90. Bölüm

90. Bölüm

EbruMelek
ebrumelek

♥️ Keyifli okumalar4

"Gerçekten de hassiktir, siz neye diyordunuz?"

Emir’in kısık ama hala pürüzlü sesiyle irkilirken, bakışlarımız aynı anda ona döndü. Sanki bir işaret fişeği ateşlenmişçesine hepimiz refleksle ayağa fırladık. Emir, yarı açık gözleriyle karşısında üç kişinin birden dikildiğini görünce gözlerini kırpıştırdı, bir an ne olduğunu anlamaya çalışır gibi baktı.

"Ne oluyor lan, boncuk gibi dizildiniz karşıma?" diye homurdandı.

Sesi hala zayıftı ama tanıdık alaycılığı yerli yerindeydi. Hareket etmeye çalışırken yüzü acıyla gerildi, inceden bir inilti döküldü dudaklarından. O an içimde tuttuğum bütün duygular barajı yıkılmış gibi çözüldü ve gözlerim yanmaya başladı.

Ardından bedenini hareket ettirmeye ve yatakta oturmaya çalışıp acıyla inlerken ben ağlamaya başlamıştım. Emir yerinde gerinip kendini yatakta yukarıya çekmeye çalışırken Rob onun elinden tutup yardım etmeye, Melek ise serumu kontrol etmeye başlamışken, ben kafasının önüne kafamı uzatmış ona bakarak ağlıyordum. Hamilelik yüzünden hormonlarım çok bozuktu benim.

Emir kendini yerleştirdiğinde Rob sırtına yastık koydu ve yanıma geldi. Emir sonunda rahat bir pozisyon aldığında kafasını önüne çevirip göz göze geldik. Tam burnunun dibine girmiş, ona bakarak kendi burnumu ağlayarak çeken beni görünce kaşları şaşkınca yukarıya kalktı. Ardından Rob uzanıp onun elinin üzerini okşamaya başlayınca kaşları çatılıp yavaş yavaş gözlerini eline indirdi. Melek de serumu kontrol ettikten sonra eğilmiş Emir'in saçlarını şefkatle okşuyordu. Bakışları bu defa da elinden uzaklaşıp yukarı kalktı ve ona tebessüm ederek saçlarını okşayan Melek'e takıldı.

"Harbiden ne oluyor amına koyayım.Öldüm de paralel evrene mi geçtim. Bu evrende kral ben miyim?"

Hepimiz aynı anda güldük. Ben ağlarken gülünce hönkürür gibi bir ses çıkmıştı ağzımdan.

"Bu evrende de sıradan bir adamsın, Emir" dedi Rob, sesi mutlu ve yumuşaktı. "Ama en azından hayattasın."

Emir, başını hafifçe yana çevirdi, gözleri önce Rob’a, sonra Melek’e ve en son bana takıldı. Gözlerinde yorgun ama sıcak bir ışık vardı. Ben hala yarınlar yokmuşçasına ağlıyor, bir yandan da burnumu çekiyordum.

“Ne kadar kötüydü?” diye sordu, sesi artık daha ciddiydi.

Melek derin bir nefes aldı. "Az kalsın gidiyordun."

Emir bir an sessiz kaldı, sonra gözlerini tavana dikti. “Katili yakaladınız mı bari?"

Melek dudaklarını büküp hafifçe başını salladı. “Eğer ortada bir katil olsaydı, biz de katil olurduk. Ama merak etme, Tuğra o işi halletti" dediğinde bir anlık sessizlik oldu. Sonra Emir gözlerini yeniden bize çevirdi, kaşlarını kaldırdı. “Cidden mi? Arkamdan ağladınız mı peki? Tuğra kesin ağlamıştır.”

Üçü bana bakarken sonuna kadar burnumu çekip gözyaşımı siliyordum. Keşke bir peçete olsaydı ya!

Başımı kaldırıp ters ters onlara baktım. “Ağlamadım.”

Rob kaşlarını kaldırıp omuz silkti. “Bence ağladı.”

Melek gülümseyerek başını salladı. “Kesinlikle ağladı.”

Emir keyifle sırıttı. “Senin gibi sert çocukların ağlaması, insanın ömrüne ömür katıyor Tuğra. Kayıtlara geçsin, Kraliçe ağladı.”

Dudaklarımı sıkarak iç çektim. “Ölüme bu kadar yaklaşıp hâlâ konuşacak enerjin olduğuna göre, iyileşiyorsun.”

"Bu sabah serumdan kahve veriyorlardı bana" dedi Emir, gözlerini kısıp Melek'e baktı. "Sahi ya canım üçü bir arada çekti. Tuğra bir koşu gidip alsana be!"

Bakışlarım sertleşirken Emir sırıtıyordu. "Git de kendin al çok istiyorsan! Sanki bakkala git diyor şuna bak" diye çemkirirken elimi belime koymuştum. Emir yüzünü muzipçe buruştururken diğerleri bize kıkırdıyordu.1

"Ayy şuna bak" dedi Emir a harfini uzatarak. "Mahalle teyzeleri gibi nasıl çemkiriyor, elinde terliği eksik. Duyun ahali, İskoçya kraliçesinin içinde kezban var."

"Kes zevzek" dediğimde ağlamam da kesilmişti. Sahi ben az önce hüngür hüngür ağlarken şu an nasıl ciddi, sert ve sinirli bir hale gelmiştim ki?

Melek’in sesi düşüncelerimi böldü. "Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sordu ciddileşerek.

Sorusuyla birlikte Emir de espirili havasından sıyrılıp derin bir nefes aldı. Bakışları sargılı koluna kayarken gözlerinde hafif bir dalgınlık vardı.

"Tuhaf," diye mırıldandı. "Akşamdan kalma gibiyim." Sonra yavaşça bana döndü. "Neler oldu?"

Rob’a baktı, gözleriyle bir şeyler tartıyor gibiydi. Sonra tekrar bana çevirdi bakışlarını. "Ne zamandır yatıyorum?"

"Bu dördüncü gün" dedi Rob, sesi neredeyse bir fısıltı gibiydi.

Emir başını salladı, tekrar sargılı koluna baktı. Yüzünde memnuniyetsiz bir ifade vardı.

"Çok derin yara almamıştım halbuki." Başını kaldırıp Melek’e çevirdi. "Atardamara falan mı gelmiş?"

Sorusunu bitirdiği anda kolunu hareket ettirmeye başladı. Birkaç deneme yaptıktan sonra yüzünü buruşturdu.

"Off ya, silah tutan elim bir de." Homurdanarak sargının üstünden bileğini oynattı. "Keskin nişancı ayarı yaparken elim titrememeli. Kolum ne durumda, Melek?"

Melek hafif bir tebessümle, "keskin nişancıyı nerede kullanacaksın Emir'cim?" Diye sordu.

Emir dudak büktü. "Ağız alışkanlığı işte. Onu yapamıyorduk değil mi?" Ardından kocaman gülümsedi. "Boram nerede benim ya? Getirin de bir temizleyeyim" diyerek bana hadi bakışı attı. Ben de bir şey söyle diyerek Melek'e baktım.

"Tabi ya getiririz boranı sana temizlersin silahını güzelce" diyerek Melek imdadıma yetişirken Emir heyecanla gülümsemişti. Ben de Rob ile bakıştım. Omuzlarını bilmem dercesine kaldırıp indirdi.

"Sahiden benim koluma ne oldu?" diye sordu Emir, Melek'e bakmaya devam ederken. Melek onun serumunun iğnesini söküyordu ve ilaçları kontrol ediyordu. "Dört gün nasıl yattım. Yatak da pek rahat değil üstelik!"

"Zehirlendin" dedi Rob direkt. Emir'in gözleri büyürken "zehirlendim mi?" Diye tekrar etti. Soru sorarcasına Rob'a bakarken derin bir nefes alarak ona olanları özet geçtim. Rob da araya girip Ay taşı olayındaki detaylara girmeden her şeyi anlattık. Emir olmayacak yerlerde gülünce bizi tedirgin etmişti.

Anlatmamız bittiğinde Emir durgunlaşmıştı. Bir an önceki neşesi gitmiş, gözleri ellerine takılı kalmıştı.

Melek’le Rob’a baktım. Onlar da bana.

Yine ne oldu ki?

"Emir," diye mırıldandım, sesim istemsizce yumuşaktı.

Sanki bir düğmeye basılmış gibi ellerini izlemeyi bıraktı, başını kaldırdı ve aniden kahkaha atmaya başladı.

Beklemediğimiz bir tepkiydi. Biz üçümüz yerimizde donakalmış, şaşkınlıkla birbirimize bakıyorduk.

Emir gülmeye devam etti, başını geriye atıp derin bir nefes aldı. "Ay inanmıyorum," dedi, hala kahkahalar arasında nefes nefese kalmıştı.

Biz ise sadece ona bakıyorduk, yüzümüzde aynı ciddi ifade.

O gülüyordu. Biz susuyorduk. Hiç de gülünecek bir şey yoktu. Dört gündür endişeden kalp krizi geçirecektik. Emir'e bir şey oldu diye tüm İskoçya'yı birbirine katmış, Dougal bahar şenliği için gelen tüm klan yetkilileri ve savaşçılarını odalara kilitlemişti. Şu an Mclenan hınca hınç insan doluydu ve hepsi Emir'e zarar vereni bulmak içindi. Dougal şu an Islay klanıyla müzakereye oturmuştu.

"Şimdi siz diyorsunuz ki…"

Emir’in sesiyle ona döndüm. Hâlâ gülüyordu.

"Emir oğlum, sen o kadar kurşun yedin, dayak yedin, bıçak hatta kılıç yedin ama küçük bir sıyrıkla nalları dikiyordun, öyle mi?"

Tekrar kahkaha attı.

Rob, kafasını bana çevirip kaşlarını kaldırdı. "Nalları niye dikti, anlamadım?"

Melek ise aynı anda başka bir şeye takılmıştı. "Sen ne zaman kılıç yedin ki?"

Şimdi konumuz bunlar mıydı gerçekten?

"Küçük bir sıyrık değil Emir, zehirlendin diyoruz!" diye patladım sonunda. "Kara yılan zehri diye bir şey sürmüşler kılıca diyoruz, anlamadın mı?"

Lan ne oluyordu bu adama?1

Emir’in kahkahası sözlerimle biraz azalmıştı ki kara yılan lafını duyunca yeniden alevlendi.

Gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. Neye gülüyordu şimdi?

Resmen "kara yılan, kara yılan" diye diye katılarak gülüyordu.

Acaba panzehir kafa falan mı yapmıştı?

Yok yaa…

Sonra durdum ve tekrar düşündüm. Hayır, bu her zamanki Emir’di.

Adam hep böyleydi. Bence normaldi!

Dayanamayan Melek bir anda lafa girdi. "Lan neye gülüyorsun?"

Emir gözlerini ona çevirdi, gülmesini bastırmaya çalışırken bir yandan da sargılı omzunu tutuyordu.

Belli ki gülmek bile acıtıyordu ama… Umurunda mıydı?

Tabii ki hayır!

"Kızım niye gülmeyeyim? Zehirlenmişim lan ben! Ne kadar havalı, farkında değil misin?"2

Ellerini iki yana açıp büyük bir ciddiyetle konuşuyordu ama gözleri hala gülüyordu.

"Bir zehirlenmediğim kalmıştı, tam oldu! Tarih kitaplarına geçeceğim! Göktürk Komutan yeni erlere benim portremi gösterip ‘Bakın bu en iyi askerim’ diye hava atacak!"1

Gözlerini kocaman açıp dramatik bir şekilde konuşurken ben de kafasına patlatmamak için kendimi zor tuttum.

Kesinlikle kafası güzeldi.

Derin bir nefes alıp Melek’e döndüm. "Ne verdiniz buna, Melek?"

Melek dudaklarını büzüp masanın üzerindeki boş şişelere göz attı. Belli ki içlerinden hangisinin bu yan etkiyi yaptığını anlamaya çalışıyordu.

Bu sırada Emir hâlâ karnını tuta tuta gülüyordu.

Rob’u dürtükleyip yüzünün yan profilini işaret etti. "Beni böyle çizin," dedi, sesine sahte bir ciddiyet yükleyerek. "Sağ tarafım daha objektif."

Bir saniye durdu, sonra parmağını salladı. "Ama resimlerde burnumu büyütmesinler bak. Padişahların burunlarını hep büyük çiziyorlar, biliyorum ben o işleri!"

Rob’un yüzündeki ifade bir çaresizliğin vücut bulmuş hali gibiydi.

Ama Emir hızını alamamıştı. "Eğer beni de öyle çizerseniz karışmam! Ahh, sahi, Tuğra kız, sen bilirsin… Leonardo DiCaprio bu zamanda mıydı?"

Gözlerimi kırpıştırıp ona baktım. Leonardo DiCaprio mu?1

Adamın kafası gerçekten çok güzeldi.

Emir sanki harika bir fikir bulmuş gibi heyecanla dizine vurdu. "Hadi be, çağır onu da gelsin, bir resmimi çizsin! Vallahi parasını da veririm. Kraliçelik torpilini yap be!"

Bu sefer gerçekten kafasına vurmamak için büyük bir efor sarf ettim.

Eminim Rob şu an ne konuştuğumuzu asla anlamıyordu. Ağzı balık gibi açılıp kapanıyordu ama kaşları çatıktı. Belli ki beyin hücreleri bu saçmalık karşısında pes etmişti.

"Leonardo Da Vinci o, Emir. DiCaprio Titanik filminde oynayan hani!" dedim, dişlerimi sıkarak.1

Lan biz şu an ne konuşuyorduk?

Ortam nasıl bu hale gelmişti?

Biz günlerdir ne yaşıyorduk?

"Ayrıca DiCaprio 200 sene önce öldü, Emir."

Emir kahkaha atarak işaret parmağını bana doğru kaldırdı. Alaycı bir ses tonuyla, "Sen de hep sallıyorsun işte, bak ortaya çıktı," dedi.

Bir an duraksadı, sonra asıl vurucu sorusunu sordu:

"Kızım, DiCaprio nasıl 200 sene önce ölsün? Adam Titanik filminde nasıl oynadı o zaman?"

Ve yine kahkaha attı.

Gözlerimden sinirden ateşler çıkarken Rob, sakin ol dercesine kolumu tuttu.

Ama artık çok geçti.

Bu adamı öldürmeyecektim belki ama…

Çok yaklaşmıştım.

"Siktir!" Melek’in sesiyle irkilip ona döndüm. Elindeki boş şişeyi koklayıp yüzünü buruşturmuştu, ama gözlerindeki öfke açıkça görülüyordu.

"N’oldu Melek?" diye sordum, ayağa kalkarak.

Melek dişlerini sıktı, gözleri sinirden kısıldı ve sert adımlarla odanın kapısına yöneldi.

Ben, içimde büyüyen bir telaşla onu izlerken, Emir ise Rob’a "Tuğra altına işemişti bir keresinde, biliyor musun?" diye saçma sapan bir hikaye anlatmaya başlamıştı.

Başımı çevirip ona göz devirdim. Cidden mi Emir? Şu an mı?

Ama Melek durmamıştı. Kapıyı sertçe açarak dışarı bağırdı:

"Agnes!"

Nöbet tutan savaşçılar, onun sesiyle irkilerek harekete geçti. Ben de hızla kapının oraya ilerledim.

Melek dişlerini sıkarak onlara döndü. "Çabuk bana Agnes’i çağırın!"

Savaşçılar başlarını sallayıp hızla uzaklaşırken, Melek bana döndü. Öfkesi yüzüne vurmuştu.

"İnanmıyorum, Tuğra!" diye hırladı.

Arka planda hâlâ Emir’in kahkahaları duyuluyordu.

Melek yumruklarını sıkarak devam etti: "Agnes, Emir’e afyon vermiş. Düşünebiliyor musun? Af-yon!

Son heceyi vurgularken derin bir nefes aldı, siniri daha da yükselmişti.

"Hem de kesinlikle verilmeyecek dediğim halde!"

Gözlerimi kısıp hızla arkamı döndüm.

Emir…

Ellerini başının arkasına koymuş, umarsızca sırıtıyordu.

Ve tam o sırada, "Ben kendimi çok sanatsal hissediyorum," dedi Rob'a göz kırparak.

Bütün sinir sistemim tek bir kelimeye odaklandı: "AGNES!" Diye kükredim.1

Gözlerimi kapatıp sıktım, sıkıntılı bir nefes vererek omzumun üzerinden Emir’e baktım.

Durum berbattı.

Rob, tastaki suya elini daldırıp kahkaha atan Emir’in yüzüne püskürtüyordu.

Emir ise—Allah akıl fikir versin—havada uçuşan su damlalarını ağzıyla yakalamaya çalışıyordu.

Tekrar Melek’e döndüm, kaşlarımı çatıp "Kendine gelmesi ne kadar sürer?" diye sordum.

Melek, sinirle boş şişeyi sıktı. "Tüm şişeyi vermiş, Tuğra."

Bir an sustu, sonra dişlerini sıkarak devam etti:

"Şu an resmen uyuşturucu madde kullanmış gibi bir etkisi olacak. Birkaç güne vücudu atar ama Agnes’e bunun için ceza vereceğim. Onun tek sorumluluğu panzehiri yapmaktı!"

Son cümleyi söylerken ayağını hiddetle yere vurdu.

Ve tam o sırada…

"Oha! Tavan dönüyor!" diye bağıran Emir, elini havaya kaldırıp hayali bir kelebeği yakalamaya çalıştı.

Sonra da Rob’un omzuna yaslanıp fısıldadı.

"Bro, bak sakın kimseye söyleme ama… Alanna'yı çıplak gördüm."

Rob, donuk bir ifadeyle bana bakarken ben içimden "AGNES SENİ ÖLDÜRECEĞİM!" diye bağırıyordum.

***

Agnes hâlâ gelmemişti. Savaşçılar geri döndüklerinde, onun Islay Lordu’nu tedavi ettiğini söylediler. Melek ile birbirimize boş boş bakarken düşüncelerim karma karışıktı. Emir uyandığı için üzerimden bir yük kalksa da başka problemler vardı. Dougal'ın da yanında olmam lazımdı. Bu kadar dinlenme yeterdi.

"Mutfaktan sakinleştirici bitki çayı yapmalarını isteyeceğim," dedim Melek'e sesimi alçaltarak. "Sen bu meseleyle ilgilen, ben de Dougal’ın yanına gideyim." Kafamda, Dougal'ın yüzündeki sert ifadeyi düşündüm. "Alanna meselesini bir öğrenmem lazım," diye devam ettim, sesimde kararlı bir ton vardı.

Melek kafasını sallayarak, "Ben ilgilenirim. Alanna konusunda bana da haber göndermeyi unutma," dedi.

Kafamı sallayıp ayağa kalktım. Rob’a baktım, gözlerimle “Hadi,” dedim. O da başını sallayarak ayağa kalktı ve birlikte odadan çıktık.

***

Koridorda Fran'la karşılaştık. O da bize doğru geliyordu, adımlarını hızlandırıp karşılıklı durduğumuzda, kafasını hafifçe eğerek selam verdi. "Emir nasıl oldu?" diye sordu, sesi endişeliydi ama aynı zamanda meraklı.

"Uyandı," dedim, basit bir yanıtla.

Fran derin bir nefes alıp Rob’a bakarak, "Sonunda," dedi. Ardından dönüp bana, "Sizi çağırmaya geliyordum. Ara verilmişti, birazdan görüşmeler yeniden başlayacak. Reis büyük salonda sizi çağırmamı emretti bana."

"Tamam," diyerek başımı salladım. Yönümüzü büyük salona çevirdik, adımlarımız belirgin bir şekilde yankı yapıyordu. İçimdeki gerginlik her geçen adımla artıyordu. Bir an önce Islay klanıyla yapılan müzakerelerin sona ermesini istiyordum. Durum giderek daha da karmaşıklaşıyordu. Onlara haksızlık yaptığımız için mahçuptum ama Alanna'nın istemediği bir evliliğe zorlanmasına asla izin veremezdim. Böyle bir şeye göz yummaktansa, savaş çıkartırdım.

***

Kapılar iki yana açıldığında içerideki ağır hava yüzüme çarptı. Adımımı attığım anda salonun sessizliği daha da derinleşti. Sağ yanımda Rob, sol yanımda ise Fran vardı. İçeride fazla insan yoktu ama olanların her biri yorgun, yıpranmış ve bir o kadar da tetikteydi. Uzun masanın en başında Dougal yorgun bir ifadeyle oturuyordu. Çaprazında ise neredeyse her yanı sargılı saçları grileşmiş Islay reisi vardı. Kıyafetleri mor ve yeşil tonlarında olan Islay klanından birkaç kişi de hasarlı bir şekilde sandalyelere oturuyorlardı. Ben içeri girince hepsinin bakışları bana döndü.

Gözlerimi tekrar Dougal’a çevirdim, yüzündeki sertlik biraz olsun kırılır mı diye. Ama hayır… Beni görmek belli belirsiz bir rahatlama yaratmış olsa da öfkesi hâlâ diri duruyordu.

Sonra başımı masanın diğer ucuna çevirip Aiden’e baktım. Banyo yapmıştı. Islak saçları dağınıktı ve üzerine bir şey giymemişti ama sargılar vücudunu örtüyordu. Sinirleriyle oynadığım kolundaki bandaj hafifçe kanlanmıştı. Aiden’in hemen yanında, ayakta bekleyen bir adam vardı. Sağlamdı, yarasız beresizdi. Onu zaman yolculuğu sırasında Aiden’in çadırında görmüştüm. Aiden'in yanına kadın arkadaşı geldiğinde cinsel şaka yapan adamdı ve bana öldürecek gibi bakıyordu. Göz göze geldik. Bakışları düşmanca ve meydan okur gibiydi. Ama ben de boş değildim.

"Tanıştırayım, kraliçem Tuğra Mclenan" Dougal'ın sesiyle yüzümde mimik oynamadan ona doğru yürümeye devam ettim. Tam Dougal'ın yanına vardığımda Dougal ayağa kalkıp bana yerini vermişti. Onun bu hareketine Islay'lılar arasında yaşanan şaşkınlığı duymasam da hissettim. Bir kral olarak kendi yerini kraliçesine bırakması, yalnızca bir nezaket gösterisi değil, aynı zamanda açık bir mesajdı. Burada yalnızca onun eşi değil, yetkisi olan biri olarak bulunuyordum.

Arkamda bekleyen Rob ve Fran, durumu kavrayarak hemen bir adım geriye çekilip beni koruyacak şekilde konumlandılar. İçgüdüsel bir hareketti, ama salondaki herkesin bunu fark ettiğini biliyordum. Ben Dougal'ın yerine otururken savaşçılardan biri Dougal'a bir sandalye getirmişti.

O da hemen yanıma otururken bakışlarımı kaldırıp Aiden'e baktım. Yüzünde gururlu ve haklı olduğunu belli eden bir bakışla bana bakıyordu. Gözleri kısa bir an benden ayrılıp Rob'a çevrildi. Ardından tekrar bana bakıp sağlam kolundaki eliyle yaralı kolunu okşadı.

"Savaşçı kraliçe," diye mırıldandı Islay reisi. Onun sesiyle bakışlarımı Aiden'den ayırıp reise baktım ama baktığım an pişman oldum. Adamın yüzünde sağlam bir nokta kalmamıştı. İki gözü de neredeyse şişlikten kapanmıştı. İnşallah kör olmazdı. Etrafı ise mosmordu.

Dougal’ın gerildiğini hissetmek için yüzüne bakmama gerek yoktu; ellerini masaya koyuşundaki sertlik, nefes alışlarının düzensizliği yetiyordu. Islay reisi ve adamları, haklı olmanın verdiği güçle dik oturuyor, kayıtsız bir üstünlük sergiliyorlardı.

Bu masada bulunma sebebim açıktı: Alanna’yı zorla evlendirmeyecektim. Dougal’ın öfkesi ne kadar haklı olursa olsun, benim buradaki varlığım, meseleyi kılıç yerine sözle çözmek içindi.

“McLennan’lar haksızlık yaptığında, bunu telafi eder” dedim, gözlerimi masadakilerin üzerinden gezdirerek. “Zindana atılmanızın sebebi adaletsizlik değil, yanılgıydı. Biz hatamızı gördük ve bu yüzden buradayız. Ama anladığım kadarıyla sizin buradaki varlığınız, sadece adalet için değil, daha fazlası için.”

“Evet, verimli topraklarınızı reddettik" diye devam etti Islay reisi. "Çünkü kanla yıkılanı toprak değil, kan iyileştirir,” dedi. “Bu anlaşmazlık zehirle değil, sizin işkencenizle başladı. Eğer hatanızı telafi etmek istiyorsanız, Islay kanı ve McLennan kanı birleşmeli. Adalet, sadece özür dilemekle sağlanmaz, Kraliçem.”

Dougal elini masaya koydu, parmakları sertçe tahtaya bastı. “Ben her zaman hakkaniyetli bir kral oldum” dedi, sesi bir bıçak kadar keskindi. “Ve şimdi de öyleyim. Hata yaptığımı kabul ettim, bunu sabah konuştuk. Size toprak teklif ettim. Reddettiniz."

Aiden hafifçe başını yana eğip gülümsedi ama sesini çıkarmadı. Bu toplantıda tüm konuşmayı reisine bırakmış olmalıydı. Saygısı takdir edilesiydi.

“Toprak teklif ettiniz, kabul etmedik." Diyen reise baktım. "Evlilik bağı olmadan gönlümüzü alamazsınız. Sizin adaletiniz böyle mi işliyor, McLennan Kralı? Sadece bugünümüz için değil, yarınlarımız için de bir güvence istiyoruz,” dedi. “Klanımın bir daha böyle bir şey yaşamayacağını bilmek istiyorum. Ve bunun en sağlam yolu, kan bağlarıyla birleşmek.”

Dougal, sandalyeye yaslanıp kollarını kavuşturdu. Öfkesi, içinde yanardağ gibi kaynıyordu ama patlamamak için çabalıyordu. Ben ise Dougal’ın patlamaması gereken anları iyi bilirdim.

Sırtımı sandalyeye yasladım, Islay reisine ve Aiden’e tek tek baktım. “McLennan’ların adil olduğunu biliyorsunuz” dedim, sesimi dikkatlice kontrol ederek. “Hata yaptığımızda bunu telafi ederiz. Ama telafi, yeni bir haksızlık yaratmamalı. Teklifinizi kabul etmemiz halinde leydi Alanna'ya da haksızlıl yapmış olacağız.”

Iyyy, hem de Aiden'i çadırda bir kadınla uygunsuz halde görmüştüm, pardon duymuştum. Bakmamıştım. Neden aklıma bu geldi ki şimdi? Bir de görümceciğime mi alacaktım onu!1

Islay reisi başını kaldırdı, yaralı yüzü hiç kıpırdamadan bana baktı. “Ben adalet istiyorum, Kraliçem,” dedi. “Ve adalet bazen bir bedel gerektirir.”

“Ve siz bu bedelin Alanna olması gerektiğini mi düşünüyorsunuz?” diye sordu Dougal sertçe. Kocamın sert sesini duyunca kafamdaki tüm görüntü ve sesler yok olmuştu.

Reis ağır hareketlerle başını salladı. “McLennan’lar güçlüdür. Ama bu güç bazen onlara haddini aşırır. Hepiniz hata yaptığınızı kabul ediyorsunuz. Ama bu hatanın bir daha olmayacağını nasıl bileceğim?”

Dougal sertçe yerinden doğruldu. “Sana toprak teklif ettim,” dedi, sesi bir bıçak kadar keskindi. “Adamlarına, ailelerine güvenli bir gelecek sundum. Sen bunu reddettin. Şimdi de kız kardeşimi istiyorsun? Benden neyi talep ettiğinin farkında mısın, Reis?”

Islay reisi gözlerini Dougal’a dikti, en ufak bir tereddüt göstermeden konuştu: “Farkındayım. Ve sen de benim neyi talep ettiğimi çok iyi biliyorsun. Benim bir varisim yok, Dougal. En iyi savaşçım Aiden’i varisim yapacağım. Onu yanıma aldığımda kimsesizdi. Tek istediğim, onun soyunun benim soyumla birleşmesi.”

Bu sözlerin Dougal’ı nasıl öfkelendirdiğini görebiliyordum. O konuşmadan önce araya girdim. “Aiden sizin varisiniz olabilir,” dedim, Islay reisine bakarak. “Ama Alanna, kendi hayatını kendisi seçer. Eğer onun kaderine zorla karar verirsek, bu bir barış değil, başka bir savaş olur.”

Aiden, bana bir an dikkatlice baktıktan sonra gülümsedi. “Yani diyorsunuz ki, Kraliçem, bu sadece Alanna’nın seçimine bağlı?”

“Elbette,” dedim gözlerimi ondan ayırmadan. “Bir McLennan zorla evlendirilmez.”

Dougal başını iki yana salladı. “Bana başka bir şey teklif et” dedi.

Reis kafasını iki yana sallarken “Topraklarını istemiyorum." Diyerek son noktayı koydu. Yok abi biz anlaşamıyorduk. Başka bir klan olss toprak teklifinin üzerine atlardı. Bunlar ne gurur yapmıştı böyle!

Hemen araya girdim. “İki klan arasında kan bağı kurmak istiyorsanız, bu sadece bir evlilikle olmaz. Ailelerimizin birbirine güvenmesi, sadece bir nikahla değil, yıllar sürecek bir ittifakla da mümkündür. Size Alanna’nın onayını almadan bir nikâh sunamam. Ama bir teklif sunabilirim.”

Aiden başını yana eğdi. “Duyalım bakalım, kraliçemiz” dedi. İlk defa konuşmuştu. Sesi hafif alaycıydı ama içindeki merakı saklamıyordu. Gözlerini kısmış beni inceliyordu.

Bakışlarımı reise çevirerek devam ettim. “İttifakın ilk adımı olarak, McLennan’lar Islaylılara kalıcı bir destek sağlayacak. Savaşçılarını eğiteceğiz, klanınıza yardım edeceğiz."

"Bizim savaşçılarımızın eğitime ihtiyacı yok. Ülkenin en doğusunda kaldığımız için topraklarımız olası saldırılara karşı güvenli. Toprağımda suç bile işlenmez benim. Tüm kıtanın en iyi çelikleri benim topraklarımda üretilir. Bu yaptığınız teklif bizi, size tabi kılacak anlamına gelir."

Sessizlik ağır bir sis gibi salonun üzerine çökmüştü. Islay reisi söylediklerini hazmetmem için bana vakit tanıyor gibi susmuş, yüzündeki ifadesiz bakışlarla tepkimi ölçüyordu. Ama asıl endişem onun taleplerinden çok, Dougal’ın sabrının sınırlarını zorlamalarıydı.

Sıkıntılı bir nefes alırken gözlerimi ovuşturmamak için kendimi zor tuttum. Dougal'ın öfkeden delirdiğini ama kendini tutarak dişlerini sıktığını da fark ediyordum. Bunu biliyordum. Dougal gerçekten de hatasını telafi eden, etmeye çalışan bir kraldı. Başka biri olsa, "Canınızı kurtardığınıza şükredin," der ve Islay'lıları buradan kovardı. Ama Dougal bunu yapmazdı. Yapmamalıydı. Ve ben de onu bu noktaya getirmelerine izin vermemeliydim.

Derin bir nefes alarak bakışlarımı reisle buluşturdum. “Öyleyse teklifimi değiştiriyorum” dedim, sesimi mümkün olduğunca sakin tutarak. “Savaşçılarınızı eğitmeyeceğiz. Ama size McLennan adının güvencesini vereceğiz. Eğer bir saldırıya uğrarsanız, yanınızda olacağız. Ticarette, topraklarda ve her türlü yardım talebiniz yerine getirilecek.”

Reisin yüzü hafifçe değişti. Dudakları anlaşılmaz bir ifadeyle kıvrıldı. “Yani diyorsunuz ki,” dedi yavaşça, “benim savaşçılarımın yetersiz olduğunu söylemek yerine, bizi koruyacağınızı mı vaat ediyorsunuz?”

“Hepimiz birbirimizi koruyacağız,” diye düzelttim. “Bu ittifakın anlamı bu olmalı, değil mi?”

Tam yanıt vermek için ağzını açmıştı ki, yanımdaki Dougal’ın yine dişlerini sıktığını duydum. Göz ucuyla baktığımda, neredeyse yumruğunu masaya vuracak gibi olduğunu fark ettim. Eyvah!

Hem onu hem beni zorluyorlardı...

Ve işin kötüsü, ben de bir adım öteye gitmek için daha fazla söz bulamıyordum.

Derin bir sessizlik salonu doldurdu. Herkes birbirine bakıyordu. Bir dakika kadar sürdü bu. Belki daha uzun.

Endişeden gerim gerim gerilirken büyük salonun kapıları gürültüyle açıldı.

Tüm gözler aynı anda kapıya çevrildi.

İçeriye Alanna girmişti. Üzerinde harika pembe bir elbise vardı. Saçlarını özenle topuz yapmış ve benim ona verdiğim allığı sürmüştü. Belki rimel de vardı! Ela gözlerş parlayarak salona girerken Dougal sinirli bir hareketle ayağa kalktığında onun kolunu tutup durdurmaya çalıştım.

"Alanna?" Diye kükredi Dougal. Dougal’ın sesi salonun taş duvarlarında yankılandı ama Alanna tek bir an bile tereddüt etmeden yürümeye devam etti. O narin, kontrollü adımlarıyla sanki bu salonun gerilimini umursamıyormuş gibi süzülüyordu. Oysa ben, göz göze geldiğimizde onun içindeki fırtınayı görebiliyordum.

Özür dileyen bir bakışla bana kısacık bir an döndü. Ardından ellerini önünde kavuşturarak ve abisine bakmamaya çalışarak masadakilere döndü.

Sonra dudaklarını araladı ve salonu donduran o kelimeleri söyledi:

"Teklifinizi kabul ediyorum."

Dougal olduğu yerde dondu. Öfke, şok, hayal kırıklığı… Hepsi yüzünden okunuyordu. Sandalyenin kolçaklarını öyle bir sıktı ki, tahtanın gıcırdayışını duyabildim. Ama ben… Benim içimde de her şey paramparça olmuştu.

Bunu beklemiyordum.

Bunu kabullenmeyecektim.

Ayağa fırladım. Ellerimi masaya sertçe bastırarak Alanna’nın yönüne doğru eğildim. "Ne saçmalıyorsun sen?!" Sesim öyle keskin çıkmıştı ki, salondaki herkes irkilmişti.

Alanna, derin bir nefes aldı ama gözlerime bakmaya cesaret edemedi. "Bu benim kararım, Tuğra," dedi.

"Hayır, değil!" diye patladım. "Sen baskı altındasın! Korkuyorsun! Dougal'ı, beni hayal kırıklığına uğratmaktan korkuyorsun! Ama bunu yapmana izin vermeyeceğim!"

Dougal da öfkeyle "bu saçmalık burada bitiyor!" diye adeta kükredi. Herkes şimdi üçümüze bakıyordu.

Alanna, başını kaldırıp abisine baktı. "Ben kaderimi satmıyorum" dedi, sesi titrek ama kararlıydı. "Ben bir ittifak kuruyorum. İskoçya'nın prensesi olarak yapmam gerekeni yapıyorum. Zaten evlilik çağım da geldi abi!"1

Bizim öfkemizi gören diğerlerinden kimse ağzını açmaya cesaret edemiyordu. Sinirden onlara dönüp bakamıyordum bile. Tek odağım Alanna'ydı. Böyle bir aptallık nasıl yapardı? Biz her şeyi yoluna koymaya uğraşırken üstelik...

"Yeter! Alanna, hemen odana gidiyorsun!"

Dougal’ın öfkesi her zamankinden daha keskin, daha sertti. Ama Alanna hâlâ kıpırdamıyordu.

Dişlerimi sıkarak bakışlarımı ona çevirdim, sonra hızla Islaylıların yüzlerini taradım. Hepsi ifadesizdi. Sanki burada olup bitenlerin kendileriyle hiçbir ilgisi yokmuş gibi masada sessizce oturuyorlardı. Ama en çok Aiden’a dikkat ettim. O, kısık gözlerle Alanna’ya bakıyordu. Gözlerindeki garip parıltıyı fark etmemek imkânsızdı. Hayranlık? Sahiplenme? Anlayamıyordum, ama bildiğim bir şey vardı: Bu bakış beni hiç hoşnut etmiyordu.1

Dougal, Alanna’ya doğru sert adımlarla ilerlemeye başlayınca refleksle kolunu yakaladım.

"Dougal, dur!" diye tısladım, ama beni umursamadı bile. Kasları gerilmiş, yüzü öfkeyle kasılmıştı. Birkaç adım daha atarsa Alanna’yı kolundan tutup sürükleyecek, bunu görebiliyordum.

"Fran!" diye gürledi Dougal, tutuşum sayesinde biraz daha sakinleşerek. "Leydi Alanna odasına gidiyor!"

"Hayır abi! Bu benim kararım ve kararıma saygı duymanı istiyorum!"

O kadar net, o kadar sarsılmazdı bir sesle bsğırmıştı ki Alanna, bir an herkes olduğu yerde donup kaldı. Nefesim sıkıştı. Ellerimi masanın kenarında öyle sıkıyordum ki parmak eklemlerim beyaza dönmüştü.

"Emir'in de iyi olduğunu öğrendim," diye devam etti Alanna. "Onun canına kast edenler de yakalandı. Bu klana yapılan haksızlığın telafi edilmesi gerekiyor ve ben bunun için gönüllüyüm!"1

Ahh, kafayı yiyecektim yemin ederim ki.

Dougal’ın dişlerini nasıl sıktığını, nefesinin nasıl ağırlaştığını duyabiliyordum. Burun kemiğini öfkeyle ovmaya başladı, ama ben bakışlarımı ondan çok, masanın diğer tarafındaki adamlara çevirmiştim.

Islay reisi, ortamın gerginliğini yumuşatmak ister gibi öne eğildi ve sakince konuştu:

"Kardeşinizi sizden koparmak değil niyetim, kralım."

Bu adam…

Bu adam, kanımı kaynatıyordu.

Dougal gibi, ben de öfkemi zor bastırıyordum. Rob'un omzumun gerisinde hareketlendiğini hissettim ama bakışlarımı ayırmadım.

"Gerçekten mi?" dedim, sesim neredeyse tıslama gibi çıkmıştı. "Bunu, McLennan soyundan birini klanınıza bağlamak için yaptığıınız bir pazarlık gibi sunmasaydınız belki inanabilirdim."

Islay reisi hafifçe gülümsedi, ama gözleri aynı sükûneti koruyordu. "Kraliçem, niyetim açık. Klanımın geleceğini sağlamlaştırmak istiyorum. Aiden, en güçlü savaşçım. Ama soy bağı olmadan gücün sonsuza kadar sürdüğünü hiç gördünüz mü?"

Sesi o kadar sakindi ki, salondaki herkes istemsizce biraz daha dikkat kesildi. Ben de dişlerimi sıkmama rağmen, onu dinledim.

"Ben, leydi Alanna’nın zorla bir evliliğe itilmesini isteyen biri değilim," diye devam etti. "Ama şunu da bilin ki, bu ittifakın temelinde toprak ya da kılıç gücü yok. Birbirimize güvenebilmemiz için aile bağı kurmalıyız. Aiden benim için bir oğuldan farksız. Onu yanıma aldığımda kimsesiz olduğunu söylemiştim. Şimdi en iyi savaşçım, en güvendiğim adamım. O benim varisim olacak ve onun soyunun McLennan kanı taşımasını istiyorum. Tek isteğim bu."

Derin bir sessizlik oldu.

"Bana bak, Reis," dedim dişlerimin arasından. "Klanının geleceğini sağlama almak istiyorsan, başka bir yol bul. Alanna benim kız kardeşim. O bir ödül değil!"

Dougal’ın göğsünün inip kalktığını, yumruklarının sıkıldığını gördüm. O da benim gibi sinirini bastırmaya çalışıyordu.

Reis gözlerini tekrar bana çevirdi. "Onu bir ödül olarak görmüyorum kraliçem. Ama bir kadın, klanların kaderini değiştirebilir. Bunu siz de bilirsiniz" dedi. Evet, bilirdik. Ama bu, Alanna’yı böyle bir zorlamaya maruz bırakmayı meşrulaştırmazdı. Ben dişlerimi sıkarken devam etti.

"Evlilik gençler için bu şartlar altında zor olabilir" dedi. "Bu yüzden Aiden, leydimiz evliliğe alışana kadar McLennan topraklarında kalabilir. Kız kardeşiniz kendi evinde, kendi halkının içinde yaşayabilir. Böylece bu kararın onun için ne ifade ettiğini kendisi anlayabilir."

Bu bir ödün müydü? Yoksa bizi yatıştırmaya çalışan, içi boş bir teklif mi? İçimde hâlâ alev alev yanan öfkeyi dizginlemeye çalışırken, reis ciddiyetini koruyarak ve Dougal'ın gözlerinin içine bakarak son sözünü söyledi.

"Ben yalnızca soyumu güçlü bir şekilde sürdürmeye çalışan, bu seneye kadar Mclenan'la bir ilişki kurmamış ama İngiltere eski kralına yapılan isyanınızı sessizce desteklemiş biriyim. Sayenizde ülkemiz bağımsız oldu ve klanım yenilikten korkarak kendi kabuğunda kalmaya yıllarca devam etti. Benim yaşım belli, tek istediğim güçlü bir varis. Büyük Dougal'dan başka bu kıtada kim güçlü bir varis olabilir ki? Elbette onun kanından olan birisi... Kralın kız kardeşi Leydi Alanna'nın Islay klanının yeni hanımı olması bize gurur verir."

Salonda bir süre hiç kimse konuşmadı. Sadece Dougal’ı izledim. O ise gözlerini kısıp reise bakıyordu, düşünüyordu.2

Bense hâlâ kabullenmeye hazır değildim.2

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 28.03.2025 09:47 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...