
Her canavar, avlanmaya ilk onu canavara dönüştürenden başlar...
🕯️
Her zamankinden farklı bir gün ve yine çok farklı duyguları arasına sığdırdığımız bir gece. Hafiften yumuşak bir melodi usulca dolduruyor kulaklarımı. Bu ses yetersizdi, zihnimde kopan fırtınanın sesini susturamıyordu bu kısık sesli melodi. Ne bağırışlar ne kahkahalar ne de kulakların zarını kopartacak kadar yüksek sesli müzikler bölüyordu o zihnimdeki sesi.
Bugün farklı mıydı yoksa ben mi fazla abartıyordum?
Benim abarttığım bir durum yoktu, lakin hislerim kulağıma çok farklı şeyler fısıldıyordu. Sanki asırlardır beklenen gün gelmişçesine bir an evvel bu günün bitmesini istiyordum. Bilhassa bu saatlerin.
Karanlık çökmüş ilerleyen vakitlerde gece kendini tekinsiz saatlerin koynuna bırakmıştı. Ne garip bir döngüydü, bir başka gözle seyrederken ne de farklı hissediyordu insan. Gece ve gündüz. Birbirinden ayrı, iki bambaşka dünya gibi. Şimdi izlediğim pencerelerin ardındaki koca İstanbul'u ağına çekmiş karanlığa bir başka gözle bakıyordum. Sanki her gün alıştığım o siyahlıktan biraz daha tehlikeliydi. Güneşe tutulup kendi gerçeğini unuturken bir yalancıya yakışır şekilde kahkahalara boğulmak mı yoksa bu karanlığın süslediği manzaranın karşısında oturup gerideki unuttuğun kendini hatırlamak mı daha çok mutlu ederdi? Ya da hangisi daha çok üzerdi? İşte bunun bir cevabı yoktu.
Kendi içimde iki başka dünya yaratmıştım. Bir tarafım bu geceyi öylesine kınıyordu ki ona kalsa dünya sadece güneşten ibaret olmalıydı. Bir diğer yanım ise en az bu yanım kadar bencildi. Karanlığın ebedi olmasını isteyip bizleri görünmez kılmayı seven o kişiye biraz daha yakındım. Karanlık gizlerdi var olanı, gizlerdi sırları, kalın bir perdenin arkasına çekerdi seni tüm yalanlarınla.
Herkesin gizlediği yalanları ve sırları vardır, kiminin sırları bir dünyayı yıkacak kadar büyükken kiminin yalanları yalnızca bir gözyaşına mal olur. Ve bir gün gelir koca bir dünya bir gözyaşıyla telef olur. Efsaneler anlatır; küçük kalkar büyüğü yener de insanlar o hasetleriyle, kinleriyle izleyip böbürlenirler. Kişi kendini kendi kibriyle göklerden yere indirmiş de kabahati hep başka yerlerde arayıp bulmuş. İnsanoğlu gerçek kimliğiyle karşılaşmaktan ezelden bu yana hep kaçmıştır. Bazen gelir hatalarını kabullenmez, başkalarına yıkar. Bazen gelir onları örter ve herkesten gizler. Bazen de gelir hatalarını gururla anlatır. İşte o kişi kendini bilmiş, kendini kabullenmiş ve kendini sevmiş kişidir.
İnsanın başkasını sevmesi zordur da kendisini sevmesi ne kadar da imkânsız geliyor kulağa. Kendini sevmek mümkün müdür? Bu kadar günahın dibine batmışken hem de?
Ben kendimi haklı bulurken bile içten içe kabahati kendimde bulanlardandım. Tıpkı şu anda da olduğu gibi. İki kişinin de farklı bir şeyi isteyip ama sonuç tek bir kişinin isteğinin gerçekleşmesi, sanırım bir tek bu konuda yargılarken kendimi suçlu bulmuyordum.
Çünkü karşımdaki kişi babamdı! Konu o olunca hangi taraftan tutarsam tutayım benim için hatalı hep kendisiydi, aynı şekilde onun için de ben hep hatalıydım!
Söz konusu kendi istediği şeyler olunca ona karşı açtığım her savaşta yenilgiyle çıkıyordum. Ve ben bu duruma hiç alışamıyordum, bu bir güç meselesi değil, saygı değil, sevgi değildi. Görünmez bir el ona karşı kaldırdığım tüm kalkanları kuvvetle indiriyordu ve ben kendimi geriye çekilirken buluyordum.
Oturduğum tek kişilik koltukta bağdaş kurdum. Yüzümün her iki yanına düşen, omuzlarımın hizasında biten saçlarımı geriye savururken nefesimi bıkkınlıkla verdim. Kocaman salonun içinde eşyalar beni boğuyor, duvarlar sanki üzerime üzerime geliyordu.
Duymak istediğim ses büyük TV'den yükselen sesler değil de kısık sesle çalan melodiydi. Yumruk yaptığım ellerimi çözdüm ve babama bakarken kendimi sakin olmak adına telkin ettim.
Bugün en sevdiğim dizi vardı ama ne var ki beyefendi benden önce davranmıştı! Her zaman jilet gibi giyinen adam Beşiktaş'ın maçının olduğu günlerde çok farklı birine dönüşüyordu.
Üstündeki Beşiktaş formasıyla kahvede tezahüratlarla takım destekleyen adamlardan pek bir farkı yoktu aslında, tek fark kendisi biraz daha sessizdi. Ah pardon, alt katımızdaki kadın oklavayla tavanı dövdüğü içindi aslında bu sessizliği!
"Sağdan gitsene be oğlum!" diye kızdığında gür sesi dört bir yandan yankı yarattı. Ekrana baktıkça sinirlerim tepeme çıkıyordu. Kucağımdaki patlamış mısırlardan kocaman bir avuç alıp ağzıma sıkıştırırken öfkeyle soludum. "Kazanmayacaklar işte, niye anlamıyorsun? Ver bari ben dizimi izleyeyim." diye isyan ettim en sonunda.
Babam ise bana cevap vermeyi bırak, sanki yokmuşum gibi duymazlıktan geldi. Kumanda tam önümüzdeki sehpanın üstündeydi, uzansam alacaktım ama buna teşebbüs ettiğim an olacakları düşünmek bile istemiyordum. Pekâlâ beni dövmezdi ama bu büyük bir kavganın olmayacağı anlamına gelmezdi. Yaşlı bir babam yoktu, kırk altı yaşında, kadınların görüp âşık olduğu ama sert bakışlarından çekinip de duygularını itiraf etmeye cüret edemedikleri bir adama baba diyordum.
Ama kendisinin pek kadınlara baktığı söylenilmezdi, hatta eminim mahallemizdeki hiçbir kadını tanımıyordur. Kendisini ona beğendirmek için hiç yemek yapmayı bilmeyenlerin evimize hazır yemek getirmesi ve o saat yedide çıkıyor diye halı çırpma bahanesiyle balkona çıkan kadınlardan da bihaberdi! Çünkü hepsiyle ben uğraşıyordum.
Bana olan sevgisini ise çözmüş değildim. Bazen gelir dünyanın en iyi babası olur, akşamları gelip bana masallar okuyup iyi geceler öpücüğü bırakan mükemmel baba rollerini üstleniyordu. Bazen ise sanki benden nefret ediyormuş gibi davranıyordu ve o zamanlarda hiç eve gelmezdi. Bu sahip olduğum iki kişiliği ondan aldığımı düşünüyordum, çünkü babamın bir yanı duygusuzken bir yanı dünyanın en iyi insanı diyebilirdim.
Düşüncelerimin arasına kadar sesi yetişen spikerin yüksek sesi artık katlanılmaz bir hâle geldiğinde kucağımdaki mısır kâsesini sertçe sehpaya bıraktım. Babam bugün için tanıdığım tüm hâllerinden uzaklaşmıştı, konuşsam sanki bundan rahatsız olacakmış gibi diken üzerindeydim.
Maç bitse bile dizi izlememe izin vermeyeceğini bildiğimden bacaklarımı çözüp istemeye istemeye ayağa kalktım. Ben nasıl maçlardan nefret ediyorsam kendisi de dizilerden öyle. İkimiz de zıt kutuplardık, şu lanet yıldızlarımız bir türlü barışamadı!
Bir insan ya babasına ya annesine çekerdi ama benim babama benzemediğim kesindi; annem ise... Onu hiç tanıma şansım olmamıştı, babam da hiç bahsetmezdi zaten. Doğumda öldüğünü söylemişti, öyle olsa bile annemin neden bu evde hiç fotoğrafı yoktu? Peki babam, annemden bahsederken gözlerine hiç uğramayan aşk mı yoksa hiçbir duygunun var olmaması mı beni şüpheye çekiyordu? Tamam, çoğu zaman bana karşı da duygusuzdu lakin annemle on dokuz yaşında evlenecek kadar çok âşık olduğunu söylemişti. Peki bu ona karşı olan hissizliği tam olarak nerede başlamıştı?
Bana kendi hakkında hiçbir şey anlatmıyordu, ne anne tarafımı ne de baba tarafımı tanıyordum, beni söylemese de bir tek kendine mahkûm etmiş bencil bir babaydı aslında benim babam. Son kez dönüp koltuğunda pür dikkat ekrana bakan babamın yüzüne baktıktan sonra gitmek üzere hareketlenmiştim ki ansızın aramıza karışan yabancı sesle birlikte bakışlarım sesin geldiği yöne doğru kaydı.
Babamın telefonu çalıyordu.
Sehpanın üstündeki telefonun ekranında yazan isimle birlikte bedenim buz kesti.
Kaşlarım anında çatıldı. Bilinmeyen bir numara babamı arıyordu. Kimdi bu şimdi? Bir an bile düşünmeden eğilip telefonun yanındaki kumandayı alıp maçın sesini kıstığımda, yaklaşık yarım saattir bana dönmeyen koyu kahverengi gözler, büyük bir hiddetle bana döndü.
Ürkütücü bakışları beni korkutsa da bunu belli etmemeye çalıştım. Koyu gözleri elimdeki kumandayı buldu ve çenesini sıkıp, "Yine ne var Milen?" derken agresif bir şekilde elini uzatıp, "Ver şu kumandayı." diye emir verdi.
Ona kumandayı vermek yerine elimle tekrar çalmaya başlayan telefonu işaret ettim. Büyük bir şüpheyle, "Kim bu bilinmeyen numara?" Benim söylememle birlikte ikinci defa çalmaya başlayan telefonu o an yeni fark etti.
Ben bir şey söylemesini beklerken o hiç beklemediğim bir şey yaptı. Tek kelime etmeden aceleyle uzanıp telefonunu aldığında, "Bizim emniyetten olabilirler." diyerek hızla ayağa kalktı. Benden bir şeyler gizliyordu.
Telefonu kapatıp cebine koyduğunda kollarımı göğsümün altında bağlayıp,
"Emniyetten arasalar bilinmeyen numara mı yazar? Doğru söyle, iki gündür seni arıyorlar, kim bunlar!" Soğuk bir ürperti ensemden aşağı inerken bana dönen gözlerine yansıyan karanlık kendimden uzaklaştırdığım korkuları bana hatırlatacak kadar baskındı. "Milen." dedi dişlerinin arasından korkuttuğum o tınısıyla. "Beni sorgulama, bunu sakın yapma." Ve hızla çekip gittiğinde kaskatı durmaya devam ettim. Zihnimde şimşekler çaktı. Olmasından deli gibi korktuğum ihtimal bile kanımı dondurmaya yetti.
Çok geçmeden dış kapının açılıp kapanma sesi gelince, zorlukla yutkundum. "Bir şeyler çeviriyorsun ama ne?" diye mırıldandım korkuyla. Kesinlikle bir haltlar çeviriyordu. İki gündür üst üste özel numaralar, bilinmeyen numaralar arayıp duruyordu. Ve babam bana hiçbir açıklama yapmıyordu.
Daralan göğüs kafesime elimi koyup geniş salonun içinde turlamaya başladım.
Korkuyordum, lakin korkum bana yönelik değildi. Kendi adıma hiçbir zaman korkmamıştım fakat sevdiğim insanlar için hep fazla korkardım. Zaten korku yalnızca etrafındaki insanlar için değil miydi? Kimsesiz insanlar hep fazla cesur değil miydi?
Bu soruyu zihnimdeki o karanlık ses yanıtladı. Cesurlar, çünkü onların kaybedecekleri kimseleri yok Milen.
Babamı kaybetmekten ölesiye korkuyordum. Bu hayatta aileden sahip olduğum tek kişi babamdı, onu da kaybedemezdim. Annem ben doğarken hayatını kaybetmişti, diğer akrabalarımızı da tanımıyordum. Tek tutunduğum dal babamdı, onu da kaybedersem başka kimim kalırdı ki? Zaten kimsesizsin Milen, baban da senden kopup giderse kimin için yaşayacaksın? Senin korkularını alt etmenin tek sebebi ve bu karanlık yuvada kalıp onun için kâbuslara katlanmanın tek nedeni baban. O da giderse tek başıma ne yapardım ki?
Biz onunla hiçbir vakit gerçek anlamda baba-kız olamamıştık. Hep birbirimizle işler yüzünden kavga eden, ev işlerini sırayla yapan, hiçbir konuda anlaşamayan iki ev arkadaşı gibiydik. Şakalaşır, durup dururken kavga eder, birbirimizin özeline kadar girip her şeyine karışırdık. Ona her ne kadar kızıp, "Evlen git artık senden kurtulayım!" desem de onu çok seviyordum. Hissettiğim bu korku yersizdi. Bugün bu evde bir gariplik vardı. Sanki yabancı birinin varlığı uğramış gibi soğuk bir esinti vardı. Baktığım her köşe korkuyu üzerime salıyordu.
Başımı kaldırıp tedirginlikle duvardaki saate baktım.
21:06
Babam bu saatte nereye gidebilirdi ki? Aklıma yatmayan şeyler vardı. Babam bir polisti. Tamam, çoğu zaman gece vakti apar topar evden giderdi ve hatta bazı günler görevdeyken eve hiç gelmezdi. Yaralandığı günleri saymıyorum bile.
Ama şimdi farklıydı, diğer bütün günlerden çok farklıydı.
Benden bir şey saklıyor gibiydi, hâl ve hareketleri de bunu gösterecek nitelikteydi. Bugün gösterdiği tepki ise beni yeterince tatmin etmişti. Babam eskiden çok neşeli ve şakacı biriydi.
Ama bu son bir aydır agresif, her şeyi tersleyip kızan bir adama dönüşmüştü.
Bu dönüşümün de elbette ki bir sebebi vardı.
Ve bunu yalnızca bir kişi bilebilirdi.
Durduğum yerde hareketlenip mutfağa doğru yol aldım. Bir sorun vardı bunu artık biliyordum ve geç olmadan her ne ise çözüp hem babamı hem de kendimi bu dertten kurtarmalıydım.
Kapı eşiğinden geçip mutfağa girdiğimde, vakit kaybetmeden yemek masasının üstündeki telefonumu kavradım. Hızlı bir şekilde bildirimlere baktığımda, son arama kayıtlarına girerek, Beril'in ismini bulup arama tuşuna bastım.
Elimde telefonla birlikte mutfağın içinde gergince bir ileri bir geri yürürken hızlanan kalp atışlarımı düzene koymaya çalıştım. Ekrandaki isme bakıp sıkıntılı bir nefes alıp verdim. "Hadi aç Beril. Lütfen aç!" Açmıyordu, tekrar aradım. Beril benim en yakın arkadaşımdı. Çoğu zaman geveze, pervasız biri olsa da bana birçok konuda yardımcı oluyordu. Bir hafta önce ondan babamı takip etmesini istemiştim ve sağ olsun beni reddetmeyip kabul etmişti. Ama maalesef ki son bir hafta boyunca bana net bir yanıt vermemişti. Son konuşmamızda söylediği bir şey vardı ve bu şeyin ihtimali o günden bu yana içime korkunun tohumlarını ekmişti. Zihnim beni o anın kollarına doğru ittiğinde, Beril ile olan konuşmalarımız zihnimde meydana geldi.
'Milen, henüz çok bir şey öğrenemedim ama elimde bir bilgi var. Alihan amca uzun süredir Emniyete uğramıyor.'
'Yanlış anlamadığına emin misin Beril? Babam Emniyete gitmiyorsa nereye gidebilir ki?'
'Bilmiyorum, ama hiç iyi işlerin dönmediği kesin.'
Göğüs kafesim sıkışmış, korku tam anlamıyla kalbimin üzerine oturmuştu. Dizlerimin bağı çözüldü. Yemek masasından bir sandalye çekip otururken, elimle şakağımı ovaladım.
Sakince düşünmeliydim ama sakin olamıyordum. Telefonu masaya bıraktığımda, ellerimin titrediğini gördüm. Titreyen parmaklarımla yüzüme düşen saç tutamlarımı kulağımın arkasına sıkıştırırken o sırada telefonumdan bir bildirim sesi geldi. Hızla başımı eğip telefonu tekrar elime aldım ve dikkatle ekrana baktım. Mesaj Beril'dendi. Hızlı bir şekilde şifreyi girip mesaja dokundum.
BERİL:
Milen, şu an müsait değilim. Baban hakkında çok önemli bir şey öğrendim ve bu aldığım bilgiden emin olmadan sana söyleyemem.
BERİL:
Lütfen o evde kendine dikkat et Milen.
Dudaklarım aralandı lakin kırık dökük nefesler haricinde bir şey yapmadım. Evin içindeki tehlikeli sükût dört bir yanımdaydı. Gözlerim kilitlenmiş gibi mesajın üzerindeydi. Tekrar okudum. Önemli bir bilgi diyordu. Ne kadar önemli olabilirdi? Babamı benden alacak kadar önemli bir bilgi miydi?
Son attığı mesaj ise tüylerimi diken diken etmeye yetmişti. Beril ne öğrenmişti de kendi evimde dikkat etmem gerektiğini söylüyordu?
Elimle boynumu sıvazladım, babam ne işler çeviriyordu? Eğer Emniyete gitmiyorsa her sabah nereye gidiyordu?
Ayağa kalkıp mutfaktan çıkıp, seri adımlarla odama doğru ilerledim. Beril'in halledeceği bir işten çıkmıştı artık bu. Babamın bana hesap vermesi gerekiyordu. Dışarı çıkmasının üzerinden dakikalar geçmesine rağmen hâlâ ne bir mesaj göndermiş ne de aramıştı.
Nereye gitmişti gece gece?
Derin düşüncelerimin arasından odama girdim. Beni karşılayan bu dilsiz karanlığın ilk kez beni ürküttüğüne şahitlik ettim. Oysa ki severdim ben karanlığı. İnsan sevdiği şeylerden hiç korkar mıydı? Ben herkesin aksine ışıktan korkardım çünkü karanlık benim en iyi maskemdi. O, içine aldığını siyaha boyardı ve hiçbir günahının lekesi üzerinde görünmezdi.
Işığı açma gereği duymadım. Ezbere bildiğim odamın içinde kör gözlerle gezebilirdim. İçimdeki anlamsız bu endişeyle birlikte içeri girip kapıyı arkamdan kapatırken yatağıma doğru ürkek adımlarla yaklaştım.
Evde yine her zamanki yumuşak melodi vardı. Bu ev içinde ben olduğum sürece asla sessiz olmazdı çünkü oldum olası hep sessizlikten nefret ederdim. Babam zaman zaman şikâyet etse de artık o da bu düzene alışmaya başlamıştı.
Ama artık bu melodiler bile bana huzur vermiyordu.
Geçmiş beni sessizlikle korkutmaya ant içmişken hiçbir ses beni sessizliğe olan korkumdan çekip kurtaracak kadar güçlü değildi.
Son birkaç gündür hayatımda fark etmediğim şeyler oluyordu. Sadece babamdan değil, erkek arkadaşım Çağlar'dan da hiç haber alamıyordum. Defalarca aramama rağmen hiçbir şekilde aramalarıma yanıt vermemişti. Arkadaşım Yasemin onunla aynı mahallede yaşıyordu ve ondan aldığım tek bilgi şuydu: Yasemin'in Çağlar'ı yaklaşık iki haftadır evinden hiç çıkarken görmediğiydi. Hayatımdaki iki erkekte de büyük bir değişim vardı. Bu bir tesadüf müydü hiç bilmiyorum. Çağlar babamı tanımıyordu, babam da elbette onu tanımıyordu. Tanımaktan ziyade bir erkek arkadaşımın olduğunu bile bilmiyordu. Babam biraz eski kafalıydı ya da kıskanç bir baba demeliyim. Etrafımda hiçbir erkeği görmeye katlanamadığı için Çağlar'la olan ilişkimi yaklaşık bir yıldır babamdan gizliyordum.
Yirmi dört yaşıma kadar aldığım bütün kararlara karşı gelmişti babam. Ona göre hâlâ kendi başına bir iş yapamayan o kız çocuğuydum. Hayır, hiçbir zaman da çocuk olmamıştım. Babamın bana anlattığı o masalları dinlerken bile diğer bütün çocuklar gibi onları hayal ederek toz pembe rüyalar görmezdim.
Benim, insanların aksine hep kalıcı kâbuslarım vardı. Güzel olan hiçbir şey bana güzel rüyalar olmazdı. Gecenin bir vaktinde ya da şafağın çökmesine az bir vakit kala bana karanlık kâbuslarla dönüyorlardı. Karanlık hayatımın her yerinde vardı. Uykularımda bile hep benimleydi, onu seviyordum çünkü zamanla korkarak ondan kurtulamayacağımı anlamıştım.
Telefonu komodinin üzerine bırakıp kendimi sırtüstü yatağa bıraktığımda hiçbir şey yapmadan kemiklerim yorgunluktan sızlıyordu. Tam kalbimin üstünde bir yangın vardı ve durmadan yakıp kül ediyordu. Beni öldürmeyen acı yaşamama da müsaade etmiyordu.
Bomboş gözlerimi simsiyah tavana diktim. Üstümü değiştirme gereği duymadım çünkü ben hep kıyafetlerimle geceleri uyurdum. Garipti ama ben herkesin aksineydim.
Onların günlük hayatta yaptığı rutinleri yapmıyordum. Kendime farklı bir yol çizmiştim ve onu bir yol hâline getirmeye çalışıyordum.
Bir süre boyunca gözlerimi dahi kırpmadan izlediğim tavan kalan gücümü de emiyordu. Uyumaktan korkuyordum. "Sabah olmasına çok var, ertele Milen," diye teskin ettim kendimi. Bana acı vereceğini bile bile ağırlaşan göz kapaklarıma direnemeyip gözlerimi yumdum.
Hemen baş ucumdaki saatten gelen "tik tak" seslerini kendime bir müzik hâline getirdim ve kulağıma bir ninni gibi gelmesini sağladım. Hayır, değiştir bu sesler sadece o zamanın gelişini hatırlatıyordu.
Bu gece uyuyamıyordum, hiç olmadığım kadar korkuyordum. Bu gece nasıl kâbuslar göreceğimin endişesi vardı üstümde. Aldığım hiçbir nefes beni rahatlatmaya yetmiyordu. Bölük pörçük nefeslerimin arasında bu döngüye şikâyet eden kalbimi ferah tutmaya çalışıyordum.
Karanlığın içindeki o korkunç melodiyi dinledim. Baş ucumdaki saat çok yaklaştığını söylüyordu, vakit gelmeden o zamana kadar kendimi bir şekilde uyutmam gerekiyordu.
Aklımda hayaller kurmaya başladım. Kendi içimde hayal dünyasında bir hayat inşa etmiştim ve ne zaman gözlerimi yumsam kendimi orada bulurdum.
Düşündüklerimle gülümsedim.
Peşimdeki karanlık güvendiğim bütün ışıkları zihnimde yavaş yavaş söndürdüğünde, kendimi bir anda o köhne sokaklarda nefes nefese koşarken buldum.
Saatin sesi kesildi ve odamın kapısı yavaşça aralandı.
Bir başka kâbusun içindeydim ama bu sefer her zaman olan kâbuslardan çok daha farklıydı. Gecenin ayazı altında bedenim zangır zangır titrerken, pus etrafımı bir çember gibi örmüştü. Koca gövdeli ağaçlar kupkuru, sanki asırlardır yağmur yağmamış gibiydi burada.
Ruhumun etrafını saran korku ise öylesine yoğundu ki nefes alsam diken gibi boğazıma batacaktı. Kaçmak ve kurtulmak istiyordum ama sanki ayaklarıma prangalar takılmış gibi altında oturduğum ağaçtan uzaklaşamıyordum.
Kocaman bir ormanın içinde karanlığı dağıtan tek ışık, her iki yanımda yanan meşalelerin yorgun aleviydi. Dizlerimin üstüne çökmüş, önümdeki kocaman kitabın sayfalarındaki satırları okuyordum. Ama arkamdan gelen kadının sesi buna izin vermiyordu.
"Raven." diyordu bir ses, içinde acı hiç bu kadar kendini belli etmemişti. "Savaş senin Raven. Ya kazan ya kaybet ama sakın teslim olma!"
Başımı çevirip ona "Benim adım Milen." demek istedim ama görünmez eller omuzlarımı kavramış ve sanki kitaptan başka hiçbir yöne bakmama izin vermiyordu. Her okuduğum kelime bir hançer olup kalbime saplanıp kanatıyordu. Ama en çok da bana yalvaran o kadının sesi acıtıyordu.
"Okuma Raven, çember açılıyor okuma!"
Bilincim dışında okuduğum sayfalar geriye çekiliyor ve başka bir sayfa gözlerimin önüne seriliyordu. Sararmış sayfaların üzerindeki mürekkep okudukça dağılıyordu.
Ne yapıyordum ben?
Etrafımda birden fazla kişinin varlığını hissediyordum ve benim sessizce okuduğum sayfalarla birlikte meşalenin alevi güçlü bir rüzgâr tarafından sallanıyor, etrafımdaki bedensiz kişilerin gölgesi daha çok yaklaşıyordu.
Bu sayfaları okumak istemiyordum, bu bir kâbustu o zaman neden çıkamıyordum? Neden sanki bu yaşadığım her şey gerçekmiş gibi korkuyordum? Neden sanki kâbuslara bile muhtaç olacakmışım gibi çaresiz hissediyordum?
"Raven uzaklaş o kitaptan! Lütf-" Sesi yarıda kesilip karanlığın içinde kaybolduğunda, sadece boğuk bir çığlık sesi duydum. Son sayfa da bittiğinde etrafımdaki meşalelerin alevi söndü. Kitabın kapakları kulakları sağır edecek bir sesle gürültüyle kapandığında birinin adım sesleri duyuldu.
İşte o an, saatler gibi gelen zamandan sonra başımı kaldırıp karşıma baktım. Ayın karanlık tarafından gelen o adamın silüetini gördüm. Her bir zerresinden karanlık akıyordu, her bir parçası siyahtı. Gülüyordu, hayır bu bir zaferin kahkahasıydı.
Her adımında üzerindeki kostümün parçası yere sürtünüyor ve çıkan sese kulaklarımı tıkamak istiyordum. O yaklaştıkça arkasındaki karanlığın içine saklanmış o insanları da gördüm. Onun yüzünü göremedim ama arkasındaki binlerce kişinin bulanık yüzünü gördüm. Hiçbirisi tanıdık değildi. Ama en arkadan çıkıp öne gelen kişi işte o ruhumda büyük bir deprem etkisi yarattı. Sarsıldım sanki. Ne dizlerimin temas ettiği soğuk toprak, ne önümde bana engel olmuş kitap, ne de o kadının yalvarışları.
O adam babamdı, hayır inkâr etmek istedim ama oydu. Donuk yüz ifadesiyle bana bakan gözlerinde hiçbir tanıdık duygu yoktu.
Gözlerim yüzden kopup her zaman olduğu gibi sol kolunu buldu. Kolunu örtüp kapatan o kumaşın altındaki SİHİN yazısının ışığı bakışlarımı oraya kilitledi. Zorlukla dizlerimin üzerinden geriye çekildiğimde geceyi ürküten o ses ıssız ormanda yankılandı.
"Kaçıp saklandığın o dünyada kendi ayaklarınla bana geldin Sisel Raven." Bu ses babamın yanındaki o yüzü görünmeyen adamın sesiydi. Öylesine güçlü bir hissi vardı ki soğuk nefesi uzaktan gelip etrafımda bir rüzgâr gibi esip dağıtıyordu her şeyi. Her iki meşale yeri boyladığında, hiç hareket edemedim. Bana doğru bir adım attı. "Ve şimdi elimdesin Raven." Ölümden bile korkutacak kadar nasıl bir tehlikesi vardı bu adamın?
O, kan dökmeyi arzulayan bir canavarın nefesinde solumuştu yaşamayı ve ben ölümü onun acımasız ellerinde seveceğimi hissediyordum.
Kan ter içinde gözlerimi açtığımda nefes nefeseydim. Elim doğrudan boğazıma gittiğinde öksürük krizine girmiş gibi öksürmeye başladım. Derin derin nefesler aldım ama yetmiyordu. Boğuluyordum, biri kalbimi avcuna almış ve orada sıkıyordu sanki. Elimi boğazımdan çekip göğsümü ovaladım.
Ne görmüştüm ben öyle?
Gelecekten bir kesit gibiydi. Boynumdaki elim kolyemi buldu. Saçlarım terden şakaklarıma yapışmıştı. Üzerimdeki örtüyü iteleyip hızla banyoya doğru koştum. Başım dönüyordu, banyoya girdiğim an direkt lavabonun önüne geçip musluğu açtım. Birkaç defa soğuk suyu yüzüme çarptıktan sonra ellerimi lavabo tezgâhına dayadım ve bakışlarımı yukarı çıkardım.
Aynadaki aksime baktım.
Yansımada gördüğüm kişi ben değildim. Kan çanağına dönmüş siyah gözlerim korkuluydu. Omuzlarımda biten koyu saçlarım dağınık, tenim solgundu. Kuruluktan çatlamış dudaklarım uzun süredir suyla temasa geçmemiş gibiydi. Fakat beni rahatsız eden bu değildi.
Boynumda duran elim ensemden boynuma gelen kızarıklığa gitti. Sertçe yutkundum. Kızarıklığa dokunduğum an elim ateşe değmiş gibi geri çektim.
Kâbus görürken kendime zarar vermiş olamazdım değil mi? Kalbim bu düşünceyi yalanladı.
Hayır, kimse kâbus görürken kendine zarar vermezdi.
Ensemdeki kızarıklık normal değildi. Bir şekil almıştı ve daha net bakınca boynumdaki ucu güneş olan kolyenin bir benzerinin tenimde şekillendiğini gördüm. İlk defa böyle bir kâbus görmüştüm. O adam kimdi, son kısımda bana söylediklerini hatırlamıyordum. Ama o an hissettiğim o çaresizlik boynuma kanlı bir urgan misali dolandı.
Omzumun hizasında biten saçlarımla boynumu kapattım. Aynaya daha fazla bakmayı kesip, duvarda asılı havluyu alarak yüzümü kuruladıktan sonra havluyu tekrar astığımda banyodan çıktım. Odama kısa bir göz gezdirdim. Pembe, yedi yaşındaki bir kız çocuğunun odası gibi rengârenkti. Ben canlı renkleri severdim çünkü içinde kendimi hiç olmadığım kadar huzurlu ve mutlu hissediyordum. Küçük kitaplığımda yetişkinlerin okuduğu kitapların yerine renkli kapaklara sahip hikâyelerin olması canım her sıkıldığında soluğu o kitaplıkta almamı sağlıyordu. Evet, yirmi dört yaşına gelmiş ama hâlâ masallarla uyuyan biriydim. Pudra pembesi aynalı konsol ile aynı renk yatak örtülerim beni bu odada en çok cezbeden renkti aslında. Bir de küçük kare penceremin manzarasını kısıtlayan ördek desenli perde. Köşede üst üste yığınla attığım oyuncakları saymıyorum bile. Tamam, onlarla oynamıyorum ama ne bileyim, orada olmalarını garip bir şekilde istiyorum. Bir de tüylü kahverengi halım, onun üzerinde uzanmak gerçekten çok güzel bir histi. Elimde olsa bu odayı bir masal dünyasına çeviririm de imkânlarım kısıtlı.
Odama bakmak beni bir nebze de olsa o korkunç kâbusun etkisinden çıkartmıştı.
Giysi dolabımdan hızlı bir şekilde siyah boğazlı bir kazak ve siyah yüksek bel bir pantolon aldım. Üzerimdeki kıyafetleri çıkartıp kıyafetlerimi vakit harcamadan giydiğim gibi yatağıma doğru ilerledim. Toz pembe komodinin üzerine bıraktığım telefonumu alarak ekranı açtığımda, gelen bildirimleri gördüm.
Babam mesaj atmıştı. Babamdan sonra hiç beklemediğim birinden mesaj gelmişti. İşte bu ismi günler sonra ekranda görmeyi hiç mi hiç beklemiyordum.
Şaşkın gözlerle bana attığı mesaja baktım, en önemlisi mesajı attığı saate. Gördüğüm rakamla kaskatı kesildim. Saat on biri kırk geçe bana bu mesajı mı attı? Okuduğum mesajı bir kez daha okudum.
ÇAĞLAR:
İş başındayken beni aramamanı söylemiştim Milen. Neden ısrarla defalarca arıyorsun? Ve seni ararken neden açmıyorsun telefonlarımı?
Hayır, beni hiç aramamıştı Çağlar ve ben hiçbir zaman da telefonu kapatmamıştım. Her zaman aradığı gibi cevap vermiştim. Üstelik akşam hangi saatte eve geldiğini bildiğim için onu eve gelirken arardım. Çağlar'ı hiçbir zaman işteyken aramamıştım.
Kaşlarımı çatarak attığı diğer mesaja baktım.
ÇAĞLAR:
Yarın pazar, seninle her zaman buluştuğumuz Kafeye gel. Uzun zamandır hiç doğru düzgün seninle vakit geçiremedik. Seni sabah orada bekliyor olacağım.
11:40
Haftalar sonra bana bu mesajı atmıştı. Donmuştum resmen. Bu çocuğa ne olmuştu böyle? Ben bir haftadır benimle konuşmamasının ardından benimle ayrılacağını düşünürken, şimdi o buluşmak istediğini söylüyordu.
Ortada bir gariplik vardı.
Çağlar bana asla adımla hitap etmezdi. Bana hep 'Işığım' derdi, tuhaf bir şekilde bana bu mesajda ismimle hitap etmişti.
Olayın üzerine çok düşmedim çünkü şu an düşündüğüm son şey bile olamazdı Çağlar. Uğraşacağım daha önemli bir durum vardı. Mesajlardan çıkıp Beril'i aradım. Bugün geç kalkmıştım, saat neredeyse yedi oluyordu ve ben bu saate kadar uyumuştum. Genelde altı uğurlu sayımdı, onun dışına çıkmazdım.
Telefon birkaç çalışın sonrasında Beril'in öksürüğüyle açıldı. "Alo, Milen?" Bana seslenişiyle yatağın köşesine oturdum. Tırnaklarımı gerginlikten kemirmeye başlamıştım bile. "Buradayım Beril, söyle ne buldun? Babamın ne işi varmış o eski şantiyede?" Beril derin bir nefes aldıktan sonra, "Bilmiyorum, tek bildiğim Alihan abinin her gece oraya gittiği ve-" Sözlerinin devamını getirmesine izin vermeden lafını kestim. "Ne? Nasıl! Babam her gece eski bir şantiyeye mi gidiyor, doğru mu duydum?" Hışımla ayağa kalktım.
Aklım almıyordu. Elimi alnıma koyup sakinleşmek adına gözlerimi birkaç saniyeliğine yumdum. "Beril lütfen bana şaka yaptığını söyle. Bu adam her gece ne diye eski bir şantiyeye gitsin?"
Beril'in öksürük sesi geldi, sanırım hastalanmıştı. "Maalesef şaka yapmıyorum ama hemen panikleme, belki bir iş için gidiyordur." dedi uykulu bir sesle. Çıldırmanın eşiğindeydim. Odanın içinde rotasızca yürürken, kendime hâkim olamadan sert bir dille, "Ne işi ya? Bu herif polis ya, polis! Gece gece oraya cinleri görmeye mi gidiyor?" Beril'in bir şey söylemesine müsaade etmeden telefonu yüzüne kapatıp odamdan çıktım. Koridor boyunca ayaklarımı yere vura vura yürüdüm. Rotamı doğrudan mutfağa çevirdim.
Mutfağın kapısından içeriye girdiğimde babamı yemek masasında otururken buldum. Önünde bal kavanozu ve hasır ekmek sepeti duruyordu. Elindeki bıçakla ekmeğine bal sürerken oldukça dikkatliydi.
Benim gelişimle birlikte başını kaldırıp bana baktığında, telefonu cebime koyup yutkunmaya çalışarak içeriye girdim. Babam yüz ifademe bakıp, "Günaydın." dedi sorgulayıcı bir tonda. Beyefendi çoktan hazırlanmıştı; üzerinde koyu lacivert bir gömlek ve siyah kumaş bir pantolon vardı. Yaşıtlarına göre oldukça dinç ve uzaktan bakınca kırklı yaşların ortasında bir adam gibi değil de otuz yaşında gibiydi. Belki de bu yüzden çoğu zaman ondan nefret ediyorum. Kız arkadaşlarım sırf onun için benimle takılıyordu. Geçip kendime bir sandalye çekip oturduğumda, "Sana da günaydın, Bay Gizemli." dedim imayla. Dün bana olan davranışlarına artık alınmıyordum ama benden gizledikleri... İşte bunu normal karşılamazdım.
Bu ima ile birlikte kaşları çatıldı, daha sonra bir şeyi hatırlamış gibi, "Ha, dün gece öylece çıkıp gittiğim için böyle davranıyorsun." dediği an bunu bekliyormuşum gibi şiddetle karşı çıktım. "Hayır efendim, dün gece için değil, bütün gecelerden bahsediyorum ben." Babama nasıl baktıysam ifadesi katılaştı. "Bana öyle bakmayı kes, ben bir polisim. Benim için yer ve zaman yoktur." Yine her zamanki gibi katı cevaplar veriyordu. Kendisiyle ilgili hiçbir şekilde açık nokta bırakmıyordu. Haksızken nasıl haklı duruma düşüyordu hâlâ aklım almıyor doğrusu.
Önündeki bal kavanozunu ve ekmek sepetini önüme çektim. "Zamanmış, kusura bakma ama hiçbir polis her gün eski şantiyeye gitmiyor. Üstelik gece vakti." dedim kınayıcı bir şekilde.
Kavanozun kapağını açıp babama döndüm. Sorgulayıcı bir biçimde gözlerinin içine bakarak, "Ya sen söylesene senin ne işin var o eski şantiyede? Belanı mı arıyorsun baba ya?" Onun için endişelendiğimi gerçekten görmüyor muydu? Neden benden nereye gittiğini, ne yaptığını saklıyordu?
Bıçakla elimdeki ekmek dilimine bal sürmeye başladığımda, "Sen beni mi takip ediyorsun?" dedi, bu düşünce bile onu öfkelendirmeye yetmişti. Tek kaşımı usulca kaldırdım. Kirpiklerimin altından ona kısa bir bakış attığımda sinirle bakan gözleri bende bir etki yaratmadı desem yalan olurdu. Ama başka bir şeye takıldım. "Ha, kabul ediyorsun oraya gittiğini." Alayla gülümsedim. "Ne saklıyorsun bilmiyo-"
"Beni takip mi ettin sen Milen!"
Öyle bir bağırdı ki masadaki bal kavanozu titredi. İçgüdüsel olarak kendimi geri çektim. Öyle kolay kolay bağıran bir adam değildi ama kendince belirli bir sınırda kuralları vardı.
Sorgulanmaktan hiç hoşlanmıyordu.
Durup karşısında yerime sinmek yerine başımı kaldırıp cesur bir ifadeyle itiraf ettim. "Sen söyle baba, etmeyip de ne etseydim? Merak ediyorum babamın her gece nereye gittiğini. Hadi ben susuyorum sen söyle baba, yanlış mıyım?" Sandalyemi sertçe itip ayağa kalktım ve karşısına dikildim. Onu takip ettiğim için bana duyduğu kızgınlık keskin çehresine yansırken, koyulaşan harelerindeki değişim susmam gerektiğini söylüyordu. Ama hayır, bugünlük için susmayacaktım.
Benden habersiz iş yaptığı için ona öfkeliydim. Avucumu açıp işaret parmağımla saymaya başladım.
"Sen benim konuştuğum erkeklere kadar karışıyorsun, bir şey demiyorum, bu bir. Eve geliş gidiş saatlerimi sorguluyorsun, ses çıkarmıyorum, bu iki," Duraksadım. Yüzük parmağımı kapattığımda, sabırla konuşmamın bitmesini bekliyordu. "Her şeyime karışıp kısıtlıyorsun yine de babamsın diye, ona da tamam diyorum, bu oldu üç." Her iki elimi belime yerleştirip, anlamıyormuş gibi yüzüne bakmaya devam ettim.
"Ama ben senin hâlâ her gece eski bir şantiyeye gittiğini bilmiyorum." Sinirden elim ayağım titriyordu. Bizim birbirimizin her şeyinden haberdar olmamız gerekirken, biz aynı çatı altında iki düşman gibi ser verip sır vermiyorduk birbirimize.
Durdum, bunca saydığıma bir cevap vermesini bekledim.
Ama vermedi.
Kalktığım sandalyeye tekrar kurulup bu sefer sakin olmayı deneyerek, elimi masanın üzerindeki elinin üzerine koydum. Öfkeyle gözlerini çekti benden, bir şeyleri saklıyordu. "Baba." dedim. Bana dönmesi için. "Söyle neyse beraber halledelim. Benim bilmediğim düşmanların mı var yoksa?" Düşünceliydi ve bir o kadar da sinirli. Kendini bir şey söylememek için zor tutuyordu. Bacağını gergince sallıyor, bakışlarını sabırsızca etrafta gezdiriyordu. Soğuk kahveleri yemek masasını bulduğunda, kurtarıcısını bulmuş gibi dudakları iki yana kıvrıldı. Düşündüğüm şey aklına gelmiş olamazdı değil mi?
"Bugün kahvaltı sırası sende canım kızım. Neden hâlâ boş masada oturduğumu sorabilir miyim acaba?" Kahretsin, nasıl bir hafızaysa bu durumda bile tetikteydi. Ve ayrıca benim sorularımı görmezden gelip masaya mı takılmıştı? Dişlerimi sıktım. Peki madem bana bir cevap vermeyecekti ben de kendi yöntemlerimle bulurdum işin aslını. Önüme dönüp alayla bakışlarımı üzerinde gezdirdim. "Bugün sıra senindi babacığım. Bakıyorum da geceleri şantiyelerde gezmekten unutmuşsun her gün evde yaptıklarını."
"Dün bulaşıkları ben yıkadım." dediğinde oldukça rahattı. Sert bir nefes aldım. Dün akşam eve gelirken dediği gibi akşam ki bulaşıkları yıkamıştı.
"Ben de evi temizledim." Kahretsin ki yalandı.
"Kahveleri ben getirdim."
"Ben de maç sonrası dağınıklığını topladım!"
"Emniyete gideceğim. Senin işin yok, evdesin. Kalk, hazırla."
"Benim de bir kantinim var babacığım ve ayrıca işe gidiyorsun, bu bana bütün işleri yaptıracağın anlamına gelmez." Babamın bakışları hızla bana döndü, soğuk kahveleri kınayarak bakıyordu şimdi. "Bir kız babasının kahvaltı hazırladığı nerede görülmüş?" Söyledikleriyle gözlerimi belerttim. "Ee, yuh, burada ayrımcılık da yapmayacaksın herhâlde?" Sözlerime bir cevap vereceği an hızla elimi kaldırıp onu susturdum.
Anlamamış gibi yüzüne bakarken, "Ne yani, sen şimdi sen kadınsın diye her şeyi sen mi yapacaksın diyorsun? Ha yani ev işini sadece kadınlar mı yapar? Biz kadınlar sadece erkeklere hizmet yapmak için mi doğduk?" Şaşırdı, dudakları aralandı fakat sonra ne yapmaya çalıştığımı anlayınca başını iki yana salladı. Bana hiç tahammülü kalmamış gibiydi. Ellerini yüzünden çektiğinde, bana korkutucu bir şekilde bakmaya başladı. Fakat bakışları beni susturmaya yetmedi. "Sen bunu mu söylüyorsun bana? Gözümün içine baka baka kadın erkek ayrımı mı yapıyorsun?" Babam çok rahat bir şekilde sırtını sandalyesine yasladığında haylaz bir çocuğa bakar gibiydi. "Kaytarma Milen, kaytarma. Artık yemiyorum bunları." Ağzım açık bakakaldım. Ne kaytarmasından bahsediyordu bu adam? Gözleriyle boş masayı gösterdiğinde, soğuk kahvelerinde sinsi parıltılar geçti. "Kavga etme bahanesiyle bana hiçbir şey yaptıramazsın haberin olsun. Bugün sıra sende. Hazırla şu masayı."
Dişlerimi sıktım. Hırsla masadan kalktığımda, saçımı başımı yolmak istiyordum resmen. Hayır, neden iş konusunda bu kadar tembel bir insan olduğumu da bilmiyorum ki. Ne olurdu biraz çalışkan bir insan olsaydım?
Ama yok!
Ya da ne olurdu babam biraz merhametli biri olsaydı? Hem nasıl bu kadar zeki olabilmişti ki? Oysa ki gayet de oyunculukta usta biriydim.
Ama yok, illa beyefendi her şeyi bilecek! Pes doğrusu, ne yapıp edip kendini bir şekilde kaytarıyordu işten. Arkamı dönüp mutfak dolabından çaydanlığı çıkardım.
Ocağa kaynaması için çay koyduğumda, arkamdan keyifli ıslığının sesini duydum. Ayaklarımı yere vura vura buzdolabına ilerlediğim sırada babamın neşeli gelen sesini duydum. "Kahvaltıda ne yapacaksın? Kurt gibi de acıkmışım." Bir de konuşuyordu! Bu adam hep böyle yapıyordu. Her seferinde bir şekilde kendini işlerden kaytarıyordu. Dişlerimin arasından, "Zıkkımın menemenini yapacağım, yanına da zehir çayı." Buzdolabının kapağını açıp içinde ne var ne yok diye göz gezdirirken babamın hemen arkamdan, "Oo, çok severim. Yanına somurtkan zeytin de yok mu?" Allah'ım, delireceğim. Beni bir zeytine benzettiğine inanmıyorum, hem de somurtkan bir zeytin!
Dolapta gözüme kestirdiğim kahvaltılıkları tezgâha taşıdığım esnada, "Yok zeytin falan." Ters cevaplarıma kahkaha atıp gülüyordu. Beyefendi daha düne kadar yürüyen öfkeydi, bugün ise kahkaha prensi olmuştu. Çünkü çalışan bendim!
Dolaptan çıkarttığım domatesleri yıkayıp doğrama tahtasının üzerine sertçe koydum. Dolaptan bir bıçak alıp tahtaya koyduğum domatesi alıp ortadan ikiye ayırarak yamuk yumuk kesmeye başladım. Yemekle hiç aram yoktu, ne kadar zorlasam da yapmayı beceremiyordum. Babam bile daha güzel yemek yapıyordu, sanırım en çok da bu zoruma gidiyordu. Aslında bir ara çok güzel yemek yapıyordum ama yurt dışına gitme fikri iptal olduğu için yemekle tüm bağlantımı kesip atmıştım.
Domatesleri ezmek istermiş gibi doğrarken o an sebepsizce aklıma bu sabah gördüğüm kâbus geldi. Babamın kolunda bir dövme vardı. Üstelik bunu ilk defa değil, defalarca gördüm kâbuslarımda, neredeyse her gün.
Derin bir nefes alıp bıçağı tahtanın üstüne bıraktığımda bedenimi babama döndürdüm. Sandalyesine yaslanmış bir şekilde eski gazetelerdeki soruları çözüyordu. Hep yaptığı bir şeydi. Gözüm istemsizce sol elinin dirseğini buldu. Koyu lacivert gömleğinin kollarını kıvırsa da rüyada gördüğüm o nokta gömleğin altında kalıyordu. Durup babamı izlediğim için bu dikkatinden kaçmadı. Başını gazeteden kaldırmadan, "Bana öyle bakmaya devam edecek misin?" dedi, bundan rahatsız olmuş bir sesle.
Durduğum yerde kıpırdanıp az önce kalktığım sandalyeye oturdum ve sol elinin bileğini tutup kendime çektim.
Belki kolunda bir dövme olmadığını görürsem artık o kâbusları görmezdim. Babam bileğini tutmama şaşırdıysa da bir şey demedi. Elimi dirseğine koydum ve sabırsızca gömleğini yavaşça yukarıya çektiğimde babam elindeki gazeteyi bırakıp hızla elini elimin üzerine koyarak beni durdurdu. "Ne yapıyorsun?" Elini elimin üstünden itmeye çalıştığımda, "Sadece bakacağım." dedim, babamla hiçbir şekilde göz teması kurmadan.
"Neye bakacaksın?" Neden bu kadar huysuzlanıyordu ki, alt tarafı dirseğine bakacaktım. Elini ittiğim gibi bu fırsattan yararlanarak hemen gömleğini dirseğinden sıyırdım. Gülümseyerek, "Alt tarafı sadece tenlerimizin aynı olup olmadığına bakacakt-" demiştim ki gördüklerimle cümlem yarıda kesildi. Yüzümdeki gülümseme orada donup kaldığında ellerim öylece dirseğinin üzerinde kalakaldı. Hiç hareket etmedim.
Buz kestim.
Bu gördüklerimin hiçbir açıklaması olamazdı. Olduğum yerde put kesildim, ne bir tepki verebildim ne de bir şey söyleyebildim.
Ağzıma kadar gelen bütün kelimeler boğazımda düğümlendi, gözlerimin gördüğü bu karaltı kâbusumdan çıkagelmişti. Farklı bir dilin alfabesiyle yazılmış bu dövme geçmişin aslında en başından bu yana peşimi hiç bırakmadığını söylüyordu.
SİHİN... Bu ismi zihnime yasaklayalı kaç yıl olmuştu? Oradaydı işte, bana hiçbir şeyin son bulmadığı, hiçbir günahın gecenin nezaretinde tutuklu kalmayacağını söylüyordu.
Babamı ne kadar tanıyordum? Ya da onun bilmediğim gerçek kimliğinde asıl olduğu kişi kimdi?
BÖLÜM SONU...
Bir bölüm için bence yeterli bu kadar gizem.
Her yeni kurguda aynı tedirginlik var üstümde. Her ne kadar uzun zamandır kafamda planladığım bir kitap olsa da sizler ilk defa tanışacaksınız SİHİN Dünyasıyla.
Görüşleriniz benim için çok önemli. Karakterler henüz belli değil, ama baştaki karanlık atmosferi eminim sizlerde okurken almışsınızdır.
Milen'nin yaşadığı evde hiç iyi şeyler olmuyor.
Bir sonra ki bölüm ne zaman gelsin?
Bölümün uzunluğu bu kadar yeterli miydi?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |