
Selam.
Nasılsınız? Umarım çok iyisinizdir.
Şarkı/ Cem Karaca-Resimdeki Gözyaşları
"Kahverengi dallardan pembe çiçekler açtığına göre,
ümitsizliğe gerek yok."
-Mevlana

1 Hafta Sonra...
Bugün yarıyıl tatiline girecektik. Karneleri dosyalara koymak için okula erken gitmiştim. Öğrencilerim daha birinci sınıf öğrencisi olduğu için taktir veya teşekkür belgesi alamıyorlardı, karnelerinde ise sadece çok iyi, kötü, iyi gibi ifadeler kullanılıyordu. Sınıfımdaki tüm öğrencilerin -neredeyse- hepsi karnelerinde çok iyi yazısını görecekti. Gerçekten çok iyi iş çıkarmışlardı.
Karneleri dosyalarına koyduktan sonra ise şeker ve tatlı kalemler koydum dosyalara ek olarak, karnelerin üzerine ise bir QR kod koydum. QR kodu okutunca Atatürk'ün şu sözüyle video çıkıyordu; "Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl nura boğacak olsan sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız." Bu sözü duyduklarında mutlu olacaklarına çok emindim.
Karneleri dağıttıktan sonra abim beni almaya gelecekti ve direkt memlekete gidecektik. Anne ve babamı çok özlemiştim. Ayrıyeten anneannem, babaannem ve dedelerimde burnumda tütüyordu. Diğer akrabalar çok umurumda değildi açıkçası. Zaten hepsi nemrut birer insandı.
İçeri zili çaldığında sınıflara gittik. Hakkı, Feyza'yı izliyor; İbrahim, Hakkı'yı sinirli bir şekilde izliyordu. Bu paradoksa çok odaklanmadan sınıfın kapısını kapattım. "Hadi yerlerinize geçin bakalım." Herkes yerlerine geçtiğinde bende konuşmaya başladım. "Birinci sınıfın ilk dönemi sona erdi çocuklar. Size karnelerinizdeki güzel ifadeler için minnettarım. Hepiniz pek iyi aldınız çocuklar ve bu yüzden sizi teker teker tebrik ediyorum." Karneleri elime aldım. "Gönülcüğüm, gel bakalım." Gönül karnesini almaya geldiğinde ilk önce sarıldık, sonra da karnesini teslim ettim. "Hakkıcığım, sende gel." Sıra Hakkı'ya geldiğinde gülümseyerek sınıfı izliyordum. Hakkı'yla sarıldık ve karnesini verdim ona. "Yav öğretmenim ben biliydim pek iyi alacağımı zati." Hakkı'nın kafasını okşayıp yerine geçmesini izledim. Sonrasında ise diğer öğrencilerime de karnelerini dağıttıktan sonra tekrar zil çaldı ve hepimiz bahçeye çıkıp İstiklal Marşı için sıraya girdik. Aslında okulun içinde okunması daha iyi olurdu çünkü kar yağıyordu ve çocuklar üşüyebilirdi ama Çatlakların Delal böyle bir şeyi düşünememişti kesin.
İstiklal Marşı bittikten sonra öğrencilerimle tekrardan vedalaşıp okul bahçesinden çıktım, zaten abimde beni bekliyordu. Zaman kaybetmeden arabaya bindikten sonra sohbet etmeye başladık. "Annemler ne yemek yapmıştır acaba... En son yaprak sarıyorlardı." Abimin dedikleriyle hafifçe güldüm. "Şu an sadece onu mu düşünüyorsun?" Abim kafasını hayır anlamında salladı. "Yok. Bir de gidince çalışacağım, onu düşünüyorum. Sonra hemen başka şeyler düşünmeye çalışıyorum." Buna da güldüm. Abime gülmeyi çok özlemiştim. "Abartma abi." Abim kırmızı ışıkta durunca bana tip tip baktı. "Bunu senin söylemeye hakkın yok he. Tamam, senin işinde çok yorucudur eminim ama sen hafta sonları iki gün tatil yapıyorsun, yarıyıl tatilin var, bayram tatillerin var, özel günlerde tatil yapıyorsun, üç ay koskocaman tatilin var... Ohooo! Biz sürünelim." Göz devirdim. Aynen abi, en çok çalışan sensin. Tamam. "Özel günlerde okulda kutlamalar oluyor. Tatil yapmıyorum." Abim ara sokağa girdiğinde ofladığını duydum. "Aman ne iyi..."
Yola çıkmadan önce Cem ve Emir ile görüşmüştüm, diğerleri de geleceklermiş ama çarşı izinlerinde eksiklerini almaları gerektiği için gelmemişler. Yine bir göreve çıkacaklardı ve bu görev diğerlerinden daha da uzun sürecekti. Göreve hemen bugün çıkmıyorlardı ama ben onların göreve gittiği gün memlekette olacaktım. Ama inanıyordum ki beni yol boyunca bir kez olsun arayabilirdi.. Eğer ki arkadaş olduğumuz gerçeğini hatırlarsa.
Yanlarından ayrılmadan önce Cem ve ben istemsizce kendi şehirlerimizin şive ve ağızıyla konuşmuştuk ve Emirde bize uyum sağlamıştı. "Gidince haber ver." Demişti ama ona Çorum ağzıyla bunu söylemesi gerektiğini hatırlatınca güldü ve elini ensesine götürdü. Birkaç denemeden sonra Çorum ağzıyla bu cümleyi telaffuz edebilmişti. "Varınca ses et." Gülüp onu onaylamıştım. "Varınca ses ederim." Ama şimdi içimde garip bir his vardı. Evet, korkuyordum. Ama neyden onu bilmiyordum.
Birkaç saat boyunca yolculuk yaptıktan sonra bir benzinlikte durduk ve atıştırmalık alıp yeniden arabaya döndük. "Yoruldum bee..." Abimin dedikleriyle sinirle ona doğru döndüm. "Araba sürmeyi bana öğretmemekte direnmeseydin şu an sen dinleniyor olurdun!" Abim ellerini birbirine çarptı. "Hadi, bir de bu yüzden bana trip at. Aman bu konu eksik kalmasın. Sanki bilmiyorsun araba sürmeyi de."
Yolun sonunu bildiğin halde, gözlerini yola dikmek garip bir his bırakıyor insanda. Camın ötesinde uzayıp giden bembeyaz manzarayı seyrederken, aklımın içi de en az dışarısı kadar sessizdi. Silecekler arabanın ön camında yavaşça gidip geliyor, abimin elleri direksiyonun üzerinde ağır ağır hareket ediyordu. Konuşmadan, tartışmadan, suskun bir şekilde saatlerdir ilerliyorduk.
Kış, memleket yolunda her zaman ayrı bir anlam taşır. Çorum’un karlı yolları, çocukluğumdan beri hiç değişmedi. Oysa ben... değişmiştim. Kafamda birbiriyle çarpışan düşünceler, sanki bu yolun bitmesini istemiyor gibiydi. Ne var ki mesafeler hep sabit. İstesen de istemesen de bir şehre varıyorsun. Bir eve dönüyorsun. Bir duyguyla yüzleşiyorsun.
Telefonum sessizdeydi, çantamın iç cebinde. Gün boyu çalmadı. Belki de çalmasını bekliyordum ama olmayınca, bahanesi hazırdı zaten: yol uzun, şarj bitmesin. Gerçek sebebi biliyordum, her zamanki gibi. Bazen insan, kendi duygularından bile kaçıyor.
Abim arada sırada göz ucuyla bana bakıyor ama tek kelime etmiyordu. Ne desem bilmiyorum zaten. Konuşsak ne değişirdi ki? Ben hâlâ aynıydım, o hâlâ abimdi. Ama bazen kelimeler çok az kalıyor, bazen de fazla.
Dışarısı bembeyaz bir tablo gibiydi. Dağlar, yollar, elektrik direkleri, tarlalar... hepsi karın altında susmuştu. Çocukken bu manzaraya bakıp pencerelere şekiller çizerdim. Şimdi ise sadece izliyordum.
"Acıktın mı?" Diye sordu abim aniden.
Kafamı yana çevirdim.
"Yok, iyiyim."
Yalan söyledim. Açlığın, uykusuzluğun, yorgunluğun çok ötesindeydi hissettiklerim. Dönüş yolunun garip sessizliği, insanın midesinde taş gibi oturuyordu.
Araba, şehrin girişine yaklaştığında içimi bilmediğim bir huzursuzluk sardı. Memlekete dönmek, insanın çocukluğuna, anılarına, sevdiklerine, kaybettiklerine... Her şeye aynı anda dokunması gibi. Bir tarafın sevinir, bir tarafın susar. Benimki de susmayı tercih etti.
Abim, tanıdık tabelaları gösterdi parmağıyla:
"Geldik."
Gözlerimi yoldan ayırmadan, başımı hafifçe salladım. Bazen bir kelime bile fazla gelir.
Evin sokağına girdiğimizde, pencerelerden süzülen sarı ışıklar, yıllardır değişmemiş gibi hissettirdi. Oysa ben değişmiştim. Bunu en çok, kapının önünde bekleyen annemi görünce fark ettim.
O her zamanki gibi, şalını omuzlarına almış, sessizce bekliyordu. Sarılmadık. Koşup boynuma atlanmadı. Annem böyle biri değildi. Onun sevgisi sessizdi. Bakışlarında saklıydı. Benim “geldim” dememe bile gerek kalmamıştı. Sadece göz göze geldik. O an, her şey tamamlanmış gibi hissettim. Ama bende farkındaydım, kalbimde, ruhumda hep bir eksiklik vardı.
Eve girdim. Ayakkabılarımı kapının yanına koydum, üzerimdeki paltoyu çıkarıp askıya astım. Odaya geçtiğimde benden kalan her şey hâlâ yerli yerindeydi. Raflarda yanıma almadığım kitaplar, cam kenarında annemin ördüğü dantel, yatağımın ucundaki battaniye...
Bazen bir ev hiç değişmez. Sadece içindeki insanlar değişir.
Telefonumu çantamdan çıkardım. Ekranı açtım. Tek bir mesaj bile yoktu. Beklemiyordum desem yalan olurdu. Belki bir satır, belki kısa bir ‘varınca ses et’ cümlesi. Ama olmamıştı. Zaten sadece arkadaştık. O kadar.
Kendime defalarca tekrar ettiğim bir cümleydi bu.
"Sadece arkadaş."
Ama kelimeler bazen yalan söylemeyi çok iyi biliyor.
Annem mutfakta çay demlemişti. Bardaktan yükselen buhar, mutfağın camını buğulandırmıştı. O bildiğim ev kokusu her yeri sarmıştı.
"Yol nasıldı?" Diye sordu.
"İyiydi." Yüz ifadem oldukça sabitti. Annem bir an yüzüme baktı, sonra önüne döndü.
Yalan değildi, ama tam da doğru sayılmazdı. Yol iyi olabilirdi, ama benim yolculuğum daha uzun sürecek gibiydi.
Gecenin ilerleyen saatlerinde yatağıma uzandım. Tavanı izledim. Çocukken hayaller kurduğum bu odada, şimdi sadece sessizlik vardı. Pencerenin kenarında biriken karlar bile bana daha az soğuk geliyordu. Telefonumu tekrar açtım. Ekran hâlâ boştu.
Kafamın içinde onun sesi yankılandı.
"Varınca ses et."
Etmemiştim. Bilerek. Çünkü bazen bir mesaj, insanın duvarlarını yıkıyor. Suskunluk daha güvenliydi.
Ertesi sabah, pencereden dışarı baktığımda kar dinmemişti. Sokaklar sessizdi. Çocukluğumun geçtiği mahallede her şey aynıydı ama ben, bu tanıdık sokağın misafiri gibiydim artık. Sokaklar ben ve arkadaşlarım olmadan çok sessizdi, bunu büyüdükçe anlamıştım çünkü büyüdükçe birbirimizden uzaklaşmıştık.
Babam kahvaltı masasında gazeteyi açmış, sessizce çayını içiyordu. Annem mutfakta, küçük camdan dışarı bakıyordu. Kimse konuşmuyordu. O an, kelimelerin ne kadar gereksiz olduğunu bir kez daha hissettim.
Telefonum cebimde titreşti. Ekranı açmadan bile kimin yazdığını biliyordum.
Gönderen: Emir Kurşun
Ses etmedin.
Sadece bu.
İki kelime, bin duygu.
O an içimde bir şey koptu. Bir mesaj yazmak, bir şeyleri değiştirmeye yetmeyecek gibiydi. Yine de yazdım:
Gönderilen: Emir Kurşun
Varır varmaz anneme sarıldım, seni unuttum galiba.
Cevap, saniyeler içinde geldi.
Gönderen: Emir Kurşun
Olur böyle, anneler önceliklidir.
Arkadaşlar merak ederdi. Değil mi?
Kafamı cama yaslayıp dışarıdaki karın sessizliğini izledim. Bazen bazı duyguların ismi yoktu. Onları adlandıramazsın, bir kalıba sığdıramazsın. Belki de bu yüzden sadece susarsın. İşte bende sustum. Etrafımda konuşanları dinledim. Konuşmak istiyor muydum bilmiyorum, istiyorsam da sustum.
Gönderilen: Emir Kurşun
Senin iznin ne zaman? Ailenin yanına gitmeyecek misin?
Gönderen: Emir Kurşun
Biraz izin almak zor gibi.
Gönderen: Emir Kurşun
Alsam bile memleketime gitmem sanırım.
Gönderilen: Emir Kurşun
O ne demek? Niye gitmezsin?
Gönderen: Emir Kurşun
Çok uzun hikâye.
Gönderilen: Emir Kurşun
Peki, üstelemeyeceğim.
Gönderilen: Emir Kurşun
Ama sonrasında bana anlatırsan.
Gönderen: Emir Kurşun
Ölmezsek anlatırım.
Gönderilen: Emir Kurşun
Bir kerede ağzını hayra aç.
Gönderen: Emir Kurşun
Bunu senin söylemen biraz komik.
🌃
Ailemle birlikte köyümüze gelmiştik. Köydeki halamı, amcamı falan bayağıdır görmüyordum. İlk önce halamın evinde biraz oturduk, sonra da köydeki mezarlığa geldik. Babaannemle dedemi ziyaret edecektik. Onları hiç görmemiştim ama buraya her geldiğimde sanki onları yeni kaybetmiş ve yaşantımın yarısını onlarla geçirmiş gibi hissediyordum. Normaldi sanırım bu.
İlk önce duamızı okuduk ve sonrada mezarlarında ki çiçekleri değiştirdik. Su dökmeyi ise ihmal etmedik. Mezarlıktaki diğer yakınlarımızın mezarlarına gittikten sonra mezarlıktan çıkıp akrabalarımızın evlerini gezmeye başladık. Açık konuşmak gerekirse bizim köyün insanları biraz deliydi, bundan dolayı olsa gerek ben köydeyken çok konuşmazdım. Konuşursam kovalanırdım.
Şaka değil ha, bayağı kovalanırdım. Kovalanmışlığım da vardı zaten. Kötü bir anıydı cidden. Hiç abartısız köyün başından sonuna kadar kovalanmışımdır. Amcamların evine geldiğimizde kuzenimi ve çocuğunu görüp yanlarına doğru ilerledim. Kuzenim Ebrar ile iyi anlaşırdık, sadece bu aralar pek konuşamıyorduk çünkü çocuğu Hira buna pek izin vermiyordu. Kuzenim ile selamlaştıktan sonra Hira'yı kucağıma aldım ve abimi görünce fotoğrafımızı çekmesini istedim. Çoruma da kameramı getirmiştim ama köye gelmeden önce valizimden almamıştım.
Hira bir yaşında şirin mi şirin bir kızdı ama diş çıkardığı için annesine kan kusturuyordu. "Nasıl gidiyor Göksel?" Hira'yla kucağımda oynarken Ebrar'a doğru döndüm. "İyi sayılır, sen?" Elindeki çaydan bir yudum aldı. "Şu diş çıkarma bir bitse rahatlayacağız da, bitmiyor mübarek. Sanırsın otuz iki dişi birden çıkarıyor." Gülümsedim. Her ne kadar zor bir bebek olsa da çok tatlıydı Hira.
Elindeki diş kaşıyıcıyı ağzına sürterken çok tatlı duruyordu.
🌃
Evet, bugün tüm Çorum'un altını üstüne getirmiştik. Yorgunluktan bayılmak üzereyken kendimi yatağıma fırlattım. Şaka değil ha, bayağı fırlattım. Tam kendime geleceğim derken içerden annem seslendi. "Göksel, yemek hazır!" Yatağımdan kalktım, telefonumu elime aldım. Telefonumu elime aldığımda bir mesaj geldiğini gördüm. Bilinmeyen bir numaradan gelmişti. Mesaj da bir sürü fotoğraf vardı. Fotoğraflara detaylıca baktığımda bugün gezdiğimiz yerlerin fotoğrafları olduğunu gördüm. İçim ürperdi. Birileriyle bunu paylaşmalı mıydım emin değildim. Belki bana yardım edebilirlerdi ama bunun bir şaka olmadığını nereden anlayacaktım ki? Belki de tanıdığım biri beni işletmeye çalışıyordu, o kadar.
Numarayı engelleyip telefonumu odamda bıraktım ve mutfağa geçtim. Annem mercimek çorbası yapmıştı. En sevdiğim çorbaydı mercimek çorbası, bayılırdım. "Nazlı Çiçeğim, nasılsın?" Babamın sözleriyle gülümseyerek ona döndüm. "İyiyim babam, sen nasılsın?" Kısa bir sohbetten sonra mutfaktaki televizyondan haber açmıştı babam, sonra da yemeklerimize haber spikeri ile devam ettik.
Açıkçası haberlerden sonra kanaat getirmiştim ki etraf mayın tarlası gibiydi. "Kızım, sen oralarda olaylara falan karışmıyorsun değil mi?" Yutkundum. Benim yerime iç sesim konuştu.
Hadi desene babana bir askerle iş birliği yaptım diye.
"Yok baba, ne karışacağım. Evden işe, işten eve gidiyorum." İç sesim konuşmaya devam etti.
Aynen aynen. Evden işe, işten eve. Yoksa asla sana garip bir mektup ve fotoğraf gelmedi. Ne münasebet canım?
"Of sus!" O an herkes bana baktı. Başımı eğip çorbamı içmeye devam ettim. "Vallahi bu delirdi. Kaçırdı keçileri." Abimin dedikleriyle, masanın altından ayağına sertçe bir tekme attım. "Ah!" Abim bana döndüğünde dil çıkardım. "Beter ol! O keçilerin boynuzları, neyse!" Akşam yemeği yenildikten sonra salona geçtik ve çaylarımızı içmeye başladık. O an kafamı kaldırıp pencereden dışarı baktığımda yağmur yağdığını gördüm. Yağmurun yağması çok hoşuma giderdi. Nedensizce huzur doluyordu içim. Ama tabii ki bu huzuru bölecek bir ana haber programı açıktı. Etraf mayın tarlası gibiydi mübarek.
Çaylar içilirken sohbet etmeye devam ettik. Annemin dizisi başlayınca ise sustuk. Malum, dizi izlerken rahatsız edilmekten pek hoşlanmazdı annem. Bizde annem rahatsız olmasın diye babam ve abimle fısıldayarak konuşmaya başladık. Arada dizi hakkında da yorum yapıyorduk. “Öl kurtul.” Babamın dedikleriyle kıkırdadım. Babam, bir dizi veya film karakterine böyle dediğinde çok geçmeden o karakter hakkın rahmetine kavuşuyordu. “Valla bu saflıkla çok yaşamaz zaten.” Annemde babama katıldığında emin olmuştuk ki, o karakter ölecekti.
Sehpadaki patlamış mısırdan birkaç tane alıp ağzıma attım. “Şu oğlan çok yakışıklı ya. Değil mi anne?” Annem elindeki çayı sehpaya bıraktı. “Valla yakışıklı.” Abim göz devirdi. Birkaç dakika sonra abimin telefonu çaldı, yanımızdan kalkıp balkona çıktı. O telefonla konuşurken gözlerimi kıstım. “Hayırdır inşallah…” Abim telefonla konuşurken gözlerimi ondan hiç ayırmadım.
Konuşması bitince yanımıza geldi, gözlerimi onun üzerinden ayırmadan onu takip ettim. “Sapık mısın kızım sen? Ne diye dik izliyorsun beni?” Dalga geçmek amacıyla konuştum. “Sanırım görümce oluyorum?” Normalde böyle düşünmezdim ama abim kim ararsa arasın bizim yanımızda konuşurdu. “Eh, biraz.” Gözlerim büyüdü. Ben dalga geçmiştim! “Ne! Ben şaka yapıyordum açıkçası…” Abim gülüp telefonunu koltuğun kenarına koydu. “Ben yapmıyorum ama.” Gözlerimi kıstım. “İnsan kardeşine söyler ya… Böyle mi öğrenecektim? Yazıklar olsun!” Yanaklarımı şişirip geri bıraktım. “Küstün mü sen bana?” Göz devirdim ve ona bakmadım bile. “Pişt… Küstün mü?” Kolumu dürtüklediğinde ona dönmedim, bir kolunu omuzuma attı. Sonra hemen abime doğru döndüm ve saçlarını karıştırmaya başladım. “Ne küseceğim ki ben sana?” Abim egolu bir tavra büründü. “Küsemezsin zaten.” Göz devirdim. Abimin dudakları kıvrıldı. “Egoya bak ya…”
🌃
Helikopter, askeriyenin hava sahasına indiğinde, Hançer Timi teker teker helikopterden indi. Yüzlerindeki kar maskelerini çıkardılar, silahlarını kontrol ettiler. Bir operasyonu daha sorun çıkmadan tamamlamışlardı. Askeriyenin içine girdiklerinde ilk önce kıyafetlerini değiştirmek için odalara ilerlediler. Temiz üniformalarını giyinip, Hazan Albay’ın odasına girdiler.
Birkaç dakika sonra da Hazan Albay içeri girdi. Herkes ayağa kalkıp asker selamı verdiğinde, Hazan Albay başıyla oturmalarını işaret etti. “Bu operasyon bitmiş olabilir, ama yakında çok daha büyük bir operasyonla karşı karşıya kalmamız fazla olası. Bizim mücadele verdiğimiz örgüt durmuyor, çok sessiz kaldı. Bir şeyler planladığı açık. İçerden aldığımız duyumlara göre biri daha katılmış aralarına…” Hazan Albay, o kişinin kim olduğunu söylemeden önce sırayla herkese baktı. En son göz göze geldiği kişi Emirdi.
“Barîn… Şu an sadece ismini biliyoruz. Gerçek ismi Barîn değil fakat içerden aldığımın duyumlara göre imzalanan belgelerde bu isim kullanılıyormuş. Yıllardır peşinde olduğumuz örgüte katılmış… Ayrıca, örgüt yeni işlere adım atıyor. Uyuşturucu baronlarını kendi içlerinde topluyorlar. Kısacası, sadece saldırılarla uğraşmıyor; uyuşturucu da satmayı planlıyorlar. Şu an yerlerini tespit edebilmiş değiliz. Diğer operasyonlarda bulundukları yerlerden apayrı bir yerdeler.” Toplantı bitince herkes ortak odaya geçti.
Cem, time bir şeyler anlatıyordu. Herkes gülerek sohbet ediyordu. Cem, Doruk’a hitaben konuştu. “Anlatırken dilim damağım kurudu, çay demlesen de içsek.” Doruk onu onaylayıp ayağa kalktı ve çay demlemeye gitti. Herkes sohbete devam ederken Emir’in telefonuna bir mesaj geldi.
Gönderen: Hilal Kurşun
Abi, telefonlarımızı neden açmıyorsun?
Gönderen: Hilal Kurşun
Annem falan merak ediyor.
Gelen mesaja ifadesizce bakarken son mesaja gelince alayla güldü.
Gönderilen: Hilal Kurşun
Annem beni merak ediyor?
Gönderilen: Hilal Kurşun
Yeme beni Hilal.
Hilal, anında mesajı gördü ve hızla cevap yazdı.
Gönderen: Hilal Kurşun
Abi gel artık.
Gönderen: Hilal Kurşun
Annemlerin barışma şartını kabul edersen her şey daha güzel olur.
Emir, inanamayarak ekrana baktı. Kardeşinin kendisine bunları söylediğine inanamıyordu. Bir kardeş bunları söylememeliydi. Hangi aile barışmak için şart koşardı?
Gönderilen: Hilal Kurşun
Hangi aile çocuğuna barışmak için şart sunar?
Gönderilen: Hilal Kurşun
Onların şartı ne biliyor musun Hilal?
Gönderilen: Hilal Kurşun
Onların şartı, memlekete dönüp tekrar o kızla nişanlanmam.
Gönderilen: Hilal Kurşun
Peki ben bu şartı kabul eder miyim?
Ailesi anlamamak için çok diretiyordu. Araya kim girerse girsin barışmayacaktı. O şartları kabul edecek değildi. Sevmediği biriyle evlenip niye hayatı hem kendisine hem de evlendiği kişiye zehir etsindi ki?
Gönderilen: Hilal Kurşun
Bir daha böylesine saçma bir şey için bana yazma, lütfen.
Telefonunu kapatıp sehpaya bırakınca Cem ile göz göze geldiler. Cem neler olduğunu hemen anladı. Çaylar gelince ortamın havası değişsin diye, Emir’in aklı dağılsın diye bu sefer de ona bulaşmaya çalıştı Cem. “Devrem, tayfalar iyi mi?” Emir, kaşlarını çatarak Cem’e döndü. Anlamsızca baktı gözlerine. “Ne?” Cem, çayını höpürdeterek içti. “Diyorum ki, bakıyorum da gemilerin batmış; tayfalar sağlam mı?” Emir hafifçe gülümsedi. “Bende diyorum bu yine ne saçmalıyor.” Cem, Emir’in gülümsediğini görünce rahatladı ve ortamın nabzını ölçmeye devam etti.
Her zamanki gibi her ne kadar acımasız görünseler de, bu odada herkes aynıydı. Herkes günün sonunda birbirlerini güldürmeye çalışıyordu.
Koğuşa gidene kadar sohbet ettiler, daha sonra koğuşa gelince uyumak için hazırlandılar. Cem ve Doruk o anda bile atışmaya devam ederken; Ateş, Çağan, Alperen üçlüsü kendi aralarında takılıyordu. Alp ise Emir’e bir şeyler danışıyordu. Birkaç dakika sonra hepsi yataklarına yattılar. “Doruk, çay kavanozundaki çaylar bitti mi?” Doruk onaylayan mırıltılar çıkardı. “Bitti komutanım.” Daha çarşı izinleri olmadığı için Cem ofladı. “Bitki çayı falan yap yarın.” Doruk yeniden onu onayladı. “Emredersiniz komutanım.”
Bölüm Sonu...

Emir Kurşun 🌃
Nasıl buldunuz bölümüü?
Karakterler hakkındaki düşüncelerinizzz?
Kitabın ilerleyişi hakkındaki düşüncelerinizzz?
Diğer bölüme kadar...
Sevgiyle kalın,
Edoli'yle kalın... 🌃💫
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |