
İYİ OKUMALAR AŞKLARIMMMM
Karşımdaki hasta bir şeyler anlatıyordu fakat benim aklım dün yaşanan korkunç olayda kalmıştı. Ya yetişmeseydi diyordum. Hemen sonrasında ama yetişti diyerek kötü ihtimalleri kafamdan silmeye çalışıyordum. "Doktor hanım?" Gözlerimi kırpıştırarak kendime gelmeye çalıştım. Boğazımı temizleyerek sırtımı dikleştirdim. "Çok özür dilerim. Dalmışım," diyerek yan tarafımda oturan sekretere yöneldim. Başımı iki yana salladım. O da hemen anlamış olacak ki "Geçen hafta ilaçları yenileyelim demiştik fakat beyefendi şuan çok iyi olduğunu söylüyor," diyerek beni düştüğüm bu rezil durumdan kurtardı.
"O zaman şöyle yapıyoruz," dedim ve soluklandım. "Eski ilaçlarınıza bir hafta ara verin ve bu arada da bol sıvı tüketmeye dikkat edin. Bir hafta sonra tekrar kontrole gelin. Eğer durumunuz iyiye giderse ilaç tedavisini bırakacağız." Karşımdaki orta yaşlı adam mutlu olmuş bir şekilde ayağa kalktı. "Çok teşekkür ederim doktor hanım. Sayenizde daha iyiyim," dediğinde içten bir şekilde gülümsedim.
"Bir arkadaşım daha var. O da benimle aynı sorundan şikayet ediyor. Onu size yönlendireceğim," dediğinde başımı hafifçe eğdim. "Tabii, memnuniyetle," diyerek gülümsedim. "Çok teşekkür ederim. İyi günler," diyerek arkasına yönelen adam elini kapıya doğru uzattı. Fakat o daha kapı koluna dokunmadan kapı aniden açıldı. Orta yaşlı adam ona gelen kapıdan son anda kurtulmuştu.
Büyük bir şaşkınlıkla ayağa kalktığımda kapıyı açan kişiyi görmemle gözlerimi kıstım. Aslında kapıyı açma şeklinden de Yekta olduğu anlaşılıyordu. Bıkkınlıkla nefes vererek yerime oturdum. Yanında yine Tamer vardı. Ağabeyime pansumanı acilden yaptırabileceklerini söylemiştim ama bunu Tamer'e söylememiş olacak ki ikisi de karşımda duruyordu.
Üzerine gelen kapıdan son anda kurtulan adam kocaman bir nefes almıştı. "Siz arkadaşın kusuruna bakmayın," dedim kocaman gözlerle bana bakan adama. "Sorun değil," diyerek zor da olsa gülümsedi. Ve arkasını döndüğü gibi odadan uzaklaştı.
"Buyurun Tamer Bey," diyerek önümdeki sandalyeyi işaret ettim ancak Tamer'den önce Yekta umursamazlıkla sandalyeye yerleşti. "Pansuman için gelmiştik." Gözlerimi ona dokundurmamaya özen göstererek tamamen Tamer'e diktim. "Tamam. Sedyeye geçip hazırlanın. Ben pansumanı bitirince sizden MR çekilmenizi istiyorum. Hasar gören kemiğiniz ne durumda görmek istiyorum," diyerek eldivenlerimi giydim.
"O işi hallettik." Buz gibi çıkan sese karşılık biraz duraksadım. "Nasıl yani?" diyerek mecburen ona döndüm. "Çok sevgili doktor arkadaşınız sizin bu görüntüleri isteyeceğinizi söyledi. Biz de vakit kaybetmemek için erkenden hallettik." Sözlerini bitirdiğinde yavaşça yutkundu. Yutkunduğu anda belirgin olan ademelması yavaşça aşağı yukarı hareket etti. Gözlerim o tepeciğe takılı kalmak isterken kendimi zorlayarak işime odaklandım.
Tek hamlede sedyeye zıplayan Tamer'e büyük bir şaşkınlıka baktım. Sanki göğsüne kurşun yememiş gibi rahatça hareket ediyordu. Üzerindeki kazağı tek hamlede çıkararak iyice yerleşti. Elime makası alıp dün özenle yaptığım sargıyı tek hamlede kestim. Yaraya şöyle bir baktığımda şaşırmamak elde değildi. İyileşmek için üç gün verdiği yara tamamen iyi olmuştu ve daha iyisi dikişler kendiliğinden atmaya başlamıştı.
"Tamer Bey, müjdemi isterim. Dikişlerinizi alıyoruz," diyerek gülümsedim.
"Üç gün dememiş miydiniz?" Arkadan gelen sese aldırış etmedim. Dün beni kurtarmış olabilirdi ama yaptığı hatalar bütün iyilikleri götürüyordu. Dün gece uyumaya çalışırken adama yumruk atmadan önce söyediği sözlerin alıma gelmesiyle iyice sinir olmuştum. Benim olana dokunamazsın, demişti. Ben onun değildim. O da benim. Biz birbirimizin değildik. İyilik yaparken daha da batıyordu.
"Dikişlerinizi alacağım ancak iki gün sonra olacak olan operasyona katılmanız mümkün değil." Bu söylediğim şeyle Tamer'in yüzü asıldı. "İyiyim ben. Bir şey olmaz bana." Başımı olumsuz anlamda salladım. "Bir hafta daha beklemelisiniz."
Malzemeleri değiştirerek onu dikişlerden kurtarmaya başladım. Bu sefer perdeyi çekmemiştim. Tamer bu küçücük alana yeterince büyük geldiğinden ortamı iyice küçültmek istemedim.
Yaklaşık on dakika sonra işlemi bitirmiştim. Her ihtimale karşı tekrardan yaranın üstünü kapattım. "İpek, MR görüntülerini açar mısın?" diyerek sekreter arkadaşa seslendim. İpek'te çok güzel bir genç kızdı. İkimizinde ilk görevi burasıydı. Beraber her şeyi öğreniyorduk. Siyah kıvırcık saçları, keskin ve çekik siyah gözleriyle karşısındaki kişiyi etkilemesi bir dakikasını almıyordu. Yüzündeki hatlar bir genç kıza göre çok keskindi. Bu da onu kadınsı yapıyordu.
"Tabii doktor hanım." Birkaç tuşa basarak istediğim şeyi yaparken bende kirlenen malzemeleri çöpe atmakla meşguldüm. Saçlarımı ve önlüğümü düzelterek masama doğru ilerledim. Önümdeki görüntüleri incelemeye başladığımda Tamer çoktan üzerini değiştirmiş, Yekta'nın yanında yerini almıştı. Onun varlığı bile dikkatimi dağıtmaya yetiyordu.
Başımı iki yana sallayarak önümdeki işe odaklandığım sırada İpek'in telefonunun çaldığını duydum. Gelen çağrıyı reddederek ayağa kalktı. "Mine Ha-" diyerek başladığı cümlesini "Gidebilirsin. Bana da bir tane kahve," diyerek masanın üzerinde duran parayı işaret ettim. Ama o her zamanki gibi göz kırparak hızla kapıya yöneldi. Gülümseyerek o gidene kadar arkasından baktım. Gözlerimi tekrardan ekrana indireceğim sırada onunla göz göze gelmiştim.
Bu durum beni rahatsız etse de çaktırmadan dikkatimi toparladım. "Gayet sağlıklısın Tamer," diyerek şaşkınlığımı belli ettim çünkü hasar alan kemik tahminimden daha çabuk toparlanmıştı. "O halde göreve gidebilirim, değil mi?" Onun meslek aşkı beni gururlandırsa da bir parça güldürmüştü. Çok hiperaktif biriydi. Gülerek başımı iki yana salladı. "Hayır desem de gideceksin, değil mi?" dediğimde başını evet anlamında salladı. "Peki madem gidebilirsin. Bir şartla," diyerek ona doğru eğildim. "Sakın kendini zorlamıyorsun. Kemiğin ve cildin hâlâ tam anlamıyla iyi değil. En ufak zorlanmaya çok ciddi durumlar ortaya çıkabilir."
Her kelimeyi dikkatle dinlemişti. En sonunda da başını salayarak söz vermişti. Tabii ki bu söze uyacağını sanmıyordum. Yine de bir umut laf dinleyebilirdi. "Benim diyeceklerim bu kadar," diyerek alttan alttan gitmelerini istedim. Tamer ayağa kalkarken Yekta hiç kıpırdamadan aynı duruyordu. "Komutanım ben arabaya doğru gidiyorum," diyerek başka bir cevap beklemeden kapıdan çıkmıştı.
O neden kalmıştı? Neden gitmiyordu? Ve lanet olası elaları neden üzerimden çekmiyordu? O hariç her yere bakmaya başladığımda yavaşça ayağa kalktı. "İyi misin?"
Sen buradasın ya, fevkalâdeyim diyerek bir tokat yapıştırmak vardı ancak bu isteğimi şiddetle geriye iteledim.
"Sana ne," diyerek ters bakışlarımı ona sabitledim. "Anlaşılan çok iyisin." Gözlerimi devirdim. "Sen gidersen daha iyi olacağım." Serseri br sırıtış yerleştirdi yüzüne. "Ne gülüyorsun, komik mi?"
Bana iyice yaklaşarak kollarını masaya yasladı. Başını başımın hizasına getirerek tam gözlerimin karşısında durdu. "Yanlış hatırlamıyorsam en son ben gittiğimde sen bitmiştin." Ne? Ne dedi o? Bence yanlış duydum. Lütfen öyle olsun. Çünkü benim tanıdığım Yekta kimsenin kalbini kırmaz. Göğsüme oturan ağırlık karşısında iki büklüm olmuştum. Mine, kendine gel kızım. Ona karşı gardını düşürmek yok.
Dudaklarıma sahte bir gülümseme yerleştirdim. Tam gözlerinin içine baktım. Buram buram yalan kokan gözlere. Gözlerin kokusu olur muydu? Onun gözleri yalan kokuyordu. "İstediğini alamayınca saldırıya geçtiğini unutalı yıllar olmuş." Samimiyetten uzak buz gibi bir kahkaha attım. "Hatırlattığın iyi oldu," dediğimde dudaklarındaki gülümseme soldu. Ellerimi kaldırarak baştan aşağı kendimi gösterdim. "Gördüğün gibi buradayım. Tam karşında duruyorum. Ve hayatıma sensiz devam ediyorum." Tek kaşını kaldırdığında bende aynı şekilde kaşımı kaldırıp kapıyı işaret ettim.
"Bencilsin." Söylediği kelime beynimde yankı yaparken gözlerimi kısarak ona baktım. "Kimseyi dinlemeden, doğruları öğrenmeden sadece ve sadece kendi bildiklerinle hareket ediyorsun." Hışımla ayağa kalktım. "Sevgilinle kavga edip zehrini bana akıtmaya gelme. Sen anlattın da ben mi dinlemedim. Kaçtın lan benden. Kaçtın! Korkak biri gibi kaçtın!" Yükselen sesimle birlikte söylemek istediğim birçok şeyi yutarak sustum.
"Sevgilim mi? Benim sevgilim mi varmış?" Çatık kaşlarımla bileğindeki tokayı işaret ettim. "Albayın kızıyla birlikte olup benim yanıma gelme. Hatta bana hiç gelme çünkü ben seni sildim."
Benden bunları beklemiyor olacak ki kocaman olmuş gözlerini bileğine çevirdi. "Saçmalama. O kız benim sevgili-" Elimi kaldırarak susturdum onu. "Seni ve senin aşk hayatını umursamıyorum. Duydun mu beni? Canımı yakmaya çalışırsan yanan sen olursun. Bunu ne çabuk unuttun." Konuştukça artan öfkemle birlike tekrardan sandalyeme oturdum.
"Beni bir kere dinlesen hak vereceksin ama sen başına buyruksun. En ufak olayda silip attın." Son duyduğum şey öfkemi iyice arttırmıştı. "Ufak mı? Ufak olan şey beni bırakıp gitmen mi? Aylarca beni görmezden gelmen mi? Seviyorum diyip sonrasında köpek gibi davranman mı ufak olay? Söyle bunlar mı ufak olay?"
Sesimi oldukça alçak tutmaya çalışıyordum ancak bende film kopmuştu. "Sebeplerim vardı diyorum!"
"Sebeplerin olduğunu zaten anladım. Ama o sebepleri bir türlü söylemedin. Benimle konuşmadın. Ben yokmuşum gibi davrandın. Sen herkese iyiyken bir tek bana kötüydün." Konuştukça ona olan kırgınlığımın bu boyutta olduğunu bilmiyordum."Pişman olacaksın," dediğinde burnumdan minik bir gülümseme kaçtı. "Çık dışarı. Bir daha sakın bana yaklaşma. Sakın! Artık yoksun benim için," diyerek gözlerimi tamamen ondan çektim. Beni anlamıyordu. Ne istediğimi, ne anlatmak istediğimi anlamıyordu. "Kendi ayaklarınla bana geleceksin. Ben senin gibi yapmayacağım ama seni hep bekleyeceğim."
Tekrardan kapıyı işaret ederek susturdum onu. Daha fazla saçmalıklarına katlanmak istemiyordum. "Bunlar sana saçmalık gelebilir ama gerçekleri öğrendiğinde pişman olacaksın."
Dişlerimi sıkarak ona döndüm. "Anlat o zaman. Susma. Anlat artık bende kurtulayım sen de kurtul." Başını iki yana sallayarak geriledi. "Sen böyle biri değildin." Alayla karışık güldüm. "Aslında ben tam olarak böyleydim. Sadece seni iyi bilmişim."
"Diyorsun."
"Dedim bile."
"Pişman olacağın günü sabırsızlıkla bekliyorum, Minik."
Son söylediği kelime kalbimde yılların ağırlığına sebep olsa da sustum. Hiçbir şey söylemedim. Bir kaç saniye daha gözlerine baktım. Ve sessizce odayı terk edişini izledim. Kapıdan çıktığım anda telefonuma sarılarak ağabeyimi aradım.
"Ağabey?"
"Canım?" Anlaşılan Miray'ın yanındaydı.
"Neredesin?" diyerek bir nefes verdim.
"Evdeyiz." Tam da tahmin ettiğim gibi.
"Ağabey yanıma gelir misin? Bir şey konuşmamız gerekiyor."
"Ne oldu? Biri bir şey mi yaptı? İyi misin?" Ama ben senin telaşını yerim adam.
İster istemez yüzümde minik bir gülümseme oluşmuştu. "Sakin ol ağabey. İyiyim ben. Gelebilecek misin?" Birkaç hışırtı sesinden sonra "Geliyorum," diyerek telefonu kapattı.
Telefonu masanın üzerine bıraktığım sırada kapının açılıp İpek'in elleri dolu bir şekilde içeriye girmesi bir oldu.
Hemen ayağa kalkarak yanına gidiyorum ki onunla birlikte Ömer de içeriye girdi. Yüzümde sahici bir tebessümle ayağa kalkarak iki koca adımda Ömer'in yanına gittim. "Ömer, hoşgeldin." Kocaman sarıldığım esnada o da minik kollarını boynuma dolamıştı. "Hoşbuldum, Mine abla." Sırtındaki çantayı alarak en sağdaki koltuğun üzerine bıraktım.
"Gel bakalım. Nasılsın?" diyerek çok sevdiği koltuğuma oturttum. "İyiyim. Seni özleyince yanına gelmek istedim." Sesi içimi sıcacık yapmıştı.
"Kapının önünde durduğunu görünce bir de sizi tanıdığını söyleyince bende içeriye davet ettim." İpek'e dönerek gülümsedim. "İyi yapmışsın." Tekrardan Ömer'e döndüm. "Aç mısın? Yemek yemeye gidelim mi?" diyerek her zamanki sorularımdan birini sordum. "Aç değilim." Verdiği kısa cevaptan ötürü kaşlarımı çattım. "Sen iyi misin?" dediğimde gözlerini kaçırarak yeri izlemeye başladı.
İpek'e baktığımda hemen anlamış olacak ki "Ben yemeğe gidiyorum. Size iyi öğlenler," diyerek hızla ortamı terk etti. Çok iyi kalpli bir kızdı. Yarın onu yemeğe götürerek bugünü telafi etmem gerekirdi. Ama önce Ömer'in sıkıntısını anlamam gerekiyordu.
Oturduğum yerden kalkarak yavaş adımlarla Ömer'in yanına gittim. İpek'in oturduğu sandalyeyi sürüyerek masaya yaklaştırdım. Hâlâ bakışları yerde olan Ömer'in ellerini tutarak minik avuçlarına kuş kadar hafif öpücükler kondurdum.
"Neyin var?" dediğimde sadece omzunu silkti. Bakışları bir türlü beni bulmuyordu. İşaret parmağımla eğilmiş olan başını çenesinden destekleyerek kadırdım. Gözlerinin etrafındai kızarıklığı görünce aniden kaşlarım çatıldı. "Ömer, neden ağladın kuzum?"
"Ağlamadım," demişti fakat gözleri ve kızarmış minik burnu öyle demiyordu. "Emin misin?" dediğimde biraz düşünmüştü. "Evet." Elimi sırtına yerleştirerek iyice yaklaştım. "Ama kuşlar bana öyle demedi." Bakışlarını hemen gözlerime çevirdi. "Kuşlar konuşamaz." Sahte bir şekilde kaşlarımı çattım "Hayır, konuşabilir." O da kaşlarını çatmıştı. "Mine abla saçmalama. Koskoca doktorsun. Kuşlar tabii ki konuşmaz." Hafifçe güldüm.
"Nasıl olabilir ya! Dedem hep bana kuşların konuştuğunu söylerdi." Sahte bir sinirle nefes verdim. "Seni kandırmış." İnatla başımı iki yana salladım. "Hayır! Ben kuşlarla konuşabiliyorum." Gözlerini kocaman açarak gülmüştü. "Sen öyle sanıyorsun. Kuşlar konuşamaz." Biraz düşünür gibi yapıp parmaklarımı şıklattım. "Papağanlar. Onlar konuşuyor," dediğimde bilmiş bir şekilde güldü. "Onlar duydukları birkaç kelimeyi tekrar ediyorlar, o kadar. Bizim gibi konuşamazlar."
"Ömer?" Cevap olarak mırıldandı. "Sen kuş musun?" Böyle bir soru beklemiyor olacak ki şaşkınlıkla gülümsedi. "Sanıyorum ki kuş değilim."
"O zaman sorunlarını konuşarak çözebiliriz. Anlat bakalım neden üzgünsün?" Gülen yüzü yavaş yavaş asılmıştı. "Mine abla konuşmak istemiyorum." Başımı hızla iki yana salladım. "İtiraz kabul etmiyorum." Omuzlarını düşürerek "Of," dedi.
"Sınıfımızda hafta sonu etkinliği var. Çocuklar anneleriyle birlikte pikniğe gidecekmiş." Ben sanırım konuyu anlamıştım.
"Ben böyle etkinliklere çoğunlukla teyzemle katılırım. Piknik yapmayı da çok sevdiğim için sevinmiştim. Ayla ile piknik için neler yapacağımızı konuşurken arka sıramızda oturan Asaf benimle dalga geçmeye başladı." Bu noktadan sonra kaşlarım çatılmıştı. Ben devamını sormadan o tekrardan konuşmaya başladı. "Senin annen yok, pikniğe gelemezsin. Ayla'yla ben oturacağım gibi şeyler söyledi. Ayla ile oturabilir herkes arkadaş ama annem olmadığı için pikniğe gidemezmişim." O konuşmaya devam ediyordu ancak boğazıma oturan yumrudan dolayı tam olarak odaklanamıyordum. "Zaten teyzemin hafta sonu işi varmış bu yüzden gidemeyeceğim. Gitmediğim için üzülmüyorum ama annem ve babamın beni böylece bırakmalarına çok üzülüyorum."
Sertçe yutkundum. Böyle birine nasıl teselli verilirdi. Ne diyebilirdim? Omuzlarını düşüren Ömer'e hüzünle bakmaya başladım. "Annen ve baban seni bırakmak istemezlerdi. Onlar senin ve senin gibi geleceğimiz olacak çocuklar için kendilerini feda etmişler. Üzülmek yerine gururlan çünkü anne ve baban sana miras olarak vatan bıraktı." Dudakları acıyla da olsa yukarıya doğru kıvrıldı. "Ayrıca kim demiş pikniği gidemiyorsun diye! İkimiz gidiyoruz!" diyerek sevinçle ayağa kalktım. O ise şaşkınlıkla bana bakıyordu. "Benim için işinden olma. Zaten gitmek istemiyorum." Gözlerimi devirerek tekrardan yerime oturdum.
"Ben itiraz sevmeyen biriyim. Börek yapayım mı piknik için? Ya da mini pizza? En iyisi ikisinden yapmak. Ayla'yla beraber yersiniz." Ben konuştukça gözlerindeki parıltı artıyordu. Bir anda boynuma sarılınca ellerim şaşkınlıkla havada kaldı. Küçücük bedeni buz tutmuş yüreğimi ısıtırken ayağa kalktı. "Benim artık gitmem gerekiyor. Okula geç kalacağım."
"Yemek yemedik," diyerek dudaklarımı aşağıya sarkıttım. "Başka zaman yesek olmaz mı?" dediğinde güldüm. "Söz ver." Gülümsemek cidden bulaşıcı bir şeydi. Yüzü asık olan çocuk şuan gülüyordu. "Söz." Başımı sallayarak sözü aldığımı ifade ettim.
Odanın anahtarını cebime atarak Ömer'in çantasını elime aldım. Kapıyı açarak dışarıya çıkmasını bekledim. Onun ardından bende çıkarak kapıyı kilitledim. Okula kadar götüremezdim ama en azından dışarıya kadar eşlik edebilirdim. Kantinin önüne geldiğimizde birini görmesiyle aniden durdu. Onun ani hareketiyle hızımı son anda keserek kendimi sağ tarafa attım. "Yekta ağabey!" Duyduğum isimle yüzüm asılırken hâlâ burada olmasına şaşırmıştım.
"Ömercik! Ne işin var burada?" Sana ne acaba. Çocuk nereye isterse oraya gidebilir. "Mine ablayı ziyarete gelmiştim. Tanıştırayım sizi." Ah kuzum, benim bu canavarla tanıştığımı ve neden nefret ettiğimi bilsen hiç tanıştırmak istemezsin. "Tanıştır bakalım, Mine ablanla." Yaptığı imaya karşılık boş bakışlar attım. "Mahalledeki çocukların bana saldırdığı gece siz beni buraya getirmiştiniz ya Mine abla benimle ilgilenen doktordu. Hani sana bahsettiğim, anneme çok benzeyen." Son söylediği sözler tekrardan ruhumda ağrlık oluşturmaya başlamıştı.
O an Yekta'yla gözlerimiz tekrardan birbirine değdi. "Mine abla, bu da Yekta ağabey. Aynı mahallede oturuyoruz. Biliyor musun o bir Bordo Bereli," dediğinde sonlara doğru sesi hafif alçalmıştı. Bilmem mi? Biliyorum ama bilmeseydim keşke. "Ya öyle mi?" diyerek sahte bir şaşkınlık takındım. "Evet. Büyüdüğümde ben de onun gibi olacağım." Bence onun gibi olma. Meslek bakımından olur ama karakter bakımından asla. Tavsiye etmem.
"Memnun oldum, Mine Hanım." Sesin geldiği yöne döndüğümde elini bana uzatmış bir şekilde bakıyordu. Bakışlarındaki alev yerli yerindeydi. Elini ve söylediklerini görmezden gelerek Ömer'e döndüm. "İnsanların meslekleri ne olursa olsun tanımadığın kişilere güvenme, Ömer. Komşu da olsa arkadaşta olsa kötü her türlü kötüdür." Sözlerimi iğne misali ona batırıyordum.
Elimdeki çantayı Ömer' uzatarak "Haydi bakalım okula. Akşam bendesin," diyerek göz kırptım. Son kez sarılarak yanağıma minicik öpücük kondurdu. "Görüşürüz Yekta ağabey." İKimize de el sallayarak ilerlemeye başladı. Bahçeden çıkıp gözden kaybolduğu an hızla arkamı döndüm. Odama doğru ilerliyordum ki kolumda hissettiğim el yüzünden durmak zorunda kaldım. Sadece başımı çevirerek yandan bakmaya başladım.
"Ne var?"
"Laf dokundurmadan duramıyorsun değil mi?"
"Ben sadece nasihat ettim. Sen neden üstüne alındın?" Kolumu hızla çekerek ondan kurtardım. "Nasihat etmediğini, bana söylediğini ikimiz de biliyoruz. Seni çok iyi tanıyorum." Alayla güldüm. "Sanıyorsun."
"Anlamadım." Cidden anlamamıştı. Nasıl Bordo Bereli olmuştu bu? "Beni tanıdığını sanıyorsun." Elini cebine atıp diğer eliyle saçlarını düzeltti. "Seni tanıyorum, Mine."
Bir günde bu kadar çok konuşmamalıydık yoksa sinirden tansiyonum tavan yapacaktı. "Aynen, Yekta," diyerek ismine vurgu yaptım. "Bak iki gün sonra göreve gideceğiz. Özlersin beni," dediğinde yüzümde tiksindirici bir ifade oluştu. "Allah korusun. Ben ve seni özlemek. Mide bulandırıcı." Serseri bir şekilde güldü.
"Özlersin özlersin." Harfleri uzatarak konuşmuştu. Başımı iki yana sallayarak kınayıcı bakışlar atmaya başladım. "Bir gün bana hak vereceksin." Gözlerimi devirdim. "Sana günahımı bile vermem. Ne hakkından bahsediyorsun."
"Görürüz."
"Rüyanda belki," diyerek daha fazla uzatmadan arkamı döndüm.
Onun yanında olmak eskiden çok güvenli hissettirirdi. Şimdilerde nasıl hissettirdiği hakkında hiç fikrim yok. Sebepleri her neyse kendisi bana anlatmalı. Ben neden ona gideyim? Beni terk eden, yüzüstü bırakıp giden ve yalanlar söyleyip her şeyi saklayan oydu. Anlatmak isterse tabiiki dinlerdim. Çünkü böyle büyük bir saçmalığı yaptığına göre çok büyük bir felaketin olmuş olması gerekiyor bence.
Ağabeyimi çağırma sebebimse Yekta'yla eskiden beri arkadaş olmasıydı. Her anında onun yanındaydı. Yani en azından ben öyle biliyordum. Yekta'nın ne yaşadığını ağabeyime sormak en mantıklı karar olurdu. Tabii Yekta bu sebebi ağabeyime de söylediyse. Yeka'yla eskiden aramızda olan ilişkiye ağabeyim bir türlü anla veremez, hep Yekta'yı zora sokardı. Bazense görmezden gelerek bizi zorbalamaya çalışırdı. O günler güzeldi güzel olmasına ama bir daha öyle bir hata yapmam diye düşünüyorum.
Düğüne de az bir süre kalmıştı. İlk başlarda hiç umursamazken yaklaştıkça tatlı bir telaş hücum ediyordu. En büyük iki destekçimin mutluluğunu görmek gururlandırıcı bir mutluluktu. Düğün benim için efsane gidecekti ama ağabeyim için aynı şey söylenir mi, emin değilim. Miray'ın babasıyla çok güzel planlarımız vardı. Bu planlar biraz maaliyet açısından bana patlasa da ağabeyimde o surat ifadelerini görmek için sabırsızlanıyordum.
Bu düşüneler içimi ısıtırken zamanın su gibi aktığını tekrardan hatırladım. Eski Mine olsaydı her şey için çabalar, üç günlük ömrünün olduğunu bilerek hiçbir şeyi ertelemezdi. Fakat ne ben eski bendim ne de insanlar eskisi gibiydi.
Dilime dolanmış olan şarkıyı söyleyerek içeriye giriyordum ki ağabeyimin sesini duymamla ona döndüm. Onun tek gelmesini beklerken yanında Yekta'yı görmek hayallerimi suya düşürdü.
Onun hakkında konuşacaktım ama o buradayken pek mümkün durmuyordu. "Ağabey," diyerek yarı samimi yarı sahte bir gülümseme sundum. O da ismimle seslenerek kollarını bana uzattı. Ufak bir sarılmanın ardından tekrardan ağabeyime döndüm.
"Tek gelirsin diye tahmin etmiştim." Alttan alttan da Yekta'yı göndermesini söylüyordum. "Buradan karargâha geçeceğiz. Yekta'nın arabası bozulmuş da o yüzden beni beklemesini söyledim." Halt ettin ağabey. Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tutuyordum.
"Tamam o zaman akşam konuşalım ağabey. Birazdan nöbetim başlayacak. Vizit atmam gerekiyor."
Bu ani karar değişikliğinden dolayı kafası karşıan ağabeyim kaşlarını çatarak yanıma geldi. "Önemli bir şey yok değil mi?" Başmı iki yana salladım.
"Yok."
"Sonra konuşmak istediğine emin misin?" Bu defa başımı salladım. "Evet, ağabey. Haydi gidin siz. Beni hastalarım bekler." Arkamı döneceğim esnada ağabeyim durdu.
"İki gün sonra göreve gideceğiz diyoruz ama her an görev çıkabilir. Bu süre içinde kendine ve Miray'a dikkat et. Belalardan uzak dur yoksa Eskişehir'i boylarsın." Bu nazik tehditlere alıştığım için umursamadan "Sana da kolay gelsin ağabey," dedim.
Bu sefer durdumasını istemediğim için neredeyse koşar adımlarla odama ilerledim. Eşyalarımı alarak tekrardan acile inmek üzere odanın kapısını kilitledim.
Bu gece nöbetim uzun değildi. Yeni bir doktor arkadaşın gelmesiyle biraz da olsa yüküm hafiflemişti.
Derin nefes alarak eşyalarımı bırakmak üzere bize ayrılan odaya ilerledim. Üzerinde ismimin yazdığı dolabı açtım. İçinden stetoskobumu alarak çantamı rastgele bir şekilde fırlattım.
Ayakkabıların ayağıma vurmaması için hastane terliklerimi hızla ayağıma geçirdim. O sırada kapı açılmıştı. Eğildiğim yerden doğrularak bakışlarımı kapıya diktim. Gördüğüm kişiyi tanımadığıma emindim.
Bir doksan boyunda esmer teniyle uyumlu olan siyah saçları ve gözleri vardı. Kemerli burnu olayı biraz bozuyor olsa da sivri çenesi durumu toparlıyordu.
Gözlerim sağ kulağına kayınca siyah renkteki küpeyi gördüm. Değişik bir tarzı vardı. Ufak bir baş selamı vererek kendi dolabına ilerledi. Merakla kaşlarımı çattım. Yeni gelen doktor bu olabilir miydi? Bence değildir. Çünkü doktor olması için biraz fazla karizmatik ve umursamazdı.
Yine de bu konu ile çok ilgilenmeden dolabımı kilitlemeye başladım. Duvara asılmış olan aynadan üzerimi kontrol ettikten sonra kapıya yöneldim. O sırada cebime telefonumu sıkıştırıyordum.
Kapıyı açtığım gibi dışarıya çıktım. Daha şimdiden yorgunluğun kokusu geliyordu. Bu meslek yorucuydu. Hiçbir meslek kolay değil tabii ama doktor olmak ekstra zor. Çünkü avucunuzun içerisine küçücük bir can koyuyorlardı. O canı yaşatmak için benliğimizden vazgeçiyorduk. Bazense canımızdan can katıyorduk. Kurtardığımız her hayat bizi güçlendirirken kurtaramadığımız hayatlarsa ruhumuzda derin yaralar açıyordu.
Acile girdiğimde sadece iki hastanın yatıyor olduğunu görünce sevinmiştim. Bu gece acil servisindeydim. Yoğun olmasını beklerken sakin olduğunu görmek yüreğime su sepmişti.
Begüm, buradaki hemşire arkadaşımdı. Çok yakın olmasakta hastaneye ilk geldiğim günden beri yanımdaydı. Hemen hemen her şeyi o bana göstermişti.
Beni gördüğü an gülümseyerek ayağa kalktı. "Doktor hanım, hoş geldiniz." Gülümseyerek eliyle gösterdiği yere oturdum. "Hoş buldum. Nasılsın?" Yavaşça tam karşıma oturdu. "İyi ne olsun. Bugün sakiniz. Siz nasılsınız?" Onun enerjisi bana da bulaşırken gülümsedim. İyi olduğumu belirterek hasta dosyalarını incelemeye başladım.
Bir tanesi yaşlı bir adamdı. Yüksek tansiyon şikâyeti üzerine gelmişti. Diğeri de genç bir kızdı. O da regl ağrısı katlanılmaz bir hâl aldığı için gelmişti. Yaşlı adama dil altı hapı, genç kıza da ağrı kesici bir serum yapmışlardı.
Yatış saatlerine baktığımda yaklaşık bir saat önce giriş yaptıklarını gördüm. Muhtemelen yarım saat içerisinde de taburcu olurlardı. Ayağa kalkarak elime tansiyon aletini aldım. Önlüğümün yaklarını düzelttiğim gibi sedyede yarı uyur hâlde yatan yaşlı adamın yanına gittim.
Hafifçe koluna dokundum. "Beyefendi," diyerek kendine gelmesini bekledim. Saçına düşen aklar sakalına damlamıştı. O kadar beyazdı ki ben hayatıma böyle bir beyaz tonu görmemiştim. Sanki kalbinin temizliği saçlarına ve saklına yansımıştı.
Gözlerini yavaşça araladığında gülümsedim. "Nasılsınız?" Bir kaç kere göz kırpıştırdı. Bu hareketiyle tamamen kendine gelmiş olacak ki tebessüm ederek doğrulmaya çalıştı. "İyiyim doktor kızım. Baş ağrım vardı ama veridiğiniz haptan sonra çok iyi geldi." Zaten kendisi söylemese bile yüzündeki enerjiden iyi olduğu belliydi.
"Çok sevindim. Daha önce kullandığınız tansiyon ilacınızın dozunu biraz daha arttırmak gerekiyor. Ben size bir tane yazacağım ancak sürekli almanız için doktorunuzla görüşmeniz gerekiyor. İki hafta içinde randevu alıp doktora gelmenizi tavsiye ederim." Bütün söylediklerimi pür dikkat dinlemişti. Sözlerimi bitirdiğimde onaylayarak teşekkür etti.
Ayağa kalkarak genç kızın yattığı sedyeye ilerledim. Cenin pozisyonu almış şekilde telefonuyla ilgileniyordu. Tam yanına oturacağım sırada "Sevgilim," diyerek genç bir çocuk ortama giriş yaptı.
Çocuğu şöyle bir baştan aşağıya süzdüm. Giyinişi çok tarzdı. Tam bir İstanbul beyefendisiydi. Bol bir kot pantolon, beyaz kazağı ve deri montu kombinin klasik parçalarıydı. Asıl olay, kulaklarının üstüne kadar uzatıp ikiye ayırdığı saçları ve sol kulağında ay gibi parlayan küpesiydi.
Elindeki poşeti umursamadan rastgele bir yere bıraktı. Genç kız da duyduğu sesle birlikte yattığı yerden doğrulmaya çalıştı. Tabii kolundaki serum buna izin vermedi. Genç çocuk büyük bir şefkatle kollarını açtığı gibi acı ve ağrıdan iki büklüm olmuş kızı sarıp sarmaladı.
Gencin kafası kızın boynuna gömülmüştü. Begüm’le göz göze geldiğimizde gençlere değişik bakışlar atıyordu. Sağ elimi yumruk yapıp dudaklarıma götürdüm. Ve birkaç kez boğazımı temizledim.
Bu ikazımla birazda olsa toparlanmışlardı. ‘’Pardon doktor hanım. Buyurun.’’ Beni fark etmeleri biraz zahmet olmuştu. İçten içe gülüyordum ama dışarıdan yüzümün soğuk olduğunu biliyordum.
Genç çocuğun yanından geçip sedyeye yaklaştım. Serumu kontrol ettiğimde az kaldığını gördüm. İlacın hızını arttırarak süreci hızlandırmaya karar verdim. ‘’Ağrınız ne durumda?’’ Sorduğum soruyla doğrulmaya çalışan kızı omuzlarından tuttum. ‘’Kalkmanıza gerek yok.’’ Beni dinleyerek eski pozisyonunu aldı. ‘’Daha iyiyim.’’ Başımı salladım. ‘’Bu ağrılarınızla ilgili doktora gittiniz mi?’’ diye bir soru sordum.
‘’Evet. Bir sorun yok ama. Annemin gençliğinde de öyle olmuş. Evlendiğimde düzene girdi, diyor. Evlilik ne alakaysa artık.’’ Genç kızın cümlelerine tebessümle karşılık verdim. ‘’Her ay böyle acillik oluyorum.’’ İsyanı bile çok tatlıydı.
‘’Ben size bir tane ağrı kesici hap yazacağım. Muhtemelen bu hapı daha önce içmemişsinizdir çünkü çok az biliniyor. Reglinizin ilk gününde içerseniz bitene kadar çok ağrınız olmaz. Serum bittiğinde yanıma gelip reçeteyi alabilirsiniz.’’ Sözlerimi bitirdiğimde yutkundum.
‘’Çok teşekkür ederim doktor hanım.’’ Başımı sallayarak masaya ilerledim. Bu kadar sakin olması çok garipti. Hafiften ağrıyan başımı ellerimin arasına aldım. İki gün sonra hem piknik hem de ağabeyimin bahsettiği operasyon vardı. O karargahta görevli olan doktor işinin başına döndüğü için bana gerek kalmamıştı.
Öyle görevlere gitmek tam benlikti. Yani ben öyle düşünüyorum. Küçüklüğümden beri etrafımdaki bütün erkeklerin asker, polis ya da jandarma olması da bunu etkiliyordu. Ama benim en çok dikkatimi çekenler babam ve onun tim arkadaşlarıydı. Gizli operasyonlar, çatışmalar ve daha aklıma gelmeyen bir çok görevleri.
Daha ilk günlükken amcam, bana yeşil bir bere almış. ‘’Bu yavru kurt bizim arkamızdan gelecek. Aynı bizim gibi olacak,’’ demiş. Tabii beni zorluklarla doğuran annem bunları duyunca yaygarayı koparmış. ‘’Asla! Benim kızım hanım hanım bir doktor olacak. Herkesi iyileştirecek.’’ Babamların izinden gidemediğim için bir yanım hep eksik. Doktorlukta güzel ve kutsal bir meslek ama daha kendi yaralarımı bile doğru düzgün saramıyorum. Diğer insanlara ne kadar faydalı oluyorum onu bile bilmiyorum.
Amcamın iki kızı var. İkisi de Polis Özel Harekat’ta görev alıyor. Onlara da içten içe hem hayranlık hem kıskançlık duyuyorum. Ben de çok denedim ancak parkur sınavlarında önümde hep bir engel oldu.
Öyle böyle koskoca yılları devirerek doktor oldum. Kendi mesleğimi de çok seviyorum. Farklı hayatlara dokunmak ve onlara tanık olmak çok güzel. Özellikle yaşlılarla edilen sohbetler, onlardan alınan hayır dualar ve öğütlerin değeri biçilmez.
Bir anda kulaklarıma tanıdık bir melodi gelmeye başladı. Başımı yasladığım ellerimden kaldırarak etrafa baktım. Begüm yeni gelen ilaçları yerleştiriyordu. Gençler kendi halinde sohbet ediyorlardı. Yaşlı amca ise uyuyordu. Melodinin nereden geldiğini anlamaya çalışırken cebimdeki telefondan geldiğini anlamam biraz uzun sürmüştü.
Elimle alnıma vurarak hızla telefonu çıkardım. Arayan kişiye baktığımda içimi müthiş bir huzur kapladı. ‘’Kızım. Mine’m, nasılsın?’’ Ah, canım annem. Nasıl özlemişim. ‘’İyiyim annem. Sen nasılsın?’’ diyerek büyük bir özlemle kendimi annemin sohbetine bıraktım.
Düğün hazırlıkları,mahallede dönen olaylar, bana çıkan talipler hakkında konuşmuştuk. ‘’Kızım ama bak çocuk avukatmış. İyi de para kazanıyormuş.’’ Bu kaçıncı talipti, bilmiyorum. ‘’Of anne, saçmalama lütfen. Sanki beni biliyorsun.’’ Bu siteme karşılık sesi biraz daha yumuşadı. ‘’Kızım, korkularının üzerine gitmezsen hayatın boyunca yalnız kalırsın. Ağabeyinde evleniyor artık. Kendi ailesi olacak. Seni koruyup kollayamaz.’’ Görmese de gözlerimi devirdim. ‘’Ben kendimi korurum. Bir başkasına ihtiyacım yok. Şimdi kapatmam gerekiyor. Babama selam söyle. Dikkat et kendine,’’ diyerek başka bir şey demesine müsaade etmeden çağrıyı sonlandırdım.
Yaklaşık kırk beş dakika konuşmuştuk. Zamanın bu denli hızlı aktığına şaşırmıştım. Telefonla konuşurken hafif kamburlaşmış olan oturma şeklimi düzelttim.
Kafamı kaldırdığım an serumu biten kızın sevgilisiyle yanıma doğru geldiğini gördüm. Begüm de hemen yanıma gelerek oturdu. ‘’Sekreter nerede?’’ diye sorduğumda hemen cevap verdi. ‘’Doktor hanım yolda gelirken aracı arıza yapmışta o yüzden gecikecekmiş.’’ Başımı sallayarak bilgisayar başına geçen Begüm’e şöyle bir göz ucuyla baktım.
Hızla bilgisayarın şifresini girerek bize lazım olan sayfayı açtı. Ben de taburcu işlemleri için gerekli olan birkaç evrağı imzalatıyordum. Parmağımla bir yeri işaret ettim. ‘’Parmağımın olduğu yere, okudum, anladım, kabul ediyorum, yazın.’’ Genç kız sağa sola bakınırken kalem aradığını anlayınca hemen cebimdeki kalemi çıkararak ileriye doğru uzattım. Begüm de söylediğim ilacı kodlarken bende reçeteyi yazmakla meşguldüm. ‘’Bir tane barkod verir misin?’’
‘’Tabii, hemen.’’
Aldığım barkodu reçetenin üzerine yapıştırdım. Kaşe ve imza işlemlerini de hallettikten sonra elime aldığım reçeteyi ileriye doğru uzattım.
Elimi ileriye uzatır uzatmaz genç çocuk kağıdı havada kaptı. Bu hali o kadar tatlıydı ki kız çok şanslıydı. ‘’Dediğim gibi ilacı reglin ilk gününde al ve olabildiğince az kullanmaya özen göster. Geçmiş olsun,’’ diyerek gülümsedim.
‘’Çok teşekkür ederiz doktor hanım. Kolay gelsin.’’ Yanıt olarak başımı salladım.
Onlar gittikten yaklaşık yarım saat sonra yaşlı adam da gitti. Birer kahve almış Begüm’le yudumlarken kapıdan giren kişiyi görmemle bütün moralim yerlere düştü. Bugün yeterince gördüğüm yetmiyormuş gibi yine karşıma çıkmıştı. Gözleri içeriyi tararken beni bulduğu an dudakları bir santim de olsa gerilmişti. Normalde bunu kimse farketmez ama ben farketmiştim işte.
Ne kadar uğraşsam da bir türlü aklımdan silinip gitmiyordu. Adımları hızla bana yaklaşırken ne yapacağımı bilemedim. Tam şuan ışınlanıp dinazorların yanına gitmek istiyordum. Çünkü dinazorlar bile bu adi heriften daha iyiydi.
Elimdeki kahveyi masaya bırakarak ayağa kalktım. ‘’Ben doktor odasına gidiyorum, eğer bir şey olursa haber ver,’’ diyerek kaçmak için bir. şeyler bulmaya çalıştım. Başını onaylar anlamda sallayan Begüm’e gülümseyerek arkamı döndüğüm gibi ilerlemeye başladım. Yanından geçip gitmeyi planlamıştım. Adımlarımı dikkatli bir şekilde atıyordum. Tam yanından geçip gideceğim sırada kolumdan tutmasıyla mecburen durdum.
Bıkkın bir şekilde nefes aldım. Kaşlarımı çattığım gibi bakışlarımı kolumda olan eline çevirdim. Fakat o hiç oralı olmadı. ‘’Mesain bitmiş sanırım.’’
Sana ne? Bittiyse bitti yani. Sanki sana kaldı benim mesai saatlerim. ‘’Daha bitmedi.’’ Aklımdan geçenle söylediğim sözlerin benzerliği göz şaşırtıcı cidden.
Kolunu kaldırarak saati kontrol etti. ‘’Beş dakika kalmış. Hazırlan gel, kapıdayım.’’ Gözlerimi devirdim. Bu aralar çok göz deviriyordum ya haydi hayırlısı.
‘’Kaç dakika kaldığı seni ilgilendirmez. Ayrıca seninle geleceğimi de nereden çıkardın?’’ diyerek kolumu ondan kurtarmaya çalıştım. ‘’Attilla gönderdi. Ben de çok meraklın değilim,’’ dediğinde şaşkınlıktan konuşmayı unuttum. Boş boş göz kırpıştırırken tekrardan konuştu. ‘’Sabaha kadar burada bekleyemem. Acele et.’’
Ne oluyordu buna? Bana karşı bu şekilde konuşma lüksünü ona kim veriyordu.
‘’Kes sesini. Bekleyemezmiş. Bekle diyen yok zaten. Kendi kendine rollere girme,’’ diyerek arkamı döndüm.
‘’Begüm, çıkıyorum ben!’’ diyerek hırsla arkama doğru seslendim. Hızlı adımlarım adeta yeri dövüyordu. Hırsla ve sinirle hem söylenip hem de ilerliyordum. Tam o an bir şey oldu. Başıma temas eden sert bir şeyle bedenim hızla geriye doğru savruldu. Tam düşeceğim derken belime sarılan eller sayesinde düşmemiştim.
Ne ara kapattığımı bilmediğim gözlerimi tereddütle araladım. Karşımda gördüğüm kişi şaşırmama sebep olmuştu. Giyinme odasına gelen genç ve serseri görünümlü doktordu.
‘’Aman, dikkat edelim. İyi misiniz?’’ Konuşurken aynı anda toparlanmama yardım ediyordu. Yere düşen steteskobumu benden önce davranarak aldı. ‘’Kusura bakmayın. Dalmışım.’’ Gülümseyerek bana bakıyordu. Steteskobu nazikçe uzattığında gülümseyerek aldım. ‘’Baktım.’’ Söylediği şeyi idrak edemeyince kaşlarımı çattı. ‘’Anlamadım?’’ Sorduğum soruyla birlikte serseri bir şekilde güldü. ‘’Kusura bakmayın, dediniz. Ben de baktım, dedim.’’
Kafam iyice karışırken ciddi duruşunu bozmamıştı. Tam kendimi açıklamak için söze giriyordum ki tekrardan konuşmaya başladı. “Bir kupa kahveye halledebiliriz,” dediğinde gülümsedim. “Mesaim bitmemiş olsaydı olabilirdi ama yarın söz bir kupa kahveniz benden.”
“Yarın kaçışınız yok,” dediğinde gülümsedim. “İyi geceler,” diyerek ortamdan ayrıldım.
Kapıdan çıkmadan önce Yekta’nın adama söylediğini duydum. Gözlerimi devirerek hızla giyinme odasına ilerledim. Aptaldı işte. Yıllar önce nasılsa yine aynıydı. Onun gibi birinden ne beklenirdi ki.
Giyinme odasındaki işlerimi hızlıca hallettikten sonra hiçbir yere uğramadan doğruca çıkışa ilerliyordum. Aynı zamanda da Yekta’ya görünmeden eve gitmek istiyordum.
Çıkış kapısından çıktığımda karanlık yerlerden gitmeye özen gösteriyordum. Bu sabah Ömer’e akşam için söz veriştim ama kendi. nöbetim olduğunu unutmuştum. Yarın nöbetim yoktu. O yüzden yarın telafi edebilirdim.
Hastanenin kapısından çıktığımda hâlâ yaklanmamış olmak şaşırtıcıydı. Yine de sevinmek için çok erkendi. Gökyüzüne baktığımda havanın kapalı olduğundan dolayı hiçbir şey görünmüyordu.
Aniden esen rüzgarla birlikte üzerimdeki kabanıma daha da sıkı sarıldım. Şuan üşütmek en son isteyeceğim şeydi. Kolumdaki çantamı sıkılaştırarak adımlarımı hızlandırdım. Eve ne kadar erken gidersem o kadar iyiydi.
Uykusuzluk yavaş yavaş bedenimi sarıyordu. Kafamdaki yorgunluk gözlerime akıyordu. Sol elimi kaldırarak gözümü ovalamaya başladım. Öyle hunharca ovuyordum ki kirpiklerimdeki rimel yanaklarıma kadar akmış olabilirdi.
Fakat bunu umursayacak halde olmadığım için yürüme hızımı biraz daha arttırdım. Elimi indirdiğimde hastanenin köşesinde olduğumu görmek moralimi bozmuştu. Sen gel hızlı hızlı yürü ama hastanenin çevresinden uzaklaşama.
Ellerimi cebime atarak yürümeye hız kesmeden devam ettim. Köşeyi döndüğüm anda ileride dikilen tanıdık vücudu görmemle duraksadım. Kurtuldum derken adam dağ gibi karşıma serilmişti.
Arkasının dönük olmasını fırsat bilerek ses çıkarmadan geriye doğru bir adım attım. Ve bir adım daha. Bu attığım adımı minik bir adım daha takip etti.
Bir tane daha adım atacaktım ki kulaklarımı saran sesiyle durmak zorunda kaldım. ‘’Ben mi gelip seni alayım yoksa sen mi gelirsin?’’ Tehditkâr çıkan sesine karşılık boş boş bakmaya devam ettim.
İyi de bu arkasını dönüktü. Nasıl benim olduğumu anladı? Bence bu kesin uzaylı. Başka açıklaması olamazdı.
‘’Kimse adımlarını seninki kadar sesli atmıyor.’’
Yok artık. Ben sesli mi konuşuyorum? Şüpheyle elimi dudaklarıma götürdüm. Kapalıydı. Dedim işte bu adam kesin uzaylı.
‘’Şaşırmaya devam mı edeceksin, yürüyecek misin?’’
‘’Bostan korkuluğu olup dikilmeye devam edeceğim. Var mı sıkıntı?’’ diyerek söylendim. Ama aynı zamanda da yürümeye devam ettim. Evime en kısa yol buradan geçiyordu. Mecburen gidiyordum yani. Ona meraklı olduğum için değil.
Yanından geçip giderken ters bakışlar atmaya da devam ediyordum. ‘’Çattık ya!’’ Aynen ya, öyle oldu maalesef. Paşama akşam akşam rahatsızlık verdik. Haklı tabii.
Ben ona içimden saydırıyordum. O dışından bana söyleniyordu. ‘’Kaçmaya çalışıyorsun bir de. Daha dün gece olanları ne çabuk unuttun. Hep bu dik başlılığın yüzünden başın belaya giriyor ama akıllanır mı? Yok. Mine hanım bela nerede oraya koşuyor.’’ Biraz soluklandı. ‘’Ulan dün ben orada olmasaydım ne olurdu? Kriz geçirseydin o pislik sana neler yapabilirdi? Hiç mi düşünmedin, o saatte yalnız başına neler olacağını.’’
Biraz haklıydı. Ama biraz.
‘’Hem senin burada ne işin var? Doktorculuk oynayacak başka şehir kalmadı mı?’’
O son cümleyi söylemeyecektin. ‘’Sen, benim hayatıma karışacak son insan bile değilsin. Mesleğimi nerde yapıp yapmayacağımı sana sormayacağım.’’
Aptal herif. Bir kere haklı olsa on kere haksız oluyordu. Sinirden gözüm seğiriyordu.
‘’Aşk hayatına karışırım diye korkuyorsan, korkma. Beni buğday tanesi kadar ilgilendirmiyorsun. Anladın mı? Kiminle ne bok yiyorsan, ye!’’
Bütün moralimi iki dakikada bozmuştu. ‘’Hâlâ aynı konu. Kızım, yok benim sevgilim falan. O küçük kafanın içinde saçma şeyler kurupta beni sinir etme.’’
Aynen. Bak tam şuan inandım. ‘’Bana ne, neyin varsa yoksa beni ilgilendirmez.’’
‘’Sabır! Sabır!’’ diyerek söylendiğinde tekrardan ters ters baktım. Cidden salaktı. Kollarımı göğsümde birleştirerek daha hızlı ilerlemeye başladım.
‘’Kapıda çarpıştığınız adamdan uzak dur. Hiç tekin birine benzemiyor.’’ Gözlerimi kıstım. ‘’Sana ne?’’ Burnundan sinirli bir nefes aldı. ‘’İyiliğin için söylüyorum,’’ dediğinde bir anda durdum.
‘’Hah! İyiliğim içinmiş. İyiliğimi düşünseydin beni terk etmezdin. Beni çıkmaza sokmazdın. Yine mi aynı konu diyeceksen, evet, yine aynı konu.’’
Sözümü keserek konuşmaya başladı. ‘’Sebeplerim vardı diyorum. Gitmem gerekiyordu. Sadece seni değil, ailemi de geride bıraktım. Bütün hayatımın yalan olduğunu öğrendiğim andan itibaren kendime yeni bir gelecek çizmek zorunda kaldım.’’
Acıyla gülümsedim. ‘’Ve çizdiğin yeni hayatında ilk olarak beni sildin. Öyle mi? Yine yalan söylüyorsun. Ağabeyimi neden bırakmadın?’’
Elini yüzüne götürüp hırsla ovaladı. ‘’O beni bırakmadı.’’ Hâlâ oturmayan bir şeyler vardı. ‘’Ben de seni bırakmadım.’’ Ona karşı ördüğüm duvarlar darbe alıyordu. Sesim bir fısıltıdan ibaretti ama o duymuştu.
‘’Ben de bundan korkuyordum. Bana git gide daha çok bağlanıyordun. Sürekli kavga çıkararak kendimden soğutmaya çalışıyordum ama sen hep bir çıkış yolu buluyordun. Seni terk etmekten başka çare bırakmadın.’’
Yolun ortasında durmuş kırgın bakan gözlerimi onun gözlerine dikmiştim. ‘’Anlatabilirdin ama sen korkak gibi kaçmayı seçtin.’’ Dolan gözlerimi sinirle gözlerinden çekerek adım atmaya çalıştım. Fakat önüme gerilen bedeni ilerlememe izin vermedi.
‘’Korktum ama senden değil. Bizden değil. Sana gelecek zarardan korktum.’’
Bir yanım inanmak istese de bir yanım hâlâ bir şeylerin eksikliğinden dolayı inanmak istemiyordu. ‘’Bir önemi kalmadı artık. Çocuk değiliz. Kendi hayatlarımız var.’’
‘’Bu sebebi kimse bilmiyor. Ağabeyini hastaneye çağırma sebebin bunu öğrenmekti, biliyorum. Ama Atilla’da bilmiyor. Ölene kadar seninleyim, dedi ve sorgulamadı. Bazı şeyler bitmeden bu sebebi kimse bilmeyecek.’’
Bir şeyler anlatıyordu ancak ben sadece onu duyuyordum. İdrak edemiyordum. Elimi. kaldırarak susmasını istedim. ‘’Olan oldu artık. Konuşmanın bir manası yok. Böylesi ikimiz içinde daha iyi.’’
‘’Cidden özür dilerim. Belki bir gün-‘’
Söyleyeceği şeyi anladığımda sözünü kestim. ‘’Asla! Biz diye bir şey yok artık. Sen sadece ağabeyimin arkadaşısın. Yıllar önce olması gerektiği gibi.’’
‘’Mine-‘’
‘’İyi geceler, Yekta. Seni bir daha görmek istemiyorum.’’
Hızla arkamı dönerek uzaklaşmaya başladım.Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım vardı ancak ben eve girene kadar arkamdan gelmişti.
Eve girdiğim an düşen omuzlarıma eşlik eden gözyaşlarımı silmek için uğraşmadım.
Silsem de yenisi aynı hızla ekleniyordu. Üzerimi değiştirdiğim gibi yatağıma geçtim. Sol yanımdaki ağırlıkla birlikte sağ tarafıma doğru yattım.
Hiç kalbiniz size yük olmuş muydu? Benim kalbim şuan yükten farksızdı.
Arkadaşlar bayadır bölüm atmıyorum. Biliyorsunuz. Cihazım bozulduğu için yazdığım ve stokladığım bölümler gitti. Bu durum sinirimi bozduğu için yazmaya da ara vermiştim. YKS stresiyle birlikte de bütün motivasyonum düştü.
Bu bölümü de yazdım ancak hiç içime sinmiyor. Her an silip haftaya daha uzun ve düzenlenmiş halde atabilirim.
Bölüm hakkında yorum yapmayı ve yıldıza basmayı unutmayınnn.
Öpüldünüüüzzz.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |