9. Bölüm

(8) Kasvet

Ebru yuva
ebru2_yuva_

 

"Bana kendi ellerimle bir mezar açtın ve şimdi oraya girmemi istiyorsun.
Gerçekten bir gün ölürsem mutlu olacak mısın?"

 

🍁


Kaybolmak. İnsan sadece yolunu bulamayınca mı kaybolurdu? Ruhu da duyguların arasında kaybolmaz mıydı? Gördüğüm ve baktığım her yerde kocaman bir bilinmezlik vardı.hangi tarafa uzansam daha büyük bir çıkmaza girmekten korkuyordum. Korku... En sadık duygulardan biriydi. Asla beni bırakmayan ve her daim nefesi ensemde olan bir duyguydu. Ben korktuklarımdan kaçan biri hiç olmamıştım. Hep üstüne gidip onları yoketmeyi seçmiştim. Başarmış mıydım peki? Başaramamıştım.

Her konuda mert bir insandım ama zamana bencildim. Zaman geri gelinmezdi çünkü. Ve ben şimdi zamanımı harcıyordum.

Sahi ne işim vardı benim burda? Bu adamın yanında, onun evinde, ne işim vardı? Çıkıp gitmem gerekmez miydi? Gerekirdi ama ben gidemiyordum. Çünkü içten içe kalkıp gitmeye yeltendiğim an buna engel olacağını biliyordum. Öyle söylememişti lakin tam anlamıyla böyle hissettiriyordu.

Saf Kahverengiye içi tasarlanmış salonda tek kişilik koltukta oturmuş, çekinerek bakıyordum onun odunları şömineye dizişini. Bunu yaparken bile sertçe yapıyordu hiçbir şeyi yavaş ve rahat yapmıyordu. En ufak bir pürüz onu delirtmeye yetiyordu. Odunları kırmak ister gibi atıyordu şöminenin içine.

Onu böyle kızdıran şey neydi?

Gergin sırt kaslarıyla bakışırken şömeneyle işi bitmiş gibi ayağa kalktı. O kadar güçlü bir duruşu vardı ki karşısısında kim olursa olsun direnci kırılırdı. Dizlerimin üstünde duran parmaklarım buz kesmiş masada bilinçsizce tıkırtılar çıkartıyordum.

Son cümlesinden sonra kendimi nasıl eve attım bilmiyorum, ve bunu yaparken gülüşünün sesini duymuştum. Şömineyle işi bitmiş olacak ki ayağa kalktığında bedenini bana döndürdü. Gözleri direk ellerimi buldu. Çenenisini sıkıp, ”Kes şu sesi.” dedi her bir kelimesine vurgu yaparak. Sesi kesmem imkânsızdı. Ama daha ses çıkartacak şekilde ritim tuttum. Gözlerininin grisi koyulaştı. Bakışları üzerimde ağırlaşmaya başladığında boğazıma sert bir yumru oturdu. Gözleri gözlerimi delecek bir keskinlikle baktı. ”Sana o sesi kes dedim.” Kısık bir sesle tısladığında, nefesleri düzensizleşiyor, vücudu geriliyordu. Parmaklarım hızla durdu. Boynunu iki yana kütletirken, ”Önüne dön.” Sert sesi üzerimde büyük etki etti. Ellerimi dizlerime koyup pantolona sürterek hışırtı sesler çıkartırken kendimi iyi hissediyordum. Korkudan itaat ederek önümdeki boş deri koltuğa baktım. Bir kıvılcım sesi duyduğumda ürperdim. Hemen sonra ağır adımlarını işittim. Kudretli adımları insanın içinde kaçma dürtüsü yaratıyordu. Tehlike her yandan etrafımı sarıyordu, sanki kapana kısılmıştım. Baktığım boş deri koltuğuna oturduğunda artık görüşümde o vardı. Yüzüne baktım, o ise ellerime nefret ve kızgınlık arasında bakıyordu. Koyu saç tutamları yüzünün yanlarına düşmüş hafif sakalları uzadıkça saçlarının rengini alıyordu. O tek kelimeyle kusursuz bir adamdı.

Çıkarttığım seslerden rahatsız olmuş gibi kaşlarını çattı. Çenesi her iki yana oynarken soğukça gülümsedi, ama bu o kadar yetersiz bir gülüştü ki hiç korkmadığım kadar korktum. ”Ellerinin sorunu ne?” Bu bir soru değilde daha çok kızma biçimiydi. Başımı eğip ellerime baktım, titriyorlardı. ”Sessiz ortamları sevmiyorum sadece.” dedim zayıf bir sesle. Başımı kaldırıp yüzüne baktım, lâkin o hâlâ ellerime bakıyordu. Ellerini dizlerine koyup öne doğru yavaşca eğildiğinde refleksle sırtımı koltuğa dayadım. O an başını kaldırıp gözlerime baktı. ”Çıkarttığın sesler beni deli ediyor, bunu da biliyor musun?” O kadar kısık bir sesle konuştu ki, kalın sesine ayak uyduran öfke bile fazlazıyla sakin kalmış gibiydi. Yutkundum. ”B-beni rahatsız ediyor sessizlik.” Yüzüme bakarken büyümeye başlayan tekinsiz sessizliği olmadık anda büyük bir kahkahayla bozuldu. Kalbim çırpındı.

O kontrolünü yetirmiş bir psikopat gibi kahkahalarla gülerken ben kendime lanetler okuyordum. Koca ormanda raslayacak başka biri bulamadın mı Milen? Gerçekten bir tesadüf sonucu onu bulmuş olabilir miydim yoksa herşey baştan sona kadar bir oyunun parçası mıydı? İşte bunlar kafamı kurcalayan büyük sorulardı.

Gülüşü yavaş yavaş dudaklarında dolanırken, gözlerini kapattı. Hâlâ belli belirsiz bir kıvrılış küstahça dudağının kenarında dolaşıyordu. ”Demek rahatsız oluyorsun sessizlikten.” Ufak ufak gerçek kişiliği uyanıyordu. Gözlerini araladı ve sadece kısa bir an ürkmüş bakışlarıma karşılık verdi. ”Benim çirkin kadınlardan hazetmediğim kadar rahatsız olamazsın.” Bahsi geçen çirkin kadın o söylemese de yaptığı vurgudan ben olduğumu anlamıştım.

Lânet herif bana çirkin mi demişti? Ona neydi ki benim güzelliğimden çirkinliğimden? Sinirlendim. ”Beni çirkin mi buluyorsun?” diye sordum. Resmen beni çirkin bulup bulmaması umursuyormuş gibi davranmıştım.

Yüzümü sabit tutmaya zorlarken tek kaşını kaldırdı. Daha sonra gözlerime baktı. ”Seni çirkin bulmam için gözümde bir kadın olman gerekir.” Sırtını rahatça koltuğa yaslarken kollarını koltuğun kolçaklarına yerleştirdi. Boynunu ağırca yana yatırdığında vücudumu zedeleyecek bir kibirle süzdü beni. ”Ve şuan sende gördüklerim yetinemeyeceğim kadar az şeyler.” Bakışlarıyla yeterince aşağılamamış gibi sözleriyle de bunu yapmıştı. Hiç umursamadım, güzellik artık takılacağım son şey bile değildi. ”Beni niye getirdin buraya?” diye sordum bastırmaya çalıştığım bir öfkeyle. Hiç rahatını bozmadan parmaklarını kolçağın üzerinde gezdirmeye başladı. ”Sen bana geldin, ben değil.” Bunu derken bile fazla küçümseyiciydi tınısı. Derin bir nefes alıp, ”Ondan önce sen benim karşıma çıktın, sokakta, evde, ringde, şehrimde.” Sanki ben gelip onu bulmuşum gibi konuşmaktan vazgeçmeliydi. Yüzünde hiçbir değişiklik olmadı. Sadece dudağının köşesi kıvrıldı ama bu daha çok sanki bende bulduğu bir şeyi beğenmiş gibi. ”Seninle oturup konuşacak bir adama mı benziyorum?” Kaşlarımı çattım. Ne biçim bir adamdı bu böyle? Bu kadar kibir, ego neyin nesiydi? Sinirle gülümsedim. ”Niye benzemiyor musun?” dedim gülüşümün arasından sinirle. Hâlâ dizimde hareket eden parmaklarıma baktı, ve daha sonra ağırca gözlerini çehreme çıkarttı. ”Beni kandırabileceğini sana söylen kimdi Raven?” Ağzım açıldı, ne demeye çalışıyordu? Gözlerine hınçla baktım ama onun ifadesi sabitti. ”Ne diyorsun sen ya? Rica ederim daha açık konuşur musun?” Delirecektim!

Sırtını koltuktan ayırdığında aramızda engel olarak sadece bir sehpa duruyordu ve onu elinin tersiyle duvara fırlatmayacağının garantisi yoktu. Zira şuan öyle vahşi ve yırtıcı bakıyordu ki bir an için yanlış bir şey yaptığımı düşündüm. ”Beni sakın kandırmaya çalışma.” Dişlerinin arasından her harfi tek tek birleştirerek söyledi. Sertçe yutkunurken bakışlarıyla beni yeterince korkuyla doyuruyordu. Gözleri dizimdeki ellerimi buldu. ”Eğer ben farkedersem, o parmakların benden izinsiz bir daha hareket edemeyecek hâle gelir Raven.” Buram buram ölümü arzulayan o karanlık yanıyla gözlerime baktı.

Ne yaptığımı farketmiş miydi?

Onu konuşarak oyalarken bu sırada kendimi rahatlatmak adına çıkarttığım ufak sesleri nasıl farketmişti. Üstelik ses bile yoktu, sadece ben zihnimde bir ritim uyduruyordum hareket eden parmaklarım sayesinde.

Ve o şimdi bunu farketmiş, gizleyemediği bir öfkeyle bana saldırıyordu.

Çekinerek kasılan çehresine baktım. ”O kadar ileri gider misin ki?” Sesim hiç olmadığı kadar güçsüz ve cılız çıkmıştı. Sadece gözlerime baktı, ve beni korkutmaktan bir adım bile geri çekilmedi. ”Eminin ol gitmekle kalmam.” Tek söylediği bu olmuştu.

Geriye yaslanıp bir şey söylememe fırsat tanımadan gözlerini yumdu. Uyuyacaktı sanırım. Peki beni niye böyle burda tutuyordu? Acaba uyuduğu an hiç düşünmeden bu evden kaçacağımı hesap etmemiş miydi? Öyle aptal birine benzemiyordu, gözlerime bakarken ne yaptığımı düşünecek kadar kadar üstün bir zekâya sahip gibiydi. Bu adamı oyuna getirmek mümkün değildi.

Onun hakkında düşüncelere dalıp gitmişken ne kadar uzun bir süredir onu izlediğimi farkettim. Kusursuz çehresinden gözlerini ayırması biraz zordu. Normâl bir insan olsa dâhi ona alıcı gözüyle bakamazdım çünkü hiçbir zaman yanında sönük kalacak kadar yakışıklı erkeklere bakmamıştım. Ki bu adam yakışıklı bile değildi.

Onun hakkında düşündüklerimi farkedince başımı iki yana sallayarak etrafına baktım.

Şuan kaçma ihtimalim sıfır bile değildi. Gideceğimi elbette hesap etmişti aksi hâlde önümde böyle rahatça gözlerini kapatıp uyumak istemezdi.

Kaçmak için uyuduğundan emin olmalıydım ve bunun içinde maalesef biraz daha bekleyecektim.

O sırada ateşin çatırdayan sesi kulağıma ulaştı. Odunlar ıslak olduğundan biraz geç tutuşmuştu ateş. Şömenin alevi içeriyi önce aydınlattı ardından buz gibi havayı dağıttı. Gözlerimi bir an olsun onun yüzünden ayırmadım. Kimsenin rengini bilmediği sakallarıyla saçları aynı renkteydi.

Karşımdaki bu adam kelimelere sığmıyordu. Hayır, değiştir. Ben onu anlatacak kelime bulamıyordum. Bana hem kusursuz hem bir o kadar kusurlu geliyordu. Sanırım ikinci düşüncem çirkin ruhundan kaynaklıydı.

Onu izlemeye dalarken esnedim. Şöminede tutuşan odunların sesi ve vücudumu ele geçiren sıcaklık uykuyu ağır basıyordu. O ormanda koşturup kaçarken yorgunluğumu tamamen aklımdan atmıştım. Oturunca halsiz düşen bedenim kendini yeni yeni belli ediyordu. Başım iznim dışında koltuğun kolçağına kaydığında gözlerimi açık tutmaya zorladığım için gözlerim buğulanıyordu. İçimde kendime küfürler yağdırdım, hakaretler sıraladım. Eğer uyursam planım alt üst olacaktı. Uyuma Milen, birşeyelr düşün. Yone zihnimde diziler, filimler oynatırsam belki bu durumu ertleyebilirdim.

Evet, evet bu iyi bir fikir.

Ne kadar dirensem de bedenim uykunun kıvamına gelmişti. Esneyip dururken beni etkisi altına alan bu şeye başkaldırmaya and içmiştim sanki. Düşüncelerim uyumam için çok fazla şey yapıyordu. Şurada biraz uzanırsan ne olur ki sanki Milen? Tabii burda tehlikede olan onlar değildi sonuçta! Alçak düşüncelerim, her ne oluyorsa hepsi onların altından çıkıyordu zaten!

Ama bu iş artık düşüncelerimden çıkmıştı. Biraz gözlerimi dinlermekte fayda vardı. Koltuğa iyice kıvrıldığımda bir an önce kapanmak isteyen göz kapaklarım uykuya yenik düştü. Bedenim yavaşca rahatladığında biliyordum aslında, beni etkisi altına alan bu uykudan kurtulamayacağımı.

Ama içimden bir ses, sanki beni saniyeler içerisinde böyle uykuya teslim eden şey yorgunluktan veya uykusuzluktan gelmediğini söylüyordu.

Sanki biri uyumam için beni telkin ediyordu.

*

Saatin farkında değildim lâkin üşüme hissi rahat uyumama izin vermiyordu. Nerde olduğumu ve ne durumda olduğumu unutmuştum. Tek derdim ısınmaktı. Gövdeme doladığım kollarım beni sadece teselli ediyordu. Hava soğuktu ya da bana öyle geliyordu. Serin rüzgârlar derimin altında esiyordu, sanki aldığım nefes bilene soğuktu. kendimi uykuya versemde zihnim ayıktı ve bunun sebebi duyduğum tıkırtı sesleriydi. Bana doğru yaklaşmakta olan kişinin adımlarının sesini zihnimde duyuyordum. Tanıdıktı, hemde çok fazla tanıdıktı bu ses. Bir şeyin yerde sürtünüşünün sesi geldi ve hemen ardından vücuduma esen soğuktan beni koruyan bir örtü atıldı üzerime. Kendimde olamadan yumuşak pikeye sarılacağım an tekrar benden alındı. Tehlikenin nefesi ensemde vücuduma soğukluk getirken, beni avlamaya hazır bir canavar başucumdaydı.
Aynı soğukluk saniyesinde bedenime hücum etti. Kollarımı sımsıkı bedenime sardıdığım esnada sıcaklık yine bedenimle buluştu.
Üzerime âdeta fırlatılır gibi atılan pikeyeyi avuclarımla kavradım. Sert bir nefesin sesi kulaklarımı doldurduğunda hemen yanı başımda bir şey görültüyle yere düşüp paramparça oldu. Sanki kendinde olamadan öfkesini bir eşyadan çıkartmıştı.

Kalbim kasıldı.

Neler oluyordu?

**

Yıkılış... Bir enkazdan ibaret miydi? Bazen insanın içinde de birşeyler yıkılmaz mıydı? Yıkılırdı ve kimseler görmezdi. Anıların buruk tadı içimdeydi, bir çok yaşanmışlığın küf hissi benimleydi hâlâ. Söküp atmak isteyip de asla kopamadığım o eski mazi benimle yaşamaya inat etmiş gibiydi. Ne yöne gitsem artık önümde sadece kendim değil, başkaları da engeldi.

Hiç tanımadığım insanları tanımış, yabancı bir havayı solumuş, ne olduğunu bilmedeğim karanlık bir sisten kaçmıştım.

Son bir saat içinde aslında ne kadar çok şey yaşamış ve bunları kendime normalleştirmişim. Ben doğaüstü şeylere inanmazdım ki. Fala giderdim, büyülerle ilgilendirdim lâkin bunlar gerceklikten uzaktı. İnsanın bildiklerinden uzakta kalan kâbus gibi korkunş şeylerdi. Hangi birini alıp kabul edeceğini şaşırmış bir durumdaydım. Hangi birine cevap bulup, kafamda yoketmeye başlayacağımdan şaşırmıştım. O kadar şey vardı ki zihnime sığdırdığım bu koca dünya içinde çaresizdim. Ve hâlâ kör umutların arkasına saklanıp kurtuluş yollarını arıyordum.

Yaklaşık bir kaç dakikalardır uyanmış ama gözlerimi açmaya bir türlü cesaret edemiyordum. Neden acaba! Lânet olsun o herifin elinde olmaktan deli gibi korkuyordum. Sonsuza dek böyle kalmayacaksın herhâlde Milen. Diyordu iç sesim. Ne olurdu yani böyle sonsuza dek kalsam? Yemek yemek, tuvalete gitmek, banyo ve diğer işler haricinde bir engel yoktu. Uyumayı çok seven bir insandım. Bu işler olmazsa yıllarca uyuyabilirdim.

Ama açıkmıstım. Ben miğdeme de hiç söz geçiremezdim ki, karnıma çok düşkündüm. Dünya kopsa oturur yemeğimi yicek bir insandim ben.

Korkaklıkla bir yere varamayacağımı anlayınca korkularımın üzerine gitmeye karar verdim.
Her zaman yaptığım gibi.

Gözümün tekini açtığımda, gördüğüm manzarayla hızlıca tekrar kapattım. Hayal gördüm her hâlde. Evet, evet öyle olmalı. Bu sefer tek gözümü açmak yerine her ikisini aynı anda açtım. Huylarımdan biri de buydu zannedersem.

İlk görüş açıma önümdeki cam sehpa oldu. Bakışlarım hafif yükarıya uzandı. Karşımdaki siyah deri koltuk boştu. Etrafıma baktım. Bakmama gerek yoktu aslında çünkü nerde olduğun çok açıktı. Kahretsin! Bu kadar şansız olduğuna inanmak istemiyorum. Şans denilen şey hiçbir şeyde bana uğramamıştı. Üstüme başıma baktım. Koyu yeşil pikeyi üzerimden ittiğimde kafamda sorular dört dönüyordu. Bu pikeyi kim üstüme örtmüştü. Hayal meyal birşeyler hatırlıyordum ama çok azdı, hepsi kesik kesikti.

Ayağa kalktığımda biraz ilerimdeki cam vitrinin içindeki ayna gözüme çarptı. Rotamı o tarafa yönelttim. O manyak adamın nerde olduğunu bilmiyordum ama evin içindeki sessizlik bana hiç iyi gelmiyordu. Salonun kasvetli havasını kendime sorun yapmıyordum ama sessizlik... İşte sessizliğe asla gelemezsin. Ayaklarımı zemine sürte sürte hareket ettirdiğim için otomatikmen
ses çıkıyordu. Sıkışan göğsüm ayak seslerimle rahatlamıştı. Farkında olamadan avuç içime batırdığım tırnaklarımı geri çektim. Sorun yok, herşey yolunda.

Vitrinin önünde durup düşünmeden kapılarını açtım. Gözüme çarpan yuvarlak siyah aynayı tereddütle elime alırken içini bir titreme aldı.
Aynanın yansımasında gördüğüm yüz bana tanıdık gelmedi. Çehremdeki kir ve dağılan saçlarım beni olduğumdan daha çirkef göstermişti. Yüzümü astım. Şuan elimdeki bu aynayı alıp duvara fırlatmak için neyi bekliyordum? Beni çirkin gösteren herşey yok olmalıydı. Aslında ben güzel olmak isteyen insanlardan değildim boşuna kendime bunu dert ediyordum. Dışarı çıkarken bile babamın kıyafetlerini özensizce giyen ben güzelliğin peşine mi düşecekti? Duyda inanma. Her zaman kendi rahatına düşkün tiplerdendim. İçinde rahat olduğum sürece kıyafetlerim isterse çuval olsun benim için herşey tamamdı. O kıyafetle heryere giderdim. Neyse ki diğer insanların aksine bu kunuda özelliğim vardı. Kendimden asla utanmazdım.

Çatık kaşlarla aynayı tekrar yerine bıraktım. Niye bakıyorsam, sanki orda farklı bir yüz göreceğim! Vitrinin kapılarını tekrar kapatıp ne yöne gideceğimi bulmak için etrafima baktım. Ne yapmalıyım şuan? Kaçmak için doğru bir zamandı ama onun nerden çıkacağını kestiremiyorum. Ne güzel o uyurken kaçacaktım. Ama ne şanssa uykum da tam o zamanda gelmişti. Hep diyorum bahtsızım diye kimse inanmıyor!

Nereye gideceğim hakkında düşünürken o an bir takım sesler duydum. Başım eş zamanlı olarak sesin geldiği tarafa döndüğünde çok geçmemişti ki onun adımlarımın sesini duydum. Vücudumdaki ısı yokuldu ve korkunun soğuklulugu ağır ağır üzerime çöktü. Ve hemen sonra seslerin geldiği kapıdan iri bedeni göründü. Çok mükemmel bir zamanlama!

Üstünde dikkatimi çeken farklı kıyafetlerine bakarken buldum kendimi. Göğsünü açık bırakan gömlek tarzındaki üstünün düğmeleri sadece yarısına kadar vardı. Açık yakasından görünen göğsü bakışlarımı o tarafa kilitledi. Teni ne bronz ne de buğdaydı, her ikisinin arasında kalmış gibiydi. Zorlukla gözlerimi geniş göğsünden çekip aşağıya düşürdüm.
Siyah kumaş olduğunu düşündüğüm pantolonu kaslı bacaklarında ikinci deri gibiydi.

Nemli saçları yine yüzünün iki yanından anlına inmişti. Yürürken keskin çehresinde donuk bakışları her an sertleşecek gibiydi.

Beni henüz görmemişti. Bakışlarım elindeki beyaz tabağı buldu. içinde özensizce doğranmış yeşillikler ve tabağa renk veren kırmızı bir sos. Her nereye gidiyorsa adımları anlık durdu. Keskin çenesi iki yana oymadı, öyle her an vurup çağıran, ortalığı yakıp kavuran biri değildi lâkin insan bakışlarına maruz kalınca garip bir şekilde ona karşı çekiniyordu. Başı ağırca bana döndüğünde, kaşları çatıldı. Ne yapacağımı bilmez bir hâlde birşey söylemesini beklerken beni afallatacak bir şey yaptı. Sanki yokmuşum gibi umursamadan önüne dönüp farketmediğim köyü lacivert kapıdan içeriye girip gözden kayboldu.

Ciddi ciddi bana ne yapacağımı sormadan kendinden emin bir şekilde gitti ve kaçma ihtimalini bile düşünmedi öyle mi? Üstelik yemeye gidiyordu sanırım, hemde ben burda aç aç dururken!

Bana artık bir açıklama yapmalıydı, beni neden burda tuttuğunu söyleyecekti. Yerimde durmak yerinde onun girdiği kapıya doğru adımladım. Bu adam artık beni sinirlendiriyordu. Konuşma diye beni koltukta uyutmuş ve şimdi benimle konuşmuyordu.

Kapıdan hışımla içeriye girdiğimde kendimi oldukça geniş ve lüks bir şekilde dekore edilmiş bir oturma odasında buldum. Bizim dünyamızın eşyalarının bir daha gelişmiş haliydi sanki burası. Bakışlarım odanın içinde fazladan dolaşmadı çünkü bakışlarıma takılan adam buna müsaade etmedi.

İki kişilik siyah masanın başında kendinden taviz vermeyen o duruşu, ve elinden asla bırakmadığı otoritesi üzerindeydi. Başını eğmiş tabağıyla ilgileniyordu. Yumruklarımı sıktım bu ne biçim bir insandı böyle? Beni evine davet edip getiriyor ama yemek vermeyi akıl edemiyordu. Hayır, değiştir. Bencil herif sadece kendisini düşünüyor! Sofrada ismini bilmediğim yemekler vardı. Tabağına doldurduğu yemekleri iştahla yerken bir an olsun başını kaldırıp bana bakmadı. Beni farketmesi için genzimi temizledim fakat başını kaldırıp bakmayı bırak sanki duymamış gibi yemeğini yemeye devam etti. Sinirle elimi saçlarıma atıp kaşırken masaya doğru ilerledim. Hâlâ bana bakmamıştı sanırım geneli böyleydi aksi hâlde bunu kendime bir hakaret olarak sayarım.

Onunla konuşma gereği duymadan sanki bu evde yaşayan iki insanmışız gibi ona sorma gereği duymadan kedime bir sandalye çekip oturdum. Adi herif çağırma nezaketinde bulunmuyorsa onu bekleyecek hâlim yoktu.

Yemek yemek için masada bir kaçık tabak aradım ama yoktu. Sadece kendine tabak kaçık koymuştu. Elindeki demir çubuklara da kaşık denilmezdi ama sonuç itibariyle yemekleri onunla yiyiyorlardı ve benim için koymamıştı.

Sinirlerim tepeme bindi. Böylesiyle de ilk kez karşılaşıyorum. Ah pardon Milen unutmuşsun, çünkü senin de böyle bencil bir baban vardı. Evet gerçekten babama benziyordu bu konuda.

Acımasız olmasını anlarım, sert olmasını anlarım, kaba olmasını da anlarım. Ama bu herif bildiğin bencildi! Uzanıp iştahla yediği sarmaya benzeyen ama sarma olamayan yemeğin kâsesine uzandım.

Bu yemekleri kendisi mi yapmıştı? Hiç yemek yapacak tipte yok oysa ki. Elim yemeğe uzandığı an, hiç bozmayacakmış gibi gibi koruduğu sükûneti ettiği gurur kırıcı sözleriyle parçalandı.
"Seni öldürmek isteyen bir adamın sofrasına oturacak kadar onursuz bir kadın olman," Havadaki elim kalakalmıştı, "Beni hiç şaşırtmadı." Ağzımda acı bir tat oluştu, yutkunmak istedim ama yapamadım. Elim masanın üstüne indiğinde gözlerimi bu sözlerine karşı yummak istedim. Ama hayır, haksız olduğu yerde asla beni suçlamayacaktı.

Başımı çevirip yüzüne baktım. Bana hâlâ bakıyordu. "Beni öldürmek isteyen o adam ne diye beni evine getirip, sırf üşümeyeyim diye gece üstümü örtüyor.” derken dik dik ona bakıyordum.

O ise bu sözleri benden kesinlikle beklemiyor olacak ki afalladı, ama kendisini hızlı toparladı.
Kaşları çatıldığında o an başını tabaktan kaldırıp bakışlarıma karşılık verdi. Ama gözlerinde hiçbir duygu yoktu, belki de çok iyi gizliyordu.
"Bana lazımsın. Basit bir ölümle elimden kurtutulacağını sana düşündüren şey ne?” Baskın sesinde ölümün soğuk izi vardı. Gözlerine boş boş bakarken sorusunu eş geçtim
”Sebep?” diye sordum. ”Niye beni öldürmek istiyorsun? Ben sana ne yaptım?” Bunun cevabını almaya hakkım vardı değil mi? Bana bu iyiliği yapabilirdi. Keskin bakışları tahammül sınırlarını zorlamışım gibi büyük bir kinle üzerime çevrildi. ”Tadımı kaçırmaya başladın artık.” Yanağında bir oynama oluştuğunda çenesini sıktı. ”Seni korkutmak gibi bir sorunum yok ama, bana soru sormaya devam edersen bir daha buna cesaretinin olmayacağı şeyler yaparım sana.” Saf bir acımasızlık ruhundan gözlerine akıyordu. Öylece yüzüne baktım, ve bakarken her neyi görüyorsa bundan rahatsızlık duyarak önüne döndü. Önündeki yeşilliklere elindeki çupuğu sertçe geçirip ağzına götürdü ve yavaşça çiğnemeye başladı. Ondan nefret etmek istiyordum ama bunu nedense başaramıyordum.

Ona daha fazla bakmayı kesip önümdeki tabağa baktım. "Bana bir cevap bile veremiyorsun, ama konu acıya gelince en acımasız yanını koymaktan geri durmuyorsun." dedim kınayıcı bir tonda. Onun istediği gibi asla geri durmuyordum. Ne sanıyordu bana her istediğini yapacak, ve ben bir kukla gibi hiç sorgulamadan, direnmeden itaat edip uslu mu duracağım yanında? İşte buna kahkahalarla gülebilirim.

İştahım kaçmıştı ama inadına uzanıp önümdeki tabaktan kızartılmış olan siyah tane tane halka şeklindeki yemekten yedim. Dişlerimle çiğnerken ağzıma gelen tat çok farklıydı ama güzel olmadığını söyleyemem. Parmaklarıma bulaşan sosu yaladığımda bana göz ucuyla baktığını gördüm.

Sessizlik masada büyümeye başlayınca bunu dağıtma isteğiyle tekrar kendimi ona soru sorarken buluverdim. ”Ben nasıl buraya geldim? Yani hiç değilse bari bu söyle.” Yalvarmış mıydım? Hayır sadece küçük bir ricada bulunmuştum. Yemek yemeyi bırakıp dirseklerini masaya yasladığında tüm dikkatini benim üzerime verdi. İşte o an yere çömelip masa örtüsünün altında saklanmak istedim. Hiç umursamıyormuş gibi davranarak her yemekten kaşık kaşık alırken ağzımdan beğendiğiem dair hoş mırıltılar çıkarmaya başladım. ”Mmm çok mükemmel, sen mi yaptın? Ay valla çok da güzel olmuş, bizim mahalle de Semra'ın yemekleri de böyle lezzetlidir.” derken buldum kendimi. Semra ablayı ne de çok özlemiştim. Adı geçince burnumun direği sızladı. Ağzıma getirdiğim solucana benzeyen yemeği tabağa geri koydum. Onun şuan bana nasıl baktığını bilmiyordum zaten şuan ki ruh modunda düşünmüyordum da. Ellerimi kucağımda birleştirip başımı eğdim. ”Ama biliyor musun hep o dedikoducu Binnaz yüzünden bizim aramız bozuldu onunla. Tanısan öyle seversin ki.” dediğimde sesmin titrediğinin farkında bile değildim. Acaba babamla araları şuan iyi midir? ”Bence zaten o zaten babamı seviyordu, babamı seviyordu sonra yüz alamayınca böyle yaptı.” dediğim an dönüp yüzüne baktım. Bana öyle bir bakıyordu ki, kendimi gülümsemeye zorladım. Dirseklerini üstüne eğildi, gözleri dikkatle yüzümü inceledi. ”Babanı kim seviyordu?” tüm anlattıklarımın arasında sadece buna mı takılmıştı. Ayrıca gözlerindeki o kızgınlık da neydi öyle? Dudaklarımı birbirine bastırdım. Elimi boynuma götürüp sıvazlarken, ”Yani şey, babamdan bahserken gözlerinin içi gülüyordu. İnsan sonuçta babam da bekâr, birde eli ayağı düzgün. Ben olsam bende bakardım.” Ne dediğimi bilmeyerek geveliyordum. O bana böyle dikkatle bakarken kelimeleri telaffuz etmek çok zordu. Söylediklerimden sonra kaşlarını çattı, çenesindeki kaslar yerinden oynarken, ”Baban onu seviyor muydu peki?” Ciddi ciddi şuan sorguya çekiliyordum. Kaşlarım çatıldı. Tamam dedikodu yapmayı seviyordum ama söz konusu benim babamdı, ser verir sır vermezdim. ”Ne yapacaksın sen babamı? Hem bir şartla söylerim, eğer bana neden burda olduğumu, ve nasıl gideceğimi söylersen sana babam hakkında herşeyin söylerim.”

Ser verir sır vermem diyen sen olduğundan emin misin Milen?

Söz konusu hayatım olunca yapamayacağım hiçbir şey yok!

Gözlerini yumdu, sanırım sakinleşmek için kendisine zaman tanıdı. Boğazındaki damarlar belirginleşmeye başlayınca masanın üzerindeki eli yumruk şeklini aldı. Baştan aşağı ürperdim. Sonra gözlerini açtı, gri gözleri bulanık siyahın içinde kaybolmuş kadar belirsiz bir renge dönüşmüştü. Korkum, hemde hiç korkmadığım kadar. ”Sana bir soru sordum ve bana bir cevap ver.” Sakin, tıslamadan, bağırmadan ona istediğini vermezsem biraz sonra öldüreceği listesindeki insanlardan biri olacakmışım gibi hissettiriyordu. Ensemden aşağı buz gibi bir ürperti geçti. Korksam da tabiiki de istediğini yapmayacaktım. O an itiraz etmek için dudaklarım aralanmıştı ki daha kelimeler ağzımdan firar etmeden masaya indirdiği yumrukla birlikte geceyi korkutacak bir biçimde kükredi. ”Bana cevap ver!” Sesi kulaklarımda bir uğultu yarattı. Hızla sandalyeden kalktığımda, sandalye geriye düştü ama o hâlâ oturuyordu. ”Lânet olsun manyak mısın sen ne yapacaksın babamı! Onu tanımıyorsun bile! Ah yoksa tanıyor muydun?” diye bağırdığımda daha fazla susmadım. Korkuyla titreyen parmaklarım saçlarımın içine daldı.

Sandalyesinde oturuyordu, bakışları masadaydı ama kasılan çenesi ve aldığı sert nefesler hiç sakin olmadığını söylüyordu. Susmadım. ”Konuş! Senin benim babamla ne ilgin var! Ben artık kafayı yemek üzereyim. Sen benim umrumda değilsin ama bahsi geçen kişi benim babam!” Hâlâ aynı pozisyondaydı, şakaklarındaki damarlar şişti masanın üstündeki parmakları yumruğunu sıkmaktan bembeyaz kesilmişti. ”Bana kim olduğunu söyleme ama, ama eğer o varsa bana söylemek zorundasın. İkinizin vücudunda aynı dövme var!” Sonunda içimdeki zehri haykırarak akıttım. Gözlerimin dolduğunu hissettim. Bana bir cevap vermiyordu, ”Benim babamı nerden tanıyorsun? O seni nerden biliyor. Babam geceleri eve gelmiyor, dirseğinde bir dövme var. Onun dolabında yıllardır sakladığı kutuda hiç tanımadığım bir kız.” Başı bana döndüğünde sözümü sertçe kesti. ”Defol git.” Ses tonundaki soğukluk nefesimi kesti. Hayretle yüzüne baktım. Ama o hâlâ karşında hareketsizce durduğumu görünce öyle bir bağırdı ki ayağımın altındaki zemin çatladı sanki. ”Çık dışarı!” Yerimde kilitlendim. Ama o korkudan hareket edemediğimi değil, inadına durduğumu düşündü. Hışımla ayağa kalkışını ve önündeki sandalyeme kükreyerek vurup odanın bir köşesine attığını sadece donmuş bir şekilde izledim. Kalbim durmuştu sanki, yoksa ben mi nefes almıyordum? Nefes al Milen?

Üstüme doğru gelemeye başladığında kendime yeni gelebildim. Hızla arkamı dönüp açık kapıya doğru koştum. Arkamdan gür kahkahasının sesini işitmemle paniğe kapıldım. Kapıya yetiştiğimde daha ben ne olduğunu anlamadan yanımdan bir el geçti ve kapıyı sertçe kapattı. Kalbimin hâlâ attığını yükselen sesinden anladım. Gözlerim hâlâ kapının üstüne duran iri elini buldu, daha sonra farklı farklı dövmelerin işlendiği parmaklarına baktı. Kalbim kuş gibi çırpınıyordu. Enseme o an çarpan soğuk nefesle tüylerim diken diken oldu. ”Ben istemediğim sürece tek bir adım dâhi atamazsın sen.” Hemen kulağımın yanından gelen öfkeli ses ile nefesimi düzene koymaya çalıştım, ama başarısız oldum. Arkadan bana biraz daha yaklaştığını tenimle buluşan buz gibi nefesiyle anladım. ”B-ben korkuyorum.” diye kekelediğimde vücudumda yabancı bir acı hissettim ve ardından onun acımasız sesini duydum. ”Ne kadar umrumda senin korkun?” Bana ne yapıyordu bilmiyordum ama vücuduma bir zehir enjekte ediyormuş gibi her geçen saniye zehir kendini belli ediyordu. Nefesim daraldığı an kalbimde meydana gelen acı dayanılacak gibi değildi.

Arkamdan bana biraz daha yaklaştığında vücudu vücuduma sürtündü. Eli omzuma dokunduğu an hissettiğim katlanılmaz acıyla haykırdığımda bu hoşuna gitmiş olacak ki, bedenimi bedeniyle kapı arasında kıstırdı.

Lânet olsun öldürecekti beni!

İşaret parmağı omzunda daireler çizmeye başlarken şuan beni bırakması için ayaklarına yalvarabilirdim. Parmaklarından insanı öldüren o şey neydi? ”Bugün beni yeterince rahatsız ettim.” Ses tonu değişmişti. Kalın ve insanı ürkütecek bir biçimdeydi. Parmağı hâlâ omzumda daireler çizerken nefesi tam kulağımın üstündeydi artık. ”Seni bu gece için yaşatacağım Sisel Raven,” Kalbim duyduğu bu sözlerle rahatlamadı. Kolları arasında bir kafese koymuştu beni. Ona dekme yumruk gibi eylemlerde bulunarak dikkatini dağıtabilirdim, ama böylesine korkunç bir gücü varken kendime düşman yapacağım son kişi dâhi olamazdı. Saçlarımı yüzümden çekerken, ”Seni bu gece özgür bırakacağım, ama sen kendi ayaklarınla yine bana geleceksin Sisel Raven.” diye fısıldadı genzinden gelen kalın sesiyle. Nefesim düğümlendi. Bacaklarım öyle titriyordu ki ona yaslı olmasaydım çoktan düşmüştüm. Beni alt etmek, önünde ona itaat eden bir kadına çevirmek istiyordu ama bunun imkânı yoktu. Onun bu gerçeği bugün beni gafil avlamıştı.

Daha bilmediğim ne vardı?

Babamla ne gibi bir ilgisi olabilirdi?

Nefesi boynundan uzaklaştığında bedenimi kafeslediği yerde özgür bıraktı. Titreyen parmaklarımı kıvırdım. Az önce beni kendisiyle arasında sıkıştırdığı kapıyı açtı. Ona bir kez bile dönüp bakmadım, her bir zerrem az önce olan gerçek dışı şeyler, ve bana kurduğu sarsıcı yakınlık sebebiyle korku yerleşmişti. Onun arkamdaki az önceye tezat rahat duruşu ürpermeme sebep oldu. Açılan kapıdan sarsak adımlarla çıktığımda arkamdaki adamın hâlâ sönmemiş hiddetinin yakıcı hissini tenimde hissediyordum. Ve bu bakışlarının bende yarattığı etkiydi. Durup omzumun üzerinden ona döndüm. Düz saçları anlına dökülmüş vahşi bir ifadeyle gözlerimi delip geçen irisleri yüzümü izliyordu. ”Si ane kat zaresh mirsov ubekh zah diamor tiâ. Obrostehes khes. (kaçtıkça takılıp düşecek ve arkana baktığında sadece beni bulacaksın)” Hangi dili konuşuyordu bilmiyorum ama her bir kelimesi iliklerime kadar korkuyu hissettiriyordu. ”Ne diyorsun? Anlamıyorum.” Tepeden tırnağa ruhumu ürkütecek kadar karanlık bir duyguyla beni beni bakışlarına hapsetti. Sindare ti komarsdt obseg zande plodrao, za naders horamo made sff, graobers baldern. Himoe lalzaven. (Bu gece için hatalısın Raven, ve kendini benden koru. Git ama sana ulaşmama asla izin verme.

Ne dediğini bilmiyorum ama, ses tonundaki sertlik ve isim kısmına yaptığı vurgu hiçte iyi şeyler söylmediğini gösteriyordu.

Öylesine rahat ve umursamazdı ki, sanki gitsem bile geri gelecekmişim gibiydi. Bu bir avcıcın savunmasız avıyla onyarken ki rahatlığıyla eşdeğerdi. O Kum Asar, gözlerine bakarken gördüğüm o tehditkâr bakış, o geri döneceğimden emin kibirli ifadesi kendimden bile şüphe ettirecek kadar güçlüydü.

Gitmeme izin vermişti, çünkü ona geri geleceğimden emindi, eğer geleceğim varsa da ben o yolu çevirip değiştirirdim. Ben Milen Işık, kimseye savaş açacak, meydan okuyacak bir kadın değildim. Peki onun bahsettiği Sisel Raven, oda benim gibi insanların hırslarından uzakta mıydı?

Nedense Sisel Raven'in öylesine biri olmadığını hissediyordum.

Kendimi evden nasıl dışarıya attığımı bilmiyordum. Üstümde büyümekte olan kasveti dağıtacak hiçbir kelime yoktu. Kocaman bir dünyanın içinde sıkışıp kalmıştım, ve beni böylesine boğup derine çeken şey kafamdaki korkunç sorulardı. Cevabını dâhi vermeye çekindiğim bu sorular ruhuma büyük yük bırakıyordu.

Sorun bendim, hayır, değiştir. Sorun babam. Değiştir, sorun olmayan ve senin olmuş gibi gördüğün yalanların yuvası.

O büyü yavaş yavaş çözülüyor, geride sırlar kalıyor. Ve eğer bir sırrın olduğunu biliyorsan o sır artık sır olmaktan çıkmıştır.

O artık senin gizem perden. Aralamak ise yanlızca senin elinde.

Adımlarım peş peşe bahçenin açık kapısına doğru yöneldi. Ve bu sırada gözlerinden durmadan hâlâ yaşlar süzülüyordu. Kimse için ağlamayacak kadar bencil bir insandım, kimseyi düşünen biri değildim. Bahçe kapısından çıkmadan önce sebepsizce durdum ve omzunun üzerinden dönüp bir şatoyu andıran eve baktım. Bana olan nefreti biraz daha büyümüş öfkesi biraz daha birikmişti. Bu saatten sonra yapacaklarına asla pişman olmayacaktı. Ne zaman yapmamsı gerektiğini düsündüğünde bu anı hatırlayacaktı.

Bir konuda bana hak vermeliydi, tanımadığı bir kadın sebepsiz yere onun için tehlikeli bir yerde kalmazdı. Ve bencil bir insandım. Kimseyi asla düşünmryecektim.

Süratle ilerlemeye başladım. Geldiğim yolu ezbere bilmesem de dolunay ışığı altında yolumu görerek ormanın dışına çıkacaktım. Yanımda kendimi korumam için bir silahım yada kimsem yokken tek başıma ıssız bir ormanda karanlıkta gitmeyi göze alıyordum. Tehlikeye karşı cesurdum, çünkü kendimi kaybetmekten zerre korkmuyordum.

Buranın ismi Sihin'di.

Kızlar öyle söylemişti değil mi? Onlar normal değildi. Kanatları vardı. Evet, başka kaçırdığın bir detay daha var Milen.

Babam... Babamın kolunda Sihin ismi dövme şeklinde yapılmıştı.

Nefes al, sakin ol. Sadece mantıklı düşün. Babam Sihin'i biliyor, onun dövmesini kolunda taşıyor. Buraya gelmem tesadüf mü? Hayır, değiştir. Ben buraya yanlışlıkla geldim. Evet, öyle olmalı.

Etrafıma baka baka yürürken ansızın duyduğum sesle adımlarım yere çivilendi. Tam emin olmasam da sesin sol tarafımdan gelmişti sanki
Düşüncelerime o kadar çok odaklanmıştım ki dışardaki bütün seslere sağır kesilmiştim resmen. Adımlarımı olduğum yerde sabitleyip dikkat kesildim. Ateşin çatırdayan sesi geliyordu.

Hava çok soğuktu bu havada dışarda geceyi geçirmem imkânsızdı. Tamam her şekilde dışarda uyuyabilirdim sonucunda da sabaha ölü bulunurdum.

Tek sorun; ben ölmek istiyorum sürünmek değil!

Sol tarafa doğru ilerlemeye başladım. Neyse ki çok yürümeme gerek kalmadan az ilerledeki ateş hemen gözüme çarptı. Oldukça gür bir ateşti ve ateşin etrafında oturan bir grup gözüme ilişti. Ortaya çıkmak yerine kendimi gövdesi büyük bir ağacın arkasına saklayıp başımı arkasından o tarafa doğru uzattım.

Bunlarda kimdi böyle?

Aramızda yirmi adımlık mesafe vardı. Beş kişiydiler, üç erkek iki kızlı bir gruptu. Ellerinde gördüğüm bakır bardaklarda içtikleri şey alkol olmalıydı. Dışardaki görünüşleri fazla dağınıktı çünkü. Hiç ayık gibi görünmüyorlardı. Kadınları kapalı giyinmişken erkeklerin yakaları açık üstleri başları dağınıktı.

Bir takım insanla karşılaştığım için gerçekten şuan kendime inanamıyorum. Şans denilen şeye asla gönül rahatlığıyla sırtımı yaslayamayacağım için kendimi güvence altında tutmam lazımdı. Nasıl tipler olduklarını gözlemlemek için durup onları izlemeye koyuldum.

Benim onları izlediğimden bir haber kızlardan biri, "O burda, onu gerçekten dedikleri gibi alıp getirdiler." Sesinde mutluluktan ziyade bariz bir hüzün vardı. Hemen yanındaki karanlıkta bile gözlerinin renkli olduğu belli olan genç adam kızın sözleri üzerine konuşmaya başladı. "Kendi canımızı feda etsek bile alamayız onu. Bunu biliyorsunuz, değil mi?" Esmer iri yarı yağız bir delikanlıydı. Bakışları kızın üzerinde garip bir şekilde fazladan oyalanıyordu. Onları ablıyordum. Türkçe konuşmuyorlardı ama ben onların ne değini anlıyordum. Saçmalama Milen, bu mümkün değil.

Evet, mümkün değildi, biliyorum ama anlıyordum onları.

Konuşan adamın anındaki ondan bir kaç yaş büyük olduğunu tahmin ettiğim genç adam o sırada konuya daldı. "Soğuktan bedenimi hissetmiyorum, bugün sıcak olması gerekmiyor muydu o bizden değil mi? Ne alaka soğuk hava?" Sitemiyle birlikte tek kaşını anlamayarak havaya dikip kızlara ve yanındaki gence baktı. Onlardan en uzak köşede bakır bardaktaki içeceği yudumlayan renkli gözlü adam, "Çünkü o aykırı aklllı dostum. Ve emin ol çok yakında küllerini bile bırakmayacaklar."

Hepsi bir anda suspus kesildi. Kimden bahsettikleri hakkında bir fikrim olmadığı için yanlzıca izlemek ve onları dinlemekle yetiniyordum. Esmer adamın ifadesi ciddi bir hâl aldı. "Aykırı diye hemen öldüreceklerini sanmıyorum. Eğitmen ona acı çektirtmeden işini bitirmeyecek gibi. Ya da çıkarları için kullanacak."

O an kalbim öyle bir sıkıştı ki bir an nefes almadığımı hissettim. Şiddetli bir ağrı göğüs kafesime baskı uyguladı. Bahsi geçen kişi kimdi, kimden bahsediyorlardı?

En köşede saçlarıyla oynayan kızıl saçlı kız durgun bir ifadeyle, "Onu çok özledim, acaba bizi tanır mı?" Sesindeki hasreti bu mesafeden bile hissetmiştim. Arkası bana dönüktü ama kızıl saçlarını karanlık havada ta bu mesafeden görebiliyordum. Hepsi ateşin etrafını çember gibi sarmışlardı.

Sanırım kötü niyetli insanlar değillerdi. Bahsi geçen kişi için burda toplanmış gibilerdi. Cesaretimi topladığıma kanaat getirdiğimde ileriye doğru bir adım atıyordum ki ensemde hissettiğim nefesle taş kesildim. Nefeslerim hızlanmaya başladı.

Kahretsin arkamda biri var!

Sakin ol, sakin ol.

Arkama dönmek için hareketlendiğim an daha ben ona dönmeden ensemde hissettiğim feci ağrıyla birlikte acıyla inledim. Elim boynuma gittiği an hemen kulağımın dibinde aşina olduğum bir kadının sesini duymamla elim havada asılı kaldı. "O seni affettiğinde bile ben seni affetmeyeceğim Sisel Raven." Gözlerim kapandığında dile getiremediğim o ağır cümleyi zihnim acımasızca dile getirdi.

O bir gün beni affedebilecek miydi ki?

🍂


Sustuğunda kendinle beraber susturduğun sırlar da susacak mıydı? Yaptığın en ufak hatada kendini sorumlu tutmayacak mıydın? Tanrı yaptıklarımın cezasını verdi diyemeyecek miydin? Söylemesen bile o suçluluk duygusu her an, her dakika omuzlarında yük olacaktı.

Ve sen işlediğin günahlardan öylece arınıp temize çıkamayacaktın.

Dakikalardır nerde olduğumu çözmeye çalışıyor ama kafam bir türlü basmıyor. Nerdeydim ben? Aklımdaki sorulara verecek bir cevabım yoktu, çünkü öyle bir yerde gözlerimi açmıştım ki tam anlamıyla bir cevap bulamıyordum.

Burası neresiydi? Bu soru şuan olduğum durumundan daha önemliydi. Mağaraya benzeyen bir yerde ellerim kollarım bağlı bir hâlde duruyordum. Evet ellerim kollarım bağlıydı!

Tam önümde yuvarlak kocaman yeşil bir göl vardı ve fokur fokur kaynıyordu. Hava aydınlıktı, mağaraya benzer devasa büyüklükteki taştan yapılmış bir yapıdaydım.

Mağara diye adlandırdığım bu yer mağaradan çok daha büyüktü. Tavanı ve duvarları doğal olarak böyleydi. Ama gölün kısmına inmek için yukardan başlayıp aşşağıya inen taş merdivenler insanların eseriydi. Normâl bir hayatta insanların gelip ziyaret ettiği, resimler çektirdiği eski bir yeraltı eviydi sanırım.

Önümde kaynayan bir su vardı hemde fokur fokur kaynayan bir su. O kadar ürkütücü ve korkunç görünüyordu ki, bakınca ürkmemek elde değildi. Ben nasıl böyle korkunç bir yere düşmüştüm? Acaba fazla mı korku filmi izledim? Hayır, hayır kâbus değildi. Her gözümü açtığımda kendimi daha berbat bir hâlde buluyordum. Etrafıma bakmayı kesip
bakışlarımı ellerime düşürdüm. Kalın halatlarla ellerim ve kollarım bağlanmıştı. Yerde sırtım duvara yaslı bir şekilde duruyordum. Beni kim getirtmişti buraya?

Duvarlara baktım.

Bir sürü farklı semboller ve figürler vardı. Kadın resimleri, savaşçıların çizilmiş resimleri. Kurumuş boğazımı temzilemek adına bir kaç kez öksürdüğümde içerisinin boğucu havası nefes almamı zorlaştırdı. Birilerine sesimi duyurmam gerekiyordu. Beni buraya getiren kişiler muhakkak buralarda bir yerdeydiler.

"Kimse yok mu!" diye bağırdım. Sesim tahmin ettiğimden de daha yüksek çıktı. Hiç kimse yoktu. Birini bulma umuduyla gözlerimi etrafta gezdirdim. Ellerimi çekiştirip iplerden kurtulmak için çırpındığım esnada ortalıkta gezen sessizliği suyun çaklanan sesiyle bölündü. Durup dikkatle biraz ötemde fokur fokur kaynayan suya baktım.

Bir anda suyu çekilmeye başlayınca şok içinde kalakaldım. Bütün su çekildiğinde artık korkmaya başlamıştım. Çekilen suyun ardında kalan dümdüz taş zemin bakışlarımın hedefindeydi. Bir kaç saniye geçmişti ki zemin gürültüyle ikiye ayrıldı,

Bu gördüklerimin hepsi şuan gerçekti, değil mi? Hayal görmüyorsam gerçek gibi görünüyor.

Zemin tamamen açıldığında bir merdiven orataya çıktı ve hemen sonra ise adım sesleri işittim. Birden fazla adım sesi geliyordu. Gelenler her kim ise beni buraya getiren kişiler olmalıydı aksi taktirde buraya aklı başında birilerinin geleceğini sanmıyorum. İplerden kurtulmak için çırpınma gereği duymadım. Beni kim buraya getirdiyse biraz aklı varsa zaten yanlış kişiyi kaçırdığını anlardı. Şuanlık tek umudum gelenlerin erkek olmamasıydı.

Beklemeye başladım. Bir kaç saniye geçmişti ki merdivenlerde en önde yükarıya çıkan bir kadın görüş açıma girdi. Ve hemen sonra birden fazla kadın merdivenlerden çıktı. Hepsinin kılı kıuafeti dünyadaki kıyafetlerden farklıydı.

Gelen genç kadınlara bakarken düşündüğüm tek şey şuydu; sanırım Tanrı bu hâlde bana acımış ve bu sefer duamı kabul etmişti. Yoksa başka türlü şansızım!

Gelenlerin hepsi genç kızdı. Beşe yakın kız vardı. Sarışın, kumral, esmer, renkli gözlü her türünden vardı.

İyi ama kimdi bunlar? Tanıyor musun bunları Milen? İç sesine başımı iki yana salladım. Kesinlikle tanımıyorum. Üzerlerinde açık ama savaşçı kostümleri bulunuyordu. En önde bana yaklaşan kadının kıyafetleri dikkatimi çekti. Uzun zümrüt yeşili pelerini arkadan zemine uzanıyordu. Peleriniyle aynı renk ipli bluzunun alt kısımlarında altın bir zincir belini sarıyordu. Kalçasının altında biten eteği ise incecik belini ortaya sermiş ve sağ bacağında belindeki zincirle aynı zincir eteğin havaya kalkmaması için bacağına bağlamıştı. O kadar güzel bir vücudu vardı ki kadın halimle hayran oldum.

Bu kadar kadınla ne hukukun var Milen! diye bağıran iç sesine bir cevap vermedim.

Bana doğru yaklaşan kadının iddialı yürüşü ovücut kıvrımları aklın uzağındaydı. Gözleri farklı bir renkti. Daha net gözlerine baktığımda o an bir şey oldu, zihnim çalkalandı. Geçmişin sayfaları açıldı. Ama bu kez onun için açıldı sayfalar. Kitap sayfaları usulca zihnimde değişirken orda onun simasına benzer birini aradım. Çok tanıdıktı ve bir kadar da yabancıydı. Bir takım anılara rasladım ama yüzleri seçmek nerdeyse imkânsızdı.

Nedense bu kız bana kötü hissettirmemişti. Gözlerine bakarken o an kendimi tebesüm ederken buldum. Sımsıcakcak bir duygu kendisiyle beraber içime doğru aktı.

Herşeyden önce çok güzel bir kızdı. Kahverengi kıvırcık saçları beline kadar uzanıyordu. İri renkli gözleri bakışları kendisine tutsak ediyordu. Fazla dikkat çekiciydi öyle ki her erkeğin görüpte kolayca kapılacağı bir kadındı.

Dudaklarında tanıdık o sıcak gülüş peyda olduğunda renkli gözlerinin ardında anlam veremediğim bir duygu belirdi.

Özlem...

Evet, o duygu özlemdi. Tam önümde durduğunda diğer kızlar oldukları yerde durup bizi izlemeye başladılar. Hepsinin kıyafetleri pelerin takımlarından oluşuyordu. Kiminin pantolon, iken kimi mini etek, kimi şort. Ama hepsi fantastik dizilerindeki savaşçı kıyafetleri giymişti.

Bana doğru yaklaşan kadının ne yapacağını merakla izlerken o çevik bir hareketle belinden sapı gümüş değişik bir bıçak çıkardı. Göz bebeklerim korkuyka büyüdüğünde sinci bir gülüş yüzüne kondurdu. "Korkma, seni kesip yemeyeceğim." dedi, ürkütücü sayılabilecek bir tonda.

Kesip yemeyeceğim derken ki kastı neydi?

Bunlar insan mı yiyorlorlar Milen?

Olabilir. Sonuç itibariyle herkesin düşüncesine saygı duymak gerekir. Neticede insan eti de bir ettir.

Aklımdaki soruları dile getirmedim. Elindeki bıçakla bileklerimi sıkan halatları kolayca kesti. Ellerim özgür kaldığı gibi bileklerimi kendime çekip ovalamaya başladım.

Sırtım ağırmıştı resmen o duvara yaslı kalmaktan, bedenimi rahatlatmak için bir kaç hareket ettiğimde en sonunda bakışlarımı ona çevirdim. Tanıdıktı. Hemde haddinden çok fazla. Yüzüme bakıyordu sanki tanıdığı birinin yeni yüzüne bakar gibiydi. Yüzüne artık aynı sıcaklıkla bakmıyordum. Beni bağlamıştı! Bağlı haldeyken tabiiki de ona Şirinlik yapıp beni bırakmasını sağlayacaktım. Ama şimdi öyle bir durum söz değil, özgürüm.

Ters ters yüzüne bakarken, "Sen kimsin? Beni kaçırıp yemeyi mi düşündünüz?" dedim iğneliyici bir tonda. Evet beni yemek için kaçırmış olma ihtimalleri yüksekti.
Sonuçta burası benim dünyam gibi değildi hayal dünyası gibi bir yerdi. Ah pardon kâbus dünyası diyecektim.

Elimi belime koyduğumda cevap vermek için aralan dudaklarının arasından kelimeler dökülüyordu ki hızla söze atıldım. "Dur ben söyleyim. Sonra soylu bir ailenin kızı olduğumu öğrendiğinizde babamı arayıp fidye istemeyi teklif ettiniz, değil mi?" Şaşkınlıkla ağzı açıldığında elimle havalı bir şekilde bedenimi gösterdim. "Tabii böyle kum saati gibi bedeni olan bir kız fakir bir adamın kızı olma ihtimali yok." Gülümsedim sanki övgü almış gibi. Güzel olunca kimsenin övmesine gerek yoktu en büyük övgü mühteşem bir yaratışışla ödüllendirlmendi. Ki ben güzel değildim ama olsun bunun kimsenin bilmesine gerek yok. Biz bize mutluyuz şunun şurasında ne gerek var canım elaleme dert dökmeye.

Bu egolu tavrıma kız ağzının içinde duymayacağım şekilde homurdandı. Diğer kızlara baktım. Hepsi ifadesizce bana bakıyorlardı Tabii yüzlerindeki bu ne saçmalalıyor ifadesini de unutmamak gerekirdi. Üzerimdeki hayali tozu sildim. Berbat bir haldeydim. Önümdeki kız yanaklarının içini havayla doldurup, "Bizimle gelmelisin." dediğinde Bakışlarımın hedefi bu sefer kendisi oldu.

Kaşlarımı derinden çattım. Ciddi bir ifadeyle yüzüne bakarken, "Ha siz ciddisiniz? Eğer öyleyse sizi üzmek istemem ama babam beş kuruşsuz herifin teki." diye gerçeği dile getirdim. Dudaklarımı büzdüm. Maddi durumumuz bizi geçindirecek bir boyuttaydı. Uzun lafın kısası; anca karnımızı doyurabiliyorduk.

Aslında onunla bir anlaşmaya varabilirdik. Aklıma gelen fikirle gözlerim parladı heycanla elimi ona doğru uzattım. "Gel biz seninle bir anlaşma yapalım." dedim hevesli bir şekilde. Eğer bir iş yürüteceksen çöpcüyle bile bir anlaşma yapman gerekiyordu. Kız tuhaf tuhaf uzattığım elime baktığında, arkada duran kızlardan biri sıkılmıs gibi, "Öve öve bitemediğiniz kız bu mu? İnanamıyorum gerçekten şuan." Benden öve öve mi bahsetmişlerdi? Övülecek bir kızım o ayrı mesele ama benim tanımadığım insanların benden bahsetmesi, işte bunu bilmiyorum. "Doğru yere geldiğimize emin misiniz? Çünkü ben altın kürenin onda olduğunu düşünmüyorum." diyen kız biçare yanlıs yere geldiklerini düşünmek istoyor gibiydi. Ama bir dakika, o altın küre mi demişti? Ne altın küresi? Karşımdaki başka bir kız benim hakkımda konuşan kıza cevap verdi; "Aptal mısın Zelca. Sence onu neden ölüm mağarasına getirdiler?"

Ölüm mağarası mı?

Soluğum kesildi.

Karşımdaki kızın tuhaf tuhaf elime baktığını görünce havadaki elimi aşağı indirdim. Burda test dönen birşeyler vardı. Alayı bir kenara bırakmalı ve benim üzerime düzenlenen bu tezgâhı bozmalıydım. "Yok biz seninle anlaşamayız." dedim düşünceli bir tavırla. Bakışlarım az önce içinde fokur fokur su kaynayan bomboş göle baktım. "O suya ne oldu? Ve siz tam olarak kimsiniz?" Sorduğum soru karşısında kıvırcık saçlarını kenara itip, "Herşeyi anlatacak vaktim yok." Dönüp omzunun üzerinden kızlara baktı. "Bir sıkıntı yok, değil mi?" Tam emin olmasam da sanki birilerinin gelmesinden korkuyordu. Benim hakkımda konuşan sarışın bana bakarak, "Gitmeliyiz, her an gelebilerler. Mağarada görüntü sistemi var. Yani anlayacağınız bu yer çoktan bizi ele vermiştir." Yanındaki esmer kızın ona Zelca diye hitap ettiğini hatırladım. Sanırım ismi Zelca'ydı. Ne değişik isimlerdi bunlar böyle? Bakışlarımı kızdan çekip Kıvırcık Saçlı kıza çevirdim. Yüzü endişeli bir hâl aldı. Gözlerimin içine baktı. "Vaktimiz yok, yolda anlatırım. Yürü gidiyoruz." dediğinde ona ters ters bakıp yanından geçip arkasındaki kızlara doğru ilerledim. Yüzüme inandırıcı bir gülümseme yerleştirirken onları karşılar gibi ellerimi iki yana açtım. Arkamdaki kızın sabırla, "Tanrım." diye dişlerinin arasındaan tısladığını duydum. Bana sabrı yoksa ne diye beni buraya getiriyor ki? Ben mi dedim gel beni kaçır diye hayret bir şey!

Kızların tam karşılarında durduğumda az önce bana laf atan kıza yaklaştım. Dümdüz sarı saçları kalçalarında bitiyordu. Yeşil gözleri oval yüzünde âdeta mücevher gibi parlıyordu.
Boyu benden bir kaç santim kısaydı.

Üzerine doğru eğildiğimde, ne yapacağımı merakla beklemeye başladı. Benden pek hazetmişe benzemiyordu. Sır verir gibi, "Biliyor musun? Bizim mahalledeki Fahriye'nin bir sürü birikmiş altını var. Cimrinin tekidir, kaç yaşına gelmiş bir hayır yaptığı görülmemiş." diye başladım. Kaç sefer kavga etmiştim o kadınla, çok huysuz bir ihtiyardı.

Söylediklerinle birlikte kızın yeşil gözleri kocaman açıldığında gülümsedim. "Ben sana kasasının şifresini söyleyim, sende beni bırak." dedim kısık bir tonda. Çok adil bir anlaşmaydı. Benim gibi dürüst ve insan hâlinden anlayan biri daha yoktu bu dünyada. Ve eğer birazcık insanları tanıyorsam o kadar altının karşılığında beni bırakırlardı. Aklım zehir gibiydi.

Kız şaşkınca bana bakmaya devam ettiğinde aklıma gelen detayla gözlerimi büyüttüm. "Ne, daha fazla mı istiyorsun?" Görmeyeli millet iyice açgözlü olmuştu. Tamam bende çok cimri biriydim, ama benim durumum yoktu. İkisi aynı şey değil! Hemen yanındaki esmer kız homurdanarak, "Haklı olabilirsin, Çünkü tamda şu an bundan şüphelenmeye başladım." Ona hevesle döndüğümde hızla geri çekildim. Bütün mızların aksine o daha kapalı giyinmişti. Anlaşmamı reddettiğini daha iyi anlatamazdı. Sanırım teklif ettiğim para onlar için az gelmişti. Elimi çenemin altına koyup mahallemizdeki sayılı zenginleri gözden geçirmeye başladığım sırada ayak sesleri duydum. "Eskiden böyle çıkarcı biriydi." diye söylenerek yanıma gelen kıvırcık saçlı kız şaşkın bakışlarımın altında kolumu tutup, "Kes artık şu saçmalığı ve bizimle gel." İtiraz etmem fırsat kalmadan beni kendisiyle yürütmeye başladı.

Fikri amcanın mirası da çok Milen, diye bir öneride bulundu iç sesim. Onların az önce çıktıkları merdivenlerden inmeye başladığımızda arkamdaki kızlar hâlâ benim hakkımda söyleniyorlardı. Yürürken kolumu kızın dlinden kurtarıp, "Bu kadar kıskançlık yapmana gerek yoktu canım. Seninle de Fikri amcanın mirası üzerine anlaşmaya girebiliriz. Zaten kendisi elini uzatmaya kıyamıyor hiç değilse sen almış olursun." Kız burnundan nevesini verip sabır dileyerek başını her iki yana salladı. Bunlarda ne paragöz insanlardı böyle? Bu devirde kim onca altını mirası teklif ederdi ki?

Hiç aklım almıyor. Basamakların sonuna yetiştiğimizde, mağrananın kapı niyetine kullandıkları büyük yuvarlak geçitinden çıktık. Dışarı adımı attığım an güneşin sıcak esintisi üşümüş bedenimi okşadı. Başımı kaldırıp etrafıma baktığımda âdeta nutkum tutuldu. Büyüleyici bir manzarayla karşı karşıyaydım. Adımlarım mağaranın önümde durdu.

Bomboş ve yemyeşil yaylalar vardı karşımda. Bizim dünyamızda Sonbahar hükmünü sürerken burda Bahar tahtını kurmuştu. Güzel kokulu çicekler etrafı renklendirmişti. Birbirinden belli bir aralıkta uzakta kalan ağaçların büyüklüğü güzelliği hiç ormandaki kuru ağaçlara benzemiyordu. Bu ağaçlar meyve ağaçlarıydı.

İçimi dolduran bu sıcacık his, dünyanın en güzel duygularını beraber getiriyordu.

Büyülenmiş gibi karşımdaki manzarayı izliyordum. Efsunkâr bir büyüsü vardı. Önümüzde upuzun taş bir yol vardı. Yolun taşlarının üzerinde ve aralarında yeşilikler çıktığı için uzaktan muhteşem bir görüntü elde ediyordu. Sanki taşların üstü yosun bağlamıştı. Yanımdaki Kıvırcık Saçlı kızın yönlendirmesiyle daha durmayı bırakıp yolda ilerlemeye başladım. Kuşların ötüşü, rengârenk kelebeklerin etrafımızda kanat çırpışı her şey hayali bir cennet gibiydi.

Kızlar hemn arkamızda yavaş yavaş gelirken fısır fısır konuşuyorlardı. Bazılarından kıkırtılar dökülürken, bazılarından öfkeli homurtular duyuyordum. Ben nereye gidiyordum? Hiç tanımadığım insanlarla şuurumu yetirmiş gibi gidiyordum. Adımlarım durdu, benim durmamla birlikte Kıvırcık Saçlı kızda durduğunda dönüp anlamayarak yüzüme baktı. Şüpheyle kıstığım gözlerim renkli gözlerinde gerçeği görmenin çabasındaydı. "Amacınız ne? Benim hakkımda ne planlıyorsunuz?" Kuşkulu sözlerim ağzının aralanmasına sebep oldu. Son bir dakikadır hep yaptığı gibi yene dönüp etrafına baktı. Bana doğru bir adım atıp, "Gitmemiz gerekiyor. Her an gelebilirler." dedi gizleyemediği bir endişeyle. Tek kaşım havaya kalktı. "Kim geliyor? Ve soruma cevap vermedin. Benden ne istiyorsun?" Bana bir cevap vereceği an o sırada kızlardan birinin telaşlı sesini duyduk. "Taza hızlı ol gidelim! Bizi bulacaklar." Kim bizi bulacaktı. Daha ne olduğunu anlamadan Kıvırcık Saçlı kız elimden tutup beni kendisyle beraber hızla yürütmeye başladı. Herkes panik yapmıştı. Ne oluyor? Kolumu sımsıkı tutmuş hızlı adımlarla ilerleyen kız yetişemiyordum. Bu kahrolası yerde ne oluyordu! Buz gibi bir esinti vücudumda esiyordu. Farkettiğim detayla irislerim açıldı. Kahretsin, tehlike vardı.

Soluğumun kesildiğinde o an hiç düşünmeden bana doğru gelen yolu şeçtim ve kızın kolunu bırakıp ileriye doğru koşmaya başladım. Lânet olsun, koş Milen koş!

Biraz ilerlemiştim ki arkamdan bir kasırga gibi kasıp kavurarak gelen rüzgâr bana yetişti. Rüzgâr bir lânet gibi üzerimize çökmüştü. Havadaki sıcaklık saniyesinde kendini buz gibi bir hava bıraktı. Öyle hızlı koşuyordum ki buz kesen ayaklarımı ve koşmama müsade etmeyen rüzgâra başkaldırıyordum.

Güneş karanlığın siyah gölgeleriyle geri çekildiğinde o güzel düş de bitmiş oldu. Kesik kesik nefeslerin ciğerlerime bahşemediği hava yüzünden adınlarım birbirine dolanarak durdu. Etrafımda öyle bir tufan kopuyordu ki sanki biraz sonra kıyamet kopacaktı. Herşeyden önce, nefes alamıyordum.

Eğilip öksürük krizine girdiğimde bu bir ilk değildi. Ne zaman haddinden fazla koşsam öksürük krizine girerdim. Rüzgârın beraberinde getirdiği girdaplar etrafımda dolanıyordu. Kuvvetli bir güç dizlerimi büktüğünde zamansız bir anda baş dönmesi yaşadım. Hayır, değiştir. Başım dönmüyor güçlü bir şey bedenimi etkisi altına alıyordu. Birinin arkamdan beni çağırdığını duyar gibiydim. Sisel diyordu...

Ben Sisel değildim.

Genzimi yakan acı nefesler boğazımda düğünlenip kaldı. Ellerimi zemine bastığımda herşey gözlerimin önünde dönmeye başladı. Görüşüm bir kararıyor bir açılıyordu. Siyah saçlarım yüzüme düşerek dışardaki manzaraya bir perde gibi örttü. Zihnimi bulandıran sesler ve kulaklarımdaki uğultulu basınç son gücümü de kaybettirdi. Yüz üstü düştüğümde göz kapaklarım açık gözlerimi kapattı.

Kaderimin kalemini katılımın eline bırakmıştım. Geleceğim artık kasvet ve bir bilinmezlikten ibaretti.

Nefretini kazandığım o adam bana mutluluğu yazdığı satırlarda layık görmeyecekti.

🍂

BÖLÜM SONU~

Nefes kesici bir bölüm oldu. 😍

Bölümde en sevdiğiniz sahne neydi arkadaşlar? Sekiz bölümde farklı karakterleri gördük. Kim oldukları hakkında yorumları size bırakıyorum. Sihin'in ne demek olduğunuzu bildiğinizi düşünüyorum. Tanıtımda belirtmiştim.

Sihin bir bölge arkadaşlar. Sihin denilince akıllara Kum Asar gelir.
Sizce Milen ve Kum arasında geçmişte ne geçti? Yada bu bölümde gördüğünüz insanlar sizce neden Milen'in peşinde?

Sisel Raven'in ait olduğu dünya burası. Dünyaya neden gitti ve en önemlisi babası kim? Karanlık Milen'in hayatının her yerinde, baba faktörü gerçekte kim ve Kum gibi bir adamın onun peşine düşmesinin sebebi ne?

Soruların cevaplarını size bırakacağım, bölümlerde gizli ipucular var aslında bu yapbozu tamamlamak o kadar kolay değil.

Sihin hafızanızda silinmeyecek bir kitap olacağına nerdeyse eminim. 😁

Bölüm : 05.11.2024 20:03 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...