Yepyeni bir bölümden daha selamlar efeniimm. 🙋♀️
Nasılsınız? Umarım çok ama çok iyisinizdir. 🌸
Bu hafta hastaydım o yüzden bölüm biraz gecikti bu yüzden kusura
bakmayınızz. 💖
Çok uzatmadan bölüme geçelim efeniiim. 😶🌫️
Şarkı/Ayrılık da Sevdadandır-Yol'a Düş
"Bu dünya, yaptıklarımızın yankılanıp tekrar bize döneceği bir dağdır."
-Mevlana Celaleddin Rumi
Bugün sınıfa girerken, içimde tuhaf bir his vardı. Öğretmenliğin ilk yılında, özellikle de Hakkari gibi bir yerde, her sabah sınıfın kapısını açmak ayrı bir heyecan demekti. Sınıfın kokusu, küçük tahta sıraların çizikleri, duvarda astığım Türkiye haritası... Burası benim dünyam olmuştu.
Kapıyı açar açmaz, Hakkı her zamanki gibi en ön sırada oturmuş, elinde kalemiyle tahtaya bir şeyler çiziyordu. "Hakkı, yine mi tahtayı karalıyoruz?" dedim, hafif bir tebessümle. Hakkı hemen arkasını döndü, biraz mahcup ama bir o kadar da sevimli bir gülümsemeyle baktı. "Öğretmenim, harf çalışıyordum," dedi. Tahtaya yaklaşıp baktım; büyük bir özenle yazmaya çalıştığı harflerin bazıları yamuktu ama gayretini takdir etmemek mümkün değildi.2
"Çok güzel olmuş, Hakkı. Ama bak, şu 'E' biraz daha düzgün olursa daha güzel olur. Hadi, silip tekrar dene." Hakkı hızla tahtayı sildi ve tekrar yazmaya koyuldu. O sırada arka sıralardan Feyza'nın sesi duyuldu: "Öğretmenim, İbrahim yine benim kalem kutumu aldı!" Feyza'nın bu şikâyeti pek de şaşırtıcı değildi; İbrahim bazen sınıfın küçük yaramazı olmaktan çok hoşlanıyordu.4
"İbrahim, neden arkadaşının kalem kutusunu alıyorsun?" diye sordum. İbrahim, sırasının arkasına saklanmış, yüzünde muzır bir ifadeyle bakıyordu. "Ama öğretmenim, onun silgisi benimkinden daha güzel." dedi. Sözlerine dayanmak zor olsa da, ciddiyetimi koruyarak ona, "İbrahim, arkadaşının eşyalarına izinsiz dokunmamalısın. Şimdi hemen kalem kutusunu geri ver ve Feyza'dan özür dile lütfen." dedim. Birkaç saniye ayak diretti ama sonunda dediğimi yaptı. Feyza ise kalem kutusunu alırken bir zafer gülümsemesiyle yerine oturdu.1
Ders başlarken çocukların dikkatini toplamak her zamanki gibi kolay değildi. Elif, pencerenin kenarındaki sırasından dışarıyı izliyordu. Gönül ise defterine bir şeyler çizmekle meşguldü. "Elif, dışarıda ne var ki bu kadar ilgini çekiyor?" diye sordum. Elif dönüp, "Dağlar çok güzel görünüyor, öğretmenim." dedi. Gülümsedim, haklıydı. Bu coğrafyada büyüyen çocukların bakış açısı her zaman beni etkiliyordu.
"Evet, çok güzel. Ama şimdi ders zamanı. Bugün sizinle gelecekte ne olmak istediğiniz hakkında konuşacağız," dedim. Çocukların dikkatini bu fikirle hemen topladım. "Hadi bakalım, kim başlamak ister?" diye sordum. Elif hemen parmağını kaldırdı. "Öğretmenim, ben doktor olmak istiyorum. İnsanlara yardım edeceğim." dedi. "Harika bir hayal, Elif. Eminim çok başarılı bir doktor olursun." Elif'e doktorluk çok yakışırdı. Buna adım kadar emindim.
Sıradaki Feyza oldu. "Öğretmenim, ben öğretmen olacağım. Sizin gibi!" Bu sözler kalbimi sıcacık yaptı. "Feyza, bu beni çok mutlu etti. Eminim çok iyi bir öğretmen olacaksın." dedim.
Sonra İbrahim’e döndüm. "Peki ya sen İbrahim?" İbrahim biraz düşündü, sonra muzipçe gülümseyerek, "Ben futbolcu olacağım! Herkes beni izlesin istiyorum." Sınıf kahkahalarla doldu. "Çok güzel bir hedef, İbrahim. Ama futbolcu olmak için de çok çalışman gerekiyor." diye ekledim.1
Arka sıradaki Gönül, önce çekingen davrandı ama sonra cesaretini toplayarak, "Ben hemşire olmak istiyorum," dedi. "Çok güzel bir meslek seçmişsin Gönül. İnsanların sana çok ihtiyacı olacak." Diyerek onu bu mesleğe teşvik ettim.
En sonunda sıra Hakkı'ya geldi. Gözleri pırıl pırıl parlıyordu. "Öğretmenim, ben asker olacağım!" dedi. Kalbim bir kez daha mutlulukla doldu. "Hakkı, çok güzel bir hayalin var. Eminim bir gün çok iyi bir asker olacaksın," dedim. Hakkı bu sözümle gururlandı ve sırasına daha bir dikkatle oturdu. Hakkı da en başından beri güçlülük seziyordum, bu mesleği tercih etmesi hâl ve hareketlerine göre bence çok uygundu. 2
Dersin sonunda, çocuklarla beraber sınıfı toparlarken, İbrahim yere düşürdüğü silgisini arıyordu. "Hakkı, gördün mü benim silgiyi?" diye sordu. Hakkı hemen yerinden kalktı, İbrahim’in sırasının altına baktı ve silgiyi bulup ona uzattı. "Al İbrahim, silgini kaybetme bir daha," dedi. İbrahim bir an durdu, sonra teşekkür etti. Bu küçük anlar, onların büyüme yolculuğunun en güzel parçalarıydı.
Zil çaldığında çocuklar sırayla dışarı çıkarken, Hakkı yanıma geldi. "Öğretmenim, tahtadaki yazıyı silebilir miyim?" diye sordu. "Tabii ki silebilirsin," dedim. Tahtayı silerken o kadar ciddiydi ki, bu sorumluluk bile onun için büyük bir işti.
Hakkı’nın bu içtenliği, Feyza’nın inatçılığı, Elif’in hayalleri, Gönül’ün sessizliği ve İbrahim’in yaramazlığı... Her biri ayrı bir dünya. Onların dünyasında bir iz bırakabilmek, her şeye değerdi.
Sonraki ders, sınıfın penceresinden dışarı baktığımda kar yağdığını gördüm. Beyaz örtü, dağları ve köyü bambaşka bir güzellikle kaplamaya başlamıştı. Çocuklar sınıfa girerken paltolarını silkelerken gülüşüyorlardı. Hakkı, Feyza ve İbrahim, sınıfın en canlılarıydı her zamanki gibi.
"Bugün yeni bir harfe geçiyoruz!" Ellerimi çırparak konuştum. "Bugün 'Y' harfini öğreneceğiz. Bakalım kim 'Y' harfiyle başlayan kelimeler bulacak?"
Çocuklar bir anda heyecanlandı. Hakkı parmağını havaya kaldırarak "Yıldız!" dedi. "Çok güzel bir kelime Hakkı, aferin," dedim. Feyza hemen ardından ekledi: "Yumurta!" Gülümseyerek onayladım. "Evet, yumurta da çok güzel bir kelime. Başka?"
Elif utangaç bir şekilde parmağını kaldırdı. "Yağmur..." Elif, özgüveni diğer arkadaşlarına göre düşük bir kızdı ve bu yüzden bende onu hep en iyi şekilde cesaretlendirip onaylıyordum. "Evet Elif, harika bir kelime. Dışarıda kar yağıyor ama yağmur da önemli bir şey." diyerek ona cesaret verdim. İbrahim ise yerinde duramıyordu. "Öğretmenim, öğretmenim! Yılan!" Bağırarak konuştuğunda ilk ben güldüm. Sınıf kahkahalarla doldu. "Evet, İbrahim. Yılan da bir 'Y' harfiyle başlıyor." diyerek onu da tebrik ettim.
Tahtaya kocaman bir 'Y' harfi çizdim ve ardından yanına küçük 'y' harfini ekledim. "Şimdi sırayla tahtaya gelip 'Y' harfini yazacağız," dedim. Çocuklar sıraya girdiler. İlk olarak Hakkı geldi. Büyük bir ciddiyetle tahtaya kocaman bir 'Y' çizdi. "Aferin Hakkı, çok güzel oldu." Sıra diğer çocuklara geçti. Her biri büyük bir heyecanla tahtada harfi yazmaya çalıştı.1
Daha sonra defterlerini açtırıp 'Y' harfini satırlar boyunca yazmalarını istedim. "Bakın çocuklar, 'Y' harfi yazarken dikkat etmemiz gereken şey, kuyruğunu düzgün yapmak," dedim. Sınıfın içinde sadece kurşun kalemlerin hışırtısı duyuluyordu. Bu anları hep sevmişimdir; çocukların sessizce çalıştığı o kısa dakikalar bana hep huzur verir.
Yazı çalışması bittikten sonra bir etkinlik yaptık. "Şimdi, size bir ödev vereceğim. 'Y' harfiyle başlayan beş tane nesne çizeceksiniz ve arkadaşlarınızın isimlerini, içinde 'Y' harfi geçen bir ismi yazacaksınız." dedim. Çocuklar bu fikri çok sevdi. Hakkı hemen "Ben yıldız çizeceğim!" dedi. Feyza ise "Ben yumurta yapacağım." diyerek yanıtladı. Her biri ödev hakkında heyecanla konuşmaya başladı.
Son olarak, küçük bir dikte çalışması yaptım. "Şimdi size bazı kelimeler söyleyeceğim. Onları defterinize yazın," dedim. İlk kelimem "yağmur" oldu. Çocuklar dikkatle yazdılar. Sonra "yıldız" ve "yaz" kelimelerini verdim. Her kelimenin ardından sınıfta küçük bir uğultu olur, bazıları birbirine sorar, bazılarıysa sessizce çalışmaya devam ederdi. Hakkı yine en hızlı yazanlardan biriydi.
Ders bittiğinde pencereden dışarı baktım. Kar hâlâ yağıyordu. Çocuklar sırayla sınıftan çıkarken Hakkı yanıma geldi. "Öğretmenim, yarın yine 'Y' harfi mi çalışacağız" diye sordu. "Evet Hakkı. Ama bugün yaptığın çalışmaları unutma, tamam mı?" dedim. Gülümseyerek başını salladı ve koşarak arkadaşlarının yanına gitti.
Sınıf boşaldığında derin bir nefes aldım. Bu küçük ama anlamlı anlar, öğretmenliğin ne kadar özel bir meslek olduğunu bir kez daha hatırlattı bana. Kar yağışı pencereden izlenmeye değerdi, ama çocukların gözlerindeki ışık daha da güzeldi. Bu karışıklıkta tutunduğum tek şey öğrencilerimin gözlerindeki ışıktı.
Diğer dersler de aynı şekilde geçmişti ama daha bir kısa geçmişti bana göre. Okulun bitmesine ise son on dakika kalmıştı, öğrencilere ödevlerini hatırlattım ve toparlanabileceklerini söyledim. "Bakın tekrar hatırlatıyorum, ödevlerinizi unutmayın çocuklar. Ayrıca okulun başında verilen okuma kitaplarından ilk üç kitabı okuyabilirsiniz artık. Perşembe günü okutma yapacağım iki ve üçüncü kitaptan, onları okuyun olur mu?" Tüm öğrencilerden onaylama mırıltılarını kaptıktan sonra kabanımı giyindim, çantamı koluma taktım ve zilin çalmasını beklemeye başladım.
🌃
Okuldan ayrılınca, Hakkari'nin dar sokaklarında yürümeye başladım. Bugün benim için çok huzurluydu, her şey yolundaydı, ama bir şeyler eksikti, bir değişiklik arıyordum. Çarşıya doğru yöneldim, her zaman olduğu gibi ayrıldığından ayrılıyor, biraz kopmuş.2
Çarşı, sabahın erken saatlerinde bile insanlarla dolup taşan bir yerdi. Yokuş yukarı tırmanırken, alnımı elimin tersiyle silip, derin nefesler alıyordum. Eski taş birimlerinin muhafazası, yaşadıkları izlerini taşıyorlardı. Dükkânlardan yükselen eski türkülerin melodisi havada dolaşıyor, arada bir pazarcıların yüksek sesle satış çalışmaları yapılıyordu. Her şeyin bir yeri burada vardı, her şeyin bütünü uyum içindeydi. Ama mevcut, bir eksiklik vardı, tam anlamıyla bir temel.
Bir dükkânın kapısından içeri adımımı attım. İçerisi karışıktı, her şey yerli yerindeydi ama sanki onun bir eşyası, bir başka yerde yabancıymış gibi oturuyordu. Duvarda eski, sararmış bir fotoğraf bölümüydü. Fotoğrafın sol üst köşesi hafifçe yıpranmıştı, ama hayatta ve kalıcı gücü taşıyordu. Tezgâhın önünde, onun biri geçmişinin izin veren ürünleri vardı: Eski bir saat, ahşap bir rahle, bakır tabaklar ve daha fazlası. Ama gözlerim, nostaljik bir kemanın yapısında kayboldu. O kadar zarifti ki, neredeyse parmak izlerini hissedebiliyordum. Eski bir zamanda melodisini taşıyordu, eski hatıraların... Tam dükkandan çıkmaya hazırlanıyordum ki gözüm bir rafın köşesine ilişti. Eski bir fotoğraf makinesi... Diğer eşyaların arasında biraz unutulmuş, ama bir şekilde hâlâ bir ışık yayıyordu. Gövdesi tahta ve metal karışımıydı, üstünde yılların izlerini taşıyan çizikler vardı. Yavaşça elime aldım. Ağır ve soğuktu; adeta geçmişi ellerimde tutuyormuşum gibi hissettim. Objektifi hafifçe döndürdüğümde mekanik bir tık sesi geldi. İçimde tuhaf bir heyecan uyandırdı.
Satıcı, kamerayı incelediğimi görünce yerinden doğrulup yanına geldi. “Eski bir dostu bulmuş gibi görünüyorsun,” dedi, sesi alçak ama etkileyiciydi. Gözlerini kameraya çevirdi, o da sanki geçmişe bakıyordu. “Bu, burada duran her şeyden daha özel.” Kaşlarımı çattım.
“Neden?” Ellerim adeta fotoğraf makinesini okşuyor gibiyken satıcının ne dediğini gerçekten anlamak istiyordum.
“Bu kamera, bir hikâye anlatıcısıdır. Onu kullananlar, yalnızca anılarını değil, ruhlarını da bir kareye sığdırırdı.” Gözleri bir an parladı, ardından hafifçe başını eğerek devam etti. “Bundan çok önce, bir gazeteciye aitti. Fotoğraflarıyla savaşın, barışın, sevdiklerinin ve kaybettiklerinin izini sürdü. Son çektiği kare, Hakkari’nin dağlarına aitti. O an bu kamera da, onunla birlikte bu çarşıya geldi. Bir zamanlar gerçekleri gösterirdi. Şimdi ise, doğru elleri bekliyor.” Gülümsedim, bunları duymak beni iyi hissettirmişti. "O zaman ben bunu satın almak istiyorum."1
Çarşıda ilerlemeye devam ediyordum, her şey mükemmeldi, ama bir şey vardı… Hakkari'nin çarşısında, zaman sanki görünüyor. Çevremdeki kalabalık, her biri birer geçmişinin parçasıydı. Bir köşede eski bir tahta masa vardı. Masanın üstü, yıllardır kullanılmış gibi ama soluklanmak bir sıcaklığın taşınmasıydı. Bir masanın eski özelliklerine bakarak, hayat geçişlerini hissedebiliyordum. Belki de bu masa, binlerce hikâyeyi dinlemişti.
Bir adım daha attı, bir başka dükkâna devam etti. İçeriğine adımı aktarmamda, ortam daha karışıktı. Raflar yerleştirilmişti, her biri yıllar içinde değişen ürünlerle doluydu. Eski bakır tabaklar, bir zamanlar kullanılan çakmaklar, tozlu kitaplar… Bir köşede, eski bir fotoğraf makinesi vardı. Tahta gövdesi, metal dişleri bana başka bir zamanı anlatıyordu. Ne çok fotoğraf makinesi satılıyordu burada.
Gözlerim, çarşının derinliklerine kayarken, bir çocuk eski taşlarla oynuyordu. insanların ötesindeki masumiyet, çarşının taşlarına yansıyan bir oluşumlar görülüyor. O bir şey fark etmemiştim: Çarşı sadece fiziksel bir yer değildi. Her bir köşesi, bir satıcısı, bir eşyası, geçmişin bir parçası taşınıyor, zamanında silikleşmiş hatıralarını fışkırıyordu. Bu dünyada bir zaman kaybolmuştu, ama içindeki her eşya, onun görüntüsü, o kaybolan zamanlarda bir yansımaydı.
Bir köşede eski taşlardan yapılmış bir rahle mevcuttu. Rahle, başka bir dönemi simgeliyordu. Üzerindeki o eski işçiliği, bir anda hatırasını taşıyordu. Elimi rahleye dokundurarak, onun zamanında, içinde gitmiş yolculuklarını hayal etmiştim. İçimde garip bir huzur vardı, bir an için, geçmişe dönüş hissi beni sardı.
Çarşının en derin köşesine adım attı. Burada, bir zamanlar kaybolmuş eşyaların bulunduğu, ışığın bile girmediği bir köşe vardı. Eski taş döşemeli zeminde, ayaklarımın sesi kaybolmuştu. Neredeyse hiç kimse yoktu burada. Yalnızca kalan izler ve unutulmuş nesneler vardı. Bir köşede eski bir kitap yığını dikkatimi çekti. Sayfaları sararmış, bazıları yırtılmıştı ama yine de bir şeyler hatırlatıyordu. Bir zamanlar okunmuş, elle yazılmış bir kitaptı.
Çarşıdan çıkmaya karar vermiştim ama o kaybolmuş köşede, yaşamış olduğu, gerçekte saklı olan bir şeyler vardı, hem dışarıda hem de içeride. Bir duvar taşına çantamdan çıkardığım kalemle ismimi ve bugünün tarihini yazdım, neredeyse herkes yazmıştı zaten bu tarz şeyler. Çarşının derinliklerine bir iz bırakmıştım kendimden, ama orada, görünmeyen bir zaman diliminde kaybolmuş ve başka bir geçmiş vardı. Yavaşça çarşıdan çıkarken, insanlara, fotoğraf makinesi ve eski nesnelerle, geçmişteki görünümlere baktım. Ama bir şey vardı: Çarşının köşelerinde, görünmeyen yerlerde başka bir zaman yeniden can buluyordu...
🌃
Eve geldiğimde saat akşam altıya yaklaşıyordu. Emel'in ayakkabıları kapının önünde duruyordu ve bu yüzden binaya girdiğimde kapıyı tıkladım. Birkaç saniye sonra kapı açıldı. "Hoş geldin!" Gülümsedim ve ayakkabılarımı çıkartıp içeri girdim. "Hoş buldum." Üzerimdeki kabanı çıkarıp portmantoya astım ve ellerimi yıkamak üzere banyoya girdim. Orada ellerimi yıkadıktan sonra saçımı rastgele bir ev topuzu yaptım. Sonrasında ellerimde ki poşetleri odama bıraktım.
Emel mutfakta kaselere çorba koyuyordu, hemen gidip masaya oturdum. "Günün nasıl geçti?" Çorbamı kaşıklamaya başladım. "İyiydi, çarşıya gittim bugün. Kamera falan aldım. O kadar tatlı ki her yer inanamadım." Hakkari'yi bana hiç böyle anlatmamışlardı ki... Önyargılıydım buraya gelmeden önce Hakkari'ye. Çevremdeki herkes sanki ömrünün yarısını burada geçirmiş gibi yorumlar yaptıkları için ilk başta gözüm korkmadı değildi yani. "O kadar yoruldum ki anlatamam, üzerimden tır geçmiş gibi. Böyle bir yorgunluk olamaz... Sırtım, belim, omuzlarım, her yerim ağrıyor! Acaba burada masaj salonu var mıdır?" Emel güldü. "Vardır tabii vardır... Kızım ne masaj salonu ya? Alışveriş Merkezleri yeni yeni açılıyor, bu ilçede yok bile daha." Ne kızdın ya... "Tamam, azıcık abartmış olabilirim... Hiç düşünmüyorlar bizi zaten, Allah'ın bir güzel kulu da buraya masaj salonu açmaz mı?" Tekrar çorbama döndüm. Masaj salonu severdim ben. Bu zamana kadar birçok yerde yaşamıştım ve masaj salonu hemen hemen her yaşadığım şehirde vardı. "Sence bir insan masaj salonu açacak olsa Hakkari'ye mi açar? Ben olsam asla açmazdım." Ağzımdan onaylamayan mırıltılar çıkardım. "Çok yanlış bir yaklaşım sevgili arkadaşım... Ben açacak olsam burada kesin bir şube açardım, buradaki insanların hiç beli, omuzu falan ağrımıyor mu? Katır mı buradaki insanlar? Gerekli birimlere bildirilmeli ve burada masaj salonu açılmalı!" Emel ile aynı anda gülmeye başladık.
Akşamımızda aynen böyle geçti. Dizi izledik, çay içtik, sohbet ettik... Ancak huzurlu anlarımızı bölen şey yarın erkenden kalkıp işe gidecek olmamızdı... Emel ile yollarımızı odalarımıza giderek ayırdık ve bence ikimizde depderin bir uykuya daldık.
🌃
Ankara'nın içi, yazın sıcağında sarmalayıcı bir sessizliğe bürünmüştü. Kentin gürültüsü alışılmış olsa da, az mesafe uzaktaki çamurla kaplanmış sokaklar, gölgelerin altında sıcaktan kaçan çocuklarla dolup taşardı. Göksel ve Emir, okulun tatiline girmesinin hemen ardından, sokaklarını keşfe çıkmak için her sabah evlerinden ayrılırlardı. O gün, şehrin merkezine çok uzak olmayan, sakin bir mahallede, evlerin arasındaki yolda yürürken, aralarındaki diyalog başka bir boyuta geçmişti.
Göksel, her zaman olduğu gibi neşeliydi. Uzun saçları, rüzgarda dalgalanarak arkasında, minik bir kuyruk gibi sallanıyordu. En sevdiği pembe elbisesi, caddelerde yürüdüğü her an, mahallenin üzerine düşen güneş ışığını yansıtarak parlıyordu. Göksel’in gözleri, hayatın her detayını keşfetmek için her zaman aç, her zaman hazırdı.
Emir ise, biraz gerisinde, Göksel’in bu enerjisini sessizce izliyordu. O, Göksel’in aksine, her anı dikkatle gözlemler, yavaşça ilerlerdi. Gömleği, yazın sıcağında terlemişti ama o kadar uzun yürümüş, o kadar alışmıştı ki; her adımda sanki sokak taşlarına değil, zamanın kendisine basıyordu. Gözleri, bir şeylerin derinliklerini görmek ister gibi karanlık bir düşünceyle doluydu.
“Bunu dene, Emir!” Bir ağacın yanına koşarak bağırdı. “Burası bizim gizli ormanımız!” dedi, avuçlarını açarak etrafındaki toprak yolun her yanını gösterdi.1
Emir, Göksel’in heyecanına kapılmadan bir adım daha atarken, “Gizli orman mı? Nazlı Çiçek, burası sadece boş bir alan. Kimse de gelmez zaten. Ayrıca orman olması için bolca ağaç olması gerekmez mi? Burada bir elin parmağını geçecek sayıda ağaç yoktur.” dedi, biraz şaşkındı ama onu kırmamak için gülümsedi.
Göksel, ona dönüp hınzır bir gülümseme fırlattı. “Ama bak, hiç kimse burayı görmedi! Bu orman sadece bizim. Bir gün, belki burayı hepimiz keşfederiz. Ayrıca ağaç yoksa biz dikeriz.” Ellerini iki yana açarak gülümsedi.2
Emir, bu kadar umut dolu bakışlarıyla karşılaştığında, bir şeyler hissetti ama bu duyguyu tam olarak tanımlayamıyordu. Bir taraftan Göksel’in hayal dünyası ona çekici geliyor, diğer taraftan da içinde bir his uyanıyordu. Kafasında pek çok soru dönüyordu. “Peki, sen böyle istiyorsa bizim gizli ormanımız olsun." Bu sözleri ne bağırarak söylemişti ne de çok kısık bir sesle. "Duymadım Emir. Ne diyorsun?" Emir kafasını salladı. "Bir şey yok Nazlı Çiçek."
O sırada, uzaklardan, başka bir çocuğun gülüşü geldi. Göksel hemen başını çevirdi. “Hadi gel, Emir! O çocuğa bakalım. Belki bir şeyler öğreniriz!” dedi, adımlarını hızlandırarak yeni bir maceranın peşinden koşmaya başladı. "Öğrenecek hiçbir şey yok ki Nazlı Çiçek! Burası boş bir araziden ibaret."
Emir, önce tereddüt etti. “Göksel, neden bu kadar heyecanlısın? Bazen dünyayı anlamadan geçmek gerek. Boşa çabalıyorsun bazen.” Göksel onun dediklerine aldırış etmeden ilerledi.
Emir birkaç adım geri adım attı ve düşündü. Göksel’in her zaman hızlı hareket etmesi, hızlı kararlar alması ve hayatı kurcalaması, onun dünyasında bir eksiklik gibi görünüyordu. Göksel her zaman geleceği hayal ederken, Emir geçmişi düşünmeyi tercih ederdi. O, her olayın ne anlama geldiğini, hangi acıları ve mutlulukları içinde barındırdığını sorgular, ama Göksel ise bu sorgulama evresini hiç yaşamaz, yaşamak da istemezdi.
“Bak, Emir! İşte tam burada!” Göksel, bir bir binanın önündeki eski taşlara oturmuş olan çocukları göstererek, “Gelin, bize de katılın!” dedi.
Emir, aralarına katılmaya karar verdi ama içindeki isteksizlik devam ediyordu, o sadece Göksel için aralarına katılacaktı. Onlar yerlerinde oturmuş sohbet ederken, Emir’in aklında bir düşünce daha vardı: “Bir gün, bu çocuksu hayallerin içinde kaybolmayı istemem. Hayat, bu kadar masumca düşünülemez.”
Göksel, sohbetin hızına ayak uydururken birden hareketsiz kaldı. “Emir, geleceği hiç düşündün mü?” dedi, yüzü bir anda ciddileşerek. “Yani, ben bir gün çok iyi bir öğretmen olacağım. Bütün öğrencilerim beni çok sevecek."1
Emir, başını hafifçe eğdi ve düşündü. "Ben asker olmayı istiyorum, sanırım bu zamana kadar başka hiçbir mesleği düşünmedim.”
Göksel, bir an için sustu. Emir'in söyledikleri ona garip gelmişti, çevresindeki hiç kimse asker değildi. Ancak, kısa süre sonra gözleri yeniden parladı. “Asker olursan beni bul tamam mı?”2
O gün, sokakta kaybolan zamanın arasında, onların arkadaşlığı, o genç yaşlarına rağmen bir yaşamın özünü anlamaya başlıyordu. Birlikte büyümek, aynı hayallerin peşinden koşmak ve birbirine güvenmek, her şeyden önemliydi...
🌃
Göksel Kandemir. 🌃🖤
Bölümü nasıl buldunuz?
Karakterler hakkındaki düşünceleriniz?
Kitabın gidişatı hakkındaki düşünceleriniz?
O zamann bir sonraki bölüm gelene kadar...
Sevgiyle kalın,
Edoli'yle kalın... 💖🌸💫
Okur Yorumları | Yorum Ekle |