🍁
Yaşam dediğin şey nedir ki? Daha düne kadar sağlıklı olduğunu düşünürken hiç ummadığın bir anda ölüm çıkagelir kapına.
Onun acısızı da acımasızı da vardı. En büyüğü yaşatırken bıraktığı sızıyla sınamaktı. Aldığın darbenin ne kadar hasar verdiği değil; seninle ne kadar kaldığı önemliydi. Bazı yaralar çabuk ileşirdi lâkin acısı içinde hep taze olurdu. Bazıların acısı olmaz mazisi derin olurdu. Benim acımın bir hikâyesi yoktu. Sahi hâlâ yaşıyor muydum ki bunları düşünüyordum?
Gözlerimi açmaya korkuyordum. Son yaşadıklarım aklımdan bir bir geçiyor, öldüğüme kanaat getiriyordum. Ama yaşıyordum. Nefes alıyor, etrafımdaki karanlık havayı derinden soluyordum. Hislerim ve düşünlerim benimleydi. Son yaşadıklarım zihnimde bozuk plak gibi tekrarlanıyordu. Soğuk bir rüzgâr bedenimi sömürüyor. Öyle soğuktu ki sanki kışın ortasında ayazda kalmış gibiydim. Ellerim, ayaklarım soğuktan hissizlesmişti. Bence artık gözlerimi açmalıydım çünkü bu kadar korkak olmak benim gibi cesur bir insana yakışmazdı. Cesurdum, değil mi?
Yavaşca göz kapaklarını kaldırdığımda, ilk bakış açıma giren şey simsiyah gökyüzü oldu. Yıldızlar çok yakındı. Şaşkınca gökyüzüne baktım. Ben herkesin aksine geceleri yıldızlara bakmayı hiç sevmezdim. Ama bir sorun vardı. Bana bakan yıldızlar fazla ürkütücüydü.
Yene bir kâbusun içinde olabilir miydim?
Şiddetle esen rüzgâr saçlarımı savurup duruyordu. Yerde boylu boyunca uzanıyordum. Farkettiğim detayla gözlerim büyüdü. Beni dışarıya kim getirmişti? En son odamda yaşadıklarım tamanen bir kâbus olabilir miydi? Eğer gerçek olsa şuan yaşamazdım. Bakışlarımı etrafta gezdirdim. Bir tepedeydim ama tam olarak nerdeydim? Sırt üstü yattığım yerden avuçlarımı yere basıp destek alarak zorlukla doğruldum. Şafağın çökmesine az bir zaman kalmıştı. Hava ne karanlıktı ne de aydınlık. Dolunayın görkemli ışığı karanlığı dağıtmıştı.
Etrafıma garip garip bakışlar atarak uyuşmuş bedenimi harekete geçirdim. Ayağa kalktığımda, artık herşey daha netti. Önümde bir taş yolu vardı. Yolun sonu devasa ağaçların sıkı olduğu bir ormana gidiyordu. Ellerimi saçlarımın arasından geçirerek etrafımda döndüm. Nerdeydim ben? Arkamı döndügüm an işte en büyük şoku o an yaşadım. Ağzım aralandığında, şaşkınlık yüzüme yansıdı.
Uçurum... Bir uçurumun başındaydım. Ama bu nasıl olurdu? Ben evde, odamdaydım. Bunun olması imkânsız denilecek bir şeydi. Acaba kamp yapmaya falan mı geldik? En başından bu yana yaşadığım herşey kâbus olabilir miydi? Bu ihtimal diğer bütün ihtimallere göre daha güçlüydü. Başka bir seçenek daha vardı aslında; Kendimi intihar etmeye gelmiş olabilir miydim? Son zamanlarda kendimden fazla nefret ediyordum. Gecenin bir vakti buraya gelmiş uykum geldiği için uyumayı seçerek intiharımı ertelemiş olabilirim. Bu yol daha cazip geliyor.
Uçurumdan atmak intihar için güzel bir seçenekti lâkin benim hâlâ yaşamam için uzun bir ömür vardı. Gerçi şimdi kendimi burdan atsam kimin umrunda olurdum ki? Babam kedine keyif yapıp gider başka bir kadın bulur. Şimdi düşününce bu çok saçma geldi. Babam kadınlarla hiç anlaşamıyordu. En kısa zaman içinde onu evlendirip ondan kurtulmanın yollarını bulmalıydım. Babam hakkında planlar kurarak uçuruma arkamı döndüm. Buraya kendimi dünya üzerinden yok etmek için geldiysem de bundan vazgeçiyorum. Ben öleceğime onlar ölsünler. Zavallı benim onlara ne zararım var?
Ormana doğru ilerlerken, aldığım oksijenin farklılığını yeni yeni kavrabiliyordum. Soluduğum hava çok farklıydı. Hiç tekin bir yerde değildim,
Kuvvetli hislerim uzaklasmam gerektiğini fısıldıyordu. Hissettiğim bu duygular bana o adamın yanında hissettiklerimi çağrıştırdı.
İsmi zihnimde bir kasırga oluşturdu. Herşey savrulup zihnimin içindeki girdapta dönerken kendimi onunla ilgili aklımda meydana tehlikeli düşüncelerden kurtarmaya çalışıyordum. O her anlamda tehlikeli bir adamdı.
Bana böyle zarar veren bu adamın gizemi, beni deli olduğuma inandıracak cinstendi. Bir an önce burdan kurtulmak için ormanın içine girdim. Ağaçların arasına girdiğim an nefesim kesildi. Ruhumun etrafını sarmaşık gibi saran korku hücrelerime doğru yayıldı. Adranilin nefes almamı zorlaştırdı. Adımlarım ormanın girişinde kendiliğinden durdu. Ormanın her tarafına korkunç bir sükût sinmişti. Koca gövdeli devasa ağaçlar gökyüzüyü kapatmıştı.
Karanlık en tehlikeli hâliyle etrafımda beni avlamak ister gibi bir avcı misali dolanıyordu. Hayır, değiştir. Karanlık değil; o vardı. Nefesini, kokusunu hissediyordum. Yakındaydı. Uzaktan yaklaşan kuvvetli adım seslerini zihnimde duyuyordum. Kalbim kasıldı. Bacaklarıma yüklendim. Durduk yere paniklemiştim. Gitmem gerekiyordu. Hızlı hızlı soluklarımın arasından yürümeye başladım. Hiçbir insana dair iz, raslantı olmayan bu ormanda korkunun en tehlikeli hâli benimle yolculuk ediyordu. Düşüncelerimdeki o ürkek kadını silip atmak istedim ama bu mümkün değildi.
Sessizlikten nefret ederdim
Ve lânet olsun bu kara kuytu ormanda benim adım seslerim haricinde hiçbir ses yoktu. Sesli nefesler alıp verdim fakat bu ses beni tatmin etmedi. Etrafıma baka baka ilerlerken mırıldanmaya başladım. Masallar. Babamın anlattığı masalları sesli söyedim. Hadi ama korktuğunu daha iyi anlatamazdın Milen. Böyle bir ormanda tek başına kim olursa olsun korkardı.
Ağaçları kalabalık bu ormaın sonu yoktu. Acaba yanlış yoldan mı geldim? İşte bunu düşünecek zamanım yoktu. Arkamda bir hareketlik sezdiğim an tetiğe geçtim. Zihnim otomatikmen seslere dikkat kesildi. Benden yaklaşık bir metre ötede yaklaşmakta olan birşey vardı. Zihnimde beni motive eden sese odaklandım. Savaş senindir. Ya kazan ya yenil. Ama sakın pes etme!
Arkama bakma gereği duymadan koşmaya başladım. Kendimi sakinleştirmeli ve arkamdan gelmekte olan o şeyi başımdan def etmeliydim. Acaba para teklif etsem beni bırakır mıydı? Hayriye'in altınları hâlâ yerli yerindeyse bu bana yardımcı olabilirdi. Almış elini giden hislerimin dizginlerini elime aldım. Kesik kesik nefesler ciğerlerime yeterince oksijen bahşedemediği için durup ağaçlardan birine sırtımı yaslayıp soluklanmaya başladım.
Nefesizkten biraz sonra ölecek gibiydim. Bu neydi böyle? Lânetlenmiş gibiydim resmen. Gecelerim kâbus, gündüzlerim koşturup kaçmakla geçiyordu. Yakınlarımdan biri bana kara büyü falan mı yaptı acaba? Bu kadarını şansızlılığa bağlayamazsın!
Kulaklarımda uğultulu bir basınç oldu. Bütün sesler durdu, sadece o ses vardı. Başımı ağacın arkasından uzatıp kocaman olmuş göz bebeklerimle arkama baktım. Gördüklerim nefesimi kesmeye yetti. Hızla önüme döndüm. Göğsüm dengesizce inip alçalırken düşünme yetimi tamamen kaybettim. Az önce gördüğümün gerçek olup olmadığını anlamak için bir kez daha baktım. Üzerimden kaynar sular dökülmüş gibi oldum. Siyah... Simsiyah dumanlar bir sis hâlinde yaklaşıyorlardı. Ve geride bırakıkları herşey simsiyah oluyordu. Bu gördüklerim bu bir kâbustan fazlası değildi.
Kendime lânetler okuyarak hızla ilerlemeye başladım. Nasıl bir insandım ben? Gün boyunca aklımda nasıl canavarlar yetiştiriyorsam artık geceleri hepsi uykularımın içine giriyordu. Böyle bir insan mı olur? Zihin altımda doğaüstü şeyleri var etmekten artık vazgeçmeliyim!
Yürümek yeterli değildi. Delirmiş gibi koşmaya başladım. Ama ne var ki hız konusunda onun kadar başarılı değildim. Kulaklarımdaki uğultular çoğaldı. Adranalin kalp atışlarımın düzene girmesine izin vermiyordu. Artık çıkışı bırakmış, rotasını şaşırmış gibi sağa sola koşuyordum.
Bana biraz daha yaklaştığında, ağzımdan kopan çığlıkla birlikte ayağım nemli toprağın üstünden kaydı. Bir yere tutunmama fırsat kalmadan sertçe düştüğümde, bağırışım ıssız ormanda büyük bir yankı uyandırdı. Heyelan sebebiyle uçuruma dönüşmüş yokuşta bağırışlarımın eşliğinde bedenin aşağıya doğru yuvarlandı. Ağaçlardan ve sivri dallaradan nasibini alan bedenim iflas etmiş durumdaydı. Ellerimi yüzüme kalkan misali koymuş bedenimin aldığı hasarı yüzümün de almaması için çabalıyordum.
Sağır edici çığlıklarımın arasında bedenim sertçe bir şeye çarparak durdu. Bel kısmımı şuan hissetmiyordum. Her uzvum sızlıyordu. Acıyla inlediğimde sırtımda feci bir ağrı hissettim. Kollarımı yüzümden çektim. Görüşüme giren devasa ağaçlar ufalmıştı sanki. Uzaktan kayalara çarpan suyun sesini duyar gibiydim. Ama gözlerimde ciddi bir sıkıntı vardı. Agaçlar bir büyüyor bir küçülüyordu. Başımın döndüğü gözlerim karana dek idrak edemedim. Elim önümdeki ağacın gövdesine tutunmak için havalandı lâkin daha ben ağaca tutunmadan elim güçsüzce yere düştü. Gözlerim iznim dışında kapandığında, bilincim tamanen kapandı.
***
Bir takım sesler duyuyordum. Hemen yanı başımda suyun sesinden, ormanın ıssız uğultusundan başka bir ses daha vardı. İki kişinin ararasında geçen konuşmalara kulak misafiri olmuştum.
"Meyr, sence onu uyandırmalı mıyız?" diye konuşan kızın sesi ince ve cıvıl cıvıldı. Ne olmuştu bana? Kızın sözleri üzerine bir başka kız konuştu. "Bu hiç bize benzemiyor Leemi." Benden bahsediyorlardı sanırım. Sonunda birilerini bulmuştum demek ki. Ve en büyük şansım bu ikisinin kadın olmasıydı.
Gözlerimi yavaşça açıtığımda, ilk görüşüme ağacın kalın gövdesi girdi. En son düştüğüm yerde aynı pozisyondaydım.
Burnuma giren yoğun limon ve çilek kokusuyla gözlerimi yumdum. O kadar hoş bir kokuydu ki duyularıma karışan bu kokuyla mest olmuştum. Yumduğum gözlerimi açtım ve etrafıma baktım.
Gördüğüm kasvetli ormanın içinde bir renklik vardı. Havada süzülen peri tozları bir an için kendimi masallar diyarında hissetmene sebep oldu. Bakışlarımı etrafımda gezdirdiğimde, görüş açıma iki yabancı sima girdi. Ama bir değişiklik vardı. Bana yabancı gelen bir farklılık vardı onlarda.
Bakışlarım yüzlerinden ziyade vücutlarındaki gariplikleri buldu. Gözlerim bana hayal göstermiyorda bu iki genç kızın ayakları yere basmıyordu. Dehşete düştüm. Yere basmayan ayaklarını değil bakışlarım kanatlarını buldu.
Önümde konuşan kızın parlak altın sarısı kanatlarından sihirli tozlar çıkıyordu. Kanatları yapay değildi canlıydı. Tenine bağlı kanatlarında sarı pullar vardı. Üstündeki değerli taşların bulunduğu elbisesi dizlerinin üstünde tenine yapışıktı. Çıplak ayak bileklerinde tenine sinmiş sarı çiller vardı. Bakışlarım üste çıktı. Sapsarı saçları kıvırcıktı. Saçlarıyla aynı renk göz bebekleri dikkatle bana bakıyordu. Hemen yanındaki kıza şaşkınca döndüm. İkisi aynıydı. Aralarındaki tek fark diğerinin mavi olmasıydı. Saçları, kaşları gözleri hepsi maviydi. Kanatlarından kıyafetlerine çillerine kadar maviydi. Gözlerim büyüdü. İkisinin yüz ifadesine bakılırsa fazla ürkeklerdi. Ama bana öcü görmüş gibi bakacak kadar olmamalıydı.
Bakışlarımı çevirip çevreme baktım. Sonra tekrar birbirine korkudan sarılmış iki periye döndüm. Gerçekti. İşaret parmağımı onlara doğrultuğumda ikisi çığlık atarak geriye kaçtı. Dışardan korkunç mu görünüyordum? Üstüme başıma baktım. Üzerimdeki eflatun rengindeki yünlü kazağım toprak olmuştu. Siyah geniş pantolonumun paçaları da hep toz topraktı. Başımı kaldırıp benden korkan ikilyiye döndüm. Sanırım benden korkmaların sebebi onlar gibi parlak ve dikkat çekici renklerin üstümde bulunmamasıydı.
Koyu renk saçlarımı ensemde topladım. Yani renksiz olabilirim ama güzelliğimin ortaya çıkması için renkli giyinmeye ihtiyacım yoktu.
Tatlı tatlı gülümsedim. Toprak olmuş elimi havaya kaldırıp, "Selam." dedim oldukça dostane bir tavırla. "İsminiz neydi? Ben Milen." Ne olduklarının bir önemi yoktu. Netice olarak insalardı. Tamam kanatları olabilir ki normal. Günümüzde insanlar estetiklerle nelere dönüşmüyordu ki.
Hiç sıkıntı yok ben her tür insanla anşalabilecek bir kişiliğe sahibim. Çocukluğumdan bu yana zaten en büyük haayalimdi masalalr diyarında yaşamak. Bu ikisi pek havalı tiplere benzemiyordu aksine şapşal iki periye benziyordu. Avuçlarımı yere bastırıp ayağa kalktığımda doğrulduğum an sırtımda hissettiğim ağrıyla dişlerimi sıktım.
"Hey! Meyr bu şey çok korkunç." Konuşan mavi kanatlı olan kızın seslendiği kişinin ismi sanırım Meyr'di. Şey diye bahsettiği ben değildim, değil mi? İsminin Meyr olduğunu tahmin ettiğim kız bana kaçamak bakışlar atarken, "Gidelim Leemi. Bu şey çok kötü bakıyor." derken korkudan sesi titriyordu. Ben korkunç mu bakıyordum? Ama bana böyle hakaretler edemezlerdi. Başımı kaldırıp ikiliye döndüm. Hiçte korkunç değildim. Sahte gülüşlerimle ne kadar sevimliydim bilmiyorum ama elimden geldiğince bana bir canavarmışım gibi bakan bu şapşal ikiliye sevimli görünmeye çalışıyordum. "Acaba tam olarak nerdeyiz?" dedim, masum bir ifadeyle. İsmi Meyr olan kız kuşkuyla gözlerini kısıp yananındaki Leemi isimli olan kızın kolunu dürttü.
"Acaba bu şey yeraltından mı sürgün edildi?" Arkamdan konuşmaları için yanlarında olmamam gerekmez miydi? Bunlar fazla dürüst insanlardı. Ah pardon yarı insan! İsimleri değişikti, aynı şekilde konuştukları dilde öyle. Garip bir şekilde dillerini konuşabiliyor anyalabiliyordum. Bana sanki Türkçe konuşuyor gibi gelseler de buz dil farklıydı. Düşünmeyi bırak Milen. Bu bir kâbus herşey normal.
İkisi bana bir cevap vermeyince sorumu yeniledim. "Nerde olduğumu söyleyebilir misiniz rira edersem?" Hadi ama ben bu kadar kibar ve nazik değildim. Karşımdaki insanla anlaşamadığım an tekme tokat dalardım. Lâkin bu ikisi fazla ürkek olduğu için hain planlarımdan beni uzaklaştırıyorlardı
Meyr bakışlarını bir an olsun üzerimden çekmden, "Sihin." dedi düz bir sesle. Duyduğum isimle nefesim boğazımda tıkanıp kaldı. Sihin... Kafamdaki karmaşadan beni çekip çıkartan Meyr'in sözleri oldu. "Burasının ismi Sihin. Bunu nasıl bilemezsin?" diye kınadı beni. Sihin ismi kulağıma çok tanıdık geliyordu. Zihnimi kurcaladım. Bu ismi yakın bir tarihte duyduğuma yada bir yerde gördüğüme nerdeyse eminim. Çok düşünmeden hemen buldum. Aklıma gelen gerçekle kaşlarım çatıldı.
Dirseğinde Sihin yazıyordu. Acaba Sihin bir kasaba yada bilinen bir ilçe falan mıydı? Düşüncelerimden ayrıldım. Çatık kaşlarımın altındaki sorgulayıcı ifadem şüpheli düşüncelerimden kaynaklıydı. Kendimi düşüncelerimden kurtarmanın en iyi yolunu seçtim. Düşünme Milen, olabilir. Dünyada bilmediğimiz milyonlarca ilçe ve şehir var sonuçta.
Ama kafamı kurcalayan şeyi söylemeden geçemeyecektim. "Peki siz niye böylesiniz?" dedim düşünceli bir şekilde. Hayal görmüyordum. Tamam doğaüstü şeylere karşı pekâlâ çok ilgiliyim. Fal, nazar boncuğu ve büyü gibi batıl inaçlarım var. Ama bu çok fazlaydı. Baktıkca şaşkınlıktan nutkum tutuluyordu.
Söylediklerim üzerine Periler beni baştan aşağı inceleyip iğneleyici bir tonda, "Sen neden böylesin?" dediler, ikisi aynı anda. Benim neyim vardı ki? Ben gayet normalim.
Acaba onlara göre de anormal olan ben miydim?
Elimi çenimin altına koyup düşünür gibi, "O zaman sorun bende." Göz ucuyla ikisine baktım. Olacak iş değildi yahu. Normal bir insanın kanatları olmazdı. Meyr o sırada kendisiyle övünürek, "Bizim kanatlarımız var. Tabii ki de sorunlu olan sensin." dedi kendisinden emin bir ifadeyle. Öyle mi dercesine yüzüne baktım. Tek sorun kanatlarımın olmaması mıydı?
Leemi Meyr'in sözleri üzerine bana nispet eder gibi, "Biz senden daha güzeliz." diye konuştu. Sanırım onlardan güzel olduğumu düsünüyorlardı ve bunun aksisini idda etmeye çalısıyorlardı. Yani güzeldim ama öyle abartılacak kadar değil elbette. Mesela bir çiçek kadar güzel değildim. Sahi ben niye güzel değildim? Ama tabiiki de bunu onlara söylemeyecektim.
Kendimi biraz övmemde bir sakınca yoktu sanırım. Her ikisine bakarak çenemi havaya kaldırdım. "Benim dal gibi bir vücudum var." İşaret parmağımı ikisinin arasında tuttum çünkü söyleyeceklerim bu her iki kıskanç Perinin adınaydı. "Çok sükür boyum kısa değil. Ve ayrıca saçlarımın rengi de sarı ve mavi değil." dedim kibirle. Söylediklerimle ikisi âdeta sinir küpüne döndü. Meyr gözlerini kısıp hınçla bana bakarken, Leemi onlara kısa dediğim için başını eğmiş vücuduna bakıyordu. Meyr ve Leemi aynı anda, "Biç değilse senin gibi korkunç değiliz!" diyince kalakaldım.
Pekâlâ Bu ikiside güzelliğe fena takıntılıydı. Şuan hiç sırası değildi. Bu yerde doğaüstü şeylerle karşılaşmıştım. Burda bir sorun vardı.
Pes ederek büyük bir kabullenişle gözlerimi yumdum ve, "Tamam! Siz daha güzelsiniz. Ben zaten çok çirkin olduğum için buraya gönderildim." dedim. Şuan bunları söylediğime inamıyorum! Gözlerimi açtığımda, karşımdaki iki kızın da yüz ifadesinde büyük bir rahatlama geldiğini gördüm. İkisi aynı anda tuttukları nefeslerini bırakınca yapılmadığımı anlamış oldum. Her ikisi güzelliğine oldukça takıntılıydı. Garip bir şekilde beden tepkileri, hatta ifadeleri bile aynıydı. İkizler gibi ayni hisleri taşıyorlardı. Ama ikiz olma ihtimalleri vardı.
Düşünmeyi bir kenara bırakıp, "Peki burdan nasıl çıkabilirim? Bunu bana söylerseniz size dunaynın en güzel iltifatlarını edebilirim." Yene çıkarsız iş yapmayan yanım kendini göstermişti. Meyr ve Leemi iltifat lafını duyunca ikisinin gözleri parlamıştı. Hevesle yüzlerine bakarken Meyr, "Sihin çok tehlikeli bir yer. Sürgün mu edildin buraya?" dedi, aksinin olmasını dileyen bir tınıyla. Sürgün edilmek mi? Leemi Meyr'in sözleri üzerine konuşmaya başladı. "Buraya gönderilecek kadar ne hata yaptın? Üstelik sen onlardan değilsin." Leemi düşünceli bir tavırla beni baştan aşağı süzdü. İlk defa bir şey kafalarına takılmış gibiydi. Sihin dedikleri bu yer gercekten ne kadar tehlikeliydi?
Üzerimdeki toprakları silerken Leemi'ye cevap verdim. "Bir hata yapmadım. Akıl hastası biri bana iftira attı." dedim, ters bir ifadeyle üstümü başımı temizlerken. Burnuma giren yoğun limon ve çilek kokusunun kaynağı bu perilerdi. Kasvetli ormanda kaantlarından çıkan tozlar karaık havaya güzellik katıyordu.
Karanlık... O an farkettiğim detayla başımı hızla kaldırıp gökyüzüne baktım. Hâlâ karanlıktı. Nefesimi tuttum, ben bayılmadan evvel gün doğmaya yakındı. Şimdiye kadar çoktan güneşin doğması gerekmez miydi? Bu sarsıcı detayla Perilere döndüm. Beni unutmuş kendi aralarında fısır fısır konuşuyorlardı. Bu ikisinden aldığım enerji oldukça yumuşak ve sıcak bir his veriyordu.
Söyleyeceklerimi hatırlayınca direk lafa daldım. "Hava neden ayılmadı?" Anaızın gelen sorumla birlikte ikilinin bakışları hızla beni buldu. Meyr'in gözleri büyüdü. "Hava karanlık değil." dedi, korkuyla yutkunarak. Bakışlarım Leemi'gi buldu. Yüzü kireç gibi olmuştu. Ne oluyordu burda? Bakışlarım ikisinin arasında döndü.
Afallamış bir şekilde, "Ne demek karanlık değildi? Buraya geldiğimde de, gözlerimi açtığımda da karanlıktı. Neden hâlâ güneş doğmadı?" Aklımı kurcalayan sorulardan beni çekip çıkartan Meyr'in korkulu sesi oldu. "Sihin'in karanlığı bu. Gidelim Leemi!" Telaşla birbirline baktılar.
Zorlukla yutkunup konuşmak için dudaklatımı aralamıştım ki iki peri daha arkasını dönmeden gökyüzünden inen sis bulutlarla birlikte ortadan kayboldular. Havadan süzülerek inen mavi ve sarı tüy yavaşça ayaklarımın dibine düştü. Hiç hareket edemedim. Donmuştum. Ne nefes alabiliyordum ne de her hangi bir eylemde bulunabiliyordum. Sihin demişti, 'Sihin'in karanlığı bu.' demişti
Simsiyah dumanlar dolunayın ışığının üzerine bir sis bulutu gibi çöreklendiğinde, yıldızlar usulca semayı terketti. Ağır bir Sükûnet esir aldı ormanın her bir tarafını. Gözlerimi yumdum. Adım sesleri... Uzaktan yaklaşan o kuvvetli adım sesleri zihnimde büyük bir fırtına kopartıyordu. Ellerim sımsıkı yumruk olduğunda, gözlerimi açtım. Sisler her tarafı siyaha boyamıştı. Sihin nasıl bir yerdi böyle? Akıl almaz bir yerdi burası.
İçimden bir ses burdan hiç çıkamayacağımı söylüyordu.
Heryer zifiri karanlıktan ibaretti. Ama karanlıkta ışıldayan bir şey vardı. Yere eğildiğimde, parlayan şeyin o iki tüy olduğunu görmüş oldum. Birinden mavi ışık diğerinden sarı ışık yükseliyordu. İki tüyü elime aldığım.
Doğruldum ellerimdeki tüyler ateş böcekleri gibi ışıldıyordu. Akıl dengemi kaynetmiştim, delirmeme ramak kalmıştı.
Neydi benim bu yaşadıklarım? Ne kadar gerçekti? Kâbuslarım bu kadar uzun sürmezdi. Benim kâbuslarımda hep o adam vardı. Periler, karanlık, parlayan tüyler yoktu. Gerçeklik payı ne kadar vardı bu olayların? Zihnimde adım adım yaklaşan o kişinin adım sesleri zihnime izlerini bırakıyordu. Çok değil; sadece bir kaç saniye geçmişti ki o adımların sesi kulaklarıma yetişti. Tehlike etrafıma duvarları ördü. Kalp atışlarım erişilmez bir boyuta yükseldiğinde, bacaklarımdaki gücün azaldığını hissettim. Hafif bir esinti yüzümü okşadı. Üzerinde çok geçmemişti ki şiddetli bir rüzgâr bir kasırga gibi herşeyi toplayıp etrafa savurdu. Ellerimdeki tüylerin ışıkları saniyesinde söndüğünde işte o an kendime gelebildim. Kaçmak için neyi bekliyordum? Peşinden avcı gibi gelen biri varken ben durmuş burda düşünüyordum.
Rüzgâr sisi dağıttı ve dolunay şansıma göründü. Koşmaya başlarken bu ormana lânetler okuyordum. Git git sonu gelmiyordu. Benim gibi tembel bir insan bu kadar koşamazdı! Canım kilolarımı buralarda koşmak için almamıştım ben. Düşündüklerimle birlikte unuttuğum detayı hatırladım. Kilolarımı kaybetme korkusu o an çığ gibi duştü kalbimin üstünde.
Adımlarım birbirine dolanarak durdu. Gözlerim korkuyla kocaman açıldı. Hızla vücuduma baktım. Koşmaktan dolayı kalbim ağzımda atarken saçlarım terlemişti. Elimle terlediği için kökleri kaşıyan saçlarıma dokundum. Peşimdeki tehlikeyi, kaçtığım kişiyi bırakmış kaybettiğim kilolarımın derdine düşmüştüm. "Kilolarım..." diye fısıldadım ağlamaklı bir sesle. Dolan gözlerimden akan yaş hız kesmeden yanaklarımdan süzülmeye başladı. Onlar yıllardır benimleydiler. Babamdan daha çok seviyordum ben onları! Gözümdeki yaşı sildigim esnada ormanda yankılanan sesle birlikte akmak üzere olan yaşlarım saniyesinde durdu.
Aynı ses bir kez daha kulaklarıma yetiştiğindr ürpererek sesin geldiği tarafa baktım. Bu ses... Düşünme yetimi kaybetmiş durumdaydım. Ne hislerim, ne duygularım nede duygularım bana yardımcı oluyordu. Arafta kalmak tam anlamıyla buydu; nefes alsam boğazımda kalacaktı sankim
Biri baltayla odun kırıyordu. Derimin altı karıncalandı. Gecenin bu vakti kim odun kırıyordu? Bunu düşünmeyi başka bir zaman bıraktım. Birileri bu ormanın yakınında yaşıyor olmalıydı. Bana yardım edecek muhakkak bir insan evladı vardı. Sese kulak kesildim ve hiç düşünmeden sesin geldiği tarafa doğru yol aldım. Ormanın ıssız uğultusu kesilmişti. Her bir taraftan öldürmek için fırsat kollayan o tehlike geri çekilmişti. Asıl tehlike sesin geldiği taraftaydı. Başka çarem kalmış mıydı? Bu ormandan nasıl çıkacağımı bile bilmiyordum bu durumda katilin ayağına gitmekten başka bir yöntem kalmamıştı. Bana kendisinden başka biçare bırakmamıştı.
Hislerim adımlarımı geri atmamı, ne olursa olsun gitmemei söylese de aklım kurtuluş yolunu bulduğu için beni tehlikeye atmaktan kaçınmıyordu. Ürkerek etrafıma bakındım. Kuru dallar artık yoktu. Nemli toprağın kokusu hiç değilse bu kara kuytu ormanı biraz canlandırmıştı. İçindeki bütün ağaçlar ölmüştü. Doğanın güzelliği kaybolmuştu kasvetin içinde. Yüz yıllardır insan varlığını içinde görmeye alışmamış bu orman yanlızlığa alışmış olsa gerek beni pek sevememişti.
Yürüdükçe balta sesi daha netleşiyordu. Gerçekten oraya gitmek istediğimden ne kadar emindim? Acaba geri mi dönsem? Geri dönme imkânım yoktu. Çünkü artık kaybedeceğim bir şey kalmamıştı.
Bir kaç adım atmıştım ki puslu görüşüme ormanın derinliğindeki saklı ev girdi. Olduğum yerde hareketsiz kaldım. Simsiyah yazlık evlerine benzeyen bu ev ahşaptandı. Kara dumanlar etrafında dört dönüyordu. O kadar ıssız ve sessiz bir alandaydı ki bir an için kendimi üç harfli filimlerine dönerken buldum. Civarında başka ev yada başka bir kurum düzen yoktu. Evin üçken çatısı ve tahtalarla kapatılmış camları ürkmemi sağladı.
Yani böyle bir ormandan güzel bir ev beklenilmezdi değil mi? Her zaman en iyisini düşündüğüm için oluyor bu tahlilsizlikler. Bundan sonra herşeyin en mükemmelini düşüneceğim. Hayır, değiştir. Kötü düşüneceğim.
Ağaçlarının içinden çıkıp boş meydana geldim. Balta sesi arka bölümden geliyordu. Çitlerin önüne geldiğimde, zaten açık olan bahçe kapısından içeriye girdim. Öyle karanlık bir enerjisi vardı ki bu evin, sürekli kaçma isteği çoğalıyordu içimde. Baheçenin taş basamaklarından hız kesmeden evin arka bölgesine doğru ilerlemeye başladım.
Zifiri göllgeler evin çatısında hâkimdi. Adımlarım geri gitmek ve kalmak arasında kararsızdı. Evin etrafında dolanıp sesin geldiği tarafa geldiğimde, nefesimi tuttum. Görüşüme giren görtüntü görmek istediğim bir manzara değildi. Avuç içlerimin terlediğini hissettim. Boğazıma oturan yumru yutkunmamı zorlaştırdı. Karanlığın içinde bir sır gibi saklı duran o adamın gizemi beni arkasından tehlikeye sürüklemişti.
Hafif dolunayın ışığı üzerindeki siyahı uzaklaştırmıştı. Tüm öfkesini odunlardan çıkartıyor gibiydi. Gergin sırt kasları, düzensiz nefesleri ve sert darbeleri hiç sakin olmadığını yeterince açıklıyordu. Sakinliği bırak, kendinde barındırdığı tek duygular şiddete meyilli duygulardan oluşuyordu sanki. Üstündeki kolsuz siyah tişörtu vücuduna yapışmış, havanın soğukluğunu teninde hissetmiyormuş gibi terlemişti. Tişörtün uçlarını altına kıvırdığı geniş siyah kumaş pantolonu ve siyah botlarıyla kendine söylenecek hiçbir şey bırakmamıştı. Yüzünü göremesem de mükemmel diyebileceğim bir fiziği vardı. Yapılı ve kaslı bir vücudu vardı. Beden özellikleri normal bir erkeğin sporla elde ettiklerinden değildi. Kaslı vücudu çabaların sonucundan değildi. Bedeninde sahip olduğu en iyi şeylerden biri doğuştan iri yapılı ve güçlü olmasıydı sanırım. Elindeki baltayla hiç zorlanmadan kendini kaybetmiş gibi çevik bir hareketle odunları kütüğün üstüne koyuyor tek bir vuruşla ortadan ikiye ayırıyordu. Ne zamandır kırıyordu bilmiyorum lâkin önünde kırılmış bir yığın odun duruyordu. Ki bu şekilde bir o kadar daha kıracaktı. Ensemden soğuk bir ürperti geçti.
Bu adam delirmiş gibiydi. Hiç soluklanmadan sanki canını sıkan şeyin cezasını odunlara kesiyordu. Gerçekten şuan geldiğim noktaya inamıyordum.
Adam biraz öremdeydi ve ben neden şimdi gelmemekte bu kadar kararsız olduğumu anlamış oldum.
Ona yaklaşmak konusunda hiç emin degildim. Ürkmüş bir yüz ifadesiyle hareketlerini izliyordum. Durduğum noktada ne bir adım geriye nede ileriye gidebiliyordum.
Bir süre daha vahşice odun kırışını izledim. Hayvan gücü vardı sanki. İnsan bir durur nefes alır, yorgunluk denilen şey sanırım sık sık benim yanımdan olduğundan gerek kimseye uğramaya zaman kalmıyordu.
Bu kara kuytu evde o mu yaşıyordu? Eğer öyleyse o zaman çok yanlış birinin kapısını çalmaya gelmiştim. Adam henüz beni görmemişti, şimdi ortadan kaybolsam ruhu duymaz.
Hâlâ neyi bekliyorsun sen Milen? Merak işte arada olur olmadık yerlerde seni durduruyor. Son kez ona bakıp arkamı dönmek için bir hamle yapmıştım ki o an boğazıma takılan şeyle birlikte hiç yapmamam gereken bir hata yaptım. Derinden gelen bir öksürük sesi baltanın sesini kesti. Hangi durumda olduğumu unutup eğilerek öksürmeye başladım. Her öksürüşümde çiğerlerim parçalanıyordu. Allah aşkına böyle insan mı olurdu? Ölür olmadık herşey gelip beni buluyordu.
Bu ormandan kurtulduğum ilk an kendime kiralık bir katil tutacaktım!
Lânet boğazıma kaçan o şey öksürdükçe öksürüklerimin devamını getiriyordu. Sanki herşey benim aileyhime gitmeye yemin etmişti sanki!
Nefes alabilmek için elimle kendime hava atarken boğulacak gibiydim. "Nefes... Alamıyorum." Niye ölmüyorum ben? Bir elimle kendime hava gönderirken diğer ellimle enseme vurdum. Ne girmişti boğazıma? İnşallah öldürücü bir şeydir. Ben niye direniyorum ki? Yere uzan ölmeyi bekle, bu kadar çaba kendini sevmeyen biri için çok fazla!
Ellerim iki yanıma indirdiğimde, o an bir şeyi fark ettim. Balta sesi gelmiyordu. Kanım dondu.
Yapacabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Yere çök ve yalandan ağla Milen. Bundan başka bir çözüm daha kalmadı. Bana acıma ihtimali çok zayıftı. Odunlara acımayan adam sana mı acır! Acımazdı. Korkudan mı telaştan mı bilmiyorum ama artık öksürmüyordum. Aramızdaki ürkütücü sessizlik ruhuma ızdırap eden o sesle birlikte tuzla buz oldu.
"Katilinin seni bulmasına fırsat vermeden kendi ayaklarınla ona geldin, Raven." Buram buram acı vaat eden sesinde gizli bir karanlık vardı. Kalbinde meydana gelen bu sızı hissettiklerimden çok bağımsızdı. Oluk oluk kanayan bir yaramın acısını yeni yeni hissediyor gibiydim. Aldığım nefesler kızgın iğneler gibi boğazıma saplanıyordu, nefes aldıkça canım acıyordu.
Doğrulup yüzüme düşen saçlarımın arasından yüzüne baktım. Gözlerinde kendimi çaresiz hissettiğim o adamın siması hayal değildi gözlerimin önünde. Keskin sisli gözleri ıssız ve acımasız bakıyordu. Tam karşımdaydı. Onun bedeni, onun yüzü, onun gözleri. Gerçekti.
Başımı iki yana salladım. Kabul etmesi büyük bir güçtü. "Sen... Herşeyi sen yaptın." dedim zorlukla. Neden bunu hiç düşünmedim?
Elindeki baltayı köşeye fırlattı. Aramızda yanlızca beş adım vardı lâkin bu mesafe ona yetersiz gelmiş olacak ki üzerime doğru bir adım attı. Gözlerinde bana olan küçümseyici bakışı, aciz ve düşük hissettirecek kadar baskındı. Lakin ben hiçbir vakit insanların bana olan bakışlarıyla, sözleriyle değişip üzülen insanlardan olmamıştım. Yüzüne ifadesiz bakmak için kendimi zorladığım nadir anlardan birine denk gelmiştim. Boynunu yana yatırdığında, onaylamayan bir ses çıkardı. "Seni sona sakladım. Benim fazla değerlisin." Tehlikeli bir tınıyla konuştuğunda, yüzüne düşen saçlarını sertçe itti. Sesi sakin çıksa da hareketleri sertti. Dudağını oynattı. "Seninle basitçe ilgilenmem, Raven." Ağır bir vurguyla son kısmındaki kelimeyi ağzında çiğnedi. Göz temasından kaçındım.
"Koca dünyada gele gele bana mı rasladın?" dedim sertçe. Zerre sabrım kalmamıştı artık! Sözlerime bir cevap vermedi. Mimikleri en büyük cevaptı. Sanki konuşacakmış gibi elimi kaldırdım. Neşem yerine gelmiş gibi gülümsedim. "Yada sen dur, ben anlatayım. Dedin zaten kimisi kimsesi yok bulaşmaya çok müsait. Hep millet mi uğraşacak biraz ben oyun oynayayım." Başını eğip yere bakarken dudaklarının kıvrıldığını gördüm. Söylediklerim ona zevk vermiş olmalı. Adı herif! Anlatırken en özel detayı gözden kaçırmıştım. Elimi anlıma koydum. "Ah bak bunu unuttum. Şimdi senin benim üzerimden amaçların da vardır. Neden? Çünkü Sen amaçsız iş yapmazsın." dedim sanki gurur verici bir iş yapıyormuş gibi övünür bir tonda. Sözlerime karşı tepkizliğini koruyordu. Belkide artık susmamı istiyordu. Bu saatten sonra çok zordu.
Takındığım sahte sakin rol üzerimden kalktığında öfke usul usul kendini hissettirdi. Gözlerinin içine sinirle baktım. "Beni artık rahat bırak kahrolası herif." Benim hayatımda olmasının tek iyi noktası fazla yakışıklı olmasıydı. Ama sorun bana saplantılı âşıklardan olmamasıydı. Bende ki soru, başkasının değil; benim gibi bir uğursuzun hayatında uğur getirecek hiçbir şey olmazdı. Yürürken bile etraftan bela toplayan bir insandım ben. Onun da bu hayattaki şanslı olduğu tek nokta; ruhunun çirkinliği dış görünüşüne yansımamasıydı. Bunun için sevinmeliydi.
Bana bakarken sert, acımasız bakışlarının yanı sıra sanki kontrolü dışında yoğun bakıyordu. Ve o anlardan biriydi. Bunun üstünde durmadım. Saçlarımı kaşırken, "Seninle bir anlaşma yapalım diyeceğim. Sen anlaşma yapacak insan da değilsin ki? Para mı istiyorsun? Benden daha zengin olduğun açık. Sana verebileceğim hiçbir şey yok niye anlamıyorsun!" dedim, bıkmış bir ifadeyle. Bütün söylediklerini tek kelime etmeden dinledi. Başını eğmiş dikkatle çehremi inceliyordu. Aramızda soğuk rüzgârlar esiyordu. Haddinden fazla konuşmam onu ciddi anlamda rahatsız etmiş olacak ki başını yana çevirdi. Keskin çene hattında kaslar oynadı. Yanağında bir şeyi çiğner gibi çenesi oynattı. "O rahatsız edici sesini kısmanın yolllarını bul. Ve," Kısık bir tonda konuşarak bana döndü. Zerre merhamet barındırmayan bakışları yüzümde bir saniyeden fazla oyalanmadan devam etti. "Eve geç." O kadar sert bakıyordu ki itiraz etmek şuanlık mümkün değildi. Benden avantajlı olmasının tek sebebi benden uzun olması, veya oldukça yapılı olması da değildi. Onda çok başka bir şeyler vardı. Zoraki bir gülümsemeyle, "Tabiiki de eve geçerim. Seni mi kıracağım ben." dedim oldukça sevimli bir şekilde. Gülerek ona sırtımı döndüm. Yüzümdeki gülümseme anında dondu. "Pisilik herif." diye tısladım. Yürümeye başlarken bakışlarım etrafımı tarıyordu. O karabasan evine gireceğimi sanıyorsa yanılıyordu. Bir kaç adım atmıştım ki bulduğum çıkış yoluyla adımlarım durdu. Beni kim durdurmuştu ki o durdurabilsin. Hemen peşimden geliyordu. Benim gibi hızlı koşamazdı. Koşmak konusunda kimse elime su dökemezdi. Sol tarafın çitleri düşmüştü. Bir saniyeden fazla beklemedim koşmak için. Arkamdan durmam içinde bağırmasını ya da gelmesini bekledim lâkin bunların hiçbirisinin olmadığını farkedince büyük çitlere ulaşmadan durdum. Omzumun üstünden afallamış bir hâlde ona dönerken eve doğru yürüdüğünu gittiğini gördüm. Ne yani peşimden gelmeyecek miydi?
Öylece ona bakarken, ona baktığımı hissetmiş gibi durdu, aldığı derin nefesle geniş omuzları inip kalktı. ”Orda durup beni izlemek yerine kendine bir iyilik yap, ve benden önce ev ol Sisel Raven.” Yürümeye başlamadan evvel kurduğu son cümle ise tüylerimi kabarttı. ”Aksi olursa da beni öfkelendirmiş olursun, ki bunu hiç sevmeyeceğine eminim.”
🍂
Bence bölüm güzel bir yerde bitti :)
Kum ve Milen'in sahnelerini bu bölümden sonra daha sık okuyacağız. Ve tabii şunu da belirtmek isterim ki kurgu aile üzerine. Gerek Milen ve babası olsun, gerek Kum'un geçmişi olsun. Bu kurgu hem fantastik, hem yoğun bir aşk hikâyesi hemde aile.
Bölümleri okurken umarım keyif alıyorsunuz. Ben yazarken aşırı zevk alıyorum bu kitaptan. Dilerim kalemim sizi mutlu ediyordur.
Gelecek bölüm; İki Gözyaşı bölümü cumartesi günü gelecek.
Güzel yorumlarınızı eksik etmeyin. Sizleri seviyorum canlarım.😍
Okur Yorumları | Yorum Ekle |