3. Bölüm

Bölüm 1-Her Şeyin Başladığı Malum Gün

Gül Kelam
efgan1

Hoşgeldinizzzz

 

Başladığınız tarifi bu kısma yazabilirsiniz

 

Keyifli Okumalar🌹

 

***

 

Her insanın bir hikayesi vardır bu hayatta. Kalbinde ömrünün sonuna kadar taşıyacağı, unutamayacağı bir hikayesi. Benim çok fazla hikayem olmuştu. Unutamadığım, kalbime kazınan acı dolu hikayelerim, bir değil birden fazla hem de...

 

Bir insan kaç kere yara alırdı hayatı boyunca. Kaç kere düşer dizlerinin üzerine, kaç defa ölüp ölüp dirilir. Çaresizliği, acıyı, korkuyu kaç defa yaşardı ömrü boyunca. Bana sorsanız sayısını bilmiyorum derdim. Kaç kişi canını yaktı deseniz belki iki elimin parmağı kadar etmezdi sayıları. Ama o, üç beş kişi sayamadığım kadar yara açtı üzerimde.

 

Acıyı en derinime kadar yaşamıştım, bedenim bir yerden sonra ruhsuzlaşmıştı. Yaşadıklarım büyük yaralar açtı üzerimde. Büyük izler bıraktı ve değişmeyecek bazı şeyler.

Yaşadıklarım, yaşatılanlar; bu hayata karşı, insanlara karşı güvensizliğimi ortaya çıkardı. Yirmi dört yıllık hayatımda tek bir insana dahi güvenmedim, güvenemedim. Güvenmek istedim mi onu dahi bilmiyorum.

***

 

Karanlık…

Bulunduğum sokak da karanlık, hayatım da karanlık, geçmişim de karanlık ve hatta geleceğim dahi karanlık. Karanlığın ortasında sıkışıp kalmışım.

Karanlıktan ötürü önümü göremiyorum.

 

Yıllar önceki o karanlık sokaktayım yine; karanlık, izbe ve iğrenç kokan bir sokak. Yine ne işim var burada benim?

Etrafıma göz gezdirdiğimde her şeyin aynı olduğunu fark etmem uzun sürmüyor. Sağ tarafımdaki ağzına kadar dolmuş çöp konteynırı, sol tarafımdaki yıkık dökük bina ve ileride yanıp sönen sokak lambası. Hava tıpkı o günkü gibi kapalı. Yağmur yağmış, yerler ıslak ancak şuan yağmıyor ve belli ki birazdan yeniden başlayacak. Üşümüyorum aksine terliyorum ama yine de titriyorum. Çünkü o gün, yıllar önce beni ısıtabilecek kadar kalın bir kıyafet yoktu üstümde ve titriyordum, belki soğuktan belki korkudan.

 

Buradan gitmem gerektiğinin farkındayım, hem de acilen. O korkuyu ve acıyı yeniden yaşayacak gibi hissediyorum. Gitmeliyim, koşmalıyım hatta. Biliyorum, farkındayım; bu sokak, bu iğrenç kokan sokak zaten iğrenç olan hayatımı daha da kötüye sürükleyen yer. Bu sokak belki de sahip olduğum son şeyi de benden alan yer. Bu karanlık yollar hayallerimi acımasızca son bulduran yer…

 

İlkin yavaş attığım adımlarımı biraz hızlandırıyorum. Hızlanmazsam o şeyi yeniden yaşayabilirim, yaşar mıyım sahi? Yaşamamak için her şeyimi verebilirim.

Koşuyorum, yağmur tek tek başlıyor. Karşıma çıkan tüm yolları aşıyorum ancak yine de bitmiyor yollar. Sanki o sokaktan çıkabilecek bir ihtimal yok. Sanki o sokak bir labirent ve ben kurtuluşu arayan zavallı bir fareyim.

 

Yağmur çoğalıyor, sesler de yakında duyuluyor ve ben koşuyorum koşuyorum ama bulamıyorum kurtuluşu. Ümidimi yitiriyorum, farkına varıyorum kurtulamayacağımın.

Ve kaçınılmaz son. Hayatımı karartan, beni heba eden o şeyi yeniden yaşıyorum. Ne kadar o sona gelmemek için dirensem de olmuyor, engel olamıyorum.

 

Sonrasında olanlar tam bir kabus, tam bir cehennem; benim cehennemim…

Çığlığım yeri göğü inletiyor adeta, canımın yanışından çıkan bağırışlarımı yerin altındakiler dahi duyuyor ama yerin üstündekiler kulaklarını tıkamış gibiler. Kimse gelmiyor bana. Bu karanlık, dar, pis sokaktan kimse kurtarmıyor beni. Çığlığımı kimse duymuyor, kimse acımıyor…

 

Ve bir çukurdayım, çukurun içindeyim ancak aynısı benim içimde de var artık; kirli, acı ve pişmanlıklarla dolu. Yüreğimdeki son çiçeği de solduracak kadar yakıcı…

O çukurun içinde dizlerimi kendime çekmiş bir halde oturuyorum. Başım deve kuşu gibi dizlerime gömülü olsa da az önce yaşadıklarımın etkisinden çıkabilmiş değilim. Olanlardan çok utanıyorum ve canım çok yanıyor, kalbim acıyor.

 

Yukarıda bir hareketlilik hissettiğimde yavaşça başımı kaldırıyorum. Son günlerde artık bir tebessüm de ulaşıyor dudaklarıma çünkü onu tanıyorum artık. Koyu kahverengi gözleri bana öyle şefkatle bakıyor ki yaşadıklarımı kısa bir anlığına unutuyorum. Bana elini uzatıyor, o çukurdan çıkarmak için yardım etmek istiyor.

Karanlıktan ötürü yüz hatlarını seçemesem de o koyu kahverengi gözler her gece, her defasında zihnime kazınıyor. Tam ayağa kalkıp ellerine tutunacakken gözlerim loş ışıkla aydınlanan odama açılıyor.

 

Nefesim normalden daha hızlı atmosfere karışırken terler içinde kalmış bir halde yatağımda doğruldum. Bir bardak suyu dahi titreyen ellerimden dolayı zor içtiğimde gözlerimi kapatıp biraz sakinleşmeyi bekledim. Zordu, sakinleşmek biraz sürecekti ama başaracaktım. Sonuçta son yedi yıldır her gece yaptığım şey buydu. Rüyamı daha doğrusu kabusumu yaşar sonra kendimi sakinleştirirdim.

Birkaç dakika sonra nefesim düzene girerken saate baktım, beş civarı olduğunu gördüğümde henüz yatalı sadece iki saat olmuştu ancak kabusum öyle korkuturdu ki uyanmamak imkansızdı. Çok fazla uykum olmasına rağmen hemen kabusumdan sonra uyuyamayacağımı bildiğimden elimi yüzümü yıkamak için yataktan kalktım. Eğer uyursam bu defa geçmişin anılarından oluşan başka bir kabus görürdüm. Bir saat boyunca uyumam mümkün değildi artık.

 

Yatak odasından sonra salonun, koridorun ve banyonun da ışığını açınca banyoya girdim. Karanlık olan her yer çocukluğumdan beri en korktuğum mekanlardı ve tahammül edemezdim. Uyanık olduğum her an bulunduğum tüm yerler aydınlık olmak zorundaydı.

 

Önce yüzümü yıkadım. Kendime gelmiş olsam da hala rüyanın etkisi biraz üstümdeydi. O geceden sonra yedi yıldır her gece bu kabusu yaşıyordum ama alışmış değildim, alışmak da mümkün değildi zaten. Kim o korku dolu anlara alışabilirdi ki. O acıya alışmak imkansız kadar olanaksız. Yedi yıl sonra bile hala o yaşadıklarım rüyalarıma musallat oluyorsa eğer bir şeyleri atlatabilmiş değilim onca uğraşa rağmen.

 

Yedi senede değişen tek bir şey vardı o da son bir yıldır rüyalarıma sanki son ek bir sahne olarak o çukur da eklenmişti ve tabi kahverengi gözlü adam. O geceden sonra hep aynı sokağı görsem de bir yıldır o çukuru ve kahverengi gözlerin sahibini de görüyordum. Kimdi bilmiyorum ama rüyalarımda alıştığım tek şey oydu.

 

Banyoya girince soğuk suyu yüzüme çarpa çarpa yıkadıktan sonra aynaya baktım. Her rüyadan sonraki oluşan solgun yüzüm de bana bakarken derin nefesler alarak yeniden musluğa döndüm. Baktıkça kâbusumu hatırlıyor ve korkum yeniden canlanıyordu.

İşlerimi hallettikten sonra uyuyamayacağımı bildiğim için bir kahve hazırlayıp çalışma odama geçtim. Masama geçip bilgisayarımı da açtıktan sonra yatmadan önce uğraştığım işe odaklanmaya çalıştım yeniden.

 

Geçen yıl yazılım mühendisliğinden mezun olmuştum ve bölümümle alakalı bir şey yapmadan evde oturuyordum. Buna üzüldüğüm söylenemezdi çünkü ev ortamı benim için en rahat yerdi. Dışarda olmaktan nefret eder, insanlarla azıcık da olsa iletişimde bulunmak beni gererdi. Bu yüzden bir süre daha, en azından insanlara bulaşmadan nasıl başka bir iş yapacağıma karar verene kadar evde böyle oturacaktım.

 

Para ise şu anlık hatta belki de ömrümün sonuna kadar sıkıntı değildi çünkü geçen yıl mezun olduktan sadece iki hafta sonra hesabıma büyük miktarda bir para aktarılmıştı. Öyle ki bu parayla kendime bir iş dahi kurabilirdim. Hatta yalnız yaşayıp yalnız öleceğimden bu para ömrümün sonuna kadar bana yetebilirdi.

Aylarca gelirin kaynağını aramış ancak bulamamıştım. Polise bile başvursam da onlar da bir sonuca ulaşamamıştı ve paranın tamamıyla bana ait olduğunu söylemişlerdi.

 

Bir diğer garip olansa paradan sonra elime bir tapu ulaşmış ve İstanbul’un en iyi semtlerinden iyi bir mahallede benim üzerime bir ev alınmıştı. Buna daha fazla şaşırırken bunu da gitmiş polise bildirmiştim ve bunun da yine bana ait olduğu söylenmişti hata nasıl mümkünse doğduğumdan beri tapunun bana ait olduğu yazıyordu ama böyle bir şey yoktu. Öyle olsa daha önce haberim olurdu ama bu tapu ben mezun olduktan kısa bir süre sonra ortaya çıkmıştı.

 

Bu konularda iyiydim, bana böyle büyük bir yardımı kimin yaptığını araştırmıştım ama her kimse öyle bir gizlenmişti ki asla bulamamıştım. Aylar süren uğraşım sonucunda pes etmiş ve Allah razı olsun diyerek İstanbul’a gelip kendime ait olan eve taşınmıştım. Müstakil, çok güzel bir evdi ve içi de eşyalarla doluydu.

 

Bu hayırsever kimdi ve neden bana yardım ediyordu bilmiyorum ama bir gün mutlaka bulacak ve sebebini sorduktan sonra gerekirse yüzüne karşı teşekkürlerimi iletecektim.

 

İstanbul’a taşındıktan sonra elimde de büyük bir miktarda para olunca hem hangi mesleği yapacağıma karar veremeyişimden hem de elimdeki paranın değer kaybetmesinden endişelenerek bir an önce bir şeyler yapmam gerektiğini düşünmüştüm.

 

Araştırmalarımı yaparken yakınlardaki özel bir ana okulunun satılacağını öğrenmiştim. Aslında aklımda asla böyle bir şey yoktu ama henüz karar verememenin sonucuyla kendime iyi bir avukat tutmuş ve o anaokulunu satın almıştım. Benim yerime her şeyle avukatım ilgilenirken kısa sürede bir okula sahip oluştum.

 

Okul çok iyiydi ve geliri de azımsanmayacak kadar büyüktü. Yüksek bir miktarda alım-satın işlemleri gerçekleşmişti ancak okulun değerine uygundu.

 

Kısacası hiçbir iş yapmadan, önce yüklü bir miktar paraya sahip olmuş sonra o parayla bu bölgenin en iyi okullarından birini almıştım. Ne kadar evde oturuyor olsam da iyi bir gelirim vardı. Her şeyle avukatım ilgilenirken ben sadece arada bir bazı imzalanması gereken belgeleri imzalıyor gerisini avukatım hallediyordu.

 

Şu an üzerinde uğraştığım şey ise bir şirket bilgilerinin içine sızmaktı. Mezun olmadan önce başlamış ve mezun olup kendimi dış dünyadan iyice soyutladıktan sonra daha da profesyonelleşerek bu tür işlere girmiştim. Devletin şüpheli gördüğü, sözde iş insanlarının bilgilerine ulaşıyor ve tehlikeli gördüğüm bir şey bulduktan sonra bu bilgileri anonim bir şekilde yetkililere iletiyordum. Amacım, insanları her türlü pislikten ve pisik insanlardan biraz da olsa uzak tutabilmekti. Benim hayatım kötü insanlar yüzünden mahvolduğu için başkalarını belki uzak tutabilirdim, özellikle de çocukları.

 

Şuan baktığım isim Azer Tekin adında bir iş adamıydı. Kendisi ‘Zerrin’ adındaki şirketinin sahibiydi ve tıpkı diğer kurbanlarım gibi masum bir iş adamı imajı verse de aslında arka planda iyi şeyler dönmüyordu. Biraz uğraştırmıştı çünkü bir haftadır bilgilere sızmaya çalışıyordum ve bu gün, daha doğrusu yatmadan önce bazı bilgilere ulaşmıştım. Gelirini şirketi ve otellerinden karşılasa da bazı uyuşmazlıkları ortaya çıkarmıştım. Ortada çok büyük paralar dönüyordu ve bunlar şirket ya da otel geliri değildi, olamazdı.

 

Azer Tekin hakkında fazla araştırma yapmamıştım aslında çünkü beni ilgilendiren şu an yaptığı işlerdi ve şu anki bulaştığı şeylere deliller arıyordum. Çoğu kurbanımda da böyle ilerlerdim çünkü dediğim gibi geçmişte yaptıklarından bir şekilde sıyrılmış oluyorlardı. Bu yüzden ben onların şimdiki hayatlarına dahil oluyordum.

 

Bir şeyler daha bulma umuduyla çalışırken saat epey ilerlemiş, güneş doğmuştu ve bazı şeyleri yakalamıştım. İki hafta önce hesabına yüklü bir para yüklenmişti ve gelirin nereden olduğu belli değildi. Daha öncesinde de bu tür gelir yeri belli olmayan paralar hesabına yüklenmiş ancak bunlar göze batacak miktarda değildi. Bu kez yüz milyon dolar gibi bir para kısa sürede tek bir hesaptan, Azer Tekin’in hesabına aktarılmıştı. Eminim bunun altında bir şeyler vardı.

 

Sona yaklaştığımın bilinci ve deliller bulabileceğimin ihtimalleriyle heyecanlanırken kendime bir fincan daha kahve koyup tekrardan bilgisayara döndüm. Bir haftalık uğraşım sonucu elim boş dönmekten korkarken sonuca sadece bir adım kalmıştı. Bu yüz milyon doların kaynağını öğrendiğimde iş bitecekti. Bunun altından masum bir şeyin çıkma ihtimali yoktu.

 

Gözlerim saatlerdir bilgisayara bakmaktan yorulsa da vazgeçmedim. Çok yaklaşmışken bırakamazdım.

 

Ve budur! Bulmuştum da. Gelirin kaynağı sonunda elimdeydi. İki hafta önce Rusyalı bir iş adamıyla basit bir alış veriş yapılmıştı ancak arka planda kara borsa olarak silah alım ve satımı da gerçekleşmişti. Direkt birebir alış veriş yapılmamış araya birkaç alıcı da koyulmuştu ancak işin aslı Azer Tekin, Yury Borzilov adındaki Rus iş adamına silah satmış ve karşılığında yine aracılar kullanılarak ücretini almıştı. Muhtemelen yine farklı hesaplardan alacaktı ancak bir sorun ortaya çıkmış ve tüm para tek bir hesap tarafından gönderilmişti.

 

Büyük bir gülümseme eşliğinde bilgisayara bakarken mutluluktan havaya uçabilirdim. Sadece elimdekiler bile Azer Tekin’in zarar görmesine yeterken haftaya bir başka sevkiyatın gerçekleşeceğini de öğrenmiştim. Bu bilgiler çok büyük zararlar verecekti. Evet, sadece zarar. Bu güne kadar bazılarının yıkılmasına da yardım etmiştim, ancak Azer Tekin gibi bir adamın yıkılması zordu. Eminim bunun üstesinden bir şekilde gelecekti ancak hem maddi hem de manevi büyük darbe almış olacaktı. Kaybedeceği paraların yanında itibarı da düşecekti ve bu bile bana yeterdi.

 

Biraz ara verip devam etmeyi düşünsem de bulduğum bilgileri kaybetme korkusundan ötürü hepsini bir belleğe kaydetmekle de uğraştım bir süre. Bir haftadır sisteme giriyor ve işim bitince fark edilmeden izlerimi silerek çıkıyordum ancak şimdi saatlerdir sistemdeydim. Hep aynı sistem üzerinde olmasam da fark edilirsem işim biterdi. Bu yüzden kaydetme işini de halledip öyle dinlenmeye çekilecektim.

 

Bir süre sonra tüm bilgileri elimdeki bellekte tutuyor olmaktan büyük zevk alıyordum. Bir pisliği daha zarara uğratacak olmanın gururu üzerimdeyken yeni kurbanım kim olsa diye düşünüp mutfağa geçtim.

Kurbanlarımı devletin şüphelendiği ancak bir sonuca ulaşamadığı kişiler üzerinden seçiyordum. Bazen hiç sonuç alamadıklarım da oluyordu elbette; belki gerçekten suçsuzdular belki de çok iyi gizleniyorlardı örneğin geçen ay üzerinde uzunca durduğum Batın Cevahir adındaki bir iş adamı. Ne kadar araştırırsam araştırayım onun hakkında hiçbir kirli bir şey bulamamıştım.

 

Mutfağa geçince kendime mükellef bir sofra hazırladım. Neredeyse bir gündür mideme kahveden başka bir şey girmediğinden ve dahası keyfim yerinde olduğu için uzun zaman sonra böyle bir kahvaltı hazırlamıştım. Yeme bozukluğum olduğu için günlerce sadece kahve ve birkaç bisküvi ile idare edebiliyordum, bu ne vücuduma ne de zihnime zarar vermişti şimdiye kadar. Zayıf olmam dışında herhangi bir sorun ortaya çıkmamıştı. Çocukken günlerce aç kaldığım zamanlar olmuştu ve bu beni bu hale getirmişti.

 

Hazırladığım peynirli milföyden bir ısırık aldıktan sonra çayımdan da bir yudum alıp karnıma günlerdir istediği ziyafeti çektirdim. Uzun uzun ettiğim kahvaltım bittiğindeyse artık gözlerimi dahi açamadığım için biraz uyumaya karar verdim. Biraz uyur daha sonra hiç istemesem de dışarı çıkıp elde ettiğim bilgileri yetkililere teslim ederdim. Böylece bir pislik daha ziyana uğramış olurdu.

***

Attığım her adım eve dönmek için geriye gitmek istese de izin vermeyip yoluma devam ediyordum. Dışarı keyfimden çıkmış değildim sonuçta ki ben keyfi olarak dışarı pek çıkmazdım da. Çok az işim vardı, bulunduğum yerden kırk dakikalık uzaklıktaki PTT’ye gidecek, belleği gönderecek ve eve geri dönecektim. İnsanlarla olabildiğince az iletişime gireceğim için işim kısa sürede hallolmuş olacaktı.

 

Önce bir süre yürümüş ve bir otobüse binmiştim daha sonra bir süre daha yürüyerek planladığım gibi kırk dakika da Beşiktaş’a gelmiştim. Çok şükür ki tek bir otobüsle işimi halledebilmiştim, daha önceki adreslerime giderken karşı tarafa bile geçmek zorunda kaldığım olmuştu.

 

Ortaköy’deki PTT şirketini kullanacaktım bu defa. Her defasında farklı yerleri kullanıyordum ki birilerinin izimi bulması daha da zorlaşıyordu. Yaptığım şeyi kimse bilsin istemiyordum. Bu hem can güvenliğim için gerekli olduğu gibi yine ve yine hiçbir kişiyle münasebette bulunmak istemememdendi. Devlet beni bulsa can güvenliğimden ötürü kimliğimi açığa çıkarmazdı belki hatta resmi olarak onlara çalışmamı isteyebilirlerdi ancak devlet dahi olsa kimseyle ilişki kuramazdım, istemiyordum.

 

Bu insanlardan nefret etmek değildi, nefret etsem bu gün bu araştırmaları yapıyor olmazdım. Bu korkuydu, ben insanlardan korkuyordum. İçimde saf bir korku vardı sadece.

 

Otobüsten indiğimde taktığım haki yeşili peçeyi burnuma kadar çektim. Normal günlerde peçe kullanmazdım, bu tanınmamak için bir önlemdi. Biliyorum ki beni araştırıyorlardı ve girdiğim şubelerdeki kamera kayıtlarına da bakıp beni tespit etmeye çalışıyorlardı. Elimden gelen tüm önlemi alıyordum.

 

Birkaç dakika sonra şubeye vardığımda çok şükür ki beklememi gerektirecek bir sıra yoktu. İşimi çok çabuk halledip çıkabilecektim.

Ve öyle de oldu. İsmimi yine farklı ve gönderim adresini de Ortaköy/Beşiktaş olarak yazmıştım. Alıcım ise Üsteğmen Mücahit Coşkun’du.

 

Yıllar önce bu işe ilk girdiğimde ilk kurbanım Mehmet adında basit bir iş adamıydı. Onu araştırırken Üsteğmen Mücahit ve ekibinin de Mehmet’in peşinde olduklarını öğrenmiştim ve elde ettiğim bilgileri ona göndermiştim. O zamandan beri yolumdan hiç şaşmamış ve kimin kuyusunu kazıp bilgiler elde ediyorsam Mücahit Çoşkun’a gönderiyordum çünkü o ve ekibi gönderdiğim bilgiler ışığında ilerleyip baskın düzenliyorlardı. Bazen kendileri yapmasa bile bilgileri başka bir ekibe veriyor ve onlar bu işi hallediyordu. Açıkcası bir başkasında şansımı denemek gibi bir niyetim yoktu. Aslında birbirimizi tanımış olmasak da harika bir ekip olmuştuk, belki de ben var olan bir ekibe dahil olmuştum, bilemiyorum.

 

PTT’de işim bittikten sonra hemen geri dönmeyi planlasam da uzun zamandır dışarı çıkmadığım için biraz deniz havası almaya karar verdim. Ortaköy Camii’ne yürüme mesafesi beş dakika bile değildi, bu yüzden oraya gelmiştim. Caminin karşısındaki bir banka oturup yüzümdeki peçeyi çeneme kadar indirdim ve derin bir nefes çektim içime. Burnuma denizin kokusu girerken ciğerlerim de bayram ediyordu.

O kadar güzeldi ki, her hali bambaşkaydı. Bu gün hava kapalıydı ancak deniz muntazamdı. Her hali; güneşli veya kapalı, yağmurlu veya karlı; her hali görülmeye değerdi.

 

Az önceki yapmış olduğum teslimattan ötürü dudaklarımda bir tebessüm oluşurken mutluydum. Birine daha zarar vermiş olmak, emeklerimin karşılığını almak inanılmaz iyi hissettiriyordu.

 

Dakikalar sonra gözlerim denizi aşıp uzaklara daldığında zihnimin de olduğum yerden ve zamandan uzaklaşması uzun sürmemişti. Çocukluğuma kadar gittiğimde az önce rahatlayan ciğerlerim sıkıştı. O günleri hatırlamak tıpkı yaşamak kadar işkenceydi.

 

İnsanlara olan korkum ta çocukluğuma dayanırken yaşadığım onca şey bir film gibi zihnimde oynayıp on yedi yaşımı buldu. O gün insanlara karşı artık tek bir umudum kalmamış ve korkum en saf haline bürünmüştü. O güne kadar yaşadığım şeyler zaten travmalarla doluyken on yedi yaşım en büyük travmam olarak kalacaktı. Beni insanlardan tamamıyla soyutlayacak ve hep yalnız kalmama neden olacaktı. Ne arkadaşım olacaktı, ne sevgilim, ne eşim, ne de bir… çocuğum.

 

Geçmişi düşünmek boğazıma bir yumru oturttuğunda etrafta bir anda artan çocuk sesi beni zihnimin kuytu anılarından çıkardı. Bir grup çocuk başlarında iki yetişkinle gelmiş ve ellerinde tuttukları kumpir kaplarıyla etrafta salınıyorlardı. Hepsinin üzerlerindeki fosfor yeşili önlükler onlara küçük bir kafile görünümü verirken öğretmenlerinin yanında ellerindeki kumpiri yiyorlardı.

 

‘‘Nasıl, beğendiniz mi çocuklar camiyi, içi kadar dışı da güzel değil mi?’’ Anlaşılan bu küçük kafile önce camiyi gezmiş ve daha sonra kumpir yemek için bu tarafa gelmişti. ‘’Evet öğretmenim, çok güzel.’’ Hep bir ağızdan bağırdıklarında dudaklarımda istemsiz küçük bir tebessüm oluştu. Dört veya beş yaşında olan bu çocuklar, onlara bu tonda ne sorsanız sorun aynen böyle cevap verirlerdi.

 

‘‘Ben daha önce görmüştüm burayı öğretmenim.’’

‘‘Evet, ben de ben de.’’

‘‘Geldiğimiz yer daha büyüktü değil mi öğretmenim?’’

 

Tebessüm eden öğretmen başını hafifçe iki yana sallayıp en son konuşan çocuğa baktı. ‘‘Çünkü orası saraydı Salihciğim, Dolmabahçe Sarayı.’’ Anlaşılan bazı gezginler öğretmenlerini dinlemiyor ve sadece etrafı gözlemliyordu. ‘‘Haydi bakalım, ellerinizdeki kumpirleri bitirin sonra dönüyoruz artık.’’

 

Bazılarından isyan sesi yükselirken benim gözüme iki çocuk ilişti. Biri kız biri erkek olan bu çocuklar diğerlerinden uzaklaşmış benim olduğum tarafa gelmişler ve kumpirlerini yiyorlardı. ‘‘Mmmhh çok lezzetli değil mi Yiğit?’’ Kız çocuğunun siyah saçları hafif esen rüzgardan ötürü yanaklarına yapışırken, ismi Yiğit olan çocuk gülümseyerek kıza baktı. ‘‘Evet, çok güzel; eve gidince Selma Teyzeye yapmasını söyleyeceğim.’’

 

Gözlerim Yiğit’te takılı kaldığında hüzünle inceledim. Haddinden fazla zayıf oluşu ve başına taktığı bandaj hatta kumpirini yemek için indirdiği maskesi ciddi bir hastalığı olduğunu apaçık ortaya koyuyordu. Kim bilir neyi vardı?

 

‘‘Ece, Yiğit lütfen buraya gelir misiniz? Bizden uzaklaşma-‘’ kadın daha lafını bitirmemişti ki etrafta patlayan silah sesi bir anda herkesin koro halinde çığlık atmasına sebep oldu. Korkuyla olduğum bankta eğilirken ikinci bir ateş birkaç adım ötemdeki çocukları korumaya çalışan bir adamı yere serdi.

 

Etrafa baktığımda küçük kafilenin etrafı takım elbiseli adamlarla çevriliyken diğer iki çocuğu az önce yere yığılan adam gibi başka bir adam kolları arasına almış kafileye yaklaştırıyordu. Ancak başka bir kurşunla o da yere serildiğinde bir çığlık koparıp koşar adım çocuklara yetiştim. Bunu neden ve nasıl yaptım bilmiyorum ama o an içimden nasıl geldiyse öyle hareket ettim. Ya beni de vururlarsa?

 

Normalde çocuklardan uzak duran ben bu iki küçük çocuk için canımı ortaya koyuyordum. Çocukları sadece uzaktan sever ve bir müddet sonra görmeye daha fazla katlanamadığım için ayrılırdım o ortamdan ama şimdi?..

 

İkisini de kollarımın altına alıp en yakın bankın altına çöktüm ve atılabilecek her bir kurşundan korumaya çalıştım. Çocuklar kollarımın altında bağıra bağıra ağlarken açıkçası benim de onlardan bir farkım yoktu, bedenimin titrediğini hissediyordum.

 

Etrafta birkaç silah sesi daha yükselmiş ve yanımızda bir adam belirmişti. Kız çocuğunun yani Ece’nin kolundan tutunca korkuya kapılıp kendime çektim ancak adam yeniden denedi. Bu kez Yiğit’i de elimden almaya çalıştığında ikisini birlikte tutmaya çalışmak oldukça zordu. ‘‘Ne yapıyorsun sen? Bırak çocukları.’’ Korkudan sesim dahi titriyordu. ‘‘Asıl sen bırak lan, yoksa kafana sıkarım.’’ Korku tüm bedenimi kuşatırken çocuklar elleriyle vücuduma yapışıyor gitmemek için direniyorlardı.

 

‘‘Yiğit, Ece!’’ Öğretmenleri korkuyla bağırıp etraflarını kuşatan adamların arasından çıkıp bize koşarken uzaktan gelen bir kurşun kolunu yaralayınca kadını yere düşürdü. Resmen çocukları korumaya çalışan herkesi engelliyorlardı. Bu çocuklardan ne istiyorlardı?

 

‘‘Bırak bizi bırak!’’ Ece bizi çekmeye çalışan adamı itelerken büyük bir araba yanımıza gelip durdu ve içinden inen kişiler çocukları tutup almaya çalıştılar ancak çocukları o kadar sıkı tutuyordum ki çocukları çekiştirirken beni de arabaya sürüklemişler ve kendimi arabanın içinde bulmuştum, bütün bunlar ne ara olmuştu anlamıyorum. İki dakika içinde her şey gerçekleşmişti.

 

‘‘Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?’’ Araba hızla hareket ederken Ece ve Yiğit korkudan kolumun altına girmiş ağlaşıyorlardı. ‘‘Allah’ım aldık başımıza belayı.’’ Yanımızda oturan adam söylendiğinde başına bela alan onlar mıydı biz miydik bilemiyorum.

 

‘‘Siz kimsiniz, ne istiyorsunuz?’’ Korkuyordum ancak merak içimi kuşatmışken susamazdım da. ‘‘Senden ne isteyeceğiz be, takıldın peşimize! Abiye ne diyeceğiz biz asıl?’’ Öfkeyle konuşup telefonu cebinden çıkartarak birini aradı. ‘‘Lütfen bırakın bi-’’

‘‘Kapat o çeneni gebertirim!’’ daha lafım bitmeden yüzüme doğru haykırdığında yerimde sinip ağlayan çocuklara daha fazla sarıldım.

 

‘‘Alo abi, iki çocuğu aldık.’’ Hoparlörde olmasa da karşı tarafın sesi duyuluyordu.

 

‘‘Kimlerin piçleri?’’

 

‘‘Batın Cevahir’in kızı ve Azer Tekin’in küçük yeğeni.’’ Karşı taraftan bir haykırış sesi yükseldiğinde bana bağırmışçasına korkmuştum.

Saniyeler içinde adamın söylediği şey beynimde yeniden yankı bulduğunda şaşkınlık ve korku bedenimin anlık titremesine sebep oldu. Batın Cevahir ve Azer Tekin mi? Azer Tekin’i daha yarım saat önce devlete ispiyonlamışken şimdi yeğeni ile birlikte kaçırılmış mıydım ve Batın, Batın Cevahir. Sadece bir ay önce sistemine sızmaya çalıştığım adam.

 

‘‘Ulan zürriyetini s*ktiğim, Azer’in yeğenini neden aldınız? Diğerleri nerde?’’

 

‘‘Azer Tekin de o masadaydı abi. Hem diğer çocuklar koruma altındaydı, sadece bu ikisi alınabilirdi.’’

 

‘‘Götüm buna yetti demiyorsun da… Tamam depoya getirin ikisini de.’’

 

‘‘Abi…’’ Bir anlık bana baktığında abi dediği adama benden bahsedeceğini anlamıştım. ‘‘Ne var lan?’’

 

‘‘Abi çocukları alırken yanlarında bir kadın vardı, onu da almak zorunda kaldık.’’ Karşı taraftan ses gelmediğinde bir anlık telefon kapandı sandım ancak ardından gelen kükreme yerimde titretti. ‘‘Lan sıksaydınız ya kafasına!’’

 

''Abi sivildi, Batın’ın adamı değil ki.’’

 

‘’Ben seni Batın’ın adamı yapacağım da altına mı atarım üstüne mi çıkarırım bilmiyorum.’’

 

‘’En iyisini bilirsin abi. Kadını napalım?’’

 

‘’Onu da getirin depoya.’’ Ardından telefon kapandığında adam kızgın gözlerini bana dikti. Hızla önüme dönüp adeta yok olmak istercesine küçüldüm. İçinde bulunduğum korku hali asla tarif edilemezdi. Resmen eli silahlı adamlar tarafından kaçırılmış ve bilmediğimiz bir yere götürülüyorduk.

 

Göz ucuyla yanımızdaki adama tekrar baktığımda sinirli nefes alış verişi duyuluyordu. ‘‘Bu çocuklardan ne istiyorsunuz? Lütfen bırakın bizi.’’ Öfkeli gözleri beni bulduğunda yerime daha da gömülmek istedim. Çok korkuyordum, hem de çok.

 

‘‘Aptal gibi cesaret gösterisi yapmasaydın şu an burada olmayacaktın zaten.’’

 

‘‘A-ama siz çocukları-’’

 

‘’Sus lan artık, beynimi s*ktin. Daha fazla konuşursan kafana sıkarım!’’

 

Bu kadar korkak birini kaçırdıkları için şansıydılar çünkü yol boyunca bir daha konuşmamıştım. Nefes almaktan bile ürkerken sadece çocukları sakinleştirmeye çalışıyordum.

İki saate yakın bir yolculuktan sonra araba durduğunda çocuklar ağlamayı kesmişlerdi ancak hâlâ titrediklerini hissedebiliyordum ya da ben titriyordum, bilmiyorum. Kapı açılıp zorla dışarı çıkartıldığımızda yeniden ağlamaya başlamışlar ve eteklerime yapışıp bende gizlenmeye çalışıyorlardı.

 

Yaka paça karanlık bir deponun içine atıldığımızda adamlar kapıyı da kapatıp gitmişlerdi. Çocukları kolumun altına almış ve ikisine de sımsıkı sarılmıştım. Çocuklar böyle yerlerden çok korkarlardı. Karanlık yerler hep kabus olurdu. Her ikisinin başına da birer öpücük kondurduğumda ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Ben karanlıktan çok korkuyordum.

 

‘‘Ş-şşş tamam ağlamayın. Ben bu-burdayım, korkmayın.’’ Onların korkularını varlığımla belki giderirdim ancak kendi korkuma çare yoktu. Etraf karanlık içindeyken nasıl sakin kalabilecektim? Zihnim anında geçmişe sürükleniyor ve gözlerimden yaşlar bir bir akıyordu. Dört yaşımı, beş yaşımı, altı, yedi, sekiz, dokuz, on… ve on yedi… Benim tüm çocukluğum karanlık içinde geçmişken şimdi nasıl koruyabilirdim kendimi geçmişin izinden?

 

‘‘A-abla korkuyorum, babamı istiyorum.’’ Ece’nin sesi kulaklarıma ulaştığında derin bir nefes alıp geçmişin karanlığından şimdiki karanlığa dönmeye çalıştım. ‘‘Korkma Ece’ciğim, lütfen korkma. Ben yanınızdayım.’’

 

Ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum, önce kendimi daha sonra çocukları sakinleştirmeye çalışırken zaman kavramımı yitirmiştim. Deponun kapısı gıcırdayarak açıldığında çocuklar istemsiz daha da sarılmışlar ben de onları daha fazla kollarımın altına almıştım. ‘‘Eveeet bakalım kimler varmış burada.’’

 

İçeriye gelen adamı gördüğümde aslında şaşırmamıştım çünkü Batın Cevahir’in kızını ve Azer Tekin’in yeğenini kaçırmaya kalkışan biri ancak kendileri gibi biri olurdu ve öyleydi de. Karşımdaki adam Erdem Aslan’dı. Kendisi devletin şüpheli listeleri içindeydi ancak daha önce onun üzerinde bir araştırma yapmamıştım. Eğer buradan kurtulursam ilk işim onu bitirmek olacaktı, tabi bana kadar kalırsa.

 

Kırklarında olduğu görünen bu adam ortadan kalkmayı hak eden bir kişiydi. Belli ki Batın ve Azer ile bir sorunu vardı ve o intikamını çocuklar üzerinden alacak kadar alçak biriydi. Daha önce onu araştırmadığım için kendime kızarken korku dolu bakışlarımın yanında gizleyemediğim bir öfkeyle de ona bakıyordum. O da ilkin bana baksa da sonrasında bakışlarını benden alıp iki küçük çocuğa iğrenir gibi baktı. Gözleri Yiğit’te kısa süreliğine durduğunda öfkeyle yanındaki adama döndü.

 

‘’Azer p*çinin yeğenini napayım ben oğlum! Çocuğun babasıyla bir derdim yok, dedesiyle bir derdim yok aptal mısınız siz?’’

 

‘’Abi masada Azer de var diye biz de aldık. ‘’

 

Sinirle soluduğunda yeniden Yiğit’e döndü. ‘’Neyse, yapacak bir şey yok artık. Hem haklısın, Azer ne kadar kararı onaylamamış olsa da reddetmedi de. Tarafsızlık bir anlamda taraf tutmaktır.’’ Gözleri bu kez beni bulduğunda başka bir belayı bulmuşçasına yüzünü ekşitti. ‘’Bir de bu çıktı başımıza.’’

 

Normalde dahi insanlardan korkarken şu an karşımdaki adamların tehlike boyutlarını göz önüne alınca korkum tüm bedenimi kuşatıyordu. Bunu karşımdakine göstermemek imkansızdı. ‘’Beyefendi, lütfen bırakın bizi gidelim. Küçücük çocukların size ne zararı var? Lütfen bırakın bizi.’’

 

‘’Ne saçmalıyorsun sen be! Çok korkuyorsan ne diye geldin şu veletlerin peşinden. Aptal olmanın bedelini kendin ödüyorsun işte. O çeneni kapat, sakın konuşma.’’

 

‘’Abi ne yapacağız?’’ Bir anda keyfi yerine gelmiş gibi sırıttığında gözleri sadece çocukların üzerindeydi. ‘’Bu gece burada kalacaklar, Azer ve Batın piçi kudursun. Yarın arar söyleriz ve sizler…’’ bu kez üçümüze de baktığında iğrenir gibiydi. ‘’Sakın bir yaramazlık yapmayın, canınızı yakarım. Uslu uslu oturun burada!’’

 

Kapı yine arkamızdan kapandığında yine etraf karanlığa gömülmüştü. Allah’ım ben bu karanlık içinde napacaktım? Nasıl dayanacaktım? Yerimden hızlıca kalkarken kapıya koşup onlar gitmeden sesimi duyurmaya çalışıyordum. ‘’Lütfen, yalvarırım çıkarın bizi buradan. Bizim bir suçumuz yok, lütfen.’’ Sert bir ses duyulduğunda gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyordu. ‘’Lan ben az önce susun demedim mi! Uslu uslu oturun orada.’’

 

‘’Lütfen en azından bir ışık bir şey verin. Burası çok karanlık; çok korkuyorum, korkuyoruz.’’

 

‘’Oldu sıcak su ve yemek de ister misiniz? Otel mi sandın lan sen burayı, kapa çeneni otur yerinde.’’

 

Ne kadar yalvarsam da dinlememişler ve bir süre sonra gitmişlerdi. Çocukların yanına döndüğümde ikisini birbirine sarılı bir halde bulmuştum. Vakit kaybetmeden ben de onlara sarıldım. Amacım onlardan ziyade kendimi sakinleştirmek ve korkumu yenmekti. ‘’Ko-korkmayın tamam mı? Ben yanınızdayım.’’

 

Yarım saat geçmiş veya geçmemişti ancak delirmek üzereydim. Çocuklar ağlamayı kesmişlerdi ancak korkudan hala birbirlerine sarılı haldeydiler. Bense geçmişi düşünmemek için içimden sayılar sayıyor ve bir şeyler söylüyordum ancak bunu yapmak çok zordu. Bedenim haddinden fazla titriyordu.

 

Aklıma, ilk kez karanlık bir odaya hapsedildiğim anılarım düşüyor ve hemen ardından bir başka karanlık odanın sahneleri zihnimde yankılanıyordu. Acımasız erkek ve kadın sesleri beynimde boğuk boğuk öterken küçük bir kızın ağlayışı o sesler arasında kayboluyordu. ‘’Anne lütfen çıkar.’’ diye sayıklarken hemen ardından ‘’Müdire anne, özür dilerim. Çıkar beni.’’ diye yalvarıyordu. Bu defalarca beynimde tekrar ediyor ve en son karanlık bir sokakta haykırışa dönüşüyordu. ‘’Yardım edin!’’ diye bağırırken ses telleri koparcasına titriyordu.

 

Zihnimin kuytu köşeleri, berbat bir çocukluk ve ergenliğe ev sahipliği yaparken titremelerim geçmemiş aksine artmıştı. Elimde hissettiğim minik bir dokunuş ve ardından okşama az da olsa rahatlatsa da asla geçmişten çıkmama yeterli değildi. ‘’Tamam, sakin ol lütfen; korkma. Biz yanındayız.’’ Cılızca çıkan bir ses kulaklarıma ulaştığında gözlerimin üzerinde birer küçük dokunuş hissettim. Bir süre sonra bedenim biraz daha gevşemiş ve rahatlamıştı ve zihnim tekrardan bu günlere dönmüştü.

 

Gözlerimi açtığımda ilkin bir şey göremesem de karanlığa alışınca elimi okşayan Yiğit ve yanağıma elini koymuş Ece korku ama en çok da merhametle gözlerime bakıyorlardı. ‘’Korkma abla, biz buradayız.’’ Dudaklarım titreştiğinde ikisini de kollarıma alıp sıkıca sarıldım. Bu iki küçük çocuk az daha gireceğim krizden beni çekip çıkarmışlardı. ‘’Teşekkür ederim.’’ diyerek kulaklarına fısıldadığımda başlarına birer öpücük kondurdum.

 

‘’Senin adın ne?’’ Yiğit meraklı bakışlarını gözlerime çevirmince sesimin iyi çıkması için bir kez yutkundum. ‘’Aysima.’’ Güzel bir tebessüm sunduğunda karanlıkta dahi parıldayan gözlerini görebiliyordum. ‘’Tanıştığımıza memnun oldum Aysima.’’

 

Benim onları sakinleştirip oyalamam gerekirken onlar beni sakinleştiriyorlar ve geçmişin anılarında kaybolmamam için zihnimi başka şeylerle meşgul etmeye çalışıyorlardı. Bu süreçte sürekli bir şeyler sorup beni konuştururlarken bazen de kendileri bir şeyler anlatıyorlardı.

 

‘’Biliyor musun Aysima abla, benim annem de yok.’’ Ece sesinde hissedilir bir hüzünle konuştuğunda annesi olmasını ne kadar çok istediğini anlamam zor değildi. Kim annesiz olmak isterdi ki zaten? Kim o şefkatten mahrum kalmak isterdi? ‘’Ben doğduktan sonra o cennete gitmiş, Zehra Teyze öyle söylemişti.’’ Moralini düzeltmek için hafif tebessüm ettiğimde siyah saçlarını okşadım. ‘’Eminim bir gün onunla buluşacaksınız.’’

 

Bu sırada Yiğit’in titremeye başladığını fark etmiş ve korkumun yanına büyük bir endişe oturmuştu çünkü az önce lösemi kanseri olduğundan bahsetmişti. Bedeni o kadar cılızdı ki deponun soğukluğuna belli ki dayanamıyordu.

 

İçimde bir etek ve buluz olduğu için üzerimdeki peçeyi çıkardım ve çocukları bir araya getirerek ikisinin üzerine sardım. Tesettürlü olduğumdan her ihtimale karşı başımı açmamıştım ancak soğukluğa dayanabilirdim, yeter ki onlar üşümesindi. Daha sonra ikisine de sarılıp daha da ısınmalarını sağladım ki vücut ısılarımız daha sıcak bir ortam oluştursundu.

 

Saat ilerledikçe geceyi bulmuş ve geçmişti. En azından öyle olduğunu düşünüyordum. Bu vakte kadar bir gelen olmamıştı. Bir parça yemek veya su dahi getirmemişlerdi. Ben dayanırdım, keyfi olarak hiçbir şey yemediğim bile olurdu ancak çocuklar nasıl dayanacaktı bilmiyorum. En son kaçırılmadan önce aldıkları kumpirleri yemişlerdi, o kadar. Özellikle Yiğit bu kadar ciddi bir hastalığın içindeyken yapacak bir şeyler düşünüyordum ancak yoktu. Ne yapabilirdim ki burada. Bu küçük deponun içinde hiçbir şey yoktu, hem de hiçbir şey. Onları ısıtmaktan başka elimden hiçbir şey gelmezdi.

 

***

 

Gözlerim gördüğüm kabusumla birlikte açıldığında etrafta bir sızlanma sesi de geliyordu. Ece kucağımda hareket ediyor ve onları örttüğüm kıyafetimden çıkmaya çalışıyordu. ‘’Ne oldu Ece?’’ Sıkıntıyla yüzüme baktığında az sonra söyleyeceklerini, söylemekten utanır gibiydi. ‘’Şeyyy… Aysima abla benim çok çişim geldi.’’ Etrafa göz gezdirip ne yapabileceğimizi düşündüm. Burayı aydınlatan tek yer tavandaki küçük yuvarlak açıklıktı. Oradan gördüğüme göre sabah olmuştu. Eğer dışarıda birileri varsa Ece’nin ihtiyacını giderebilirdik.

 

Konuşmamıza Yiğit de uyandığında yüzü oldukça solgun görünüyordu. Aç ve hasta oluşu çocuğu berbat bir hale getirmişti, kim bilir belki de kullanması gereken ilaçlar bile olabilirdi.

 

İkisini yine yan yana bırakıp kapıya doğru ilerledim. Adamlardan korksam da tuvalet bir ihtiyaçtı, altımıza yapacak halimiz yoktu. ‘’Hey orda biri var mı?’’ bir süre ses gelmese de sonrasında ayak sesleri gelmiş ve ardından kapının önünde durmuşu. ‘’Ne istiyorsun?’’

 

‘’Çocuklar aç, en azından birkaç parça bir şey verin. Hem Yiğit çok hasta, belki de kullandığı ilaçlar vardı?’’

 

‘’Abiyi duydun, burası otel değil.’’ Aptal mıydı bunlar, ilaç istemek bir konforluk değil ihtiyaçtı. Tabi bunları yüzlerine söyleyemeyeceğim. ‘’Tuvalete gitmemiz gerek, en azından buna izin verin.’’

 

‘’Yapın işte oraya, ne istiyorsun sen?’’ Ne, buraya mı? ‘’Ya hu sizde hiç mi vicdan yok. Bahsettiğimiz şeyler ihtiyaç. Çocuklar dünden beri aç ve tuvaletleri geldi.’’ Kapıya gürültüyle vurulduğunda istemsiz geri adım attım. ‘’Eğer bir kez daha konuşursan yemin olsun kafana sıkarım. Şimdi sus ve abiyi bekle.’’

 

Kendimi aşağılanmış hissederken bu duygudan nefret ediyordum. Resmen bizi bir depoya kapatmışlar ve fare gibi yaşamamızı istiyorlardı. Çaresizce çocuklara döndüğümde Ece’ye baktım. Kollarını göğsünde birleştirmiş ve çatık kaşlarla beni izliyordu. ‘’Hayır, buraya çişimi yapamam.’’ Biliyorum iğrenç bir şeydi ama yapmak zorundaydı. Eğer tutamaz ve altına yaparsa bu defa daha büyük sorun ortaya çıkardı. Yanımızda bir damla su bile yokken üstünü değiştirmeye kıyafeti nereden bulacaktık ve ıslak çamaşırlar daha fazla üşümesine neden olurdu.

 

Yanına gidip dizlerimin üzerine çöktüm ve beyaz tenini yanaklarından okşadım. ‘’Biliyorum bu biraz iğrenç ama bunu yapmak zorundasın Ece.’’

 

‘’Hayır yapmayacağım.’’ Kollarını çözüp yan gözle Yiğit’e baktığında aslında çok fazla tuvaletinin geldiğini ancak Yiğit’ten utandığını hatta çekindiğini anlatmıştım. Yaşı ne kadar küçük de olsa o bir kızdı ve bir erkeğin karşısında böylesine utanç bir hale düşmek istemiyordu.

 

‘’Pekala o zaman sizinle bir oyun oynayacağız.’’ İkisi de aynı anda meraklı bakışlarını bana çevirip ‘’Nedir?’’ diye sorduklarında tebessüm etmeye kendimi zorladım. Bu aslında bir oyun değil zor bir durumu kurtarma çabasıydı. ‘’Şimdi Yiğit gözlerini kapatıp yirmiye kadar iki kez sayacak ve biz de ördek yürüyüşü yaparak karşı duvara ulaşmaya çalışacağız. Eğer Yiğit saymayı bitirmeden oraya ulaşırsak kazanmış olacağız, anlaştık mı?’’ İkisi de heyecanla başını salladığında Yiğit arkasını dönmüş ve gözlerini kapatmıştı. Saymaya başladığındaysa Ece’nin elinden tutmuş ve karşı duvar dibine götürmüştüm.

 

‘’Bunu yapmalısın Ece’ciğim, eğer sonra üzerini ıslatırsan daha çok üşür ve hasta olursun.’’ Fısıldayarak konuştuğumda yüzü asılmıştı. ‘’Ama bu çok pis, ya kokarsa.’’ Aynı benim gibi fısıltıyla karşılık verdiğinde yanaklarını okşadım. ‘’Sen çok temiz ve güzelsin canım ancak bu olması gereken bir şey, çok doğal. Hadi bak Yiğit sana bakmıyor hemen burada yap olur mu?’’ Muhtemelen daha fazla dayanamadığı için kabul etmiş ve yüzünü buruşturarak altındaki pantolonunu çıkarmaya başlamıştı. Ben de mahremiyetine özen göstererek arkamı dönüp Yiğit’e baktım.

 

Biz biraz zaman kaybettiğimiz için Yiğit ikinci kez yirmi dediğinde arkasını dönmesini bekledim ancak o da ne işler çevirdiğimizi anlamış olacak ki bilerek yeniden saymaya başlamıştı. Ben onlara oyun oynatma bahanesiyle bir şeyler yaptırmaya çalışıyordum ancak onlar zaten her şeyin farkındaydılar.

 

Arkadan Ece’nin tuvalet sesini duyduğumda ağlamamak için kendimi zor tuttum. Bir çocuğu bu hale düşürmek nasıl bir intikam anlayışıydı. Artık ne Ece ne de Yiğit bu anları unutmayacak ve ömürlerinin sonuna kadar bu aşağılanma duygusu yüreklerinin bir kenarında duracaktı. Aklıma üç gün boyunca karanlık odada kalmak zorunda olduğum ve tıpkı Ece gibi tuvaletimi bir köşeye yaptığım anılar düştüğünde gözümden bir damla yaş süzülüp gitmişti. O pis kokuyla iki gün boyunca yaşamış ve sonrasında bunu yaptığım için dayak yemiştim. Hiç kimse özellikle de bir çocuk bu kadar kötü bir durumun içine düşürülmemeliydi.

 

‘’Aysima abla bitti, neyle silicem.’’ Ece’nin fısıldayışı yeniden kulaklarıma ulaşınca göz yaşımı hızlıca silip taktığım örtünün ucundan biraz yırttım. Yine ona dönmeden arkamdan uzattığımda tek amacım ileride bu günü düşündükçe daha az utanç duymasıydı. ‘’Kuru ama bununla idare et artık tamam mı canım.’’ Elimden alıp temizliğini yaptıktan sonra pantolonunu çekmiş ve düğmesini bağlayamadığı için benden yardım istemişti.

 

İşimiz bitince Yiğit’in yanına döndüğümüzde oyun oynamadığımızı ikisi de biliyordu. Bu yüzden hiçbir şey demeden sessizce oturdular sadece.

 

Birkaç dakika sonra Yiğit hiçbir şey demeden kalkıp az önce Ece’nin tuvaletini yaptığı köşeye gitmiş ve arkasını dönerek ayakta çişini yapmıştı. Ece’yle şaşkın bakışlar eşiğinde Yiğit’in arkasından bakarken bazen küçük bir erkek çocuğu olmak istediğimi fark etmiştim. Ne utanma vardı ne de temizlik derdi. İşini bitirip bize dönünce haylazca gülümseyerek yanımıza gelip oturmuştu.

 

‘’Iııyy Yiğit naptın sen?! Ayakta nasıl yaptın sen onu?’’ Ecenin sesi hem iğrenme barındırıyordu hem de büyük bir şaşkınlık. Bir gülümseme dudaklarımı bulduğunda henüz kız ve erkeği birbirinden ayıran en büyük özelliğin ne olduğunu bilmediklerini fark etmiştim ‘’Ne var, annem görmediğinde ben hep ayakta yapıyorum, sen yapmıyor musun Ece?’’

 

Ece iğrenç bir şeye bakar gibi yüzünü buruşturduğunda başını hızlıca iki yana salladı. ‘’Tabi ki hayır, bacaklarım pis olur.’’

 

‘’Olmaz ki, ileriye doğru tutturacaksın Ece.’’

 

‘’Neyi tutturucam?’’ Ece şaşkınlıkla baktığında gülmemek için zor tutmuştum kendimi. ‘’A evet, demek ki Yiğit’in bazı farklı özellikleri varmış Ece’ciğim. Şimdi lütfen bu konuyu kapatalım.’’

 

‘’Ama Aysima abla şeyini silmedi bile.’’ Bu kez Yiğit şaşkınla baktığında neyi der gibiydi. ‘’Neyi silmem gerekiyor ki, zaten gidiyor.’’

 

Kendimi tutamayıp dudaklarımdan bir kıkırtı düşerken deponun kapısı yine o iğrenç gıcırtıyla açıldı. Dudaklarım anında düz çizgi hale bürünmüş ve üçümüz birden kapıya bakmıştık. Erdem Aslan içeriye adımını attığı anda yüzünü buruşturmuştu. ‘’Ne kokuyor lan burası?’’ Etrafına göz gezdirip bize dönünce daha da iğrenmişti sanki. ‘’Naptınız, s*çtınız mı buraya?’’

 

Çocuklar utançla başlarını eğdiklerinde korkumun yanında büyük bir öfke de yer alıyordu. Onların yüzünden çocuklar başlarını eğerken bir de hesap mı soruyordu? Ayağa kalkıp karşısına dikildiğimde en başta kendim şaşırıyordum kendime. ‘’Eğer dışarıdaki adamların izin verseydi bunu yapmak zorunda kalmazdık. İnsanız biz, fare değil. İhtiyaçlarımız var.’’

 

‘’Bak sen, korkmadan konuşmak ne demek biliyorsun demek.’’ Burnumdan solurken korkudan mı yoksa cesaretimi toplama güçlüğünden mi bilinmez ellerim titriyordu. ‘’Çocuklar dünden beri aç ve Yiğit hasta. Belki de alması gereken ilaçlar var. Bunları bize vermelisiniz.’’ Alay eder gibi güldüğünde tek kaşını kaldırmıştı. ‘’Başka ne isterdiniz hanım efendi? Söyleyin çocuklar bir koşu getirsin.’’

 

‘’İstediklerimiz sadece temel ihtiyaçlarımız. Bu kadar zalim olamazsınız. Küçücük çocukları intikam malzemesi yaparken utanmıyorsunuz bari ihtiyaçlarını giderin.’’

 

Yanağımda bir anda büyük bir sızı hissettiğimde az daha yere kapaklanıyordum. Bana vurmuştu! Parmaklarını çeneme sabitlediğindeyse yüzüme öfkeli gözlerle bakıyor ve haykırıyordu. ‘’Sen kendini ne zannediyorsun lan, neyden utanıp utanmayacağımı sen mi öğreteceksin bana! Kafana sıkmadığım için şükret sen!’’ Aniden çenemdeki parmaklarıyla itelediğinde arkama doğru düşmüştüm. Aşağılanmışlık duygusu gözümden bir damla düşürdüğünde çocuklar anında yanıma koşmuş ve boynuma sarılmışlardı.

 

‘’Haddinizi bilin, yemin ederim gebertirim üçünüzü de.’’ Ufacık çocukları tehdit edecek kadar alçak ve korkaktı. Babaları veya amcalarının karşısına geçemeyecek kadar korkaktı hem de.

 

Cebinden telefonunu çıkardığında birini arayıp keyifle kulağına götürdü. Telefon hemen açıldığındaysa karşı tarafın öfkeli sesi bize kadar gelmişti. ‘’Lan piç kurusu, neredesin lan? Kızım nerede?’’ Ece’nin sessizce ‘baba’ deyişinden ve karşı tarafın kızından bahsetmesinden telefondakinin Batın Cevahir olduğunu anlamıştım.

 

‘’A Batın, kızın sesini duyarken bu kadar kötü konuşmak sana yakışıyor mu?’’

 

‘’Ulan o*ospu evladı, seni bulduğum an yedi ceddini s*keceğim. Kızımın tek bir saç teline zarar gelirse ölmek için yalvarana kadar öldürmeyeceğim seni.’’

 

‘’Baba!’’ Ece bağırıp ağlamaya başladığında Erdem sanki ona tehdit savrulmamış gibi Ece’ye keyifle bakıyordu. ‘’Al, sana kızını veriyorum. Belki de son kez sesini duyarsın.’’ Derince yutkunduğumda bunu yapacak olmasından ödüm kopuyordu. Gerçekten bu ufacık çocukları öldürecek miydi?

 

‘’Baba!’’

 

‘’Kızım, iyi misin bir tanem?’’

 

‘’Baba çok korkuyorum, gel kurtar bizi.’’ Ecenin ağlayarak söylediği sözler karşısında Batın’ın telefondan bile canının nasıl yandığını hissetmiştim. ‘’Geleceğim babacığım, geleceğim. Yoldayım, seni kurtarmaya geliyorum. Korkma bir tanem sen. Geliyorum ben.’’

 

‘’Baba hemen gel.’’ Batın’ın cevap vermesini beklemeden telefon Erdem tarafından alınınca bu kez sesini de yüzünü de ciddi bir ifadeye sokmuştu. Ben de Ece’ye sarılmış onu sakinleştirmeye çalışıyordum. ‘’Benim ölüm kararıma oy verirken iki kez düşünecektin Batın Cevahir. Beni öldürmek sen ve aptal yandaşlarına göre o kadar kolay mı sanıyorsunuz? Ben ölürsem hepinizi de öldürürüm. O oyu verirken kendi kızının ölümüne de oy verdin. Artık beni suçlayamazsın.’’

 

‘’Ulan orospu çocuğu, geberteceğim seni! Andım olsun geberteceğim!’’ Telefonu yüzüne kapattığında iğrenç bir şekilde sırıtıp önce bize sonra da telefonuna bakmıştı. Anlaşılan sıra Azer Tekin’e gelmişti.

 

Telefon yine sanki başında bekleniyormuşçasına açıldığında karşı taraftan gelen ses az öncekinin aynısıydı. ‘’Ulan şerefsiz, sen ne halt ettiğini sanıyorsun?’’

 

‘’Merhaba Azer Bey, iyi misiniz?’’ Dala geçer gibi konuşması benim dahi sinirlerimi hoplatırken Azer Tekin’in sakin olması beklenemezdi.

 

‘’Seni bulup hayvanlara yem ettiğimde daha iyi olacağım piç kurusu, bu yaptığın adamlık mı lan senin? Hangi kitapta yazar aileye bulaşmak.’’ Erdem Aslan da ciddileşip sinirlenirken içi acır gibiydi.

 

‘’Peki hangi kitapta yazar arkadaşın sırtından vurmak, ha? Ölüm kararıma ses çıkarmazken adamlık ettiğini mi sanıyorsun sen?’’ Karşı taraftan birkaç saniye sonra ses geldiğinde daha sakindi ya da olmaya çalışıyordu. ‘’Bunu hak etmediğini söyleyemezsin Erdem. Seni hep kardeşim bildim, yardım ettim ama son yaptığın herkesi kızdırdı. Yapabileceğim hiçbir şey bırakmadın bana.’’

 

‘’Neler yaşadığımı sen biliyordun, intikam almak ne zaman suç oldu Azer?!’’

 

‘’Şimdiki yaptığını yaptın ulan, adamı ailesinden vurdun! Bu hiçbir kitaba, racona sığmaz.’’

 

Parmaklarını sinirle aklar düşmüş saçlarında gezdirdiğinde öfkesi dışarı atılmayı bekliyordu. ‘’Asıl şimdi aileden vurmak neymiş, göreceksiniz. O küçük yeğenini bu hayattan sildiğimde göreceksin. Al son kez duy sesini.’’ Bu defa telefon Yiğit’e ulaştığında ağlamıyordu ama korkusu titreyen bedeninden ve sesinden görülüp hissediliyordu.

 

‘’Azer Dede.’’

 

‘’Yiğit, aslanım iyi misin? O adam bir zarar verdi mi sana?’’

 

‘’Hayır, Aysima abla koruyor bizi. Azer Dede lütfen gel. Götür bizi buradan, biz çok korkuyoruz.’’

 

‘’Geleceğim oğlum, korkmayın sakın. En kısa zamanda yanında olacağım, tamam mı korkma.’’

 

Erdem telefonu çekip aldığında son kez konuşuyordu. ‘’Ölü bedenini alırsın ancak. Bunu bana yapmayacaktın!’’ Telefonu kapattıktan sonra artık çocukları kaçırma sebeplerini anlamıştım. Anlaşılan Erdem birini yine ailesinden vurmuş veya vurmaya çalışmıştı ve bunun üzerine ölüm emri çıkarılmıştı. Bunu onaylayanların içinde Batın Cevahir de bulunurken Azer Tekin onaylamasa da itiraz da etmemişti.

 

Olanlar yine masum insanlara olurken acıyı yaşıyordum. Her zaman masumların canının yanıyor oluşu beni kahrediyordu. Erdem haklı veya haksızdı ancak bu işlere masum çocukları bulaştırarak benim gözümdeki en büyük suçlu oydu. Zalimlerin arasında yanan iki masum çocuk olacaktı ve tabi ki belki ben de…

 

Erdem kapattığı telefonun ardından bizlere döndüğünde dibimize kadar gelip dizlerini kırarak boyumuza kadar eğildi. İğrenç bakan yeşil gözlerini üçümüzün de üstünde dolaştırdığında yapacağı şeyleri aklında hesaplıyor gibiydi.

 

‘’Napsam şimdi sizinle? Öldürüp leşlerinizi ailelerinize mi göndersem yoksa önce biraz oynasam mı?’’

 

‘’A-abi, gerçekten öldürecek misin?’’ ters ters bakan gözlerini sağ kolu olduğunu düşündüğüm adama çevirdi. ‘’Amacımız o masadakilere zarar vermek ve onlar için en büyük zarar sevdiklerine zarar vermektir. Ölüm emrimi imzalayan ve buna kayıtsız kalan herkesin canına okuyacağım. Bunlar şu iki piç olsa bile.’’

 

Çocuklar korkuyla kollarımın altına iliştiğinde onlardan bir farkım yoktu. Korkuyu en uçlarda yaşıyorum. Bu adam bize neler yapacaktı?

 

Ece’nin kolundan tutup zorla elimden kopardığında yüreğim korudan göğsüme sığmaz oldu. ‘’Bırak onu, lütfen. O daha çok küçük.’’ Kızın küçük bedenini bir itişle yere savurduğunda ayağa kalkıp yanına koşmak istedim ancak daha yetişmeden bu defa benim kolumdan tutup başka bir tarafa savuşturdu. Canım yansa da yanmamış gibi davranıp çocuklara doğru koştum.

 

Deponun içi çocukların ağlayışı, benim bağırışım ve Erdemin kükreyişi ile doluyordu.

 

Ayağıyla Ece’nin başını ezerken yanına koşup kolundan asıldım ancak gücüm yetmiyordu. Yiğit de yanıma gelmiş Erdem’in bacağını ısırarak adeta bana yardım ediyor, Ece’yi kurtarmaya çalışıyordu. Deponun içinde bulunan tek adamı sağ koluyken o ne beni uzaklaştırıyor ne de abisine yardım ediyordu. Çocuklara zarar vermek onun için de fazla gelmiş gibi sadece seyrediyordu.

 

Bedenim bir kez daha yerle buluştuğunda Yiğit’i de sert bir tokatla yere serdi. Ona yönelmesi daha da korkutuyordu çünkü dakikalar geçtikçe sanki yüzü daha da solgunlaşıyor ve kötü bir hale bürünüyordu. Çocuk lösemi kanseriydi, her an bir şey olabilirdi.

 

Ayağa kaldırıp yeniden tokat attığında Yiğit’in iniltiler çıkaran sesini duymak endişelerin en büyüğünü yaşattı. Allah’ım ben ne yapacaktım? Bir tarafta acı içinde kıvranan Ece diğer tarafta sanki son nefesini verir gibi duran Yiğit… Aklım iniltiler içinde kıvranıp duran küçük Aysima’ya gidip geliyor ve canımı daha fazla acıtıyordu. Onlar; Yiğit de, Ece de, Aysima da daha çok küçüktü.

 

Erdem’in yeniden Eceye yöneldiğini fark edince kendimi toparlayıp ona yetişmeden karşısına geçtim ve tüm gücümle göğsünden itekledim. ‘’Dokunma onlara, onlar daha çocuk hiç mi acıman yok senin?’’

 

Göğsüne vuran ellerimi bileklerinden yakalayıp arkamda birleştirdikten sonra bedenimi yere fırlattı. Hemen ardından örtümün üzerinden ensemdeki toplu saçımı yakaladığındaysa kafamı zemine ardı ardına öyle bir vurdu ki gözlerimin önünün karardığını ve beynimim adeta zonkladığını hissettim. ‘’kimsin ulan sen!’’ vurmakla kalmıyor aynı zamanda başımda haykırıyordu. Bu şey bana beş yaşımı ve babamı hatırlattığında gözümden yaşlar süzüldü. Tıpkı o da sadece dövmekle yetinmez üzerimde bir boğa gibi böğürürdü.

 

Başımı son kez sertçe beton zemine vurduğundaysa bu defa etrafım tamamıyla karanlığa gömüldü.

***

 

Karanlık gece...

Karanlık oda...

Karanlık...

Zifiri karanlık...

 

Ufacık bir beyazlığın, aydınlığın olmadığı küçük hücremde kapının önüne diz çökmüş oturuyorum.

 

"Anne, babama niye söyledin ki?"

 

"Hak ettin çünkü."

 

Kapının ardından gelen sert ve acımasız kadın sesi korkumu daha da alevlendiriyordu. Bir annenin sesi bu kadar korkutucu olmamalıydı. Anne sesi şefkat ve merhamet sunmalıydı çocuğunun kalbine. Korkutmak yerine sakinleştirmeliydi.

 

"Ama bilerek yapmadım ki anne, bilerek kırmadım o vazoyu."

 

"Benim en sevdiğim vazoydu o, sen kırdın ve cezanı çekmelisin Aysima!"

 

Kırılan bir vazo değildi sadece. Kalbim bir kez daha bin parçaya ayrılıyordu. Basit bir vazodan dahi değersiz oluşum hem kalbimi hem de gururumu parçalıyordu.

Bir vazonun bedeli dövülüp karanlık odaya atılmak olmamalıydı.

 

"Beni niye sevmiyorsun anne?.."

 

Sessizlik ve ardından uzaklaşan adım sesleri. Cevabı verilemeyen belki de bininci soru. Aynı soru ve aynı sessizlik.

Anlamıyorum, bu zulmün sebebini anlayamayacağım...

 

Geçmişten gelen bir anıyla zihnim uğuldarken müthiş bir ağrı hissediyordum. Gözlerimi açamıyor ve elimi dahi kıpırdatmak güç geliyordu. Etrafta küçük fısıldaşmalar duysam da bunların kime ait olduğunu seçemiyordum bir türlü.

 

Yanaklarımda dolanan küçük dokunuşlar ve elimdeki sıcaklık gözlerimi açmam için beni zorluyordu. ‘’Hadi Aysima abla, aç gözlerini.’’ Küçük bir kız çocuğu sesi derinlerden gibi geldiğinde gözlerimi zoraki açtım ve karşımda gördüğüm ilk şey koyu kahverengi gözlerdi. Yine kabusumu mu yaşıyordum ben?

 

Gözlerimi yeniden kapayıp açtığımda zihnim nerede olduğumu hatırlatmıştı. Yiğit yüzüme doğru eğilmiş ve açtığı endişeli gözleriyle bana bakıyordu. Gözleri… rüyamdaki adamın gözlerine ne kadar çok benziyordu?

 

‘’Aysima abla iyi misin?’’ Ecenin endişeyle çıkan sesi yeniden kulaklarıma ulaşınca bu defa ona döndüm. Büyük bir korku içinde bana bakıyordu kızarmış gözleriyle. Siyah saçları birbirine girmişti ve alnında küçük bir yara vardı.

 

‘’İ-iyiyim canım, korkmayın.’’ Sesim kendime bile yabancı geldiğine zorla bedenimi hareket ettirip yerimden doğruldum ve oturdum. Beynim gerçekten patlayacak gibiydi. Burnum kanamış olacak ki kurumuş kanların dudaklarıma yapıştığını hissettiğimde iğrenerek elimin tersiyle sildim.

‘’Sana bir şey oldu zannettik, çok korktuk.’’ Bu defa Yiğit endişeyle konuştuğunda ona bakıp yanağını okşadım. Yavaş yavaş konuşurken gözlerim kapanacak gibi hissediyordum ‘’İyiyim ben, asıl s-siz nasılsınız? Başka bir şey yaptı mı size?’’ İyi değildim, Erdem başımı defalarca yere çarptığı için kanamış ve alnımdan kanlar süzülmüştü. Yanağımın da yere sürtmesi sonucu yandığını hissederken beynimin hâlâ zonkladığını hissediyordum.

 

‘’Hayır yapmadı, sen bayılınca çıkıp gitti.’’ Etraf oldukça kararmıştı. Tepedeki küçük boşluktan gelen ay ışığı depoyu aydınlatmasa da yine de zifiri karanlığa bürünmesine de izin vermiyordu. ‘’Aysima abla, napıcaz?’’ Ece’nin çaresiz sorusu beni daha büyük bir çaresizliğe itiyordu. Ne yapacağımız hakkında hiçbir fikrim yoktu. Öyle bir ümitsizliğe düşmüştüm ki eğer şu an reglin son günlerini yaşıyor olmasaydım, üç ayda bir olan şey de tam bu haftayı bulmuştu, teyemmüm abdesti alır ve son saatlerimi namaz kılarak geçirebilirdim çünkü kurtuluşa dair hiçbir umut yoktu. Adam nerdeyse, çocukları da beni de öldürecekti.

 

‘’Bilmiyorum Ece’ciğim, bilmiyorum. Bir şeyler yapmamız lazım ama ne?’’ Yiğit’in gitgide solan yüzü ve artan titremesi beni en çok korkutan şey olmuştu. Buradan çıkmalıydık yoksa bu çocuk gerçekten ölecekti. Az önce Erdem’in tüm öfkesine kendime çevirip çocukları biraz da olsa korumuştum ancak üzerindeki hastalıktan onu koruyamazdım.

 

Güçlükle ayağa kalktığımda dün üzerlerine sardığım kıyafetimi yine ikisine sardım. Yiğit’in hastalığı bir yana neredeyse iki gündür açtılar ve bu iyice yorgun düşmelerine sebep oluyor onları daha da üşütüyordu.

Allah’ım ben ne yapacaktım şimdi?

 

Erdem’in buradan gitmiş olduğunu umarak dışarıda bekleyen adamlardan yardım isteyecektim. Belki biraz olsun acırlar ve en azından birkaç parça yiyecek verirlerdi.

 

Kapıya yaklaşıp var gücümle vurdum. ‘’Hey, orda kimse var mı?’’ Herhangi bir karşılık gelmedi ancak adım sesleri duyuluyordu. ‘’Biliyorum oradasınız. Lütfen yardım edin; en azından yiyecek bir şeyler, birkaç yudum su verin. Çocuklar çok aç, üşüyorlar. Lütfen biraz olsun yardım edin.’’ Yine herhangi bir karşılık alamazken susmadım. Yardım gelene kadar susmayacaktım çünkü çocukların gerçekten hali hiç iyi değildi. ‘’Lütfen onlara acıyın, onlar daha küçücük. Günahsız, çok masumlar. Lütfen, yalvarıyorum size.’’

 

Yine ses yoktu hatta bu kez adımların uzaklaştığını ve bir arabanın açıldığını duydum. Onlar da mı gidiyorlardı?

 

Yılmışlıkla gözlerimden yaş aktığında dünyanın en çaresiz insanıydım. Yanımda iki küçük çocuk vardı ve belki de başlarına en kötüsü gelecekti. Ben onlar için hiçbir şey yapamazken bulunduğum karanlık ortam da bana hiç yardımcı olmuyor, sadece korkmam için o bile yeterli geliyordu.

 

Yaklaşık otuz saniye sonra açılan araba kapısı kapandığında tekrardan adım sesleri duyuldu. Hemen ardından cıyırtıyla kapı açılırken birkaç adım geriye gittim korkuyla. Bir adam elinde tutuğu bir şişe su ve birkaç paket bisküvi ve çikolata ile karşımdaydı.

 

‘’Al bunları ve hemen yiyin. Daha sonra haber et paketleri alacağım.’’ Mutlulukla ellerim paketlere uzandığında hemen geri çekti. ‘’Eğer Erdem abiye bir şey söylersen onlar benim kafama sıkmadan ben sana sıkarım, tamam mı?’’ Başımı hızlıca sallayıp kabul ettim, bunu yapacak kadar aptal değildim zaten. ‘’Çocuklara da söyle, konuşmasınlar.’’

 

Paketleri elinden aldığımda kapı ardımdan kapanırken aldığım darbeler sonrası olabildiği kadarıyla hızlı adım atıp çocukların yanına gittim. Ellerimdeki şeylerle mutlu olduklarını görmek beni daha da sevindiriyordu. ‘’Alın önce suyu için.’’ Önce Eceye sonra da Yiğit’e biraz içirdikten sonra kapağını kapatıp kenar koydum ve bisküvi paketlerini açtım. ‘’Hadi kimse gelmeden hemen yiyin.’’ İki el birden yiyeceklere uzandığında bu kadar acıkmış olduklarına şahit olmak daha da canımı sıkıyordu. Resmen küçücük çocuklardan intikam alıyorlardı.

 

Çocuklar iştahla önlerindeki abur cuburları yerken Ece bir anlığına bana baktı ve elindeki kremalı bisküviyi uzattı. ‘’Aysima abla, sen neden yemiyorsun? Al bunu ye.’’ Başımı iki yana sallayıp elindekini geri çevirdim. ‘’Ben aç değilim, siz yiyin hadi.’’

 

‘’Nasıl aç değilsin, sen de yemedin ki bir şey.’’ Tebessüm etmeye kendimi zorladığımda saçlarını okşadım. ‘’Sabah Yiğit’in bir süper güce sahip olduğunu görmüştün hatırlıyor musun?’’ Ece burnunu kıvırırken başını sallamış ve ‘’Evet!’’ diyerek beni onaylamıştı. ‘’Hah işte benim de öyle bir özelliğim var.’’

 

‘’Nasıl yani sen de benim gibi çişini ayakta yapabiliyor musun?’’ küçük bir kıkırdama dudaklarımdan dökülürken başımı iki yana salladım. ‘’Hayır canım öyle değil, ben yemek yemeden günlerce aç kalabiliyorum daha doğrusu acıkmıyorum.’’ Elbette acıkıyordum ancak bu katlanılabilirdi. Hem çocuklar bu kadar açken onların yemeğini paylaşamazdım.

 

‘’O ha, benim de bir süper gücüm olsuuuun!’’ Ece hayretlerle bakıp kendinde olmayan süper güce isyan ederken Yiğit yerdeki bir çikolatayı alıp bana uzattı. ‘’Al o zaman bunu ye, çikolata yemek değil; aç olmasan bile yiyebilirsin.’’ Uzattığı şey boğazımda koca bir yumru oluşturmuş ve gözlerimi anında doldurmuştu. Elindeki çikolatalı gofret bile beni çocukluğumun acı dolu anlarına sürüklüyor ve zihnimdeki prangaları hatırlatıyordu.

 

‘’Aysima abla.’’ Ece’nin sesi ile kendime geldiğimde başımı iki yana salladım. ‘’Ben çikolata yemem Yiğit, benim yerime ikiniz paylaşıp yiyin olur mu?’’ Hayretler içinde bana baktıklarında çok şaşırmış görünüyorlardı. ‘’Nasıl yani, çikolatayı sevmiyor musun?’’

 

‘’Çikolatayı kim sevmez ki, o dünyadaki en güzel şey.’’

 

Seviyor muyum, bilmiyorum. Sevmiyor muyum, onu da bilmiyorum. Ben hayatım boyunca hiç çikolata yememiştim. Tadı nasıldı bilmiyorum yani. Şekerli bir şey olduğunu biliyorum ancak cesaret edip tadına bakamamıştım.

 

‘’Çikolatayla aram yok hiç, siz benim yerime yiyin.’’ Daha fazla konuşmalarına izin veremden önlerindekileri bitirtmiş ardından çikolatayı da yedikten sonra kalan suyu da ikisine paylaştırmıştım.

 

Elimde boş paketlerle kapının önünde durduğumda dışarıdaki adama seslendim. ‘’Hey, kapıyı açar mısın? Paketleri vereceğim.’’ Kapı aynı cıyırtıyla açıldığında paketleri adama uzattım. ‘’Teşekkür ederim, Allah razı olsun. Yüreğinizin hâlâ bir yerlerinde merhamet olması iyi bir şey. Teşekkürler.’’ Hiçbir şey söylemeden birkaç saniye baktı sadece ardından kapıyı kapatarak bizi karanlıkla baş başa bıraktı.

***

 

Yıllar gibi süren korku dolu bir gece daha güne kavuştuğunda Ece ve Yiğit kucağımda yatıyor ve ben de onlara sıkıca sarılıyordum. Karınları biraz da olsa doyduğu için daha rahat uyumuşlardı. Üşümesinler diye uymadan önce kıyafetimle ikisini de sıkıca sarmış ve kucağıma çekerek sarılmıştım. Ben mi, elbette üşüyordum ama önemli değildi. Önemli olan çocukların üşümemesiydi.

 

Dışarıda araba sesleri duyulduğunda kulak kesilip dinledim. Sesler uğultulu bir şekilde geliyordu. Birkaç dakika sonra kapı açıldığındaysa Erdem içeri girmiş ve gözleri bir köşeye kıvrılmış bizi bulmuştu.

 

‘’Oh oh, rahata bak. Sanki rehine değiller de özel bir süitte müşteriler.’’ Yüzüne tiksintiyle baktığımda beni umursamıyordu. ‘’Kalkın lan, uyanın! Buraya uyumaya gelmediniz.’’ Çocuklar irkilerek uyanırken içimden beddua ediyordum. ‘’Ne istiyorsun yine?’’

 

‘’Ne istediğim belli. Şu ikisini-‘’ lafını bitirmeden dışardan silah sesleri yükseldiğinde korku ve umut aynı anda bedenimi kuşatmıştı. Eğer Erdem’in adamları birbirine sıkmıyorsa bizi kurtarmaya gelmiş olabilirlerdi.

 

Erdem bu ani baskınla gözlerini kocaman açarken kapıya doğru koşup başını hafifçe eğerek dışarı baktı. ‘‘S*ktir!’’ Dışardaki silah sesleri sanki her geçen saniye daha da artıyordu. Çocukların korku dolu çığlıkları silah sesine karışırken onları korumak adına geriye dönüp duvarla kendi arama almış ve üzerlerine abanmıştım. Dışarıdakiler kimlerdi ve umarım bizi kurtarmak için gelmişlerdi.

 

‘’Korkmayın, bizi kurtarmaya geldiler korkmayın.’’ Sesim onların çığlığı ve silah sesinin arasına karışıyor ve beni duyuyorlar mıydı bilmiyordum. ‘’Lütfen korkmayın; babalarınız, amcalarınız geldi.’’ Anlık olarak arkama baktığımda depoda kimsenin olmadığını fark ettim ancak dışarıdaki çatışma devam ediyordu. ‘’Aysima abla, ne oluyor!’’

 

‘’Korkma canım, lütfen. Baban geldi bizi kurtarmaya.’’

 

Birkaç dakika sonra silah sesi azalsa da bitmemişti ve buradan bir an önce çıkma isteğim hat safhaya ulaşmıştı. Belli ki bir taraf oldukça kalabalıktı ki kısa sürede sesler azalmıştı. Çocukların başları vücuduma doğru gömülüyken bana bakmalarını istedim. ‘’Ben şimdi dışarıda ne oluyor bakıp geleceğim, dışarı çıkmayacağım. Kapıdan bakıp geleceğim. Buradan ayrılamayın tamam mı? Sıkıca sarılın birbirinize.’’

 

‘’Aysima abla gitme!’’ Ece korkuyla bağırırken yanaklarından süzülen yaşları temizledim. ‘’Gitmeyeceğim, sadece kapıdan bakıp döneceğim tamam mı?’’ Ayağa kalktığımda ikisini birbirine sarılı halde bıraktım ve kapıya doğru yöneldim. Dışarıda olanları merak ediyor ve bir an önce buradan çıkmak istiyordum.

 

Birkaç adım atmıştım ki kapıda aniden biri belirdiğinde olduğum yerde dona kaldım. Elinde bir silah tutuyordu ve silahın namlusu çocuklara yönelikti. Anında endişe her yanımı kuşattığında asla düşünmeden sadece iç güdülerimle hareket ettim, belki düşünsem yine aynısını yapardım ancak geç kalırdım.

 

Ani bir hareketle arkamı dönerek kendimi çocukların olduğu tarafa atmam ve omzumda hissettiğim yoğun sızı sadece saniyeler içinde gerçekleşmişti. Ben daha yere düşmeden arkamdaki adamın da haykırışı kulaklarıma ulaştığında onun da vurulduğunu anlamış ve çocukların güvenliği için tebessüm ulaşmıştı dudaklarıma.

 

Dizlerimin üzerine düştüğümde Ece’nin ve Yiğit’in aynı anda ismimi haykırmaları ve içeri birkaç adamın doldurması aynı anda gerçekleşti. Bana koşan çocuklar bir bir adamlar tarafından kucaklandığında önce dizlerimin üzerine düşmüş ardından ellerimin üzerinde öne doğru eğilmiştim. Başımı güçlükle kaldırıp karşıma baktım. Ece babası Batın Cevahir’in kolları arasında, Yiğit ise babası olarak tahmin ettiğim bir adamın kollarında ağlıyordu.

 

Çocukların çığlık sesleri beynimde uğulduyor ve ne dediklerini anlamıyordum ancak babalarının kucaklarında güvenle ağlıyor olduklarını görmek içime müthiş bir ferahlama vermişti. Çok uzaktan gibi gelen ‘’Aysima abla’’ diyerek duyduğum ses oradaki tüm adamların dikkatinin bana çevrilmesini sağlamıştı, beni ancak şimdi fark edebilmişlerdi.

 

Bakışlarım her biri üzerinde dolanırken Yiğit’in yanındaki birkaç adamdan biri dikkatimi çektiğinde onun da, üzerindeki askeri üniforması ve başındaki maskesiyle diğerleri gibi bana baktığını gördüm ve benim asıl dikkatimi çeken maskenin gizleyemediği gözleriydi. Tüm herkesin gözleri benim üzerimdeyken benim bakışlarım tek bir kişideydi.

 

İçime kadar işleyen ve iliklerime kadar titreten koyu kahve bakışları son bir yıldır alışığı olduğum hissiyatı bedenime yüklediğinde kollarımdaki derman bir anda yok olmuştu. Başım yere çarpmaktan son anda kurtarıldığındaysa hafif aralık gözlerimin ardında gördüğüm tek şey o koyu kahve harelerdi. Rüyalarımdaki kadar merhametli bakarken bu kez endişenin de yer edindiğini fark edebilmiştim. Burnuma doğru gelen ferahlatıcı kokusu aklımı bulandırmaya yetmiş ve beni zifiri bir karanlığa gömmüştü.

.

.

Huh, uzuuuunca bir ilk bölümden herkese merhabalar.

 

Şuan sadece kitabı nasıl bulduğunuzu merak ediyorum, umarım beğenmişsinizdir.

 

Eminim baş erkek karakter hangisi; Batın mı, askerlerden biri mi, Yiğit’in amcası mı (!) –spoi ihtimal dahi değil-, rüyalarımızın kahramanı kahve gözlü asker mi kim diye merak ediyorsunuz. Belki kesin bir tahmininiz var ve doğru olabilir.

 

Bu kitap üzerine 2 yıldır çalışıyorum ve güzel bir şey çıkacağına eminim, umarım sizler de beğenirsiniz.

 

Beğenilerinizi ve yorumlarınızı benden esirgemeyin. Chat kısmını okumak çok hoşuma gidiyor. Özellikle bu bölümde Yiğit ve Ece yoğunluktayken onların sohbetlerine olan tepkilerinizi merak ediyorum.

 

Umarım kitap beklentinizi karşılar, sizi seviyorum😘

 

 

Bölüm : 05.07.2025 20:39 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...