
Bölüm biraz gecikti kusura bakmayın.
İyi okumalar aşklarımm
YEKTA'NIN ANLATIMIYLA:
"Kürşat, durum nedir?" Bu dağlarda geçirdiğimiz kaçıncı hafta oldu bilmiyorum ancak hainlerin şehre ulaşmasını engellemiştik. Şuana kadar binden fazla hain piçleri tahtalı köye göndermiştik. Şimdi de görevin kilit noktasındaydık. Baş teröristin yancısı yarım saat içinde buradan geçecekti. Her birimiz iki yandan sarmıştık yolu. "Şuanlık temiz komutanım." Kulaklığıma gelen sesle birlikte sıkıntılı bir nefes verdim. Yarım saat neredeyse dolacaktı ama ne gelen vardı, ne giden. Sağ tarafa baktığımda silahına sımsıkı sarılmış, dürbün ile etrafı saniye saniyesine izleyen adam vardı. O sadece tim arkadaşı değildi. O, benim çocukluğum, gençliğim, başarım ve vatanımdı. Yüzünü incelediğimde sakallarının uzadığını fark ettim. Miray sakalsız sevdiği için hep keserdi.
"Hayırdır komutanım, beğendiniz mi beni?" Şu alaycı tavrı hiçbir zaman gitmiyordu. Kaşlarımı çattığım gibi "İşine odaklan asker!" Diyerek rütbelerimizi devreye soktum. Yoksa onun dilinden asla kurtulamazdım. "Emredersiniz komutanım," dediğinde silahına daha sıkı sarıldı.
Sol kolumu havaya kaldırarak saate baktım. Son beş dakika kalmıştı. Tam kolumu indireceğim sırada bileğimde ki bordo renkli toka dikkatimi çekti. Bunu neden takıyordum, bilmiyorum. Ne zaman takmıştım, onu da unutmuştum ancak içimdeki ses takmam gerektiğini söylüyordu.
"Lan oğlum, ayağıma neden basıyorsun lan!" Kulağıma Alper'in sesinin dolmasıyla başımı kaldırıp karşı kayalığa baktım. Yanında Ata vardı. Bu timdeki en genç bordo bereli ve yeni düzenek bombalardan anlayan kişiydi. Daha yeni olmasına rağmen öldürdüğü terörist sayısı Alper'in öldürdüğü terörist sayısına yetiştiği için Alper ondan nefret ediyordu. Aralarında ki tatlı rekabet sayesinde kaç defa vurulmaktan kurtulmuştum. Ancak bir gün şu hırsları yüzünden kendilerini vurabilirlerdi. "Ağabey valla görmedim. Kusura bakma."
"Bakarım ulan, dünkü bok!" Ata'ya da sürekli böyle söylüyorlardı. Hem genç hemde yeni olduğu için. Ata ise onlara aldırmıyordu. "Genç olduğum için kıskanmayın beni. Benim suçum mu?" Söylediği şeylerden sonra gıcık edici bir sesle güldü. "Ulan seni alnının çatından vurmazsam bana da Alper demesinler lan!"
"Komutanım zaten size Alper değilde daha çok deli diyorlar," dediğinde bu defa bütün herkesten gülme sesi geldi. "Lan-" diye başladığı söz Kürşat'ın uyarısıyla son buldu. "Komutanım saat üç yönünde hareketlilik var." Hemen söylediği koordinata döndüm. Gerçekten de öyleydi. İki tane at arabası geliyordu. "Fatih, sayı istiyorum." Ben yirmi tane saymıştım ancak onun olduğu kayalık daha yüksek olduğu için en doğru sayımı o yapabilirdi. "Yirmi dört kişi var komutanım." Elime dürbünü alarak daha detaylı bir inceleme yaptım. Avlarımız yavaş yavaş yaklaşıyordu. "Ağzım sulandı." Atilla dan gelen sesle birlikte yavaşça dudağım kıvrıldı. En zor kısımları bile hallemiştik. Kolay ve son olan işi de halledersek operasyona noktayı koyacaktık.
"Tek Göz'ü gördüm komutanım!" Duyduğum şeyle kaşlarımı çatarak odak noktamı o adama çevirdim. Ağzı ve burnunu kapatmış kafasına da beş beden büyük gelen şapka takmıştı. Sözde tanınmayacaktı ama gözünde ki bandaj buna pek de müsade etmiyordu.
"O benim! Onu vuranı kevgire çeviririm!" Turan'ın sesi ile başımı kaldırarak ona baktım. Hemen çaprazımdaki kayalığın üzerinde duruyordu. "Turan!" Bakışlarını bana çevirmeden "Emret komutanım," dediğinde "O adam bize sağlam lazım kendine hakim ol!" Dişlerini sıktığını biliyordum. O adam yüzünden ortada ailesi kalmamıştı. Öfkesini bastırmaya çalıştığı belliydi.
"Anlaşıldı mı asker?"
"Anlaşıldı komutanım!" Sesinde sinir, intikam ve öfke vardı. "Tek Göz'le işimiz bittiğinde istediğini yapmakta özgürsün," dedim. Şaşkın bakışlarını bu defa gözlerime dikti ancak hemen toparlandı. "Emredersiniz komutanım." Sesinde emir almaktan çok teşekkür etme tınısı vardı.
"Kürşat, keskin nişancı var mı?"
"Vardı komutanım." Geçmiş zaman kullandığına göre bizim Kürşat sessizce halletmişti. "Aferin asker."
"Sağ ol!" Hırs dolu sesi kulağıma dolduğunda göğsüm kabardı. Timi çoğunlukla kendim oluşturmuştum bu yüzden hepsi kardeşimdi ama içlerinden sadece bir tanesi ailemdi.
Ailesi ailem, kardeşi... Kardeşi kardeşim miydi? Bir zamanlar sevdiğim miydi? Yoksa bütün acılarıma rağmen unuttuğum, öylesine biri miydi? Geçen gece çarptığım kişinin o olduğunu anlayınca kısa süreli bir şok geçirmiştim.
Elimde çok öncelerden kalan fotoğrafı vadı. Herhangi bir yerde görsem tanıyamayacaktım. Yani ben öyle sanıyordum. O gece bana çarptığında gözlerinden tanımıştım onu. Hem de anında. Ağlıyordu. Neye ağladığını bilmiyordum. Fakat çok üzüldüğü belliydi çünkü kaşlarını çatarak ağlıyordu. Unuttum sandığım kadının ağlama tarzından bile ne denli üzgün olduğunu anlayınca hayrete düştüm.
Beni affetmeyeceğini biliyordum ama beni tanırsa elimden gelen her şeyi yapacaktım.
"Yekta! Sana diyoruz." Düşlerimden ayrılarak şu ana döndüm. Onu düşünmek bile dikkatimi dağıtmaya yetiyordu. "Ne?"
"Komutanım adamlar yaklaştı. Ne zaman ateş ediyoruz?" Dürbünle kontrol ettiğimde "Tek Göz hariç hepsini vurun. Ateş!" dediğim gibi aşina olduğum ses kulaklarımı doldurmaya başladı. Belli ki baskın yemeyi planlamıyorlardı çünkü sudan çıkmış balık gibi çırpınıp sağa sola koşuyorlardı.
On kişi çoktan gitmişti. Tek Göz'ün yanındaki adamı tam alnının ortasından vurdum. "Beceriksizler!" Tuttuğu adamlar çürük yumurta çıkınca beyimiz sinirlendi tabii. "Lan, Tek Göz gel teslim ol artık. Özleştik!" Diyerek olduğum yerden hem ateş ediyor hemde ona doğru bağırıyordum. "Çok beklersin lan TC'nin köpeği!" Köşeye sıkıştığını anlayınca bizi kışkırtmaya çalışıyordu. "Lan en azından nereli olduğumuz belli. Ya senin gibi vatansız olsaydık!"
"Komutan! Yanlış sulardasın." Son adamı da indirdiğimizde ilk olarak kayalıklardan biz çıktık. "Cık hayatım. Sen yanlış sulardasın!" Etrafı kontrol ederek soysuzun yanına gittim. Silahımı tam yüzünün ortasında tutuyordum. Elinde ortaçağdan kalma tabanca ile bana bakıyordu. "Ay aslanlarım bu adamın silahı var kaçın!" Atilla'nın söylediği sözlerle bütün tim gülmeye başladı.
"İndir lan elinde tuttuğun tarihi eseri!" Önce bana sonra da diğerlerinin üzerinde gözlerini gezdirdi. Sonra da yavaşça tabancayı yere attı. Ayağımla tabancayı ondan uzaklaştırdım. "Diz çök!" Ona baktığımda Turan'a baktığını gördüm. Tanımış olamazdı değil mi? Hepimizin sadece gözleri görünüyordu.
"Sen, Turan iti değil misin?" Bakışlarımı Turan'a çevirdiğimde gözlerindeki alev bütün dünyayı kasıp kavuracak gibiydi. Bana baktığında acısını gözlerinden okumuştum. "Sadece bir tane," dediğim anda hızlıca Tek Göz'ün yanına gitti. "Bak bakayım o muyum?" Kaldırdığı yumruğu şerefsizin suratına geçirdiğinde Tek Göz'ün bayılması bir oldu.
"Adama bak lan, sanarsın Hulk." Ata'nın yorumuyla herkes onaylar mırıltılar çıkardı. Turan'a hak veriyordum. Kim olsa ailesini katleden soysuzun canını almak ister. Tekrar bir yumruk daha geçirdi "Sen ölmeyeceksin anladın mı beni? Ölmeyeceksin! Acı çekeceksin lan!" Tekrardan bir hamle için adamın üzerine yürüdüğünde önüne geçtim. Bu adam bize sağlam lazımdı. "Turan! Adam bayıldı zaten bırak artık." Gözlerime baktıktan sonra geri çekilerek kayalığın dibine çöktü. Öfkeli bakışlarını bayılttığı adamdan çekmiyordu.
"Tamer, şu soysuzu sırtına at aslanım." Bunun hobisiydi bu. Yakaladığımız teröristleri halter gibi kullanmayı seviyordu. "K-komutanım ben," diyen sesle birlikte ona döndüm. Yüzü kan ter içindeydi. Bir yerinde acısı olduğu her halinden belliydi. Dişlerini sıkmış yüzündeki kar maskesini indirmişti. Gözlerimi vücuduna indirdiğim an göğsünün sol kısmında ufak bir ıslaklık vardı. Yeşil tonların hakim olduğu kamuflaja bayrağımızın renginden bulaşmıştı. Gözleri kapanmak üzereydi. Dengesini kaybedip düşeceği esnada Fatih son anda onu tutarak yere düşmesini engelledi.
Ne ara olmuştu bu? Bize de söylememişti. Yanına gittiğimde hemen diz çöktüm. Başındaki kaskını ve kar maskesini çıkarıp rastgele bir yere savurdum. Yarasına bakmak için kamuflajını çıkardım. Kurşun yarasına benziyordu. "Lan Turan, g-görüyor musun? Senden önce şehit oluyorum." Cümlesini bitirdiği anda acı bir inilti koptu dudaklarından. Turan, Tamer'in elini sımsıkı tutuyordu. "Saçmalama lan!" Sesi titriyordu.
"Komutanım haber verdik. Ekipler yola çıktı." Sesin geldiği yöne baktığımda konuşanın Alper olduğunu gördüm. "Beyaz ışığı neden göremiyorum?" Geri zekâlı işte aklınca bizi oyalıyordu.
"Tamer! Kes sesini! Yetişeceğiz hastaneye," dediğimde öksürükle birlikte kan kusmuştu. Hayır! Ölmeyecek, izin vermeyceğim ölmesine. "E-emredersiniz komutanım," dediğinde bile hâlâ gülüyordu. "Hainsin lan sen! Hani beraber şehit olacaktık. Ne bu hırs?"
"Hain senin ebendir lan!" Turan'ın ne yapmaya çalıştığını anlamıştım. Uyumasına müsade etmiyordu. Çünkü eğer uyursa biliyorduk ki bir daha asla uyanamazdı. "Nerede kaldılar lan!" Dedim hırsla. Ben, bir koçyiğit daha kaybetmek istemiyordum. "Çok kan kaybediyor! Yarasına baskı yapmamız lazım." Yanımızda ilk yardım çantası yoktu. Havaya küfür savurdum.
Üzerimdeki ekipmanları dikkatlice çıkarıp bir kenara koydum. Kamuflajımın ceketini çıkarıp dikkatlice katladım. Atilla'ya verdiğimde hemen Tamer'in göğsüne bastırdı. Aynı anda Tamer'den acı bir inilti daha koptu. Her gün özen gösterdiği saçları darmadağındı. Gözlerinde belli bir duygu yoktu. "B-ben g-gidiyorum galiba," dediğinde hepimiz ona döndük. "Saçmalama lan! Çenenin yayı yine gevşedi!" Konuşan Fatih’ti. "Kıskanıyorsunuz beni." Konuşmakta oldukça güçlük çekiyordu.
Gözleri beni bulduğu anda yerine sindi. Demek ki ne istediğimi anlamıştı. "Afferin asker!" Sadece gülümseme sundu. Daha sonra ise gözleri kapandı. Eğilerek boynunu kontrol ettim. Nabzı atıyordu ancak çok yavaştı. "Nerede kaldı lan şu siktiğimin araçları!" Turan'ın öfkesini anlıyordum. Ailesini kaybettikten sonra Tamer ona aile olmuştu. Yani ikisinin anlattığına göre öyleydi.
Tekerleklerin yerde çıkardığı sesi duymamız ile birlikte derin bir nefes aldık. Korkusuz görünsem de içimde bir yerlerde korku ve endişe vardı. Gelen ekiplerin yardımı ile Tamer'i araca yerleştirdik. Onun yanında ben ve Turan gidiyorduk. Diğerleri ekip arabasına binerek bizi takip ediyorlardı.
İçimden bir ses tekrar bizimle olacağını söylüyordu. Umarım iç sesim yanılmaz. Umarım.
MİNE'NİN ANLATIMIYLA:
Hava kararmak üzereydi. Ağabeyimden haftalardır haber alamıyorduk. Ondan haber alamadığımız her an endişemiz artıyordu. "Kız Mine, nereye daldın yine?" Begüm'ün sesiyle ona döndüm. "Hiçbir yere. Acile geçiyorum ben. Nöbetim var bugün," diyerek ayaklandım.
Önlüğümü biraz dinlenmek için çıkarmıştım. Fırlattığım yerden geri alarak üzerime geçirdim. Örgü yaptığım saçlarımı geriye attım. "Bana da nöbet yazmışlar," dediğinde sesinde memnuniyetsizlik vardı. "Çok yorgun görünüyorsun."
"Çok yorgunum çünkü Miray Hanım ameliyattan ameliyata sürükledi beni." Dediği şeye karşılık güldüm. "O bu aralar sinirli. Normal öyle davranması."
"Belli zaten. Atilla diye birine fena hakaret ediyor," dediğinde kahkaha attım.
İşte tam olarak bundan bahsediyorum. Sinirinin sebebi ağabeyimdi. Tam bir şey söyleyecektim ki kapının aniden açılmasıyla duraksadım. Kapıya baktığımda gelen kişiyle birlikte içim kıpır kıpır oldu. Okul üniformasıyla koşa koşa bana gelen Ömer Halis'ten başka kimse olamazdı. Her okul çıkışı yanıma geliyordu. Bir saat kadar durup gidiyordu. Bazen de beraber çıkıp yemek yemeye gidiyorduk. "Oh benim paşam gelmiş," diyerek sarılıp, saçlarına öpücük kondurdum. "Mine abla sana bir şey getirdim," dediğinde benden ayrılarak çantasını çıkardı.
Fermuarı açtığı gibi içinden iki tane çikolata çıkardı. "Bak bunlar karadutlu, yeni çıkmış. Sen seviyorsun diye aldım," dediğinde içim kıpır kıpır olmuştu. Bir tanesini bana bir tanesini de Begüm'e uzattı ancak Begüm sevmediğini söyleyerek kabul etmedi. "Gel buraya," diyerek sağ kolumu açarak sarılmayı bekledim. Kollarımın arasına geldiğinde sıkı sıkı sarıldım. "Aynı annem gibi kokuyorsun."
Benden ayrılıp yüzüme bakmaya başladı. Minik gözlerinde kırgınlık vardı. Keşke asker olma ikanım olsaydı da intikam ateşi ile yanıp tutuşan çocukların intikamını kendi ellerimle alsaydım. Onu böyle üzgün gördükçe içim parçalanıyordu. Zoraki tebessüm ederek saçlarını okşadım. Çikolatayı cebime atarak ayaklandım. "Hadi gel, acil bölümüne geçiyoruz."
Elini tutarak çantasını yerden aldım. "Yaşasın! En sevdiğim yer." Acili çok seviyordu çünkü yaşlılar ile sohbet ediyordu. Arada bir de asker ve ya polisler geliyordu. Onları gördüğü an keyfine diyecek yoktu.
Koridora çıktığımda Miray'ın koşarak bana geldiğini gördüm. Ters bir şeyler olmalıydı yoksa Miray asla yüzü asık bir şekilde bana koşarak gelmezdi. "Mine!" Soluk soluğa yanıma geldiğinde ellerini karnına koyarak nefes almaya çalışıyordu. "Acil... Acile git! Asker... Yaralı... Kurşun..." Kesik kesik konuşmuştu ancak ne dediğini anlamıştım. "Ömer, sen benim odama geç hemen." İkiletmeden çantasını kaptığı gibi odama girdi.
Koşar adımlarla acile gittim. Kalbim güm güm atıyordu. İçimden bildiğim bütün duaları okumaya başladım. Miray'da bana yetişmişti. "Mine, düşündüğüm kişi değildir, değil mi?" Ona teselli vermek istesem de içimde ki korku buna engel oluyordu. "Bilmiyorum güzelim, bilmiyorum." Gözleri gözlerime değdiği anda yavaşça bir damla süzüldü. Ona sarılmakla yetindim sadece.
Siren sesini duyduğum an hemen toparlandım. Hemşireler sedyeyi hazırda tutuyordu. Ses iyice yaklaştığında omuzlarımı dik konuma getirdim. Büyük bir nefes çekerek bahçeye bir adım attım. Görüş alanıma bir ambulans ve onu takip eden askeri araç girdi. Tam önümde duran araç yüzünden bir iki adım geri sendeledim. Ambulansın kapısını açmamla birlikte sedyede yatan adamda gezdirdim gözlerimi.
Ağabeyim olmadığını görünce bir nebze olsun rahatladım ancak yaralı asker için yüreğim hâlâ yanıyordu. "Durum ne?" Maskemi takarken aynı zamanda bilgi alıyordum.
"Hocam, kurşunla yaralanmış. Sol göğsünde iki kaburganın arasında sıkışıp kalmış. Kalbi tehdit eden durum yok ancak çok kan kaybetmiş. Kan basıncı çok düşük. Nabız çok zayıf." Askeri sedyeye aldığımız an hastaneye yöneldik. Bundan sonrası bendeydi. Arkamda duyduğum ses postalların mermeri dövdüğü sesti. Hastane koridorlarında çığlık etkisi bırakmışlardı. Arkamı döndüğüm an yedi tane koca koca askeri üniformalı adamların arkamızdan geldiğini gördüm. İçlerinde ağabeyimi de görünce rahat bir nefes efes aldım. "Dört ünite kan hazırlayın!" Miray'ın verdiği komutla birlikte bir hemşire harekete geçti.
Elime aldığım makasla üniformasını kestim. Yaraya baktığımda çok derin durmuyordu. Tam da kalbinin altına saplanmıştı.
Baş kısmına geçeceğim sırada kolumdan birinin tutmasıyla duraksadım. "Eğer ona bir şey olursa bu hastaneyi başına yıkarım!" Böyle bir şeyi beklemiyordum. Bu saygısızlık değil de neydi? "Acınızı anlıyorum fakat şuan steril ortamı riske atıyorsunuz. Çıkın lütfen," diyerek işime dönüyordum ki bu defa daha sert kavradı kolumu. "Bana bak kadın! Steril falan dinlemem. Onu kurtar duydun mu beni?"
"Beyefendi eğer aklınızda sorun yoksa lafımı dinleyin ve burayı terk edin! İşimi yapmamı engelliyorsunuz," diyerek çıkıştım. Asıl sorun bağırması değil de koluma kene gibi yapışmasıydı. Kolumu hiddetle geri çekmeye çalıştım ancak karşımdaki insan değil de duvar gibiydi.
"Yekta!" Ağabeyimin sesini duymamla birlikte başımı ona çevirdim. Bize doğru geliyordu. Kolumu karşımda ki adamdan kurtarıp "Ağabey şu adamı al şuradan. Yeterince vakit kaybettik zaten," dediğimde gözlerimi ela gözlü olan ve beni tehdit eden adama çevirdim. Öfkeli bakışları donup kalmıştı. Gözlerinde değişik duygular geçiyordu ama bir türlü anlam verememiştim.
Eldiven uzatan hemşireye döndüğüm gibi eldivenlerimi giymeye başladım. Ağabeyim ela gözlü adamı kolundan tutarak geriye doğru çekiyordu. O adam ise hâlâ bana bakıyordu.
Perdeyi çekerek burayı görmelerini engelledim. Yeşil renkli ameliyat örtüsünü göğsüne yerleştirdim. O sırada hemşirenin biri damar yolu açıyor, diğeri de malzemeleri hazırlıyordu. Miray ise askerin kalp atışlarını ve kan basıncını kontrol etmemiz için monitörü ayarlıyordu.
Elime neşteri alarak kurşunu rahatça çıkarabilmek adına kesik attım. Miray ile birlikte yaklaşık yarım saatin sonunda kurşunu sorunsuz bir şekilde çıkarmıştık. "Hastayı kapatın daha sonra da yoğun bakıma alın," diyerek dışarıya doğru adım attım. Askerlerin hepsi ayakta bir oraya bir buraya gidiyordu. Bana bağıran ise ağabeyimle birlikte duvara yaslanmış öylece duruyordu. Kanlı eldivenleri çıkardıktan sonra maskemi de indirdim. Derin nefesler aldım. Doktor olarak soğuk kanlıydım ancak konu asker yaralanmaları olunca elim ayağım titriyordu.
Bu ilk asker tedavi edişim değildi ancak böylesine zorlu bir vaka ile ilk defa karşı karşıya kalmıştım. Ellerimin titremesini saklamak amacıyla arkada birleştirdim.
Askerlerden sarı saçlı ve mavi gözlü olan beni fark ettiği anda üzerime doğru gelmeye başladı. "Mine, durum ne güzelim?" Derin bir nefes alarak ağabeyime döndüm. "Şuan durumu stabil ancak geçirdiği operasyon kolay değildi. Bu yüzden bir süre yoğun bakımda kalması gerekiyor," dediğimde hepsi sanki bu anı bekliyor gibi derin nefes verdiler. "Yekta Bey," dediğimde bu isim dilimde zehir gibi bir tat bırakmıştı. "Hastaneyi yıkmanıza gerek kalmadı." Gözleri gözlerime değdiği an kaşları çatıldı.
Kanlı önlüğümü de çıkarıp dibinde durduğu tıbbi atık kutusuna attım. Gözlerimi gözlerine dikmiştim. Bana yaptığı saygısızlıktı.
"Mine?" Sesi soru sorar gibiydi. Kar maskesinin ardındaki yüz bozguna uğramış gibiydi. Kaşlarımı çatarak 'Ne var?' manasında yüzüne bakmaya başladım. Hem bu yakınlık nereden geliyordu böyle? Elini kar maskesine çıkardı. Tam aşağı doğru çekiyordu ki bacaklarıma sarılan ufaklıkla birlikte bakışlarım Ömer’e döndü. "Asker iyi mi? Kurtardın mı onu? Yaşıyor mu?" Art arda sorduğu sorulara karşılık eğilerek onu kucağıma aldım. "Evet, çok iyi hatta. Biliyorsun askerler güçlüdür."
"Bilmem mi? Baksana hepsine kocamanlar," dediğinde gülerek gözlerimi bütün askerlerde gezdirdim. "Karnın aç mı?" Başını salladığında saçlarına öpücük kondurdum. "Mis kokulum. Hadi sen kantine in ben geliyorum hemen." Kucağımdan indiği gibi koşmaya başladı. "Geçmiş olsun," diyerek odama doğru gidiyordum ki köşede birbirine sarılan Miray ve ağabeyimi görmemle birlikte gülümsedim.
Ne kadar da güzel seviyorlardı birbirlerini. Hasretle ağabeyime sarılan arkadaşıma baktım. Haftalardır yüzü asık olan Miray'ın yüzünde güller açmıştı resmen. Odama gittiğimde kendimi köşede bulunan koltuğa bıraktım. Azıcık oturduktan sonra kantine gitmemde sakınca olmazdı. Zaten kantin görevlileri Ömer’e çok alışmışlardı.
Biraz sonra kapımın aralandığını duydum. Kimin geldiğini bilmiyordum ancak etrafı keskin bir barut kokusu sardı. Gelen kişiye bakmak için doğruldum ve gördüğüm kişiyle birlikte gözlerim kısıldı. Bana bağıran askerdi. Omzundaki üç yıldız onun Yüzbaşı olduğunu gösteriyordu.
"Buyurun," dediğimde ayağa kalkarak ona bakmaya başladım. "Hastaneyi değilde odamı başıma yıkmaya mı geldiniz?" Gözleri bende değil odamda geziniyordu. Az önce esip gürleyen o değilmiş gibi şuan çok sessiz duruyordu. "Büyümüşsün." Çatık kaşlarımı mümkün olduğu kadar daha fazla çattım. "Pardon?"
Ne saçmalıyordu bu adam. Derdi neydi? Adımı duyduğundan beri de halleri tuhaf olmuştu zaten. Bakışları en sonunda beni bulunca adımları bana doğru yöneldi. Bir adım attığında bende geriye doğru bir adım attım. Yoksa bu araya sızmış bir hain miydi?
“Saçmalama, Mine!” İç sesim belki haklı olabilirdi. Düşününce cidden saçma gelmişti.
Benim geri gittiğimi görünce duraksadı. "Hâlâ korkuların geçmemiş." Elime aldığım vazoyu ona doğru kaldırdım. "Kimsin?" Dediğimde kapının çalmasıyla birlikte eski konumuna döndü. "Gel," diyerek kapıya doğru seslendim. "Mine Hanım, Aykut Bey geldi. Sizi görmek istiyor," dediğinde başımla onay hareketi yapıp hemen kapıya yöneldim. Daha fazla bu yabancı ile muhattap olmak istemiyordum. Ömer Halis'in akıllı saatine mesaj yollayarak yarım saat kadar beni beklemesini söyledim. Aykut Bey'in odasına girdiğimde masa başında yine bir sürü kağıtlarla uğraştığını gördüm.
&
Aykut Bey beni bir hafta izne ayrılmam için çağırmış. Bir buçuk aya yakın bir süredir izin kullanmadığım için güzel bir azar yemiştim. Ömer Halis ile birlikte bir güzel yemek yemiştik. Şimdi de elinden tutuyordum ve yolda giderken bize aldığı çikolataları yiyorduk. "Mine abla," dediğinde bakışlarımı ona döndürdüm. "Söyle paşam." Önce yutkundu daha sonra da söyleyeceği şeyleri dudaklarını kıpırdatarak tekrar yaptı. "Evet dinliyorum."
Bakışları beni bulunca "Geçen hastanede sana sarılarak uyuyakalmıştım, hatırlıyor musun?" Şöyle ufak bir beyin fırtınası sonucu hatırlamıştım. "Evet, hatırlıyorum."
"Ben o gün senin kokunu alınca annem gece rüyama geldi." Gözlerimi pörtletmiş şekilde yüzüne bakıyordum. "Gerçekten mi?"
"Evet. Bana bir tane tişörtünü verir misin? Annem her gece rüyama gelsin." Bu masumane istek karşısında kalbim sızladı. Gözlerim hafiften dolmuştu. "Veririm tabii ki," dediğimde sesim çatallı bir şekilde çıkmıştı. "İstersen parfümümü vereyim sana, kokusu geçtikçe sıkabilirsin üzerine," dediğimde yüzü daha da aydınlandı. Bir kez daha "Gerçekten mi?" Diye sorunca onun heyecanını taklit ederek "Gerçekten," dedim.
Yol boyu ezbere bildiği bütün türküleri söyledi. Benden fazla bildiğini söylemem gerekiyor.
Sokağa girdiğimiz de sol taraftaki üç kişi dikkatimi çekmişti. Miray ve ağabeyim vardı ama yanların da uzun boylu hafif esmer bir erkek daha vardı. Boyası eskimiş turuncu renkli bir evin önünde duruyorlardı. Beni ilk fark eden kişi Miray oldu. "Mine!" Seslenişi ile duraksayıp onlara bakmaya başladım.
"Gelsene buraya!" Hiç gitmek istemiyordum çünkü şu yanındaki beyefendiden hiç hoşlanmamıştım. "İşim var! Size iyi eğlenceler!" Diyerek önüme dönüp bir iki adım atmıştım ki "Mine! Gel güzelim, konuşacaklarımız var!" Karşıdan karşıya konuştuğumuz için mecbur yüksek sesle konuşuyorduk. Oflayarak başımı yanımdaki çocuğa indirdim. "Ben kendim giderim, Mine abla. Size iyi oturmalar," diyerek eğilmem için işaret yaptı.
Eğildiğimde önce kokumu içine çekti sonra da yanağıma ufak bir öpücük kondurdu.
Tam arkasını dönmüş gidiyordu ki "Ömer Halis bekle bir dakika," diyerek çantamı yere bıraktım. Üzerimdeki ince ceketi çıkarıp ona verdim. "Yarın akşam yemeğine bendesin. Pizza gecesi yapalım," dediğimde sevinçle iki kere zıpladı. Hırkamı aldığı gibi minik burnuna yaklaştırdı. Uzunca nefes alıp arkasını döndüğü gibi seke seke uzaklaşmaya başladı. O eve girene kadar öylece bekledim. Eve girdiği anda önüme dönerek karşıdan karşıya geçmeye çalıştım. Yolun güvende olduğunu anlayınca hızlı hareketlerle onların yanına ulaştım.
"Çok yorgunum ağabey, sonra konuşsak olmaz mı?"
"Olmaz daha fazla erteleyemem artık."
"Neyi?" Kaşlarımı kaldırıp yorgun gözlerimle ona bakmaya başladım. "Önce içeri geçelim, evde konuşuruz." Gözlerim ela gözlü adamda gezindiğinde onun doğruca bana baktığını fark ettim. Hemen gözlerimi yere indirdim. Önce ağabeyim hareketlendi. Miray'ı kolunun altına alınca diğer elini de sırtıma yerleştirerek eve doğru yönlendirdi. En arkada ise o adam vardı.
Bekar bir asker için fazlasıyla temiz bir evdi. Gerçi bekar olup olmadığını bilmiyordum bile. Salon olarak düşündüğüm odaya girdiğimizde ferah bir havası vardı. Üçlü koltuğa Miray ile ikimiz oturduğumuz sırada ağabeyim ve o adam da tam karşımıza oturdu. Beklenti içinde ağabeyime bakıyordum. O ise gözlerini benden kaçırıyordu. "Ağabey, hadi artık ne söyleyeceksen söyle. Çok yorgunum." Üçü de bana bakmaya başladı. "Atilla, bırak işte zorlama."
Ağabeyim duyduğu cümleye memnuniyetsiz bir yüz ifadesi ile karşılık verdi. "Sus artık! Nereye kadar sürdüreceksin?"
"Ölene kadar!" İşin garip tarafı bu adam hâlâ kar maskesini çıkarmamıştı. "Kes lan sesini!"
"Ay yeter! Çocukluktan beri bırakamadınız şu kavgaları. Susun artık," diyen Miray'ın sesi ile birlikte kaşlarım iyice çatıldı. Çocukluktan beri derken? Bu adam ağabeyimi çok önceden beridir tanıyor muydu?
Çocukluk, ela gözler, korkularımı bilmesi ve en önemlisi Yekta ismi. O, o kişiydi. O, tahmin ettiğim kişiydi. Hayır, olamaz olmamalı. O, gitmişti. O, beni terk etmişti. Gelemezdi, gelmemeliydi. Hiddetle ayağa kalktım. Kar maskeli adamın yanına gittiğim gibi yüzündeki maskeyi aşağıya indirdim. "Sen... Sen... Nasıl?" Bozguna uğramıştım.
Bunca yıl yalan mıydı? Her haber almaya çalıştığım da asla ulaşamadığım adamın şuan kanlı canlı karşımda olması şaka olmalıydı. Şakaydı değil mi? Bunca yılım çöp olmuştu. Bunca yıl bana yalan söylemişlerdi. Hemde üçü birden. Yüzüne baktığımda gözlerinde şaşkınlık vardı.
"Siz biliyordunuz ve benden sakladınız, öyle mi?" Bakışlarım tek tek hepsinde gezindi. "Neden? Neden böyle bir şey yaptınız?" Hepsi dut yemiş bülbüle dönmüştü. "Konuşsanıza!" Çıldırmak üzereydim. Bir müddet onlara baktım ancak hâlâ sus pus duruyorlardı.
"Miray, sende mi?" Hayal kırıklığı içinde ona döndüm. "Mine valla daha yeni öğrendim." Bana bir adım attığında elimi havaya kaldırarak durdum. "Yazıklar olsun hepinize!" Koltukta duran çantamı kaptığım gibi kendimi dışarıya attım.
Deli gibi yağmur yağıyordu. Yarım saattir yağmayan yağmurun şuan yağası gelmişti. Çantamı yüzüme siper ederek koşmaya başladım. "Mine! Dur!" Duyduğum sesle birlikte daha da hızlandım fakat nafileydi. Kısa bir süre sonra yanıma gelmişti. Kolumdan tuttuğu gibi kendisine çevirdi. Hırsla kolumu ondan kurtarıp "Dokunma bana!" Diyerek bağırdım. Ne sesini duymayı ne de yüzünü görmeye gücüm yoktu. Ellerini havaya kaldırarak "Tamam bak çekildim, dokunmuyorum ama lütfen gel konuşalım."
"Benim seninle konuşacak hiçbir şeyim yok!"
"Var!"
"Yok!"
"Var dedim!"
"Yok dedim!" Hırsla tekrar önüme dönüp yürümeye başladım. Ne yapacağımı ne hissedeceğimi bilmiyordum. "Mine, hasta olacaksın."
"Bunca yıl nasıl umurunda olmadıysa şimdi de olmasın. Duydun mu beni?"
"Bir bok bildiğin yok!"
"Seninde aynı!" Daha fazla onunla muhatap olmak istemediğim için koşarak uzaklaştım oradan.
Onu sokağın ortasında öylece bırakıp kaçtım. Ondan mı kaçıyordum yoksa söyleyeceği şeylerden mi? Emin değilim. Soğuk içime kadar işlemişti. Kesin hasta olacaktım ama şu an tek düşündüğüm şey sıcak duş almaktı.
Apartmana girdiğim anda koşar adımlarla tırmandım merdivenleri. Kapıyı açıp içeri girdiğim gibi içeriden kilitledim. Çünkü ne ağabeyimi ne de Miray'ı görmek istiyordum. Kendimi duşa atıp bütün yılların acısını çıkaracak şekilde ağladım. Ota boka ağlamayan ben, buraya geldiğimden beri her şeye ağlar olmuştum. Ama bu mesele 'her şey' değildi. Bu mesele ben demekti. Bu mesele o demekti. Bu mesele biz demekti. Fakat o her şeyi tek kalemde sildiyse bende pekâlâ onu görmezden gelebilirdim. Ya gelemezsem? Hayır. Geleceğim.
Yapacağım. Beni nasıl bıraktıysa, kendini nasıl unutturduysa aynısını bende ona yapacaktım. Göz yaşlarıma hıçkırıklar da eklendi. Ben bu kadar dolu olduğumu tahmin etmemiştim.
Sıcak suyun etkisiyle yorgun bedenim iyice mayışmıştı ve deliksiz uyku istiyordu. Bende ona istediğini verdim. Duştan çıktığımda parmak uçlarım buruş buruş olmuştu. Saçlarımı kurutma zahmetine girmeden üstünkörü giyinerek yağmurun sesiyle kendimi yatağa attım. Hâlâ ağlıyordum ancak sadece göz yaşlarım akıyordu. Ne kadar sürdü bilmiyorum ancak en son gördüğüm zifiri karanlıktı.
Görüşlerinizi yazmayı ve yıldıza basmayı unutmayınnn öpüldünüz.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |