”Herkesin karanlıkta gizledikleri vardır ve bazen ışık yandığında bile o onlar görünmez kalırlar. Kendi karanlığında yaşamaya devam et, çünkü karanlık gizler varolanı.”
🍂
Herkesin zaafları vardır. Kimisinin gizli, kimisinin görünen, kimisinin ise hiç olmadığı düşünülürken bir çok zaafı vardır. İnsana iradesi dışında yapılan şeylerin bazısı zaaflarıdır, bazısı korkularıdır, bazısı ise güçsüzlüğündendir.
Ben bunların çok dışındaydım, çünkü ben bilinmezliğin içindeydim. Beni zaaflarımla köşeye sıkıştıran yoktu, veyahut korkularının üzerine gelerek beni alt eden de yoktu. Ben zayıflığımdan burdaydım. Herkesin güçlü bir yanı vardır ama ben kendini keşfeden insanlardan değildim. Belki de en iyi yaptığım şeyleri bilseydim nerde ne yapacağımı bilebilirdim.
Benim en iyi bildiğim şey hep kaçmaktı. Bu her konuda bu şekildeydi. Başım sıkışınca kaçardım, benden iş istenilince kaçardım. Hayatımın her konusunda kendimi herşeyden bir şekilde kıl payı kurtarırdım. Ama şimdi çok farklıydı.
Beni nasıl bulduklarını, neden bulup iğleştirme gereği duyan, bunu nasıl başardıklarını bilmediğim insanlarla aynı sofradaydım. Aç kurtlar sofrası.
Kırk fikirli olan biri değildim, ama bir şeye takıldım mı o bulmacayı çözmeden yerimde de durmazdım. Gündüz vakti evde neden bu kadar çok mumluklar vardı? Örnek bu insanlar eğer bu insanların üzerinde neden siyah parçalar vardı? Sihin'de beyaza dair hiçbir şey yokken bu kulübenin bir çok yerinde siyah parçalar vardı. Masanın üzerinde gerginlikten çıkarttığım tıkırtılar bir süredir hepsinin bakışlarının bana dönmesine sebebiyet vermişti.
O sırada dakikalardır sessizliğini koruyan Talan, ”Hava karanlık Rada, yeterince ışık yok burda. Şu kurneleri buraya da getir.” Kurne diye bahsettikleri şey asılı mumluklar mıydı?
Başka bir soru; herşey bana kurulmuş bir tuzak olabilir miydi? Rada'ın bana baktığını hissettim. ”Bilmem biz bu kadar ışığa alışkınız, ama o alışkın değil. Fazla ışıklı alanlarda gözleri rahatsız olabilir.” dedi, sanki gerçekten beni düşünüyormuş gibi.
Bu kızın beni sevmediğine nerdeyse eminim. Ve diğerlerine gelirsek onalar da rolünü çok iyi oynuyorlar.
O an havanın aydınlık olduğunu söylemek istedim ama boynumdaki kolye buna engel oldu.
Tehlikedeydim. Bana bakıp gülümseyen yüzler, kahkahalar yalandan ibaretti. Düşündüklerimle kaskatı kesisldim. Burda güneş yoktu aslında, değil mi? Açık pencereden dışarıya baktım hava aydınlıktı, karanlık değildi. Ama neden sanki karanlığın içindeymişim gibi hissediyordum? Bu pencerelerin hepsi aslında bilerek açık bırakıldı dışardaki hava görünsün diye.
Her birine baktım gittikçe gözümde silikleşiyorlardı sanki. ”Bu dünyanın ismi ne?” diye sorarken buldum kendimi. Gözlerim Talna'ın üzerindeydi. Bana yan bir bakış atıp, ”Burası Sihin. Ve Sihin dünyasından başka bir dünya yok.” derken bile bunu gururla dile getiriyordu. Bir an için ne dediğini farketmiş gibi boğazını temizleyip, ”Yani olmasına izin vermediler, ama biz kendi dünyamızı taşıdığın ışık sayesinde geri kazanacağız.” Bocaladı ve şimdi toparlamaya çalışıyordu.
Bende aradığınız ışık yok demedim, ben o kadın değilim de demedim. Belki de sırf bu yüzden gözlerindeki umut ışığı çoğaldı. Karanlık bir umut ışığı.
Ayakta duran bacaklarım tutmuyordu. Daha fazla onlarla aynı yerde kalmak istemiyordum. Az önce kalkmış sonra yemek yemediğim için beni tekrar masaya oturtan Enil'e kısa bir bakış attım. Ne gerginlikten ne yediğimi bile bilmiyordum, ama yediklerim beni doyurmuştu. Sandalyemi itip ayağa kalktığımda ilk konuşan kişi Enil oldu. ”Nereye gidiyorsun? Daha konuşmamız gereken çok şey var.” Arkamı döndüğüm an bir hareketlenme oldu. Adım atmak yerine derin bir nefes alıp kaçağımı düşünen Ekip'e baktım. Melnzer kaçacağım diye ayağa kalkmışken Enil bana endişeyle bakıyordu. Rada ise sandalyesinde umursmazca yan dönmüş bir ayağını diğerin üstüne atmış sallıyordu. Burda kalmamı istemeyen kişi Rada'ydı.
Hepsine sıcak bir gülümseme gönderirken, ”Ben biraz dinlesem iyi olacak, gözlerim karardı sanki. Siz keyfinize bakın. Sonra konuşuruz bu konu hakkında.” Rotamı üst kata yönlendirirken hemen arkamdan Enil'in, ”Dur, sana kalacağın odayı göstereyim.” Ona her ne kadar gelmemsi gerektiğini söylemek istesem de bu şüphe çekeceği için sadece başımı onaylamakla yetindim. Böylece masadan kalkmış benimle birlikte odaya kadar gelmişti.
Hiçbirisi itiraz etmemişti, çünkü aradıkları o kadının ben olduğuma artık emin olmuşlardı.
Apar topar çıktığım odanın kapısından içeriye girdiğim an, Enil de peşimden girdi içeriye.
Bedenimi usulca ona döndürürken vücudumu dikkatle süzdü. ”İyi misin?” diye sordu telaşlı bir sesle. Şuan kahkahalarla gülmek istedim ama kesinlikle gülmek istediğimden değil.
Bakışlarımı ondan kaçırıp, ”Biraz dinlensem daha iyi olacağım.” Ona arkamı dönüp yatağa doğru gidince aklıma gelen detayla omzumun üzerinden dönüp öylece bana bakakalan Enil'e, ”Şey birde bedenimi örtecek bir hırka veya mont var mı? Yani ben alışık değilim böyle açık giyinmeye.” Enil bir kaç saniye düşünceli bir şekilde yüzümün aldığı şekli incelerken başını onaylı anlamda salladı.
Yalan konusunda üstüme yoktu! Ama keşke biraz da şanslı olsaydım.
Enil odanın içinde farketmediğim Eflatun rengine boyanmış ahşap dolabın içini karıştırdı. Ve bir kaç saniye sonra elinde uzun önü kapalı olan içi kürklü siyah bir pelerin getirip bana uzattı. Elimi uzatıp oldukça büyük olan pelerini alırken, ”Teşekkür ederim.” diye mırıldandım.
Enil birşey söylemeden odadan çıkıp gittiğinde, elimdeki pelerini vakit kaybetmeden üstüme geçirdim. Geniş yarasa kolları ve uzunluğu üstümdeki eteği örtüyordu. Hem sıcak hemde kendimi kamufle etmem için iyi bir avantajdı bu pelerin. Önündeki büyük düğmelerinin bir kaçını iliklerken pelerinin büyük şapkasını saçlarımın tamamını kapacak şekilde örttüm.
Odanın içinde dönüp arkamdaki büyük kahverengi pencereye baktım. Pencerenin kenarında duran lavanta rengindeki çiçekler çok güzel görünüyordu ama biraz sonra yapacağım eylem yüzünden artık güzel olmayacaklardı.
Boynumdaki koyeyi kavraykp güç dilendim, ve bana istediğim cesareti verdi.
**
Düzensiz soluklarım yüzünden ellerimi dizlerime bastırıp hızlı hızlı nefes alırken gırtlağımdan aşağı inen nefesler boğazımı yakıyordu. Koltuk altlarımdan ve başımdan aşağı inen ter durmaya devam edersem tenimde donup vücut ısımı düşürecekti ama bu hâlde bir adım daha atacak gücüm yoktu.
Aralıklı dudaklarımın arasından çıkan boğuk nefeslerim soğuk havada buharlaşıyordu. Başımı çevirip omzumun üzerinden gerimde kalan ormana baktım. Gece kadifemsi siyahıyala ormanı karalamıştı. Önümdeki kaya çıkıntıların ve ağaç köklerinin oluşturduğu dik yamaca doğru tırmanırken esen sert rüzgârın sesi ağaç dalların arasında ıslık çalıyordu.
Bacaklarıma yüklendim ve tüm kuvvetimle koşmaya başladım. Elimde odadan araladığım şamdan mumluklardan biri vardı ve bu sayede kör ormanın içinde yolumu bulabiliyordum.
Şimdiye dek yoklugumu farketmiş, belkide peşime düşmüşlerdi. Umurumda değildi benim bugün burdan bir şekilde kurtulmam gerekiyordu. Dik yokuş yolun sonunda Zorlukla da olsa tepeye çıktığımda, soğuk tüm gücüyle vücumda açık kalan yerleri kamçıladı. Can yakıcı bir soğukluk vardı, ama hiçbiri şuan gördüğüm manzarayı etkileyemezdi.
Sihin tüm görkemiyle karşımdaydı. Gözterişli ve iştihamıyla ağzı açık bırakacak bu dünya kötülükle beslenen ruhların yuvasıydı. Ve burdan çıkmak ise mucize gibi bir şey olmalıydı. Baktığım bu uçsuz bucaksız dünya gözümü korkutuyordu artık.
Sahiden ben burdan sapasağlam kurtulacak mıydım? Kendi dünyama, şehrime, evime dönebilecek miydim?
Kulağa artık çok imkânsız geliyordu bu düşünce. Derinden yutkunup tepeden aşağı dikkatle inmeye çalıştım, en ufak bir hatamda düşüp kemiğimi kïrabilirdim burda. Ve bu isteyeceğim son şey dâhi olamazdı.
Bugün Sihin her zamankinden daha tehlikeliydi biliyorum çünkü Talan denen herif bugün Sihin'de ölüm maçının olduğunu söylemişti.
Kaçmamam için gözümü korkutmuş de olabilir gerçekleri de söylemiş olabilir. Onlar Sihin halkındandı, hiçbir güç beni onların Titâs halkından kalan son insanlar olduğuna inandıramazdı.
Ki o iki Peri o bölgenin halkıyla birlikte yokolduğunu söylemişti. Ve ayrıca siyah taraf nasıl koyu renklere bağlıysa eminim ışık tarafı da bir o kadar açık renklere bağlı. Ve onların karanlık yanı kılı kıyafetlerinden belli oluyordu.
O Kulübenin kaçmam zor olmamıştı ama uzun yolu aşıp gelmek işte bu hayatımdaki en zor şey olmuştu.
Çok fazla susamıştım, boğazım kupkuruydu.
Benim biran evvel Sihin'e ulaşmam gerekiyordu. Eğer burine güveneceksem o kişi de benim seçtiğim kişi olmalıydı en azından burdan kurtulana dek.
Ormanın sonu sadece Sihin'e çıktığı için başka bir yere gitme lüksüm yoktu. Hangi taraftan gitsem yolum yine Sihin'e düşecekti çünkü Sihin ormanın etrafinı sarmış durumdaydı. Akıl almaz bir büyüklüğe sahip olması ise uzaktan bakmamla bir kez daha tanıklık etmiştim bu gerçeğe.
Sarı ışıklandırmalar şehri karanlıkta görünür kılıyordu. Her tarafıyla simsiyahtı tek renk rengârenk ışıklardı içinde.
Sonunda ormandan yokuş sağı inmeyi başardığımda kendime bir aferin demem gerekiyordu. Bu şartlar altında soluksuz bir kez bile dinlenmeden gelebilmiştim.
Tek tük evlerin arasında geçerken duyduğum coşkulu seslerle adımlarım durdumuştu. Kalabalık sesler birbirine karışıyor kelimeler anlaşılmaz kalıyordu bütün seslerin arasında.
O kadar çok ses vardı ki bağırışlar, haykırışlar, tezahürlatlar hepsi iç içeydi. Korku kalbime ok gibi saplandı. Talan doğru söylüyor olabilir miydi? Bir taraftan bu durum benim için avajtajenken diğer tarafan dezavantajdı.
Bugün herkesin dışarda olması yani herkesin tek bir noktada toplanıp Ölüm Maçı için toplanması Sihin'in içinde daha rahat geçmeme sebepken bir diğer taraftan ise o kalabalığa denk gelmem vardı.
Tek temennim bugün şansın benden yana gülmesiydi.
Pelerinimin şapkasını iyice yüzümü gizleyecek şekilde indirirken büyük binaların arasına karıştım. Kalabalık seserin geldiği yere gitmek yerine rotamı değiştirip sağ tarafa dönüyordum ki arkamdan birinin bağırmasıyla yerimde kaskatı kesildim.
”Opube gôreg tâni! lii çansorés honeda! (Hey kimsin sen! buraya gel!”
Ama seninki de sorun Milen! Buraya kadar bile geldiysen oturup şükredecekken birdde şikâyet mi ediyorsun? Ama umut etmek benimde hakkımdı değil mi? İlk defa şansım yaver gitti şimdi bu çıktı başıma.
Peşimden gelen kişi bir erkek çocuğuydu. Hız kesmeden koşarken oda benim arkamdan geliyordu. Salak mıydı bu çocuk? Sokata gördüğü herkesin peşinden böyle gidiyor muydu? Hayır renkliyim diye şüphelendi diyeceğim ama üstümdeki önü kapalı pelerin siyahtı. Bu insanaların aklı dengesi yerinde değildi.
Anlamadığım bir dilde peşimden yetişmeye çalışırken bağırıyordu. Büyük ihtimalle durmamı söylüyordu. Hah durmamı bekliyosa çok beklerdi!
Koşar adımlarla sokaktan çıkarken içimdeki tedirginlik kat ve kat büyümüştü. O çocuk beni takip ettiğinden dolayı ona taraf giden yoldan değilde kalabalık seslerin geldiği yere doğru gidiyordum. Allah kahretsin gerçekten böyle bir bahtsızlık olmazdı artık. ”Bu şansızlıkla telef olacaksın bir gün ama hangi gün." diye söylendim kendi kendime.
Evlerin arasından sıyrılıp çıktığımda kendimi meydan gibi boş bir alanda buldum. Panikle etrafımı kolaçan ettim.
Burası şehrin ortasındaki kutlama ve festival günleri için kullanılan boş bir alandı. Görüş açıma giren büyük küleye benzeyen devasa yapı oldukça ürkütücüydü. Alçak bir çatısı ve hiçbir penceresi yoktu. Sihin'deki hiçbir eve benzemiyordu çünkü burası bir ev değildi. Mahzen olurdu, hapishane olurdu ama insanların yaşayacağı bir yer değildi. Kulaklarıma gelen haykırış sesleriyle ellerimi kulaklarıma bastırmak istedim ama o an sadece bu manzaraya bakıyordum. Dehşet denilecek bir türdendi. Dikdörtgen bir çatısı vardı dışını süsleyen kırmızı şıklar vahşet gibi geliyordu gözüme. Simsiyahtı tek renk kırmızı ışıklardı. Çatılardan aşağıya sarkan kocaman kalın zincirler ödümü kopartmıştı. Etrafına örülen duvarların üstünde de dikenli teller vardı. Burası korkunç bir zindan gibiydi.
Adımlarım geri gitmek istedi ama geride de insanlar vardı. Bu maç her ne ise şehrin bir çok alanında yapılıyordu ama benim denk geldiğim maç normâl insanların kendi arasında yaptığı savaş gibi değidli. Önümdeki kapalı alanda her ne oluyorsa coşkulu seslerin arasından bir adamın acı dolu bağırışlarını duydum. Kaşlarım çatıldı. Ne oluyordu bu lânet yerde! Ölüm derken gercekten birilerini mi öldürüyorlardı?
Boynumdaki kolye soğudu ve tenime acı bir soğukluk bırakı. İçimdeki his oraya gitmem ve bu saçma şeyi bozmam için beni dürtüyordu ama bir taraftan korkak adımlarım bedenimi geri çekiyordu.
Orda tehlike vardı, ve öylesine değildi. Bu büyük bir tehlikeydi hissediyordum. Sanki orda benim için kurulmuş bir tuzak vardı ve ben bile bile gidiyordum oraya.
İnsanların bağırarak söylediklerini anlamıyordum ama bağıran kişinin acılı haykırışını duymamak için sağır olmak gerikirdi. Oraya gitsem dâhi bu düzeni kuran kişilere karşı gelemezdim ama öylece sırtımı dönsem sanki keskin bir bıçak saplanacaktı sırtıma. Nefeslerim düzensizleşti.
Bu maç diğerlerinden farklıydı.
Pelerinimin şapkasını iyice yüzüme örttüm ve saray büyüklüğündeki yapıya doğru ilerlemeye başladım. Bu alanda hiçbir ev, bina yoktu. Sihin'in ortasındaydı ama sanki insanlar buraya olan korksundan ötürü Sihin'i bu korkutucu yapıdan uzaklaştırmışlardı. Bu bölge buram buram ölüm, kan kokuyordu.
İçerde kimlerin olduğunu bilmiyordum ama kapıdaki adamların yüzü kapalıydı. Ellerinde gelenleri engellemek için hiçbir şey yoktu. İşte bu beni şaşırttı.
İstesem de kendime hâkim olamıyordum, orda değerli biri vardı sanki ve ben onu kurtarmak istiyordum.
Uzun mesafeyi aşıp korkunç saraya yaklaştığımda, tamda düşündüğüm gibi kapıdaki adamlar hareketlendi. ”Kimsin sen bu bölgede ne işin var? Zelcir'in yasaklı yer olduğunu bilmiyor musun?” İşte bu dili biliyordum. Hem anlıyor hemde garip bir şekilde konuşabiliyordum. Ama bir saniye o demişti?
Zelcir'in yasaklı yer olduğunu bilmiyor musun?
Yutkundum ve başımı kaldırıp Zelcir dedikleri evin çatısına baktım. Tekrar yutkundum. Birşeyler beni oraya çekiyordu ama sanki... Hipnoz ediliyor gibiydim. O an kendimde dâhi olmadan, hiç söylemem gereken bir yalana başvurdum. ”Ben... Eğitmenin sevgilisiyim, yaşamak istiyorsanız eğer çekilin önümden.” dedim oldukça üstün ve küçümseyici bir ses tonuyla.
Ciddi anlamda onun sevgilisi olduğumu mu söylemiştim?
Bu benim hatam değildi. Ne oluyordu? Hiç aklımda yokken onun adını mı vermiştim üstelik sevgilisiyim diye?
Adamların yüzünü görmesem de bana alayla baktıklarını hissedebiliyordum. ”Onun sevgilisi olma yalanıyla buraya girebileceğini mi zannettin? Eğer yaşamak istiyorsan bu yalanın ona ulaşmadan git burdan.” diye tehdit ettiler beni.
Başımı yerden kaldırmadan, yalanımı sürdürmeye devam ettim. ”Bana inanmıyorsanız ona sorun, ama bunu yaparken lütfen bana ettiğiniz saygısızlıktan bahsetmeyin. Tabii yaşamak istiyorsanız Beyler.”
dedim alaya karışık bir şekilde.
Allah aşkına bu sözleri ben mi söylüyordum? Bu kişi ben olamazdım. Onları resmen olmayan bir şeyle tehdit ediyordum.
Hâlâ karşılarında durmam ve ısrarla onun sevgilisi olduğumu iddia etmem onları şüphelendirmiş olsa gerek susmuşlardı.
Sanırım onun bir sevgilisi yoktu bu yüzden kuşkuları vardı. Ya da vardı ve bu yüzden girmeme izin vermiyorlardı. Perilerin söylediği doğruysa babası lider. Sihin içinde bilinen ve saygı gören biri olmalı ve bu sebeple her gelenin, 'Ben onun sevgilisim' diye alacak hâlleri yok ya.
Ayrıca içerde olup olmadığını bile bilmeden böye bir yalan söyelmiştim ama izin vermediklerine göre oda içerdeydi. İşte bu gitmemem için yeterli bir sebepti.
Beni içeriye çeken kuvvetli hissin baskısına karşı gelip daha fazla uzatmadan, ”Peki tamam, gidiyorum. Ne hâliniz varsa görün.” diyerek arkamı dönmüştüm ki, kapıdaki adamlardan biri, ”Bekle! Ona haber vereceğim. Böyle büyük bir yalan söyleme cesaretinde bulunduğun an yaşayamacağını da biliyorsundur zaten.” Kasıldım.
Ne demek yaşayamacaktım? Sevgili bahanesiyle ona yaklaşmaya çalışan hiçbir kadın yok muydu burda?
Böyle bir şeyi ilk yapan ben değildim demi?
Hızlıca, ”Gerek yok ben öylesine uğramıştım sadece. Ve gidiyorum. Zaten içerisi bana uygun bir yer değil.” Onun içerde olduğunu bilmek tüylerimi diken diken etmişti.
Ama kapıdaki adam ciddi anlamda onun sevgilisi olmam ve olmamam arasında arafta kalmış gibiydi. İşini riske atmak istemiyordu, korkutuğu her hâlinden belliydi.
Görünen gölgesinde adam başını onaylamazca salladı. ”Bekle dedim sana. Sen değil miydin sevgilisi olduğunu söyleyen? Umarım yalan söylemiyorsun aksi taktirde sana yazık olacak.” Yanındaki adama, ”Sen burda bekle ve bir yere ayrılmasına izin verme.” dedikten sonra avluya girdi.
Yine başıma almıştım belayı! Biri giderken diğeri de kaçmamam için durmuştu ve gözleri üzerimdeydi.
Kaçsam beni yakalayamazdı değil mi? Hayır, bu sefer de yakalanırsam çok kötü olurdu.
Umarım o aşağılık herifin bir sevgilisi vardır ve beni içeriye alırlar. Şuan başka bir umudum yoktu. Böyle bir yalan söylerken kehretsin ölümle sonuçlanacağını nerden bilebilirim ki! Bizim dünyamızda böyle bir kural yoktu. Aşağılanır, hakaretler yer en sonunda da kovulursun hepsi bu kadar.
Bu kadar katı kuralları olan bir dünyada sen en fazla birkaç gün yaşarsın söyleyim sana Milen. Dedi iç sesim.
Geçen bir kaç dakikanın içinde artık olduğum yerde sıkılmaya başladığımı farkettim. Lânet bekçi neden bir türlü gelmiyordu artık? Acaba orda direk öldürdüler mi zavallı adamı?
Sıkıntıdan yanaklarımın içini ısırırken ayağımla ritim tutuyordum. Önümdeki adama diğer bekçi gelmeyince alayla takıldım. ”Sanırım arkadaşın içerdeki eğlenceye kapılıp seni unuttu. Bu durumda benim de gitmem en iyisi olacak.” Adama konuşma fırsatı vermeden arkamı dönüp biraz ilerlemiştim ki, ansızın gelen sesle birlikte adımlarım olduğu yerde durdu.
Titrek bir nefes alıp omzumun üzerinden arkama baktığımda diğer adamın geldiğini gördüm.
Bedenimi onalara döndürdüğümda, adam mahcubiyetle, ”Affedin, size kabalık ettiğim için bağışlayın efendim. Eğitmen içerde sizi bekliyor.” Kalbimin duruğuna o an yemin edebilirim. Ensemden aşağıya buz gibi bir ürperti geçti.
Ne yani şimdi ben sevgilisi olarak yanına mı gidecektim? Hayır, hayır bu asla olmazdı! Ondan kaçarken tekrar ayağına gelmem inanılmazdı. Başımı yerden kaldırmadan kısaca reddettim.
”Gerek yok. Ve ayrıca işlerim var ona sevgilerimi iletirsiniz.” Gitmeye bir kez daha yelteniyordum ki, bekçi hızla öne gelip, ”Efendim lütfen beni zor durumda bırakmayın. Eğitmen içerde sizi bekliyor eğer siz gitmezseniz bana...” dedi ve korkuyla yutkundu.
Sinirle soluyarak ayağımı sertçe yere vurduğumda, ”Eğitmenin canı cehenneme! İşlelerim var diyorum anlamaz herif! Ama eğer ille de git diyorsan hay hay." Adamın yanından geçerken sertçe omzuna çarptım ve benim için açılan kapıdan içeriye girdim
Benim söylediğim yalan yüzünden adamın zarar görmesini istemiyordum. Ama bu başıma açmakta olduğum felaketleri kabulleneceğim anlamına gelmezdi.
Adımımı içeriye attığım an kulaklarımın zarı koptu nerdeyse. Bu nasıl bir sesti böyle. Nefesimi tuttum ve ayaklarıma bakarak yürüdüm. Pelerinin başlığı önümü görmeme izin vermediğinden sadece ayaklarıma bakarak yürüyordum.
Nereye geldiğimi, nerde olduğumu bile bilmiyordum. Ama çok kalabalık olduğu aşikârdı. Bir kaç kişiye çarparak aralarından geçerken birkaçının bana tuhaf tuhaf bakmasına sebep oldum.
Aralıksız yumruk sesleri ve bunun eşliğinde tezahürlatlar. O kadar çok insan ve ses vardı ki, elim kalbime doğru gitti. Allah kahretsin ben kendimi nasıl bir işe bulaştırmıştım!
İnsanların arasından sıvışmaya çalışırken bağıran adamın artık sesi yoktu, ama birşey görmediğimden bu yüzden bu kadar çok zorlanıyordum.
Ama biliyorum Sihin'deki herkes beni tanıyordu ve başımdaki şapkayı indirdiğim an hedeflerinde ben olacaktım.
Ve bir umut kurtuluşum varsa da oda artık yokolacaktı.
Sonunda durduğumda, hemen arkamda, sağımda, solumda duran insanlar leş gibi korkuyorlardı. Yoğun alkol almışlardı belli ki.
Ellerini havaya kaldırdıkları için kolalları bana çarpıyordu ve aralarında dengemi sağlamak çok zordu. Ve hepsi erkekti sanırım. Çünkü şuana dek tek bir kadının sesini duymamıştım.
Ellerimi havaya kaldırıp şapkayı düzeltmeye çalışırken o an arkamdan gelen bir adam bana sertçe çarpınca öne doğru tökezledim ve kalabalığın arasında dişlerimin üstüne düştüm. Ağzından tiz bir çığlık koptuğunda avuçlarımı yere bastırdım. Diz kapaklarım fena hâlde sızlıyordu.
Ama kendi derdime düşerken unuttuğum bir şey vardı, burası Sihin'di. Ben şuan benden nefret eden binlerce insanın içinde düşmüş ve bağırmıştım. Az önce haykırsan sesin duyulmazken şimdi çıt çıkmıyordu.
Tüm sesler kesilmişti. Ve artık kimse bağırmıyordu. Şuan herkesin bana baktığını hissedebiliyorfum. Git gide büyümeye başlayan sessizliğin İçinde hemen yanımdaki adamlardan biri bağırdı. ”Buraya kim kadın soktu!” İrkildim. Bana doğru geldiğini hissettim. ”Kalk ayağa, kim koydu seni içeriye?” diyen adam fazla öfkeliydi.
Henüz kimse yüzümü görmemişti. Olaylar daha fazla büyümeden ağzımı açıp konuşmaya yeltenmiştim ki, duyduğum güçlü sesle birlikte soluğum bıçak gibi kesildi. ”Ne oluyor orda?” Üç kelime kulağıma ölmeden önce duyacağım son sözler gibi hissettirmişti.
Kum Asar... Sevgilisiyim diye yalan söyleyip içeriye girdiğim adamın dikkatimi tam da şuan itibareiyle üzerime çekmiştim.
İnsanların içinde yere düştüğüm için ne ben onu görebiliyordum ne de onun beni gördüğünü sanıyorum.
Az önce bana bağıran adam oldukça sakin ve saygılı bir şekilde, ”Aramızda bir kadın var efendim.” Bu sözüyle birlikte bir harektlik oldu ve insanların geri çekildiğini gördüm. Maç avluda yapılıyordu ama henüz nasıl bir yerde olduğumu görmemiştim.
”Onu bana getirin.” Sesinin ürkütücü tonuna daha önce hiç denk gelmediğimi farkettim. Bana getirin mi demişti? Benim için? Buz gibi bir esinti vücudumda esti.
Yanımdaki adamlar benim ayağa kalkmamı beklemeden yanımdaki adam sertçe koluma asılıp beni ayağa kaldırdığında başımı önüme eğdim. Adam, ”Yürü.” diye tısladı. Burda kadına saygı diye birşey yoktu? Ne biçim insanlardı bunlar!
Geri çekilmeme fırsat vermeden beni insanların arasından yürüttü. Kalabalık ikiye bölünmüştü. Duyduğum fısıltıların çoğu beni buraya kimin soktuğu yönündeydi.
Siyah dört basamaklı bir merdivenden çıkartırken göz ucuyla gördüm beni ringe çıkarttığını. Rengin demir zincirlerini gördüğüm an hızla ayaklarıma baktım.
Burnuma yoğun bir kan kokusu girdi ve hemen sonra bir sıvıya bastığımı hissettiğimde başımı eğip ayaklarıma bulaşan şeye baktım. Gözlerim ardına kadar açıldığında derimin altı karıncalandı.
Kan.
Kırmızı sıvı kandı. Nefeslerim hızlandığında adamın kolunu itmeye çalışıp elinden kaçmak için kendimi geri çekmeye başladım ama nafileydi. Onu itmeme karşı sinirlenmiş olacak ki, beni öne doğru itmesiyle kaçma girişimim son bulmuştu.
Hızlı hızlı nefesler alırken aldığım her nefes boğazımda tutuklu kaldı.
Kimin karşısındaydım bilmiyordum ama, ayaklarımın altındaki kan bacaklarımı titretiyordu. Bu vahşetin ortasında ikinci kurban olmama ramak kalmıştı. Biraz ötemden gelen kan yerde boylu boyunca yüz üstü yatan adamdan geliyordu. Yüzü tanılmayacak bir hâldeydi ve yarı çıplak gövdesi de kan içindeydi.
Normâl bir insan birini o hâle getiremez, bu mümkün değildi. Kalbim göğüs kafesimde sıkışmış ufaldıkça ufalıyordu. ”Çıkart üstünü.” Korkuyla yerimde sıçradım. İşte bu sesi duyduğum an tamda şuan da ölmek istedim. Kum... O tam karşımdaydı ve ortamızda ölmüş bir adamın cesedi duruyordu.
Dudaklarımı aralayıp derin derin nefesler alırken küçük bir adım geriledim. Sükûnet yırtıcı bir hayvan gibi yaklaşırken üstüme çöken huzursuzluk büyümeye devam ediyordu. Sağıma soluma baktım bir umut. Arkmadaki insanlardan duyulan onaylamayan sesler daha çok kimliğimi direk açık etmediğim, ve ona itaat etmediğim yönündeydi.
Hepsi başımdaki pelerinin şapkasını çıkartıp yüzümü ortaya çıkarmamı bekliyordu. Tabii bunda en büyük payı olan kişi ise tam karşımdaydı.
”Hadi ama Küçük kız, eğlencemi öfkeye dönüştürmeye başlıyorsun artık.” Kendi dilini fazla güzel konuşuyordu. Bir adım
daha gerilediğimde bu hayır demekti. Keskin bakışları bedenimin her yerinde haddinden fazla oyalanıyordu. Sesli bir nefes verdiğinde bu durum tahammül sınırlarını oldukça zorluyordu. Bana doğru çekinmeden attığı adımla birlikte daha çok paniğe kapıldım. Ve tek bir adımla yetinmedi. Güçlü, yavaş insanı korkutacak bir biçimde bana doğru geliyordu. Beni köşeye sıkıştırmaktan zevk mi alıyordu bu adam?
Hayır, konuşsam tanıyacaktı, yüzümü açsam tanıyacaktı, kaçsam izin vermeyecekti. Allah kahretsin ne yapacaktım ben şimdi!
Başımı iki yana sallarken bazı insanların sinirli sesini duydum. Ama o herkesin sesini sesiyle bastırdı. ”Olmasını istediğim şeyler karşımda rededilince,” Dişlerinin arasından nefesini bıraktı. ”Hiç hazetmiyorum o kişilerden.” Ve aramızdaki mesafeyi yoketti. Şimdi tam karşımdaydı, kokusunu soluyacağım kadar yakın.
Bana dokunmak istemiyordu ama ben yüzümü açmazsam bu kuralı hiçe sayacaktı.
Benim en iyi yaptığım şey kaçmaktı. Bundan başka bir çarem var mıydı? Yoktu.
O an yine en iyi bildiğim şeyi yaptım. Arkamı döndüğüm an koşmak için ayağımı kaldırmama bile fırsat kalmadan kolumda sert bir baskı hissettim. Yüksek sesli bir çığlık kopartığımda aynı saniyede geriye çekilmem bir oldu. O kadar hızlı çekilmiştim ki, o kolumu bıraktığı an yan bir şekilde bacağımın üzerine düştüm. Bacağımda ince bir sızı hissettim.
Düştüğüm yerde hiç kımıldamadan acıyla inlediğimde yüzüme düşen siyah saçlarımı geriye çektim. Ve onun gölgesi üzerime çöktü. Beni bilerek düşürmüştü., çünkü amacı önünde küçük düşmemdi.
Şiddete meyilli insanlar ise yer düşmemle birlikte coşkuyla adını tezahürat etmeye başladılar.
Fakat her ne olduysa bir anda suspus kesildiler.
Üstüme bir ağırlık çöktü, ama sonra bu ağırlığın onun üzerime eğilmesiyle gerçekleştiğini farkettim. ”Biliyor musun? Korkaklar hiçbir zaman rakibim olmadı. Kendime güçsüzleri denk görmem. Ama sen, canımı sıkmaya devam edersen.” Kelimelerinden ölüm damlıyordu sanki, her bir harfinde karanlık üzerimde biraz daha çoğalıyordu. ”Söz vermem.” Soğuk nefesi kumaşın üzerinden bile hissediliyordu. Baştan aşağı ürperdim.
Bir kaçışım yoktu. Ee ne demişler; yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış. Tüm bu yaşadıklarımın gerginliğiyle hınçla dizlerimin üzerinde doğrulup ayağa kalktığımda, bir an bile düşünmedim. Perinin şapkasını sertçe kavrayıp indirdim. Siyah saçlarım sallanarak yüzüme düştüğünde eğik başımı kaldırıp sisli gri gözlerine baktım. ”Al bak çıkarttım istediğin oldu mu! Boynuna tasma geçirdiğin bu insanların karşışında işlemek üzere olduğun cinayete engel olduğum için sinirli olmalısın!” Öyle bir bağırdım ki, son kaç gündür yaşadığım herşeyin acısını ondan çıkartmak istiyordum. Bozguna uğramış bir hâlde öylece bana bakıyordu. Şaşırmıştı. Yüzünü açması için zorladığı kızın benim çıkmam ona da büyük sürpriz olmuştu. Kalabalıktan sesler yükselmeye başladı. Beni tanıdılar mı? Umrumda değildi. Dişlerimi birbirine bastırırken, ”Ne oldu şaşırdın mı? Görmeyi beklemiyordun ne de olsa hayatını mahfettim artık gerisi beni ilgilendirmiyor değil mi! İstediğimi sonunda yaptım getirdim bu lânet yere beni ilgilendirmiyor artık nerde, kiminle, öldü mü yaşadı mı!” Gözlerime yaşlar oturdu. Gözlerindeki şaşkınlık yavaş yavaş kendini kızgınlığa bırakırken yanağımdan iri bir damla süzüldü. Bu söylediklerim onda zerre bir pişmanlık uyandırmadı, bilâkis daha fazlasını arzulayan o vahşi ifadeyi yakaladım gözlerinde. Tanıdık çehresi bakış açımdaydı, donuk ifadesinde en belirgin duygu bile öylesine uzak ve soğuktu ki bu soğukluğu ürperticiydi.
Dikkatle yüzünü incelediğimde ondaki değişiklikleti farkettim. Koyu renk düz saçlarını kestirmiş sakallarını da hafif kısaltmıştı. Keskin yüz hatları daha bir orataya çıkmış, ve bu sayede daha bir sertleşmişti bakışları.
Karşımda yarı çıplaktı, üzerindeki siyah pantolon bacaklarında ikinci bir deri gibiydi. Vücuduna ise söylecek hiçbir kelime yoktu. Günaha davet edecek türdendi. Güçlü kol kasları tek bir yumrukla insanı bayıltacak kadar kuvvetli görünüyordu, çünkü hayatını bu işe adamıştı. Kontrol tanımamazlığı en çok bu işten geliyordu. Hoş buna iş denilmezdi, bir katlimam, vahşet, acımasızlık. Hangisiydi? Daha önce bir çok kafes dövüşüne girmiş izlemiştim, ama hiçbiri böyle değildi. Ensesinden boynuna doğru gelen düğmesi ise vücudundan sonra en dikkat çekici ayrıntıydı onda.
Parmakları ağır ağır içe doğru bükülürken ifadesi yokoldu ve korkutuğum o bakışları yerine geldi.
Beni görmeyi beklemiyordu değil mi? Başını yana çevirdiğinde çenesi iki yana oynadı ve bir anda, ”Aptal kadın!” diye kükrediğinde yerimde sıçradım. Kalbim korkudan yerinden çıktı sanki. Panikle geri çekilmek için haretlenmiştim ki bunu farketti hiç beklmediğim bir şey yaptı.
İri parmakları ensemi saçlarımla birlikte kavrayıp beni büyük bir hiddetle kendisine çekti. Anı çekişiyle birlikte anlım çenesine çarptı.
Ensemdeki saçlarımı kökünden sıkıca tutup başımı geriye attı. Gözleri çok kısa bir an yüzümü buldu ve hemen sonra tekrar gözlerime çıktı. Bedenlerimizin arasındaki mesefe çok azdı ve ben onu itmeye kalkışsam buna müsaade etmeyecekti. ”Yeterince keyfimi kaçırdın Sisel Raven.” dedi tükürcesine. ”Ne demiştim sana?” Öfkeli miydi? Hayır. Sinirli miydi? Değil. Karşında sevmediği birini görmüş gibi memnuniyetsiz hoşnutsuzdu. Hiç bir cevap vermrdigimde başını biraz daha eğdi ve nefesi tenimi yakarak kulağıma tırmandı. ”Eğer seni bulursam bir daha yürüyemeyecek bir hâle getiririm demiştim.” Dudakları kulağıma sürtündüğünde tüylerim diken diken oldu. ”Ve seni bulmama gerek kalmadan sen beni buldun.” Güldüğünü hissettim ama bu daha çok bana yapacaklarımdan korkmam gerektiğini söyleyen bir gülümsemeydı. Benden uzaklaştığında ensemi acıtmak istermiş gibi sıkarak bıraktı. O beni bıraktığında boşlukta kalmış gibi oldum. Şimdi karşı karşıyaydık ama benim söylecek bir kelimem bile yoktu.
Çünkü ben bile isteye onu bulmuştum. Acı çekmek mi istiyordum? Hayır, peki neden sürekli onun ayağına geliyordum. Onun nefretine bile muhtaç mıydım? Benim onunla hiçbir bağım yoktu.
Benim düşünüpte asla kendime konduramadığım gerçekleri o gözlerimin içine baka baka büyük bir hazla dile getirdi. ”Sana acı çektirmeme bile muhtaç olman... Fazla acınası bir durum değil mi?” Sertçe yutkunduğumda, zayıflığımla beni küçümseyen o bakışı ve düşüncelerini doğrulamın kibriyle dudakları yavaşça yana kıvrıldı. ”Üzülmeni hiç istemem Raven. Sana istediğini büyük bir zevkle veririm.” Başımı kaldırıp gözlerine baktım. ”Benim kimseye ihtiyacım yok, hele bu kişi sen isen asla. Çünkü ben nefret ettiğim kişilere karşı muhtaç hissetmem.” dediğimde o keyifli ufadesi ağır ağır yokoldu ve grilerinde bana karşı uyuyan o acımasızlık tek bir kelimemle uyandı. Dişlerini sıktı, öyle bir sıktı ki bu ringden sağ çıkacağımdan şüphelendim. Bana doğru bir adım attı. Dört bir yandan etrafımı saran karanlık tehlike yanlızca ona aitti. ”Senin benden nefret etme cüretinde bile bulunman büyük hata iken bunu söylemen çığlıklarını duyarken daha büyük bir zevkle dinlememi sağlar Sisel Raven.” Kaskatı kesildim. Korkuyla başımı çevirip kalabalığa baktım. Nefretin kokusu yükseliyordu. Kalbimde acı hissettim. Serin bir acı kalbimi yokladı. Arkamdaki nefret dolu bakışlar, yüzümdeki yoğun bakışlar kadar etkili değildi. Daha fazla direnmeyip ona döndüğümde gözlerinde gördüğüm karanlık ifadeyi daha önce hiç raslamadım.
Başıyla küçük bir hareket yaptığında aynı anda iki iri yarı adam ringe çıktı.
Başımı iki yana sallarken tanımadığım iki adam kollarımı tuttular.
Karşı çıkmak için hiçbir girişimde bulunmadım, korkmadığımı göstermek için sadece gözlerine baktım. Bugünden sonra yaşayacağım herşeyin bir sebebi daha vardı. Yanlızca ben değil, oda vardı.
Onun yanından geçip ringden çıkarken gözümden bir damla yaş aktı. Bunu gördü mü bilmiyorum zaten umursamıyorum artık. Sen Sisel Raven ismiyle suçlarla kirlenmiş bir kadınsın artık Milen Işık.
Az önce aralarından gelirken kimsenin farketmediği beni şimdi herkes için yüzünü ezberlemesi gereken belki bir kurban, belki bir düşman, belki bir rakiptim. Başımı önüme eğdim.
İnsanların bana ettikleri iğrenç hareketlerini, nefret kusan bakışlarını ve dövmek için gelmelerini sadece boş gözlerle izledim. Arkamdan başıma sert bir şey çarptığında şakağımda hissettiğim acıyla inleyip elimi kafama götürmek istedim ama kollarımdan tutan adamlar buna izin vermedi.
”Yaptıklarının cezasını çekeceksin!”
”O halkın gibi yakılarak öleceksin!”
”Buraya hangi yüzle gelebildin! Onursuz bir kadının hakettiği onursuz bir ölümdür!”
”En kısa zaman da o ışığınla birlikte seni de o halkının yanına göndereceğiz!”
Titâs halkı ne yapmıştı?
Düşünemiyordum. Şakağıma aldığım darbenin yerinden ince bir sıvının yanağım boyunca yol çizerek indiğini hissettim. Başım kanıyordu. Ayaklarımda kurumuş kan lekeleri. Vanilya kokusuna kan karışmıştı.
Ve bugün geçmiş bana ait olmayan bir suçla bileklerime kelepçe takmış beni celladıma tutsak etmişti. Tek bir kelime beni kurtarırken tek bir kelime beni mahvedebilirdi.
Şansın burda da senin peşini bırakmadı Milen ışık. Hayır, Değiştir Sisel Raven.
Nereye gittiğim hakkında bir fikrim yoktu ama gideceğim yerin bir cehennemden farksız olmadığını biliyordum.
***
Ellerimde kalın prangalar varken ayaklarımda da aynısı vardı. iğrenç bir yerdeydim. Burası ne bir hücre ne de mahzendi. Kapalı, havasız ve ıslaktı. Üstümdeki siyah kısa kollu bir mahkûm tulumu vardı. Saçlarım dağılmış karnıma yediğim yumruklar yüzünden sandalyede duyamıyordum. O iki adam beni avludan içeriye koyduktan sonra iki kadın üzerimdeki elbiseyi zorla çıkartmış bana bu tulumu giydirmişlerdi. Sonra ise beni yaka paça Zelcir'in alt katlarından birine indirmişlerdi. Ellerime ve ayak bileklerime prangaları koyduklarında sadece izlemiştim. Bir kaç dakika sonra ise tanımadığım kırklı yaşların başında bir adam gelmişti. İlk başta iyimser yaklaşmıştı bana, eğer ışığı nerde sakladığımı söylersem beni kurtarabileğini bile söylemişti. Ona ısrarla bilmediğimi söylediğimde o isimser sıcak hâlinden eser kalmamıştı. Yavaş yavaş özüne dönmüş, nefretini açıkta belli etmişti. Ve son ona ettiğim hakaretlerle de ilk yumruğu karnıma almıştım sonra ise iş şiddete bağlanmıştı.
Yüzüme hiçbir darbe almamıştım sadece görünmeyen yerlere darbeler alıyordum. Ağzımda birikmiş kanı kustuğumda başım döndü. ”Nerde saklıyorsun onu!” Tanımadığım o adam karnıma bir yumruk daha attığında iki büklüm oldum. Dudaklarımı aralayıp sık nefeslerimin arasında güçlükle, ”B-ben... D-değilim.” Neden beni döverken ellerime, ayaklarıma prangalar takmışlardı?
Çünkü aksi taktirde bana zarar veremezlerdi. Vermeyeceklerini düşünüyorlardı.
Saçlarımda bir el hissetttiğimdr aynı anda başım geriye çekildi. Ağzımdan boğuk bir inilti kaçtı. Kafa tasımı hissetmiyordum artık. Baygın gözlerim karşımdaki adamın yüzünü bulanık görüyordu. Kindar gözleri tiksintiyle yüzümü izliyordu. Arkasında başka biri vardı. Bana acımasızlıkla bakan bir kadın... Hansa. Gözlerim gözlerini buldu. Hissettiğim acıya rağmen gülümsedim, ama o bana öyle boş bakıyordu ki, tüm bu yaşadıklarımı bir film gibi izlemekle yetiniyordu.
Hansa'yla olan bakışmamızı kesen şey adamın keskin sesi oldu. ”Demek söylemeyeceksin. Hansa Zihin'i getir.” Adamın yüzünde beliren pis gülümsemesi korkuyla kalbimin sıkışmasına sebep oldu.
Hansa ikiletmeden başını sallayıp karanlık yerden çıktığında, iğrenç adamla aynı yerde yanlız kaldım. Gözlerimin içine büyük bir kinle bakıp, ”Biraz sonda son nefesini vereceksin burda, tadını çıkart bu anın.”
Kesik nefeslerin içinde boğulacak gibiydim. Ellerimi bileklerimdeki pranglarla beraber kaldırdığımda, ”Bana istemediğim... Hiçbir şey yapamaz.” Yüksek bir tokat sesi yankılandı ve yüzüm yana doğru düştüğünde ağzımda kanın metalik tadını aldım. Her an kusabilirdim. Üzerime eğildi ve saçlarımı bir kez daha kavrayıp başımı kaldırdığında, büyük bir nefretle yüzüme baktı. ”Senin gibi kadınların anlayacağı dili çok iyi bilirim ben.”
Biraz sonra kapı tekrar açıldığında Hansa görüş açıma girdi ve adam saçlarımı bıraktı. Artık hiçbir şey hissetmiyordum, sadce uyumak istiyordum.
Hansa yaklaştıkça elindeki korkunç makineyi daha net gördüm. Kanımın donduğunu hissettim. Gözlerim büyüdüğünde başımı iki yana salaldım. Herşey değişti, yer ve mekân değişti, ben değiştim. Geride korkular kaldı.
”Hayır! Hayır o o olmaz!” Zihnimde bulanık anılar uyanmaya başlarken derinlerde kalan yaralar sızladı. Sandalyeden kalkmaya çalışırken adam beni omuzlarımdan geriye itti ve sırtım bir kez daha demir sandalyeyle buluştu. Hansa'nın elindeki alet tasma gibiydi ama etrafındaki çivi gibi keskin demirlerin üstünde görünen kırmızı ışıklar ve uzun demir zincirleri ödümü kopartmıştı.
Yerimde çırpınmaya başladım. Başımı delirmiş gibi iki yana sallarken bedenim zangır zangır titriyordu. Hansa gözlerime zerre acımayan bir bakış atıp aleti adama uzattığında adam yüzüme baktı. ”Son kez soruyorum. Ya cevap verirsin ya da biraz sonra beynin bu elimdeki alet sayesinde patlayacak. Ama unutma, ölmeyeceksin Jera Hiw.” Ürkütücü bir şekilde gülümsedi.
Acı çekeceksin ama ölmeyeceksin.
Boynumdaki kolye kızgın bir mühür gibi yakıyordu şah damarımı. Artık soğuk değildi artık yakıyordu. Gözlerimi kapatmamı istiyordu, kapat ve kurtul bu işkenceden istiyordu. Hissettiğim bu korku bana herşeyi yaptırıyordu. Koşulsuz emrinin altındaydım.
Gözlerimi yumduğumda olduğum karanlık mekândan uzaklaştım. Ellerimde ve ayak bileklerimde olan prangalar parçalandı. Yanımda olan iki kişinin sesi de azalıp yavaş yavaş yokolduğunda artık zihnimde yanlızdım.
İki büyük dağın ortasında buldum kendimi. Bir taraf karanlık çökmüşken diğer taraftan şafak çökmüştü. Elimde bir anahtar vardı ve anahtarın ucu aydınlık tarafı gösteriyordu. Şafak bölgesi, Titâs halkı. Ruhuma öyle bir enerji geldi ki, tüm o karanlık hisler uzaklaştı benden. O kadar güzeldi ki, şu sesi geliyordu uzaktan, ağaçların hoş kokusunu soluyabiliyordum. Cennetten bir vadi vardı sanki karşımda. O daha doğru çıkan taş yolun etrafındaki rengârenk yabani çiçeklere baktım. Gerçek bir hayat ordaydı. Güneşin o sıcak hissini bedenimde değil; ruhumda hissettim. Sanki gözlerimi hiç kapatmamışım ve en başından beridir burdaymışım gibi hissettim. Ama sonra her ne olduysa görüşümdeki herşey silikleşmeye başladı. Ve daha sonra gözlerimi apar topar açtım. Tepemde dikilen adam bir cevap vermeyeceğimi anlamış gibi elindeki tasmaya benzeyen makinenin kemerini açarken, o an Hansa'ya baktım. Dehşete düşmüş bir hâlde kolyeme bakıyordu. Ve baktıkça rengi soluyordu. Gözlerim Hansa'ın üzerinde sabit tutarken adam, ”Demek o seni hiçe sayan o lânet halkı hâlâ umursuyorsun? Ama biraz sonra o kahrolası ışığı her nerde saklıyorsan bulacağım.” Kalbim kasıldı. Yine uzun bir sessizlik etrafımda dönüyordu.
Kurumuş dudaklarımı araladım ve hiç söylemem gereken yasaklardan birini çiğnedim. ”Titâs.” Ağır bir sesizlik her tarafa çöktü. Hansa'nın gözlerine baktım, buz kesmişti. Adam elindeki makineyle bozguna uğramış bir hâlde bana bakarken, "Işık Titâs'ta.” dedim dönük bir ifadeyle. Karnımdaki şiddetli ağrı git gide büyürken zorlukla nefes alıp veriyordum. Soğuk terler döküyordum, nemli saçlarım enseme yapışmış üstündeki tulum ateş gibi vücudumu yakıyordu.
Adam benden uzaklaştı. Gözleri ifademi tartı, yüz ifademden hiç bir şey okunmuyordu. Adam uyarırcasına elini salladı. ”Bana sakın yalan söyleme.” Başımı iki yana salladım. ”Canımdan daha kıymetli değil o ışık.” dedim umursamazca, ama biliyordum ki o ışığı buldukları an beni yaşatmayacaklardı. Ben sadece bir süre kullanmaları gereken bir kuklaydım, işleri bittikleri an da pimi keseceklerdi.
Adam son kez yüzüme baktı. Bu ihtimali hiç düşünmemiş olacak ki sıkıntıyla gür sakallarını sıvazladı. Göz ucuyla Hansa'ya baktı. Önemsiz bir kişiye bakar gibi. Hansa yerinde rahatsızca kıpıranırken adam, ”Ben gelen kadar ona sahip çık. Bir aksilik olursa ilk senden bileceğim.” diyerek yanımızdan uzaklaştı. Karanlıkta neyin nerde olduğunu bilmiyordum ama bir kapının açılma ve sonrasında kapanma sesi geldi. Miğdeme bur anda giren acıyla yüzümü buruşturup kısık bir sesle inledim. Hansa tam karşımda ifadesizce bana bakıyordu. Onunla hiç konuşmamıştım. Konuşacak da bir şeyimiz yoktu. Bana yaptıklarının hesabını sormayacaktım. Çünkü kendimde olamadan onu kışkırtmıştım.
Ağzımdan ve burumdan oluk oluk kan gelmeye başlayınca ellerimi öne doğru uzattım. ”Kurtar beni bu prangalardan. Canımı acıtıyor.” Sesim çatallıydı. Acıyla nefesimi verip dişlerimi birbirine bastırdım. O ne kadar acı çektiğimi gördü ama umursamadı.
İnsanı en iyi anlayan aynı şeyleri yaşayan kişilerdir, o benimle aynı acıyı yaşamasına rağmen beni hiç anlamadı ya da anlamak istemedi. Uzun bir sessizliğin ardından konuşmak için dudakları aralanmıştı ki dışardan bir ses duyuldu. ”Hansa çabuk buraya gel! Ligaz Argah Zelcir'e giriş yaptı." Konuşan kişinin sesi dışardan geliyordu.
Gelen kişi her kim ise Hansa'nın yüzü bembeyaz kesildiğinde gözleri büyüdü. Gözlerime baktı, kendini toparlayarak boğazını temizlediğinde o an hissettiği korkuyu gözlerinden anladım.
Ligaz Argah Kum'un babasıydı. Ve Zelcir yeraltı suçların ölüm tarihine kadar işkence çektiği yerdi. Bu bilgileri nerden biliyordum bilmiyorum ama bildiklerim beni bile şoka uğratıyordu.
Hansa omzundaki at kuyruğunu arkaya attığında bana nefret kusan bir bakış attı. Ve ruhumu parçalara bölen o tarihin adını söyledi. ”On altıncı Sirâve gecesi.” Nefesim şah damarımda kesildi. Karnımdaki acıyı geride bırakacak kadar derin ve sarsıcı bir bir acı geçmişten çıkageldi ruhuma.
”Ölüm tarihin, On altıncı Sirâve gecesi. Yaptıkların cezasız kalmayacak Sisel Raven.”
🍁
Evet düğümler yavaş yavaş açılıyor, taşlar yerine oturuyor. Milen Işık bizi derinden sarsıyor. Geçmişin karanlık yüzünü henüz hiçbirimiz bilmiyoruz.
Bu bölümde Titâs'tan bir parça okuduk. Milen'in halkı hakkında neler düşünüyorsunuz?
Sizce Milen geçmişte ne gibi bir suç işlemiş olabilir?
Milen'in savaşı bu bölümden sonra artık başlıyor, çünkü Zelcir'in adım atan hiçbir suçlu dışarı nefes alarak çıkamaz. Ve hiçbir suçlu yine aynı şekilde Zelcir'e girdikten sonra kaçarak kurtulamaz.
Bizi çok şaşırtacak sahneler gelecek. Yeri geldiğinde ağlayacağız, yeri geldiğinde korkacağız, yeri geldiğinde çok heycanlanacağız. 🥳
Okur Yorumları | Yorum Ekle |