizleri üzerine çöküp ikisine baktı önce huzurlu bir gülümsemeyle. Ardından yüzünü endişe kapladı. Gözleri yalnızca prensese döndü.
“Burası neresi?” diye sordu merakla. Prensesin Saf Karanlık üzerinde gezen elleri durdu. Yüzündeki gülümseme sönmeden başını kaldırdı ve günler sonra ilk kez Başbekçi Drach ile göz göze geldi.
“Bizim Dünya’mız.” dedi ve başını etrafına çevirip iç çekti. “Burada katiller yok. Savaş yok. Ölüm yok.” deyip bakışlarını Saf Karanlığa çevirdi. “Yalnızca biz varız. Bu bile bize yetiyor.”
“Majesteleri.” Drach’in ağzından çıkan kelimeyle Rosemarry’nin suratı gerildi. Başbekçi’ye bakmadan gerilen yüz ifadesiyle,
“Bana öyle seslenme.” dedi ve ekledi. “Ben artık kraliyet ailesinden biri değilim. Sadece Rose... Annemin verdiği ismim ben sadece.”
“Rose...” dedi bu kez Drach. Rosemarry gülümseyerek gözlerini Drach’in ela gözlerine çevirdi.
“Efendim Drach?”
Drach duraksadı. Önce Saf Karanlığa baktı uzun uzun. Uyuyor gibi görünüyordu. Ardından gülümsemeye çalıştı.
“Biraz dışarı çıkıp konuşsak olur mu? Lütfen.” Rosemarry merakla kaşlarını çattı.
“Neden burada konuşmuyoruz?”
“Ares.” dedi tek nefeste Drach. “O burada uyusun. Rahatsız etmeyelim. Anka da dışarıda kaldı zaten. Onu yüzüğüne yerleştirmem gerek.”
Rosemarry ikna olmuş gibi başını salladı. Son kez kucağındaki Saf Karanlığa baktı. Başını son kez okşadı ve onu rahatsız etmeden kıvrılan bacaklarını onun başının altından çekti.
Başbekçi hızla ayağa kalktıktan sonra elini kibarlıkla prensese uzattı. Prenses önce şaşırdı. Sonrasında bu centilmenliğe gülümsemekle yetindi ve uzattığı elini tutarak ayağa kalktı.
Birlikte mağaranın dışarısına çıktılar. Başbekçi dışarı çıkar çıkmaz Anka’yı yüzüğüne yerleştirdi. Ardından üzerindeki kalın pelerini çıkarıp prensese uzattı.
“Teşekkür ederim fakat hava o kadar soğuk değil.”
“Birazdan soğuyacak ama. Hava kararıyor.”
Rosemarry tereddütle uzattığı pelerine baktı. Elini uzatıp pelerini tuttuğu an hissettiği sıcaklık hissiyle pelerini almayı kabul etti. Başbekçi’nin ısıttığı pelerini omuzlarının üzerine attı ve o sıcaklığın için mayışarak küçük adımlarla ormanda ilerlemeye başladılar.
Ormanda ilerledikleri an boyunca orman sanki onlara kucak açmıştı. Bu zamana kadarki yalnızlıkları ve acılarını silip atmak istercesine bir ortam yaratmıştı ikisine de. Ayaklarını bastıkları toprak acılarını alıyor, üzerlerine serilen Ay gözlerindeki yaşı siliyordu. Doğa her şeyi var ettiği gibi onları da var etmeye çalışıyordu bütün bir gücüyle.
Drach şaşkındı. Bunca olan şeyden sonra prensesin bu denli sakin ve huzurlu olmasını anlayamamıştı. Kafasında bir şeylerin döndüğünden emindi ancak bunu sorup sormama konusunda kararsızdı. Yalnızca onun üzerindeki bu değişime bakıyor ve endişeleniyordu. Saf Karanlık ile olan bağı her seferinde onda hayranlık uyandırıyordu. Kendi yüzüğüne çevirdi bakışlarını. Anka’yla da böyle olabilirler miydi düşünmeye başladı.
“Burayı o seçti.” dedi Rosemarry uzun bir yürüyüş sessizliğinin ardından. Ares’ten bahsediyordu. “Tuhaf ama burası ona huzur veriyor. Onu rahatlatıyor. Burada mutlu oluyor.”
Drach anlamış gibi başını salladı ve bilmişçe gülümsedi. “Bir sebebi olabilir mi yoksa güdüsel mi?” diye sordu. Rosemarry omuzlarını kaldırdı bilmiyorum dercesine.
“İnan bana hiçbir fikrim yok. Tek bildiğim buranın ona iyi gelmesi.”
“Yeraltını kendiniz mi buldunuz yoksa...” Rosemarry gülümsedi.
“O yaptı.” diye anında yanıtladı Rosemarry. Ellerini pelerininin altında bağladı ve derin bir nefes aldı. “Tuhaf yetenekleri var. Yakıp yıkma konusunda bir harika.” dedi Rosemarry gülerek. Drach kafası karışmış bir şekilde Rosemarry’e döndü.
“Peki ya mağaranın oluklarından akan şelaleler?” dediğinde Rosemarry derin bir nefes aldı. Bunu söylemeye henüz hazır mıydı bilemiyordu.
“Dediğim gibi.” dedi Rosemarry çok fazla detay vermeden. “Çok tuhaf yetenekleri var.”
“Peki.” Drach bunun üzerinde durmaktansa prensesi saraya götürmeyi ikna edebilmek için onun suyuna gitmeye çalıştı. İçinde bulundukları durumu duyduğu an kararının değişeceğini ve halkını her şekilde koruyacağına karşı olan bir inancı vardı ancak onun bu sakinliği, aklındaki bu düşünceyi tereddüde mahkûm bırakıyordu.
Bir süre daha yürüdüler. O sırada karşılarına çıkan yıkık dökük bir ev parçası çıktığında duraksadılar. Daha önce ormanın bu kısmına gelmedikleri açıktı. Zira gelselerdi bu evi unutmaları mümkün olmazdı.
Rosemarry çatık kaşlarla evi incelemeye başladığında Drach bunun bir tehlike arz ettiğini düşündüğü için prensesin önüne geçti ve onu korumak için siper oldu. Rosemarry ise burada olanları anlamaya çalışıyordu zira karşısındaki bir tabloda bile görülemeyecek kadar korkunç bir yerdi.
Ormanın bu kısmı harabe edilmiş gibiydi. Sık ağaçlar arasında devasa yuvarlak bir boşluk vardı ve etrafındaki ağaçların ya yarısı yoktu ya da çarpık büyüyorlardı. Karşılarında eve benzeyen yapıdan geriye yalnızca birkaç demir ve taş parçası kalmıştı.
Rosemarry merakla bu yuvarlak boşluğa adım atacakken Başbekçi Drach onu durdurdu.
“Majesteleri. Güvenli olmayabilir.” Rosemarry önüne uzatılan elden kurtulup öne doğru adımlamaya devam etti.
“Yalnızca bir harabe.”
“Evin içinde birileri olabilir.”
“Olursa da icabına bakarım Başbekçi. İlgin için teşekkür ederim.” Kemerindeki hançerlerden birini eline aldı Rosemarry. Yavaşça bu devasa boşluğa ilerledi. Bir tuzağı andırıyor gibiydi ancak öylesine yaşam belirtisi olmayan bir yerdi ki... Buradan ancak tahtaları çürüten farelerin çıkacağını düşünüyordu.
Bir adım arkasında Başbekçi’yle harabe eve yaklaştılar. Ev büyük değildi.
Evden içeri girdiği an karşılaştığı manzara onu daha da şaşırttı. Bu kadar harabe olmasına karşın evin içinde birkaç parça hâlâ duruyordu. Yere savrulmuş kitaplığa benzer bir tahta yapı duruyordu. Altında kalan rengi solmuş sayfalar...
Rosemarry merakla bu yapıya yaklaştığında Drach evin geri kalanını inceliyordu.
“Burası çürümüş.” dedi kırık duvarında iple asılı olan bir tabloya dokunurken. İpler öyle kuvvetsizdi ki Drach’in dokunuşuyla tablo yere düşmüştü. “Sizin mağaranın tam üzeri değil mi burası?” diye sorguladı birden. Rosemarry aydınlanmış gibi Drach’e döndü.
“Haklısın.” dedi ve ekledi. “Ne olmuş olabilir ki burada?” Etrafını inceliyor ve birkaç parça birleştirmeye çalışarak neler olduğunu anlamaya çalışıyordu ancak her şey öyle karışıktı ki neyi nasıl birleştireceğini bile bilemiyordu.
“Büyük bir patlama olmuş olmalı. Ancak ne sebep olmuş çözmesi zor.” dedi ve bir süre daha evi inceledikten sonra ekledi. “Burada birkaç cam şişe var. Sanırım biri deney yaparken yanlış bir formül kullanmış.” deyip cam şişeyi yere attı. Güçsüz cam parçalarına ayrıldı.
Rosemarry önündeki küf ve örümcek ağı tutmuş tahta rafı bir çırpıda kaldırdı ve yere serilen solgun sayfalara baktı. Bir sayfayı eline aldı ve üzerindeki devasa yazıyla kaşları çatıldı.
“Ay’ın Kızı...” diye mırıldandı sessizce.
“Rosaline...” diye bir ses yükseldi Rosemarry’nin ardından. Bu ses Drach’e aitti.
Rosemarry merakla bakışlarını Drach’e çevirdiğinde elinde bir gözlük tuttuğunu gördü. Kırık bir gözlüktü bu. Rosemarry elindeki kitabın kopan sayfasıyla ayaklandı ve Drach’e yaklaştı. Drach elindeki gözlüğü ona uzattığında Rosemarry titreyen elleriyle gözlüğü aldı ve üzerinde yazan yazıya baktı. Bu yamuk yazılar ona bir isim fısıldıyordu.
“Rosaline?” dedi Rosemarry. “Bu da ne böyle?”
“Bu gözlüğün sahibi olmalı.” dedi Drach. “Bu cam şişeler de ona ait. Burada bir şeyler denerken bütün bir ormanı az daha havaya uçuruyormuş.”
Rosemarry’nin kalbi hızlandı. Aklına tek bir şey geliyordu. Elindeki gözlüğe yeniden baktığında aklı karmakarışıktı ama bir şeyler yakaladığını hissediyordu. Yüzüğün takılı olduğu işaret parmağının titrediğini hissetmesiyle bakışları dehşetle evin içine çevrildi. Olabilir miydi? Aklına gelen şey mümkün olabilir miydi?
“Bu ormanı daha önceden bilmiyordum, beni Ares getirdi.” dedi Rosemarry tek nefeste. “Ve bu ev... Bir patlama... Bir deney...” diye tek tek sayıklarken Drach son anda anlamış gibi şok içinde başını kaldırdığında Rosemarry ile göz göze geldi.
“Bu mümkün olabilir mi?” diye sordu hayretler içinde Drach. Rosemarry ise kaskatı kesilmişti.
“Bilmiyorum.” dedi Rosemarry dehşet içinde bir sesle. Etrafına bakınmaya başladı. “Burada ne olduğunu bilmiyorum ama her ne olduysa Ares ile bir bağlantısı olmalı.” dediğinde ikisi de birbirlerine baktılar.
“Peki ya o hâlde Anastasia?” dedi Drach hemen ardından. “Ares’i yaratan Anastasia’ydı. O hâlde bu gözlüğün üzerinde onun adı yazması gerekmez miydi?”
“Ya tek başına yapmadıysa?”
Derin bir sessizlik oldu. Burada tuhaf şeyler olduğunu sezebiliyorlardı ancak ne denli büyük olduğunu kestiremiyorlardı. İçlerindeki sesler ve harabe evin içinde kalan fısıltılar birbirine karışmıştı. Bu ev bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ancak buna gücü yetmiyordu. Zira bir ölüden farksızdı.
Rosemarry'nin kulakları titredi tam bu esnada. Dikkatini tamamen bu sese verdiğinde iki tane atın bu tarafa koştuğunu işitti.
“Birileri geliyor.” dedi ve elindeki gözlüğü endişeyle pelerinin cebine sıkıştırdı. Drach anında kılıcına sarılırken Rosemarry burnuna gelen kokuyla gözlerini sıkıca kapattı ve sabır diledi. Kılıcını kuşanmaya çalışan Drach’e elini uzatıp durdurdu.
“Chris.” dediği an ikisi de öfkelendi. Rosemarry öfkeyle adımlarını harabe evin kapısına çevirmişti. Tam o esnada ormanın bir ucundan o tarafa gelen iki at gördü.
Başbekçi de arkasından geldiğinde artık bu iki at çok yaklaşmışlardı. Chris yanında İzci’yle birlikte geliyordu. Kral Chris, atını durdurdu ve hızla atından inip kız kardeşine doğru ilerlemeye başladı.
“Rose.” dedi. Sesi öylesine yorgun ve telaşlıydı ki Rosemarry bunu fark ettiği an soğuk bir tavırla erkek kardeşine baktı. “Rose, buradasın.” dedi ve ardından Başbekçiye döndü. “Onu bulmuşsun.”
“Ben onu hep bulurum zaten.” dedi Drach ve ekledi. “Asıl soru siz onu nasıl buldunuz? İzci ölmüştü.”
Kral Chris bir an ne diyeceğini bilemedi. O an Drach anlamış gibi öfkeyle gözlerimi yumdu.
“Siz...” dedi kendini tutmaya çalışarak. “Siz yüzükleri mi sahiplendirdiniz?”
Chris duraksadı ve kesik bir nefes bıraktı. Rosemarry neler döndüğünü anlamayarak gözleriyle bir ağabeysine bir de Başbekçi’ye bakıyordu.
“Başka çarem yoktu.” dedi Chris Finch çaresizce. “Yapmak zorundaydım.” Başbekçi’nin içindeki öfke harmanlandı. Saraydan çıkmadan önce bunun bir felaketle sonuçlanacağını belirttiği hâlde Kral Chris’in bunu uygulayıp asker sayısını azaltmaları Drach’i tam anlamıyla çileden çıkarmıştı. Karşısındakinin kim olduğunu umursamadan öfkeli bir nefesle ona doğru bir adım yaklaştı.
“Yapmak zorunda değildiniz!” dedi öfkeyle Drach. “Siz ne yaptığınızın farkında mısınız Kralım? Size saraydan ayrılmadan önce söylediğim şeyi hiç mi dikkate almadınız?”
“Başka çarem yoktu.” dedi Chris ısrarla. “Anla artık.”
“Kaç bekçi öldü?” diye sordu bu kez Drach. Sabrı taşmak üzereydi. Ancak kendini zapt etmeyi başarıyordu. Chris elini yüzünden aşağıya doğru çekti. “Kaç?” diye diretti Drach.
Rosemarry olan biteni bilmese bile anlamıştı. İlgisiz bakışlarını erkek kardeşine çevirdiğinde yüzündeki yıkılmışlığı gördü ve o an anladı. Chris’in yarattığı yıkım ve ardında kalan harabe bu evden bile daha büyüktü. Rosemarry her şeyi anladıktan sonra umursamazca onlardan bir adım uzaklaşıp evin üzerinde gözlerini gezdirmeye başladığında Chris acı içinde,
“Hayatta tek kalanı İzci oldu.” dedi yanındaki bekçiyi göstererek. “Onu da seni bulmak için kullandım Rose.”
Rosemarry başını Chris’e çevirdi ve “Ne için?” diye sordu.
Chris’in kaşları çatıldı.
“Ne için?” dedi ve öfkeyle bir adım öne attı. “Sen şu an içinde bulunduğumuz durumu bilmiyor musun Rose? Sence ne için olabilir?”
Rosemarry umursamazca kardeşini dinliyordu. Bunlar ona hiçbir şey ifade etmiyordu.
“Elçiler kuzeye yürüyorlar. Onları durdurmak zorundayım fakat elimden hiçbir şey gelmiyor çünkü ordum bana itaat etmiyor.” dedi Chris. O kadar hızlı ve telaşlı konuşuyordu ki kapana kısıldığı belliydi. “Askerlerim bana güvenmiyor ve emirlerimi yerine getirmiyorlar. Halkın içinde bir karışıklık var, gıdamız giderek tükeniyor üstüne üstlük...” dedi ve ekledi. “Gölgesizler adında yeni bir tehlike var, bu hem Elçiler hem de Bekçiler için yeni var olmuş bir tehdit. Fakat onunla daha ilgilenemedim bile. Her şey çok üst üste geldi.”
“Bunlardan ne anlamam gerekiyor Chris? Bunları bana neden anlatıyorsun?” dedi Rosemarry soğuk bir nevale gibi. O an Drach de şaşırmıştı. Halkını her koşulda koruyacağını düşündüğü kişinin bu umursamaz tavırları karşısında en az Chris kadar şaşkındı.
Chris duraksadı. Afallamıştı. Kardeşinin ona karşı sinirli olmasını bekliyordu ancak onun yardımını her şartta kabul edeceğinden emindi. Şimdiyse bunun aksinin olması onu şaşırtmış ve korkutmuştu. Düşündüğü gibi yardım etmeyecekse başlarına neler gelebileceğini tahmin etmek bile istemiyordu.
Şaşkın bakışları önce Başbekçi’ye dönmüştü. Başbekçi’nin de en az onun kadar şaşkın olduğunu gördüğü an Chris paniğe kapıldı. Hışımla kız kardeşine döndü.
“Sana neden mi anlatıyorum?” dedi hayretle. Bir adım öne çıkıp kız kardeşinin ayak uçlarının dibinde bitti ve tane tane anlatmaya başladı. “Bu krallık senin de krallığın Rose, atalarımızın bize emanet ettiği bir taht var. Bir ırk var. Bunları korumakla sorumluyuz.”
Rosemarry sakince nefes aldı. Gözlerini kardeşinin gözlerinden ayırmadan tıpkı onun gibi tane tane, “Bu sorumluluk bana ait değil Chris.” dedi. Chris’in gözleri irileşti.
“Bu da ne demek? Bunca emeği, bunca verilen savaşı, dökülen kanı bir çırpıda silip atıyor musun?”
“Bunca emeği, bunca suikastı, bunca kan bağımızı ve kardeşliğimizi sen silip attın Chris.” dedi Rosemarry acı içinde. Sesi öfke ve kırgınlık doluydu. “Sen bunu yapabilirken ben niçin yapamayayım?”
“Rose.” Chris perişan bir şekilde kızarmış gözleriyle Rosemarry’e baktı. Adeta yalvarıyordu. “Bak dinle. Beni cezalandırmak istiyorsun çünkü yaptığım şey karşısında bana öfkelisin ancak ben kurallar ne diyorsa onu yerine getirdim. Sen bir kuralı çiğnedin ve ben buna sessiz kalamazdım. Bu doğru değil.” Rose birden kardeşinin sözünü kesti.
“Senin Caleb’ı öldürmen ne kadar doğru? Doğruluktan, dürüstlükten bahsetmen ne de komik oradan bakılınca öyle değil mi?”
Sessizlik. Ormanın ortasında yan yana gelen dört bekçinin arasından keskince süzüldü sessizlik. Herkesin sesini kesti ve yalnızca nefeslerini dinledi orman. Pişmanlık, acı, kırgınlık ve korku her birinin içinde, ışığını kaybeden bir yıldız gibi yeryüzüne çarpmak üzereydi. Ve yeryüzüne çarptığında bütün bir Dünya şiddetle sarsılacaktı.
“Rose ben buraya tartışmak için gelmedim.” dedi en sonunda Kral Chris Finch kısık sesiyle. Mahcuptu, perişandı, çaresizdi... “Krallığı korumak zorundayız ve bunun için de senin yardımına ihtiyacım var.”
“Ben ne yapabilirim ki sana? Ben ölmekle cezalandırılan bir prensesim. Daha doğduğum ilk gün ölüm emrim verildi benim. Söz haklarım, emir verme yetkilerim alındı elimden. Sizin için değerli olan o kan benim ruhumu yok etti, beni kendi içimde boğdurdu. Hak sahibi olduğum tahtla bile arama engel oldu. Güçsüz ve aciz bir prensesten yardım dileyecek kadar ne yaşadın sen böyle?”
Rosemarry’nin sözleri bitince Chris bir şeyleri anlıyormuş gibi başını salladı ve kız kardeşine korkak gözlerle baktı. “Benden intikam alıyorsun.” Kral Chris’in aksine Prenses Rosemarry’nin sesi daha gür çıktı.
Rosemarry soğukkanlı bir şekilde, “Bunlar senin sözlerin evet. Bir zamanlar tıpkı Caleb’ın sana yaptığı gibi senin de bana sarf ettiğin sözler bunlar. Ne çabuk unuttun? Benden neden yardım istiyorsun Kral Chris Finch?” dedi.
“Rose...” Sesi kesildi. Derin bir nefes aldı. Bütün bir vücudu tir tir titriyordu. Ellerinin altında kaybetmek üzere olduğu bir krallık vardı ancak ellerinde bunu kurtarabilecek güç yoktu. “Sadece geçmişte ne yaşadıysak bir süreliğine unutmanı istiyorum senden, lütfen. Savaş anında birlik ve beraberlik içinde olmalıyız. Aramızdaki hataları ve kusurların üzerine bir süre perde çekmek zorundayız zira ucu ikimize de dokunan bir tehlike var önümüzde. Tehlikeler var.”
“Ucu bana dokunan hiçbir şey yok.” dedi Prenses Rosemarry ve başını dikleştirip kardeşine yukarıdan baktı. “Zira ben sizin soyunuzu da kanınızı da soyadınızı da reddettim. Günün sonunda kazanacağım ya da kaybedeceğim hiçbir şey olmayacak bir savaşa neden girip kendi hayatımı riske atayım ki? Aptal mıyım ben?”
“Bu sözleri nasıl söylersin!” dedi en sonunda Kral Chris sesini yükselterek. Sabrı kalmıyordu ve giderek tükeniyordu. Öfkeyle kardeşinin yüzüne bağırmaya başladı. “Kendi soyunu nasıl silersin, kendi ırkını nasıl görmezden gelirsin? Soyadımız...”
“Bunların hepsini o gün öldürdünüz unuttun mu Chris?” dedi Prenses Rosemarry o günü hatırlatarak. Gözleri dolmuştu. O anlar gözlerinin önüne geldiği her an gözleri titriyor ve doluyordu. “Beni o zindana attığınız gün öldürdünüz siz. İdam sehpasına çıkarırken öldürdünüz. Halkın suratıma taşlar, tahtalar atarken öldürdünüz. Sen benden daha ne istiyorsun? Sırf güçlü gözükesin, sırf egolarını tatmin edesin diye zindanlarda çürüttünüz beni. Etmediğiniz zulüm kalmadı. Her gün kafama taş yiyip bayılmaktan, her gün zincirleri kırdıktan sonra üzerine yeni eklenen zincirlerden, beni aç ve susuz bırakmanızdan, beni öldürmek için gözünüzü bile kırpmayışınızdan ne çıkarmam gerekiyordu başka? Söylesene.”
Chris kahrolmuş bir şekilde kız kardeşinin gözlerine içine bakakaldı. Yaşadığı acılar gözlerinden dökülüyordu adeta. Yutkunamadı bile. Rosemarry çektiği her bir acıyı oldukça gür ve baskın bir şekilde anlattığı için Kral Chris, ağzını açıp tek bir kelime bile edemedi. Rosemarry buna daha da öfkelendiğinden Chris söze girmeye çalıştı.
“Ben...”
“Sen bir korkaksın Chris.” Prenses Rosemarry sesini daha da yükseltti ve bütün ormana ilan edercesine içindeki zehri dökmeye başladı. “Sen doğduğun ilk günden beri korkaktın.” dedi işaret parmağıyla onu işaret ederek. Zehrini kusuyordu. “Yere düştüğünde suratın yara izleriyle dolacak diye korktun. Eline tahta kılıç verdiklerinde onu kafana vurup durmalarından korktun ve dersleri bıraktın. Caleb'tan korktun, onun sana zorbalık etmesine hep izin verdin. Babamdan korktun, tek bir kelime bile edip ava katılamadın. Benden bile korktun, benden.” dedi ellerini göğsüne götürüp hafifçe kendisine vurarak. Sesi titriyordu. Gözlerinden artık yaşlar akmaya başlamıştı. “Beni zindana atıp beni öldürmek isteyecek kadar korktun.” dediğinde sesi çatlıyordu. Bu durum onu çok zedelemişti ve onda izi geçmeyecek yaralar bırakmasına sebep olmuştu. “Sen hayatın boyunca hep korktun Chris.”
Rosemarry’nin sözleri bitince herkesin yüreği titremişti. Drach acı içinde bakışlarını Rosemarry’e çevirdiğinde onun yıkılmışlığını gördü ve içi acıdı. Ona destek olmak istedi o an ancak sonra Rosemarry’nin kendini toparladığını görerek hafifçe gülümsedi. Her seferinde acısını yaşadıktan sonra kendisini ayağa kaldırabilen biriydi o ve o da buna hayrandı.
Prenses Rosemarry tek kelime etmeden ve kardeşinin de etmesini beklemeden arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. Kral Chris yıkılmış bir şekilde ardında kaldı. Kız kardeşinin başına gelenleri düşününce canı yanmıştı. O anki hırsı gözünü öylesine boyamıştı ki bütün bunlar yeni yeni onun canını acıtmaya başlamıştı.
Kız kardeşinin ondan uzaklaştığını görünce titreyen sesiyle orman dolusu bağırdı kardeşinin ardından.
“Ben seni sevdim Rose.” Prenses Rosemarry’nin adımları durdu. Omzunun üzerinden kardeşine baktı. “Bu anlattıkların kadar doğru olan bir şey daha varsa o da seni sevmem. Seni gerçekten sevmem.”
Prenses histerik bir şekilde güldüğünde herkes delirdiğini düşünüyordu. Rosemarry gülerken gözlerinden gelen yaşları sildi. “Dalga mı geçiyorsun sen benimle?” dedi Prenses Rosemarry ve arkasını dönüp kardeşine baktı. Gözlerindeki yaşlar hızla kurudu ve bu sefer öfkeyle kardeşinin gözlerinin içine baktı. Chris’i ürkütmüştü bu bakışlar. “Aklın yerinde mi senin? Ne sevgisi? Sen mi sevdin beni? Niye beni öldürdün o zaman!” Sesiyle birlikte bütün bir orman uyandı sanki. Ormanın içindeki devasa adımlar kulaklarına ilişti oysa Rosemarry bunu umursamadı ve bağırmaya başladı. “Niye ölümümü öylece seyrettin! Niye tek kelime edip durdurmadın! Bahse varım sen bundan bile korkmuşsundur.”
“Rose elimde değil. Hiçbir şey elimde değil.” diye isyan etti en sonunda Kral Chris.
“Onun ben de farkındayım. Kendi hayatın bile kendi elinde değil senin. Ne acı.”
Rosemarry bir kez daha arkasını dönmeye yeltendiğinde Chris yeniden konuşmaya başladı.
“Bana istediğini yap. İstediğini söyle. Ama lütfen beni böylece bırakma Rose. Beni bu hâlde yalnız başıma bırakma. Sana muhtacım. Sana hiç olmadığı kadar çok ihtiyacım var. Sen olmazsan bu savaşı kazanamam. Kuzeyi kaybederim, sonra da kralın şehrini. Lütfen. Sana yalvarıyorum yanımda ol. Bu zamana kadar hep karşımda oldun bir kez olsun sana yalvarırım yanımda ol.”
“Ben senin hep yanındaydım Chris.” dedi Rosemarry arkasını bile dönmeden. Ormanın içinde beliren bir çift mavi gözle göz göze geldi o an Prenses Rosemarry. Ares karşısında büyük bir ihtişamla duruyor ve en ufak bir terslikte onu koruyacakmış gibi tetikte bekliyordu. Sessizce hırladığında Kral Chris ile birlikte Başbekçi Drach ve İzci de bakışlarını ormana çevirdi. Koyu mavi gözlerle karşılaştıklarında nefesleri kesildi.
Prenses Rosemarry, “Her ne kadar karşında bile gözüksem ben senin hep arkandaydım. Çocukluğumdan beri babamın seninle ilgili söylediklerinde hep seni korudum. Sen görmedin ve bilmiyorsun ama ben seni hep korudum. Ağabeyimdin çünkü sen benim.” dedi titreyen sesiyle. “Kanımdın. Canımdın.” diye devam ettiğinde acı içinde yutkundu ve hayal kırıklığı dolu bir nefes bıraktı. “Asıl ben seni gerçekten sevdim. Değmediğini şimdi acı bir şekilde öğrensem de ben seni gerçekten sevmiştim ağabey.”
Kral Chris’in gözlerinden sicim sicim yaşlar süzülmeye başladı. Kardeşinin gözlerinin içine baktı. Doğruyu söylediğini ve gerçekten onun için her şeyi yaptığını o an anlamıştı ancak artık her şey için çok geçti. Kral Chris kendisine çocukluğundan beri alınan gard yüzünden herkesin kendinden nefret ettiğini sanarak büyümüştü lakin şimdi aksini görüyordu ve yaptığı hatanın ne denli büyük olduğunun farkına varıyordu. Bu ise kendisine yalnızca acı veriyordu.
Prenses Rosemarry sertçe burnunu çekip kardeşine başını iki yana salladı. “Bu dünyada kimse yanında kalmasa bile, senin her daim yanında kalacak bir kız kardeşin vardı ancak sen bunu bile kaybettin.”
“Rose-”
“Tek kelime daha etme bana.” diye sertçe çıkıştı. “Ben o günü unutmayacağım Chris. Savaş bile bana o günü unutturamaz, bütün bunlara bir perde çekemez.”
Prenses Rosemarry daha fazla konuşmadan Saf Karanlığa doğru yürümeye başladı. Saf Karanlık, Prenses Rosemarry’nin ona yaklaşmasıyla başını yere eğdi ve huzurlu hırıltılar çıkarmaya başladı. Chris panikle kardeşinin arkasından koşmaya başladı.
“Rose gitme hayır!” O an Ares hızla ormanın içinden çıktı ve Kral Chris’in üzerine koşmaya başladı. Kral Chris’in adımları yere çakılırken Ares ile burun buruna geldiler. Ares birden bütün bir hiddetle Chris’in suratına kükrediğinde Chris öleceğini zannetti. Gözlerini sıkıca kapattı. “Lütfen...” diye fısıldadı acıyla. “Lütfen Rose... N’olur ne istersen veririm sana yalvarıyorum bırakma beni. Beni bu hâlde bırakma yalvarırım. Sana çok ihtiyacım var. Sana gerçekten çok ihtiyacım var neden anlamıyorsun?”
Chris, Ares’in sıcak nefesini hissediyordu. Ağzında patlamayı bekleyen bir volkan vardı sanki. Nefes verirken ağzından küller uçuşuyordu. Chris her an bu küllere dönüşebilmekten korkmaya başlamıştı.
“Sen anlamıyorsun.” dedi Prenses Rosemarry tavrını bozmadan. “Krallığı korumakla mükellef olan kişi ben değilim. Sensin. Git ve üzerine düşeni yap.”
O an Kral Chris bir anda kimsenin beklemediği bir şekilde Ares’in karşısında dizleri üzerine çöktü. Prenses Rosemarry neler olduğunu anlayamazken Kral Chris diz çökmesiyle birlikte ellerini başına götürdü ve tacını yavaşça başından çıkarıp kız kardeşine uzattı. Prenses Rosemarry sertçe yutkundu ve şaşkınlıkla kardeşini izledi. Kral Chris o an başını kaldırıp emin gözlerle kız kardeşine baktı ve hırsla,
“Sana tahtımı veririm.” dedi.
“Ne?”
Başbekçi ve İzci şok içinde kaldılar. Sert bir rüzgâr bir bıçak gibi bedenlerini sıyırarak geçti. Kral Chris ormanın ortasında kız kardeşinin ve onun yaratığının önünde diz çökmüş bütün bir verasetini ona veriyordu. Titreyen elleriyle uzattığı taç Ay’ın ışığıyla parlıyordu. Prenses Rosemarry bu kadarını beklemiyordu. Ağabeysinin bu denli çaresiz olduğunu düşünmüyordu. Sahiden... Sahiden ona bu kadar muhtaç olabilir miydi?
“Sana...” dedi Kral Chris güç bir nefes eşliğinde. “Tahtımı veririm.”
“Kendini daha fazla gülünç duruma düşürmeden git başımdan.” dedi Prenses Rosemarry gardını indirmeden. “Saçmalıkların dozunu yeterince aştı.”
“ROSE!” diye bağırdı. Orman ikiye bölündü sanki bu haykırışla. Rosemarry bile titrediğini hissetti. Nefesi düzensizleşmeye başlamıştı. Krallığının tehlikede olduğunu biliyordu ancak bu kadar güç bir durumda kaldıklarını bilmiyordu. Askeri birlikler ve yüzüklerle bunu püskürteceklerini düşünüyordu ancak durum sandığından da ciddiydi. “Tahta geçmeni istiyorum.” dedi Kral Chris bir kez daha. “Seni dinlerler. Ne de olsa en tehlikeli ve en güçlü yüzüğün sahibi sensin. O günü herkes biliyor. Zincirleri kırıp herkesi karanlıkla cezalandırdığın gün herkesin aklına kazılı. En büyük korkularısın sen onların. O yüzden sana itaat edeceklerine adım gibi eminim. Bana etmiyorlar ama sana ederler.”
“Yıllardır sahip olmak istediğin tahtı şimdi ellerinle bana mı takdim ediyorsun?” diye sordu Prenses Rosemarry. Buna zerre inanmadığı ses tonundan açıktı. “Uğruna kardeş kanı döktüğün tahtın?”
“Başka çarem yok.” diye fısıldadı Kral Chris ve tacı biraz daha öne uzattı dizleri üzerindeyken. Prenses Rosemarry ağzı bir karış açık olanları izliyordu. Acı duyuyordu. Bu zamana kadar gördüğü muameleler aklına geldikçe acı duyuyordu sadece. Yıllarca bu haktan mahrum bırakılmışken şimdi sırf güçlü bir yüzüğe sahip olduğu için bu kırılmaz yıkılmaz kuralı çiğneyen erkek kardeşine bakıyordu.
“Sana söylediklerimi hâlâ hatırladığını biliyorum.” dedi Prenses Rosemarry ve sertçe burnunu çekti. “Sana o tahta sahip olacağımı söylemiştim, sen ise beni yine aşağılamıştın. Bana o tahtı layık görmemiştin. Kadınlar tahta geçemez demiştin. Ben unutmadım. Senin de unutmadığını biliyorum. Daha öncesinde hiçbir prenses tahta geçip kraliçe olamamıştı. Kurallara aykırıydı hani? Şimdi ise fikrini değiştiren şey çaresizliğin mi?” diye sorduğunda Chris hiçbir şeyi inkâr etmedi. Başını kaldırdı. Yüzü korkudan bembeyaz, gözleri ise yorgunluktan kıpkırmızıydı. Ellerindeki taca baktı kısa süreliğine. Ona sahip olmayı düşlerdi hep, ancak şimdi bu içinden gelmiyordu.
“Bu teklifi reddetmeyeceğini biliyorum Rose. Neticede tahtı istiyordun. Şimdi istemiyormuş gibi davranıp saçma sapan laflar iğnelemenin manası yok. Kabul edeceğini biliyorum, o yüzden daha fazla uzatma lütfen. Vaktimiz giderek daralıyor. Her an kuzeyi kaybedebiliriz.”
Rosemarry ellerini kaldırıp Ares’e dokundu ve onun geri çekilmesini sağladı. Ares, Kral Chris’in önünden birkaç adım gerilediğinde Chris rahat bir nefes bıraktı. Rosemarry kardeşinin önüne geçti ve ona tepeden bakarak acizliğini seyretti. Bu teklifi kabul etmediğinde neler olacağını ve kardeşinin neler yapacağını merak ediyordu. Uzattığı tacı umursamadan erkek kardeşinin çenesine elini götürdü ve yüzünü kaldırıp ona bakmasını sağladı.
“Ben sizin soyunuzdan olmayı reddettim Chris.” dedi korku salan bir sesle. Başını iki yana salladı. “Ben sizin soyunuzu taşımayı da reddettim. O gün, beni ölüme terk ettiğiniz tam o gün ben sizi ve tahtı reddettim.” dedi kardeşini uykudan uyandırıyormuş gibi. Söylediklerini tane tane ve büyük bir ilgiyle anlatıyordu. “Ne taht ne hüküm ne de soyunuz umurumda bile değil. Şimdi söyle bana, neden fikrimi değiştirip sana yardım edeyim?”
Kral Chris yutkundu. Tek bir kelime edemedi. Kız kardeşinin ona gerçekten yardım etmeyeceği gerçeğini yeni yeni anlamışken korkudan tir tir titremeye başladı. Ellerinde duran taç ellerinden kayıp gittiğinde gecenin ortasına büyük bir ağırlık çöktü.
Kral Chris korkuyla ve dehşetle kız kardeşinin gözlerine baktı. Ağlıyordu. O kadar köşeye sıkışmıştı ki elinden gelen tek şey ağlamaktı.
“Sen çocukluğundan beri güç istiyordun.” dedi titreyen sesiyle. Son şanslarını deniyordu. “İmkânsız olduğunu bildiğin hâlde tahtı istiyordun. Şimdi basit bir öfke yüzünden reddedemezsin. Lütfen...”
Prenses Rosemarry, Kral Chris’in çenesini tutmayı bıraktı ve eğildiği yerden yükselerek kendini düzeltti. Chris gözlerini bir an olsun ayırmamıştı onun üzerinden. Tek bir cevap istiyordu ondan. Yalnızca tek bir cevap. Oysa Prenses Rosemarry’nin yüzünde oldukça rahatsız edici bir gülümseme yer ediyordu. Prenses omzunun üzerinden Ares’e baktı. Ares kara bulutlar eşliğinde prensesin bakışıyla yüzüğe süzüldü ve ortadan kayboldu. Prenses elindeki yüzüğe baktı ve onu işaret parmağında büyük bir keyifle çevirmeye başladı.
“Ya reddedersem? O zaman ne yapacaksın Çaresiz Kral?”

YAZARDAN NOT:
Merhabalar! Bu bölüm sonuna alıntı koymayacağım çünkü bundan sonraki bölümümüz ilk kitabımızın final bölümü ve hepinizin şaşıracağını düşündüğüm bir bölüm o yüzden heyecanı kaçmasın istedim. İkinci kitap ile ilgili bilgileri final bölümümüzden sonra yayınlayacağım bir açıklama bölümü ile paylaşacağım. Eğer hikâyeyi beğendiyseniz, okumaktan keyif aldıysanız ve ikinci kitabı da okumak istiyorsanız bu boşluğa yorum bırakmanız yeterli. Haftaya cuma günü yine aynı saatte final bölümümüzde görüşmek üzere!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.6k Okunma |
763 Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |