
Selamm!
Nasılsınızz?
Umarım çook iyisinizdir.
Bir sonraki bölüm sezon finali olacak... Sonra bir süreliğine
ara vereceğizz.
O zaman hadi bölüme geçelim.
Keyifli okumalar. 💖
Şarkı- Kalmak Türküsü/Kaan Tangöze
"Kırdıysa; sessiz kal.
Sessizliğinden kırıldığını anlamıyorsa; onsuz kal."
-Şems-i Tebrîzî

1 Hafta Sonra...
28 Ocak 2022/ Şemdinli-Irak Sınır Hattı
01.41
Kar geceyi örterken, sessizlik dağın omzuna yük gibi oturmuştu. Hava kuru, ama dondurucuydu. Kar taneleri yukarıdan değil de gökyüzünün içinden düşüyormuş gibi sessiz ve kararlı yağıyordu. Her biri bir yankıyı boğuyor, her biri geceyi biraz daha ağırlaştırıyordu.
Tim, saatlerdir yürüyordu. Önlerinde uzanan geçit, önce hafif bir çam örtüsüyle başlıyor, ardından yükselip kayalıklara dönüşüyordu. Emir en öndeydi. Duruşu değişmemişti; çatışma öncesi değilmiş gibi sakin ama dikkatli. Onun hemen ardından Cem ve Alperen geliyordu. Doruk sırt çantasını dengelemiş, gözlerini zeminden ayırmıyordu. Çağan, daha önce ayrılmış ve sağdaki yamaçtan kendi mevzisine geçiş yapmıştı. Ateş ve Alp en arkadaydı. Aralarındaki mesafe taktikseldi, ama alışkanlık da olmuştu. Herkes birbirinin adımını ezbere biliyordu artık.
Kar altındaki ağaçların kokusu daha keskin, dalları daha ağırdı. Emir, kısa bir işaretle durdu. Herkes bir taşın, bir gövdenin, bir çalının arkasına sindi.
“Kamp iki yüz metre aşağıda,” dedi alçak sesle. “Telsiz sinyalleri buradan geliyor. Dört çadır. Nöbetçiler sayıca az. Sol yamaç daha korunaklı. Sağdaki geçit bizim çıkış rotamız olacak.”
Çağan’ın sesi telsizden geldi. Kısık, ama netti.
“Bir nöbetçi yürüyüşte. Diğeri oturuyor. Isı artışı çadırların sol köşesinde. İçeride üç kişi olabilir. Silah yok görselde ama dikkatli olmalıyız.”
Emir başını salladı, saatine baktı. Gecenin kırılma noktasına daha vardı. En sert soğuk dörde doğru gelecekti. Şimdi, düşman uykuda, hava taraflarındaydı. Ve bu, fırsattı.
02.16
Aşağı iniş, karlı zeminde zorlayıcıydı. Adımlar sessiz ama dengeliydi. Ayağın altındaki her taş, her dal, karla örtülmüş olsa da ihanet edebilirdi. Bu yüzden konuşmalar kısıldı, bakışlar derinleşti. Eller tetikteydi. Emir, önden ilerlerken yönü belirledi. Cem sağa, Doruk sol çapraza sarktı. Alperen, telsiz cihazını cebine sabitlemiş, sinyal kesintilerini gözlüyordu.
Yamaç boyunca kayalık bir geçit uzanıyordu. Tim, bu geçide vardığında herkes bir an durdu. Aşağıda kamp artık daha netti. Üzerine atılmış kamuflaj brandası ve kardan ötürü seçilmesi zordu, ama içeride yaşam vardı. İnce bir duman, soba borusundan kıvrılıyordu.
Alp eğildi, karı eliyle yokladı.
“Kar donmaya başlamış. Zemine oturuyor. Dönüşte izler kapanmaz.” “Dönüşe iz kalmayacak zaten.” dedi Doruk kısaca.
Emir yaklaşma rotasını son kez tarif etti.
“Ateş ve Alp, arka çadırdan sızın. Ben Cem’le önden giriyorum. Doruk sağ çadırdan içeri. Alperen sen dışta kal. Çağan her şey sende. Uyum bozulursa, tek atışla dengeyi kuracaksın.”
02.38
Sessiz bir karanlıkta, ölüm gibi sinsice ilerlediler. Her biri kendi alanında yok olmuştu. Kampın çevresi taşlarla çevriliydi ama ciddi bir güvenlik hattı yoktu. Emir dizinin üstüne çömelmiş, elindeki susturuculu tabancayı sabitlemişti. Dışarıdaki nöbetçi, soba dumanını izliyor gibi hareketsizdi. O hareketsizlik, Emir’in parmağını tetikte tuttuğu saniyede bozuldu. Adam başını çevirdi. Ve o anda Çağan'ın sessiz atışı duyulmadan geldi. Adam yere sessizce devrildi. Hareketsizdi.
Cem, kampın yan duvarına yaslandı. Emir, “Temiz” işareti verdi. Doruk sessizce ilerledi. Sağ çadırın aralığı biraz açıktı. İçerideki siluetlere baktı, sonra hafifçe içeri sızdı.
İçeride iki kişi vardı. Biri sırtı dönük dosyalarla ilgileniyordu, diğeri yere oturmuş dizüstü bilgisayara bakıyordu. Doruk, silahını kaldırdı. Adam döndü ama geç kaldı. Emir o sırada içeri girdi. Cem, diğer çadırda belge dolabını açmıştı. Alperen, dıştan kampı gözetliyordu.
02.53
İlk çatışma sesi dışarıdan geldi. Ateş, arka çadırdan çıkan biriyle boğuşmaya başlamıştı. Silah sesinden değil, karın üstüne düşen vücut sesinden anlaşılmıştı. Ama kısa süreli bir direnişten sonra adam yere yığıldı.
Fakat tam bu sırada sağ çadırdan biri dışarı fırladı. Kar altındaki gölgelerden biri Çağan’ın dürbününe girdi. Bir saniyelik gecikme, adamın rastgele ateş etmesine neden oldu. Kurşun, doğrudan Doruk’un yönüne geldi. Emir kendini siper etti, Doruk bir adım geri çekildi ama geç kalmıştı. Kolundan sıcak bir şey aktığını hissetti.
Her şey birkaç saniyede oldu. Emir, Doruk’un kolunu tutup arkaya çekti. Alp hemen yöneldi. Kar altına diz çöktü, elini Doruk’un koluna bastırdı.
“Delip geçmiş. Temiz çıkış. Ama çok kanıyor.” “Kalkabilirim.” dedi Doruk. Sesi titremiyordu ama soluk biraz kısaydı.
“Dayan,” dedi Emir. “Çıkıyoruz zaten.”
Cem, çantayı sırtına geçirmişti.
“Haritalar bende. Telsiz modülüyle birlikte.” “Güzel. Sinyal çıkmadan kamp boşaltılıyor,” dedi Alperen. “Kuzeydoğu rüzgârı geliyor. İz kalmaz.”
03.00
Kar, artık toprağı değil, aklı örtüyordu. Düşünceler bile sessizliğe gömülüyordu bu havada. Gözün gördüğü ile kulağın duyduğu aynı hizaya gelmiyor; zaman, bambaşka bir akışa giriyordu. Herkes yürüyordu ama içinden geçenler, buzla sarılıydı. Emir, çadırdan çıkarken alnından akan terin buza dönüşmeye başladığını hissetti. Elini kaldırıp bileğini sıktı, gözlerini Doruk’un olduğu yöne çevirdi.
Doruk, sağ elini sol koluna bastırmış, bir kayanın arkasına çökmüştü. Üzerine düşen kar taneleri henüz erimemişti; ateşten çok soğuk yakıyordu şimdi. Sol kolunun hemen altında bir yırtık vardı. Üniforma parçalanmış, eldiveni kanla ağırlaşmıştı. Ama gözleri hâlâ ileriye bakıyordu.
Alp hemen dizlerinin üzerine indi. Sırt çantasını önüne çekip ilk yardım kitini açarken, nefesi ağır ağır buğulanıyordu.
“Doruk, beni dinle. Nabzın iyi. Atış düzgün. Kurşun delip geçmiş ama damar yüzeyinden sıyırmış. Şanslısın.” Doruk dişlerini sıktı. Gözlerini kırpmadan cevap verdi: “Şanslı olsaydım bana değil, miğfere çarpardı.”
Cem, çadırın içinden evrak çantasını sırtına geçirirken bir yandan onları izliyordu. Kar altındaki gölge gibi davranıyor, ama kulakları açık, bedeni tetikteydi. Alperen dış güvenlik hattındaydı; ama o da hafifçe Doruk’a dönmüştü. Emir yanı başlarındaydı artık. Eğildi, bir dizini yere koydu.
“Yürüyebilir misin?”
Doruk başını kaldırdı. Kaşlarının arasında kar taneleri birikmişti. “Ayağım sağlam. Yürürüm.” “Kan kaybın artarsa dururuz,” Emir tereddüt bile etmedi konuşurken. Sesi sertti, ama tonda o tanıdık endişe vardı. "Durursak yakalanırız.” Dedi Doruk. “Sende ikisinden birini seçecek biri yüzü yok.”
Alp sargıyı sıktı, bir kat daha sardı.
“Kolunu yukarıda tut. Her on dakikada bir sıkılığı kontrol edeceğim.” “Kaptan gibi yürüyeceğim.” dedi Doruk. “Sağ elim tetikte, sol elim havada.”
Bu espri bile karın altındaki gerilimi hafifletmişti. Ama zaman dardı. Sinyal artık sabitti, tim içerideki verileri almıştı. Şimdi çıkmaları gerekiyordu.
03.14
Çıkış, girerkenkinden daha zordu. Çünkü arkanızda bıraktığınız sessizlik sizi rahatlatmazdı; o sessizliğin içinde hâlâ bastırılmış patlamalar, kurşun izleri ve alınan nefeslerin yankısı vardı. Üstelik, hava daha da sertleşmişti. Kar, yavaş yavaş yatay inmeye başlamıştı. Rüzgâr doğudan dönüyor, ince bir uğultuyla vücutları yalayıp geçiyordu.
Emir en öndeydi. Gözleri, önündeki beyaz boşluğa değil, aklındaki haritaya sabitlenmişti. Cem hemen arkasındaydı. O da sırtındaki yükün ağırlığını hissetmiyor gibiydi. Evrak çantası, dizüstü bilgisayar ve telsiz modülü sırtına zincir gibi oturmuştu ama yürüyüşü hâlâ dengeliydi.
Doruk, Alp’in sağında yürüyordu. Kolunu Alp’in direktifine uygun şekilde göğsüne bastırmış, adımlarını kısaltmıştı. Her adımda iç çekiyor, ama durmuyordu. Alperen ve Ateş arkayı kolluyordu. Çağan hâlâ yamaçtaydı, dürbünüyle gözlerini üzerlerinde gezdiriyordu.
Kar, izleri saniyeler içinde yutuyordu. Yürüdükçe yok oluyorlardı. Tıpkı bu dağlarda her gece sessizce devrilen rüzgârlar gibi…
03.22
Kar, bir örtü gibi her şeyi yutuyordu artık. Adımlar hızla değil, bilinçli bir sabırla atılıyordu. Ayak izleri saniyeler içinde siliniyor; arkalarında ne bir çatışmanın, ne bir kurşunun, ne bir gövdenin izi kalıyordu. Doğa, gördüğü her şeyi geri yutuyordu.
Dağın yamacından kıvrılan geçitte ilerlerken, timin nefesleri buharla buluşuyor, yüzlerini yalayıp geçiyordu. Emir en önde yürüyordu. Yüzünde yorgunluk değil, o tanıdık ifade vardı: “Bitmedi.” Omzundaki tüfek karla kaplanmıştı. Ama eli hâlâ sıcaklığı hissediyordu.
Arkasında yürüyen Cem, sırt çantasını hafifçe düzeltti. Belgelerin olduğu çanta artık daha ağır gibiydi, ama yükten çok sorumluluktu bu. Kendi kendine mırıldandı. “En zor kısmı susturmaktı. Kurşun sesinden çok, sessizlik geriyor insanı…”
Emir cevap vermedi. Ama omzunu çevirip göz ucuyla baktı. Cem onu fark ettiğinde hafifçe başını salladı. İkisi de biliyordu: Görev başarıyla tamamlanmıştı. Ama her zafer, sırtına kendi ağırlığını yüklerdi.
Kısa bir sessizlikte, Doruk konuştu. Sesi normalde gür çıkardı ama şimdi daha içe dönüktü. “Adam silahını kaldırırken göz göze geldik. Ne düşüneceğini anlayabiliyorsun o an. Bize yetişemedi. Ama kurşunu yetişti.”
Kolundaki sargıya baktı. Alp yanında yürüyordu, gözleri sargının üzerine inip kalkıyordu. “Sızmıyor artık.” dedi Alp kısaca. “Ama sen hâlâ bastırıyorsun. Gerek yok.” “Alışkanlık.” Sesi düzdü. “Bir kere zayıf görünürsen, iki kez kurşun yersin.”
Alperen, biraz geride yürüyordu. Ağzının kenarından buhar yükseliyor, gözleri karda iz arıyordu. Ama iz diye bir şey kalmamıştı. Geriye sadece adımların içindeki düşünceler kalmıştı.
“İz bırakmamak bazen kötü” Sesinde hiçbir duygu yoktu. “Biri bilsin istiyor insan. Hani şuradan geçtik diyebilmek...”
“Bizi bilen zaten orada değil.” dedi Cem. “Ve burada olan da bilmemeli.”
Ateş, sırtındaki çantayı bir kez daha düzeltti. Sol kolu uyuşmuş gibiydi ama belli etmemeye çalışıyordu. Diliyle dudağındaki çatlağa dokundu. Gözleri yukarıya kalktı.
“Kar ne garip.” dedi. “Hem örter, hem iz bırakır. Biz örtü tarafındayız bu gece. Ama ne zaman iz oluruz bilmiyorum.”
Bir süre kimse konuşmadı. Sadece karın uğultusu ve ayak sesleri vardı. Rüzgâr artık önlerinden vuruyordu. Geçit daralmış, ağaçlar azalmıştı. Gökyüzü biraz açılmıştı sanki; ama yıldızlar hâlâ görünmüyordu.
Sonunda Emir yavaşladı. Durmadı ama sesini biraz yükseltti: “Bu kar sabah haberlerde olmayacak. Kimse ne topladığımızı, ne engellediğimizi bilemeyecek. Ama biz bildik.” Başını çevirdi. Bir an hepsi birbirine baktı. Ayakta, yürürken, kar altında, yorgun ama dimdik duruyorlardı.
“Hiçbirimiz kahraman değiliz,” diye devam etti Emir. “Ama kimsenin kahramanına zarar gelmesin diye buradayız.”
Doruk gülümsedi. “Lakaplarımız bile sessiz bu gece. Sadece biziz.”
Cem, kar altındaki patikaya baktı. “Ve yol… Hiç bitmiyor.” Emir bir kez daha yürümeye başladı. Önünde ağaçlar seyreliyordu. “Bitmeyecek. Çünkü biz yürürsek birileri uyuyabilir.”
Kar hâlâ yağıyordu. Beyazlık her şeyi örttü. Gökyüzü aşağıya sarkmış gibiydi. Ama o yedi gölge, dağın içinde yürümeye devam etti.
Birbirlerine konuşmadan, her kelimeyi omuzlarında taşıyarak.
Karın her tanesi ayrı bir sessizliği getiriyor, her damlası karanlığı biraz daha yutuyordu. Emir, bir anlığına durdu. Ayakta, sırtı dimdik. Tüfeği omzunda, başı hafif yana dönük. “Hiçbirimiz kahraman değiliz,” dedi. “Ama o kahraman denilen insanlar... Evlerinde huzurla uyuyabiliyorsa, bizim sayemizde. Bizi tanımayacaklar belki. Ama bizim orada oluşumuz, bir çocuğun sabah uyanmasını sağlıyorsa... Yetiyor.” Sözü bitince kimse hemen konuşmadı. Cümle gecenin karanlığı gibi ağırdı, ama içindekiler sıcak. Sanki bu söz, gecenin içinde yavaşça yankılandı, sonra karın altına gömüldü.
Doruk gözlerini yere indirdi. Karın üstüne düşen birkaç kırmızı damla vardı hâlâ. Kendi kanıydı. Bir anlık sessizlikten sonra dudakları kıpırdadı. “Bazen diyorum ki… Ne için? Sonra bir çocuk aklıma geliyor. Belki adı Ali, belki Elif. Belki bizim bile tanımadığımız bir öğretmen. En önce aklıma gelen de vatan oluyor. Üzerine bastığımız topraklar, o topraklar için verilen mücadeleler, dökülen kanalar... Birileri yarın sağ çıkacak diye yürüdük bu gece. Ve biz bundan gurur duyuyoruz.” Cem iç çekti. Ardından başını kaldırdı, göğe baktı. “Soğuk bile içime işleyemiyor bazen. O kadar doluyuz ki... buz bile tutmaz içimizde artık.”
Sonra gülümsedi. Küçük bir adım attı, göz ucuyla Emir’e baktı.
“Ama mesela... şu an ne çok isterdim biliyor musun?” Cem gülümsemeye devam ederken konuştu. “Neyi?” dedi Emir yorgun ama merakla. “Bir bardak çay. Kaynamış. İncecik buğusu göğe doğru yükselen. Koyu, memleketimin yaylalarından gelmiş... Ama bak, cam bardakta olacak. Kupa değil.” Alperen güldü, o sessiz gülüşle. “Yani gece, operasyondan dönerken çayın cam bardakta olmasını önemsiyorsunuz komutanım?" Cem fazlasıyla ciddi duruyordu, hiç şaka yapar gibi bir hali yoktu. “Kesinlikle,” dedi Cem. “Plastikte içersen adam değilsin. Cam bardak net çizgidir. Askerin karakter testi gibi.”
Ateş başını salladı.
“Senin çay takıntın resmî kayda geçmeli artık komutanım.” Ateş gülümsüyordu. Hepsi çok iyi biliyordu, Cem bu çay sohbetine bayılırdı. “Geçsin,” dedi Cem. “Ben çayı severek adam oldum. O bana ihanet etmedi hiçbir görevde. Tabii, çoğunlukla görevlerde tadını çıkara çıkara içemesem de... ” Yüzü düştü o an. “Ama sıcak olmalı, yoksa görevde olmasanız da tadı çıkmaz.” diye ekledi Doruk. “Hem de öyle böyle değil.” dedi Cem, gözleri kar tanelerinin arasına dalmışken. “İçtiğinde önce parmak uçların çözülmeli. Sonra göğsünde bir sıcaklık... Sonra... İşte o zaman hayattayız diyorsun.”
Alp önde yürüyordu, ama kulak kesilmişti. “İçebileceğiniz bir çay varsa hayattasınız. İçemiyorsanız, hâlâ görevdesiniz.” Cem başını salladı. “O zaman biz hâlâ görevdeyiz.” Alp tebessüm etti. “Ama sabaha karşı askeriyede olursak…” Emir konuştu, az sonra gelecek olan o ana gönderme yaparak. “…bir çay bulunur.” işte o zaman Cem'den mutlusu olamazdı.
Cem göz kırptı. “İçine şeker atarsan seni vururum devrem.” Cem, hafifçe Emir'i dürttü. “Hiç merak etme,” dedi Emir gülümseyerek. “Ben limon da koyarım şekerin üzerine.” Cem buna tahammül edemezdi işte. Limon koyduğu çayı severdi, bayıla bayıla içerdi hatta ama şekere tahammülü yoktu. Şeker atılan bir çayın, onun gözünde şerbetten farkı yoktu. "Komutanım size sözüm olsun, görevden dönüp askeriyeye vardığımızda eğer direkt uyumazsak size kendi isteğimle çay yapacağım." Doruk, Cem'e doğru konuştu. Komutanının çaya olan hasretini fark ettiğinde böyle bir güzellik yapmanın iyi olabileceğini düşünmüştü.
"Neden olmasın Dorukcuğum? Yap tabii." Sonra gözlerini kısıp Doruk'a döndü. "Önceden zorla mı yapıyordun? İsteksiz yani?" Doruk pot kırdığını anlayınca derin bir nefes aldı.
"Haşa komutanım..."
🌃
Evin içine girip dış kapıyı kapattım ve kapıyı kilitledim. Etraf buz gibiydi. Ocak ayında olmamızdan dolayı olsa gerek, her yere kar yağıyordu. Hemen üzerimdeki kabanımı, atkımı, beremi ve eldivenimi çıkarttım. Sonra da banyoya gidip ellerimi yıkadım. Demin memleketten dönmüştüm. Akrabalardan uzak olmanın bana verdiği mutluluğu gerçekten memleketime geri dönünce anlamıştım. Yoksa bu kadar çabuk dönmemin başka bir anlamı olamazdı.
Valizimi odama götürüp kıyafetlerimi yerleştirmeye başladım. Allahtan yanıma o kadar fazla kıyafet almamıştım. Valize doldururken iyiydi de, boşaltırken zor geliyordu. Kirli kıyafetlerden siyahları alıp makineye attım, renklileri ve beyazları ise kirli sepete atıp mutfağa geçtim.
Emel ile dün akşam ki konuşmama göre o da yarın sabah gelecekti. Düşüncelerimi bir kenara bırakıp yemek hazırlamaya koyuldum. Üzerimdeki siyah renkli kazağın kollarını kıvırıp buzdolabından malzeme çıkarmaya başladım. Pilav ve tavuk sote yapacaktım. Yanına da marul, havuç ve konserve mısırla bir salata yapacaktım.
İlk önce pilavı hazırladım, sonra da soteyi hazırlamaya başlayacakken telefonumu elime alıp Asuman'ı aradım. Akşam yemeğe gelmesini, hatta Eren'i de yanında getirmesini söylemiştim. Eh, o da akşam yapmaya yemek bulamayınca hemen kabul etmişti. Pilavı ocağın başka gözüne koyup sote için tava çıkarttım. Sonra da soteyi halletmeye başladım.
Yaklaşık kırk beş dakika sonra yemekler hazırdı. Salatayı ise Asuman ve Eren'in gelmesine yakın yapacaktım.
Kendime kahve yapıp biraz telefonda oyalandıktan sonra salatayı hazırlamaya başladım. Havuçları rendeledim, marulları kestim ve sonra da marul ve havucun üzerine konserve mısırdan koydum. Üzerlerine tadının güzel olacağını düşünerek nar ekşisi ve limon suyu ekledim. Sonrasında ise çok geçmeden Asuman ve Eren geldi.
Zilin çalmasıyla kapıyı açtım. "Hoş geldiniz." Eren hoş buldum bile demeden hızlıca içeri girdi. "Yemek için geldiği nasıl da belli oluyor ama." Asuman ile kıkırdayıp birbirimize sarıldık. "Akrabalar seni bunalttı galiba, bu kadar hızlı geldiğine göre." Dış kapıyı kapattım. "Kimse beni Hatice Teyze'den çok bunaltamaz." Asuman elini yıkamaya gittiğinde, bende mutfağa gittim. Eren çoktan yemekleri servis etmeye başlamıştı. "Zorla mı geldin yoksa kendi isteğinle mi?" Eren masaya geçip yemeğini yemeye başladı. "Yok, kendi isteğimle geldim bu sefer." Kafamı 'vay anasını' dercesine salladım. "Bu günleri de mi görecektik be..." Asuman gelince ben ve Asumanda yemeğimizi yemeye başladık. Eren zaten son gaz ilerliyordu.
Sonra konu geçmişten açıldı. Hafızam o kadar kötüydü ki hiçbir şeyi hatırlamıyordum. "Ya Göksel, hiç mi bir şey hatırlamıyorsun?" Kısa bir an düşündüm. "Ya kişilerin yüzleri gözümün önünde canlanıyor ama o kadar net hatırlamıyorum." Asuman dudaklarını büktü. "Sen memleketten çocukluk fotoğraflarımı getirdim demiştin, belki içinde beraber fotoğraf çekindiğiniz arkadaşlarınız vardır. Getir de bakalım." Kafamı salladım. Fotoğrafları getirmeden önce mutfağı üçümüz birden topladık. "Çay da koyalım ya, öyle kuru kuru muhabbet olmaz." Gülüp çayın suyunu da ocağa koyup içeri, oturma odasına geçtik. Çay olmadan fotoğraflara bakmamaya yeminli gibiydik.
Çay demlenene kadar sohbet ettik, çayın demlenmesi bana bir ömür gibi gelse de sonunda demlenmişti. Çaylarımızı aldıktan sonra fotoğraf albümlerine bakmaya başladık. Çoğu abim ve benim fotoğrafımdı. Sonlara doğru geldiğimiz de birkaç fotoğraf gördüm. Fotoğrafı görünce albümün içerisinden çıkartıp elime aldım. Fotoğrafta ben, kuzenim ve biri daha vardı. Ve o biri, muhtemelen çocukken tatillerde bazen bizim yaşadığımız şehre gelen çocuktu.
Onunla o kadar fazla vakit geçirmemiştik. Aklımda da birkaç anısı vardı zaten. Adı dilimin ucundaydı ama söyleyemiyordum. Bazen kış tatillerinde, bazen yaz tatillerinde gelirdi bizim yaşadığımız şehre. O zamanlar o kadar fazla arkadaşım olmadığı içinde yapışmıştım çocuğa. Fotoğrafı biraz daha incelediğimde bir şeyler çakmış gibi hissettim. Bu çocuk, şu an tanıdığım birine benziyordu. Aklıma bile getirmemeye çalıştığım birine benziyordu. Kafamı iki yana salladım. Muhtemelen oydu zaten. Fakat umursamadım, olabilirdi. Küçükken yaşadığım şehir küçüktü, herkesle tanışabilirdin. Muhtemelen bizde o yüzden tanışmıştık.
Fotoğrafı köşeye bıraktığımda Asuman kaptı. "Bu çocuğu gözüm bir yerden ısırıyor gibi... Tanıdık geliyor." Farklı fotoğraflara bakarken oralı bile olmadım. "Kız! Bu Emir mi?" Asuman'a doğru döndüm. "Olabilir, bilmiyorum. Küçükken Emir diye arkadaşım vardı." Asuman anladım der gibi kafasını salladı. Fotoğraflarla işimiz bitince onları ortadan kaldırdık ve çayımızı içip sohbet etmeye devam ettik. "Tatil hiç beklediğim gibi geçmedi. Gözümü kapadım açtım, bir baktım bir hafta geçmiş! Olamaz böyle bir şey." Güldüm. Gerçekten öyle olmuştu. Bana bazı anlar günler gibi gelse de, tatil göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti gerçekten.
Saat geç olunca Asuman ve Eren evlerine gittiler, ben ise oturma odasında çayımı içip televizyon izledim. Çay içmek güzel şeydi, çok seviyordum. O an telefonuma bir mesaj geldi.
Gönderen: Emir Komutan
Yarın konuşabilir miyiz?
Bilmem, konuşabilir miyiz?
Gönderilen: Emir Komutan
Konuşabiliriz.
Gönderen: Emir Komutan
O zaman atacağım konumdaki kafeye gelirsin, olur mu?
Gönderilen: Emir Komutan
Gelirim.
Gönderen: Emir Komutan
Saat 13.00 uygun mu?
Gönderilen: Emir Komutan
Uygun.
Konum geldikten sonra sohbetten çıktım. Şimdiden merak etmiştim, ne konuşacaktık? En azından insan ne hakkında konuşacağımızı da yazabilirdi. Ama o yazmamıştı. Ofladım ve çayımı yudumladım. "Ne konuşacağız ya?" Derin bir nefes alıp televizyona geri döndüm.
Saat gece yarısını geçtikten sonra uykumun geldiğini fark edip odama geçtim. Pijamalarımı giyinip yatağıma yattım. Hızlıca uyuyup uyanmak istiyordum. Ve öylede oldu. Sabah saat on gibi uyandım. İlk önce kahvaltımı yaptım, sonra da duş alıp hazırlanmaya başladım. Saçlarımı kurutup açık bıraktım. Üzerime siyah bir kazak, altıma da siyah bir pantolon giydim. Makyajımı yaptıktan sonra da küpe ve kolyemi takıp odamdan çantamı alıp çıktım. Kabanımı ve siyah çizmelerimi giyinip evden çıktım. Kafe caddede ki bir kafeydi, oraya kadar yürüyerek gidebilirdim.
On dakika sonra kafeye gelince Emir'in çoktan geldiğini gördüm. Gidip yanına oturdum. "Merhaba." Emir de aynısını söyledikten sonra söze girdim. "Neden çağırdın beni?" Emir hafifçe gülümsedi. "Önce bir nasılsın mı deseydin? Kibarlıktan en azından?" Sende kibarlığı çok anlarsın çünkü... "Boş ver şimdi kibarlığı falan. Ne oldu da çağırdın beni?" Meraktan çatlayacaktım. "Mühim bir mesele değil ya, merak ettiğin bir şeyi konuşacaktık seninle." Kaşlarımı çattım. Merak ettiğim o kadar şey vardı ki... Hangisiydi seçemiyordum şu an. "Hangi merak ettiğim şey?" Emir, yanımıza garson çağırmadan önce bana doğru döndü. "Ne içersin?" Hiç düşünmeden cevapladım. "Çay, açık." Emir, garsonu çağırdı. "İki çay, biri açık olsun." Sonra tekrardan bana döndü. "Geçen gün telefonda sorduğun şeyi, neden memleketime gitmediğimi." O an aydınlanma geldi bana, dudaklarımı birbirine bastırdım. "Çabuk anlatmalısın, o günden beri çok merak ediyorum." Emir güldü. Güldüğü zaman o kadar güzel göründü ki gözüme... Kendimi toparlamak için saçlarımı omuzumdan geriye attım.
"Ama ilk önce şunu söylemeni istiyorum, neden bunu telefonda anlatmadın ki?" Emir 'bilmiyorum' der gibi omuzlarını silkti. "Yüz yüze konuşmak her konuda daha iyidir." Onu onayladığımda çaylarımızda geldi. Garson yanımızdan gidince Emir söze girdi. "Beni bu konu hakkında yargılamanı istemiyorum, öncelikle bunu bil." Kaşlarımı çattım. Memleketine gitmemesinde ne gibi bir yargılama sebebi olabilirdi ki? "Niye yargılayayım, yargılamam." Emir derin bir nefes alıp konuşmaya başladı. "Öyle fazla derin bir hikâyesi yok aslında... Anne ve babamla küsüm. Sadece onlarla da değil, kardeşim ve ablamla da küsüm. Hatta öyle bir mevzu ki, benim haberim olmadan diğer akrabalarım bile bana küsmüş olabilir." O an anlayamadım. "Hani derin bir hikâyesi yoktu? Diğerleri nasıl senin haberin olmadan küsebilir ki sana?" Emir çayını yudumladı, bende yudumladım. "Benim için derin bir mevzu yok ortada, hepsi ailemin abartması aslında." Sonrasında sözünü kesmedim.
"Ailem, benim hiçbir zaman kararlarıma saygı duymadı. Bu mesleği yapmamı bile istemediler. Sonrasında da bunu yüzüme vurdular zaten..." Kısa bir an durdu, sonra devam etti. "Ailem beni zorla nişanladı bir kızla. O kızla bir kere bile doğru düzgün konuşmuşluğum yoktu, annem istedi diye nişanlandım." Kaşlarım havaya kalktı. "Sonrasında ben yaptığım hatanın farkına varıp nişanı attım." Bir süre düşündü, uzaklara dalıp gider gibi oldu. Elimi eline koyup sıktım. "Sonra?" Bir elime baktı, bir de kendi eline. Sonra hemen çektim. "Sonra, ailem öğrendi tabii bunu. Eve geldiğimde hepsi toplandı başıma. Babam bağırıp duruyordu, oralı bile olmamaya çalıştım ilk başta ama... Bir süre sonra katlanılmaz olduğu için bende bağırdım, tartışmaya başladık." Meraklı gözlerle Emir'e bakıyordum. Asla zorla evlenecek, nişanlanacak birine benzemiyordu. "Annem, annelik hakkını helal etmeyeceğini söyleyince iyice sinirlendim. Birkaç şey daha söylediler ama... Canımı sıkan şeylerdi onlar, boş ver onları." Çayını yudumladı. "Annem ve babam da zorla evlendirilmişti, zaten bizim orada önceden genellikle zoraki evlilikler yapılırmış. Şimdi pek öyle değil. Anne ve babama onlarında zorla evlendiğini, birbirlerini sevmediklerini söyledim. Babam iyice celallendi tabii." Gözlerimin içine bakıyordu.
"Sonra beni evden kovdular. Buna ne kardeşim Hilal karşı çıktı, ne de ablam Yıldız. En çokta onların susmasına kırılmıştım. Sonra evden çıktım, bindim arabama memleketimden ayrıldım. O günden sonra da o şehre adımımı atmadım. Ailemle konuşmadım, kardeşim Hilal ile bile yeni yeni konuşuyorum ama ona eskisi kadar sıcak bakamıyorum." Hüzünle Emir'e baktım. "Üzülmüyorsun değil mi?" Bu andan önce gözlerine ne zaman baksam sert bir tavır, soğukluk görmüştüm. Bakışlar yine aynıydı ama ben bugün farklı bir şey görmeye başlamıştım. Net bir isim verirsem üzüntü olurdu galiba...
Kafasını iki yana salladı. "Artık eskisi kadar duygu beslemiyorum onlara karşı." Ona sarılmak istedim ama bunu yapamayacağımı biliyordum. Yanlış anlaşılabilirdi belki... Serçe parmağım yavaşça onun eline değdi. Gözlerine bakmıyordum, ellerine bakıyordum. Parmağımı elinin üzerinden çekmedim. "Hiç gitmeyi düşündün mü?" Bir an bana baktı. "Bir gün oraya dönersem, tek dönmem. Sevdiğim kadınla dönerim." Gözlerimin içine öyle bir bakmaya başladı ki, bir an o kadının ben olduğumdan emin olacaktım. Derin bir nefes aldım. "Sevdiğin kadınla gidersin... Ya onunla gidemezsen?" Emir, gözlerini gözlerimden ayırmadı. "Onunla gidemezsem, o olmadan da gitmem."
"Göksel-" Tam konuşacaktı ki bir adam gelip yanımızdaki sandalyeyi çekip oturdu. Onu görünce şok oldum...
Bölüm Sonu...
🌃

Göksel Kandemir 🌃
Bölümü nasıl buldunuzz?
Umarım beğenmişsinizdiirr.
Karakterler hakkındaki düşünceleriniz?
Kitap hakkındaki düşünceleriniz?
Diğer bölüm gelene kadar...
Sevgiyle kalın,
Edoli'yle kalın... 💖
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |