12. Bölüm

Bölüm 10-Memleketim Gibi

Gül Kelam
efgan1

Keyifli Okumalar🌹

(Yorum ve beğenileriniz çok kıymetli, destekleriniz için teşekkür ederim.)

*

Bazen araya giren mesafeler iki insanı birbirine daha çok bağlayabilir. Çünkü insan bir şeyin yokluğunda onun değerini daha iyi anlar.

 

Mesela Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu kitabında şöyle bir replik geçer. “Dağlarda ismini bilmediğim bir ot yetişir. İnsan onu daima koklarsa bir zaman sonra kokusunu daha az duymaya başlar. Bunun ilacı, bir zaman onu kendinden mahrum etmektir...”

 

Tıpkı bu paragrafta söylenildiği gibi bazen bir şeyin değeri mahrum kaldıktan sonra anlaşılır.

 

Uluç’la aramıza giren mesafenin birbirimizin değerini anlamamız için olmasını isterdim ama amaç değerimizi anlamak değil uzak kalmaktı. Ona karşı olan bağlılığımın çözülmesiydi. Ondan uzaklaşmak istemem dahası Uluç'un bunu istemesi.

 

Nasıl ki mesafe bazen değeri artırırsa bazen de unutturur. Bizim amacımız ise unutulmak ve unutmak. Çünkü bizim Uluç ile bir olurumuz yok...

***

 

Batınsız bir hayat yaşıyorum son zamanlarda. Yoktu, ne kendisi vardı ne de ondan bir haber…

 

Uuç’un ayağı sakatlanalı bir hafta olmuştu ve bu süreçte Batından yine bir haber yoktu. Bu iyi bir şey olabilirdi ama korkuyordum, daha kötüsünün olmasından korkuyordum.

 

Batın yoktu ve içimdeki bu korku olmasa mutlu bir haftam geçmiş olabilirdi ama yine de pek mümkün olmazdı çünkü bu kez de Uluç değişmişti.

 

Anlıyordu gün geçtikçe ona bağlandığımı, onun için gereğinden fazla endişelendiğimi, gereğinden fazla yardım ettiğimi... Ve bunlar Uluç'un hoşuna giden şeyler değildi. Belki hoşuna gidiyordu ama istemiyordu yine de ve bir kaç gündür istemediğini açık açık gösteriyordu.

 

Uluç benden kaçıyordu.

 

Ona yardım etmemi istemiyordu. Ayağı iyileşmiş değildi ama her şeyi kendi başına halletmeye çalışıyordu. Dahası yemek yapmamı bile istemiyordu. Sorduğumda “Uğraşmanı istemiyorum.” Dese de bu yalandı. İstemediği onun için bir şeyler yapmamdı. Ne benim ona alışmamı istiyordu ne kendisinin bana alışmasını.

 

Geceleri artık oturmuyordu benle. Ne zaman ki yemekten sonra çay demlesem ve yanına salona gitsem çok erken dahi olsa odasına çekiliyordu. Dedim ya benden kaçıyordu.

Ben de artık bunu yapmıyordum, benim yüzümden rahatını bozsun istemiyordum, kendim odama çekiliyordum.

 

Bunun için anlayış gösteriyordum ona. Benim ona bağlanmamı istemeyebilirdi ve bunun için daha bana yardım ediyor bile diyebilirim. Ama yine de bu... canımı gerçekten yakıyordu bazen.

Onun tarafından istenilmemek gerçekten çok acı vericiydi.

 

Bu zamana kadar beni seven olmamıştı. İstenilmeyen biri olmuştum zaten her zaman. Bir yerden sonra özellikle anne babamdan sonra buna alışmıştım ama onun tarafından, Uluç tarafından istenilmemek alışabileceğim bir şey değildi. Çünkü bu zaman kadar bende birilerini istememiştim ki. Birini sevmemiştim. Sadece anne babamdan sevgi ve ilgi istemiştim onlar bunu vermeyince başkalarından da beklememiştim. Ama şimdi Uluç... sevgi bu muydu bilmiyorum ama onun yanında olmak istiyordum, benim yanımda olmasını istiyordum ve şimdi o da diğerleri gibi istemiyordu beni ama bu çok acıtıyordu.

 

Evet belki diğerleri gibi değildi. Belki de beni düşündüğü için beni istemiyordu ama işte ruhum acıyordu yine de. Ona şifa olacak şey, acıtan şeyle aynıydı.

 

Şimdi kahvaltı masasında oturmuş sessizce kahvaltımızı ediyorduk. Ben kahvaltı etmekten ziyade tabağımı karıştırıyorum diyebilirim. Şu günlerde hiçbir şey yemek istemiyordu canım. Bir kaç lokmadan sonra midem bulanıyordu.

Ayrıca aklımda Gamze Hanım da vardı.

 

O günden sonra hiç konuşamamıştık. Bir gelişme olursa söylerim demişti ama haber etmemişti. Demek ki bir gelişme olmamıştı. Ama yine de gün içinde bir arayıp sormak istiyordum . En azından araştırması nasıl gidiyor öğrenirdim.

 

“Aysima!” Uluç’un ani sesiyle irkilince elimdeki çatalı tabağa düşürdüm. Gerçekliğe dönerken daldığımın da o an farkına vardım. “Bana mı dedin?”

 

“Daldın yine, bir şey de yemiyorsun.” Tabağıma döndü bakışlarım, iki parça salatalık haricinde her şey aynı duruyordu. “Canım istemiyor pek bir şey, bir şey mi diyecektin sen?”

 

“Gamze Hanımdan bir haber var mı?” ikimiz de aynı şeyi düşünüyorduk görünüşe göre. “Ben de onu düşünüyordum. Aramadı hiç ama birazdan ben arayacağım. En azından araştırması nasıl gidiyor öğreniriz.” Başını sallayarak karşılık verdi sadece, ben de başka bir şey demedim.

 

Kahvaltıdan sonra evi temizleyip topladım. Uluç ne kadar yapmamamı söylese de onu dinlemeyip yaptım. Sonuçta bu evde ben de kalıyordum artık ve ev işlerini yapmalıydım. Uluç da yardım ediyordu sonuçta normalde. Ama şimdi o yardım edemiyor diye yapmazsam olur muydu hiç. Ona kalsa temizlik için birini çağıracaktı.

 

İşim bitince Gamze Hanım’ı aradım. Nasılsın, iyi misin faslından sonra hemen konuya girdim. “Ben bir gelişme var mı sormak için rahatsız etmiştim sizi aslında.” Derin bir nefes çekti içine, uzun konuşacakmış gibi.

 

“Şöyle ki aslında bir gelişme yok ama iyi bir şekilde ilerliyoruz. Malum gizli yapmaya çalışıyorum bu işi. Sadece çok güvendiğim bir arkadaşımın haberi var. Eğer duyulursa delile ulaşmam çok daha zorlaşır. O yüzden olabildiğince dikkat çekmeden yapmaya çalışıyorum, haliyle yavaş ilerliyorum. Şu an silinmiş şikayet kayıtlarını araştırıyorum ve bir kaç güne halledeceğim, bulacağım.”

 

İçimde umut kıpırtıları oynaşırken bir tebessüm ulaştı dudaklarım. “Öyle mi, bulabilecek misiniz?” Bunu buraya geldiğinde de söylemişti ama ihtimal vermemiştim. “Bulacağım, merak etmeyin.”

 

“Çok teşekkür derim, Allah razı olsun. Başaramasak bile bu iyiliğinizi asla unutmyacağım Gamze Hanım.”

 

“Esağfirullah, bu benim görevim. Ben size haber edeceğim.” Yeniden teşekkür ettikten sonra onu daha fazla meşgul etmemek için aramayı sonlandırdım. İçim son birkaç güne nazaran kıpır kıpırdı. Ufak da olsa bir umuda tutunmak çok iyi hissettiriyordu.

 

Bu gelişmeyi en azından ilerlemeyi Uluç’un da bilmesi gerekiyor diyerek salona geçtim. O da merak ediyordu ki kahvaltıda sormuştu.

 

Uluç koltuklarda değil camın önünde berjere oturmuş dışarı seyrediyordu. Altımızda arabalar gidip geliyor insanlar aceleyle koşturuyordu. Birkaç adım atıp arkasında durdum. “Uluç.”

 

Seslenmemle arkasını dönerken bana baktı dikkatle. “Müsait misin?.” Geçen hafta olsa bu haberi çılgınlar gibi yetiştirebilirdim ona ama şimdi hiçbir şey yapmadığını görsem dahi müsait olup oladığını soruyordum. Hareketleri beni şu birkaç günde kendinden öyle bir itmişti ki artık o eski sıcaklık ve samimiyeti bulamıyordum.

 

“Evet, bir şey mi oldu?”

 

“Gamze Hanım’la konuştum.” İlgisini çekmiş olacak ki tamamen döndü. “Bir gelişme yok ama birkaç güne silinmiş şikayet kayıtlarımı bulacağını söyledi. Kahvaltıda soruştun, söyleyeyim dedim.”

 

“Güzel, sevindim. Sağ ol.” Başka bir şey demeyip yeniden şehir manzarasına yönelince ben de demeyip odama geçtim.

 

Birkaç gündür hayatımın bomboş geçtiğinin fakına vardım. Normalde, kaçırılmadan önce tüm günümü hackerlığa verirdim ve günüm dolu olurdu. Kaçırıldıktan ve Batın belası musallat olduktan sonra da dertten başım kurtulmamış ve uğraşacağım bir şeyler olmuştu. Ama şimdi hiçbir şey yapmıyordum.

 

Elbette Batın’ın bir süredir ortalarda olmaması istemsiz rahat etmeme sebep oluyordu buna karşı değildim ama uğraşacak şeylerimin olmasını da istiyordum çünkü olmazsa düşünmekten kafayı yiyecektim.

 

Kendimi toparlayıp bir şeyler ya da bir kişiyi araştırmak için ayaklanmıştım ki aklıma Uluç’a verdiğim söz geldi. Evdeki eşyaları toplarken ona kek sözü vermiştim ve aradan kaç gün geçmişti, hâlâ o keki yapmamıştım. En iyisi aklıma gelmişken yapmamdı hem bana da uğraş olurdu.

 

Adımlarımı bilgisayarların olduğu odadan çevirip mutfağa çevirdim ve güzel bir tarçınlı cevizli bir kek yaptım. Mezun olduğumdan beri hep evde olduğum için ve hackerlıktan başka da bir şey yapmadığım için mutfakta kendimi geliştirmiştim. Bir tarif için bir çok video izler ve hepsini harmanlayıp en iyisini ortaya çıkarmaya çalışırdım. Bundan dolayı mutfak konusunda oldukça gelişmiştim.

 

Önümdeki kek de bunu doğrularken mutlulukla baktım. Çok güzel kabarmış ve kızarmıştı üstelik iştah açıcı bir şekilde kokuyordu.

 

Hemen bir de çay demleyip Uluç’la ikimize iki tabak hazırladım, umarım beğenirdi. Beğenmeyeceğini pek sanmıyorum çünkü her yapışımda daha da güzel olurdu.

 

Elimde tepsiyle salona girdiğimde Uluç bu defa koltuğa geçmişti. Televizyon açıktı ama telefonuyla ilgileniyordu. Geldiğimi fark edince doğrulup önce elimdeki tepsiye ardından gözlerime baktım. Bakışlarımızın buluşmasıyla tebessüm edip yanına ilerledim.

 

“Sözüm vardı, unutmadım. Biraz geç oldu ama borcumu ödeyeyim dedim.”

 

“Zahmet etmeseydin, ne borcu?” Kaşlarını hafifçe çatıp önüne bıraktığım keke baktı. “Kek, demiştin ya borcun olsun diye.”

 

“Her dediğimi ciddiye alma Aysima.” Neydi şimdi bu. Sesi sanki beni tanı der gibiydi. Tamam aramıza bir sınır koymak istiyor olabilirdi ama bu kadar soğuk davranması da gerçekten kaldırılabilir değildi. Aramıza bir sınır koymak değildi bu, beni hayatından itmekti.

Söylediği şey ile yüzümdeki tebessüm sönmüştü anında yine de bir şey demeyip teki koltuğa geçtim, oturdum.

 

Elime çay bardağını alıp yudumladım, kek iştahım falan kalmamıştı. Hlabu ki ne umut ve mutlulukla yapmıştım. Uluç dışında her yere bakarak zamanı geçirmeye çalıştım ama yiyip yemediğini, sevip sevmediğini çok merak ediyordum.

 

Bir süre sonra merakım galip gelince göz ucuyla tabağına bakmıştım ki moralim daha da bozuldu, kekten sadec tek bir çatal almış ve başka dokunmamıştı. “Sevmedin mi?” sesim kontrolüm dışında meraklı ama üzgün şekilde çıkarken yüzüne baktım.

 

“Sevmedim.” Verdiği cevap ile afalladım bir an. Her türlü cevabı; canım istemedi, tokum, sonra yiyeceğim hatta tarçına alerjim var demesini bile bekliyordum ama bu cevabı beklemiyordum. “Ben…” ne diyeceğimi bilemezken şaşkınca kalakaldım bir süre. “Neyini sevmedin, söyle bir daha yaparsam dikkat ederim.”

 

Baktı, koyu kahverengi gözlerini yüzümde dolandırdı. Birazdan söyleyeceklerinin bende nasıl bir yıkım oluşturacağını bilmeden acımasızlıkla baktı hem de. “Bence sen bir daha yapma Aysiam. Annenle en kötüsü babanla hiç mi bir şey pişirmedin. Kusura bakma ama Yiğit yapsa daha iyi yapar.”

 

Sarf ettiği onca kelime boğazımda birer düğüm oluşturdu. Nefes almayı bile durdurdu sanki. Aptal gibi bir şey hissettim kendimi o an. Bakışlarım kendiliğinden çekildi Uluç’tan ve yavaşça önüme döndü.

Ağzımı açtım, bir şey söylemek istedim söyleyemedim. Gözlerim dolu Uluç’a göstermedim.

 

Bir insan bilmeden nasıl yakardı bir insanın canını, şu an iliklerime kadar öğrendim.

 

“Ben… Haklısın.” Hem de hiç olmadığı kadar haklıydı. “Ben kalkayım az başım ağrıyor, biraz yatarsam iyi gelir.” Son cümlemi alel ecele söyledim.

 

Hızla yerimden kalkıp kendi kek tabağımı ve Uluç'un tabağını alıp mutfağa geçtim. Kekin tadına dahi bakmadan çöpe attım hepsini de, kek kalıbındakileri de boşalttım.

Güzeldi bence kek, Uluç aramızı açmak için demişti kesin kekin tadının kötü olduğunu ama yine de tamamıyla inanmak istemedim buna. İçimde bir umut kalsın istedim. Eğer tadına bakarsam o umut da gidecekti.

 

Ağlamamak için kendimi zor tutarken odama geçip örtümü çıkararak yatağa girdim. Nevresimi başıma kadar çekip tüm dünyadan soyutlanmak istedim. Gözlerimden yaşlar süzülürken ufak bir hıçkırık da döküldü dudaklarımdan. Elimi yumruk yapıp dişlerimin arasına koydum, gizlemeliydim. Kimseye duyurmamalıydım.

 

Geçmiyordu, geçmeyecekti. Annemin yokluğu, babamın yokluğu büyüsem de geçmiyordu. Bıraktıkları yaralar hâlâ kanıyordu. Beni terk edip gidişleriniz üzerinden on sekiz sene geçmişti ama yokluklarının acısı geçip gitmiyordu. Keşke, keşke kendileriyle birlikte bana yükledikleri ağır acıları da götürüp gidebilselerdi…

 

Ne çok şeyden mahrum bırakmışlardı beni. Sevgiden, ilgiden, merhametten, oyunlarından, gülümsemelerinden, güzel yemeklerden, temiz kıyafetlerden, çikolatadan, kek yapmayı öğretmekten... Her şeyden.

 

Ben ne yapmıştım ki onlara? Benim ne suçum vardı? Yaklaşık yedi yaşıma kadar kalmıştım onlarla, o yaşa kadar işlediğim hangi suç benden nefret etmelerine neden olabilirdi? Niye sevmemişlerdi beni? Bu sorunun cevabını çocukluğumdan beri düşünüyor ama bir türlü bulamıyordum. Sanırım ölene kadar da öğrenmeyecektim. Ama ahiret günü geldiğinde hesabımı soracaktım onlardan teker teker.

 

Bana yaşattıkları, yaşamama sebep oldukları bu acıların hesabını soracaktım. Bu dünyada hesabı sorulabilir bir suç değildi bu. Bu dünyada cezalarını çekemeyeceklerdi ama ahirette benden kurtuluşları yoktu. Kimseye beselemediğim kadar; Batın'a bile, anne olmama engel olanlara bile beselemediğim kadar nefret besliyordum onlara. Ve o nefret her gün artıyordu. Onlardan her geçen gün iğreniyordum.

 

Göz yaşlarım yastığıma karışırken hıçkırıklarımı tutmaktan nefesi zor alıyordum. Uluç duymamalıydı ağladığımı, ona duyurmak istemiyordum.

Ah Uluç.

Canımı ne kadar yakacağının farkında olsaydın söyler miydin yine bu cümleleri? Senin için sadece yaptığı kek beğenilmemiş biriydim ben ama öyle değildi gerçekte. Canımı hiç yakamayacağın kadar çok yaktın. Ama yine bilmeden belki de istemeden...

 

Tamam, ailemin bana yaşattıklarını bilmiyordu hatta yetimhanede büyüdüğümü bile bilmiyordu ama yine de bu gün ailesi olmayan birine bu cümleler kurulabilir miydi?

 

Uzunca bir süre göz yaşları içinde kaldım yatakta. Sonrasına ağlamaktan yorgun düştüğüm için mi bilmiyorum uyuyakaldım. Uyandığımda ikindi olmuş ve vakit de girmişti. Yataktan kalmak ölüm gibi gelse de kalkabildim. Koridordaki banyoya gidip abdest aldım ve namazımı kıldım.

 

Ağlayarak uyuduğum için gözlerim biraz şişti ve başım ağrıyordu. Yatağıma geçip başımı ellerimin arasına aldım. Masaj yaparak ağrısını hafifletmeye çalışsam da pek başarılı olduğum söylenemezdi.

 

Odadan çıkasım yoktu hiç, sadece buraya kapalı kalmak ve hiç çıkmamak istiyordum. Uluç’la bir süre karşılaşmasam iyi olurdu yoksa kalbim onu gördükçe daha da kırılacaktı, biliyorum.

 

Gün bitene kadar da hiç çıkmadım zaten. Yemekle aram yoktu o yüzden bir şeyler yemek için bile çıkmadım. Bir ara laptopumu odama getirip onunla uğraştım, biraz eski işlerime dönmenin iyi geleceğini düşündüm.

 

Batın’ı araştırmak istesem de onu göz ardı ettim Zaten hiçbir şey bulamıyordum ve bozuk olan moralimi bir de onu düşünerek iyice bozmak istemedim. Devletin şüpheli olarak gördüğü birkaç ismi araştırdım. Bir tanesinde ufak bir şeyler yakalasam da daha sonrasında iyice ayrıntılı bir araştırma yapmayı planlayarak bir yerden sonra araştırmayı da sonlandırdım.

 

Saat on olduğunda uykum yoktu aslında ama zamanın geçmeyeceğini düşündüğümden yatmaya karar verdim. Bu süreçte Uluç uğramamıştı yanma ve buna bozulmadım desem yalan olur, merak dahi etmemişti.

 

Laptopu masaya bırakıp pijamalarımı giyindim ve yatağa geçtim. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum, zaten gün boyu düşünmekten beynim patlayacak hâle gelişti ama zihnimize asla söz geçiremiyorduk. Bir şeyi düşünme desek bile illa düşünüyordu.

 

Aklımda Uluç vardı, onu her düşündüğümde kalbim mümkünmüş gibi daha çok kırılıyordu. Kalbimi öyle kırmıştı ki her an ağlayasım geliyordu. Batın'ı, yaptıklarını düşünsem daha rahat edeceğimi biliyordum. O yüzden onu getirmeye çalıştım aklıma.

 

Yaptıklarını, yapacaklarını, işkencelerini... onu düşündüm hep ve gerçekten onun verdiği acıyı düşünmek Uluç'u düşünmekten daha iyi hissettirdi. Canımı daha az yaktı.

 

Uykuya dalmadan hemen önce duyduğum sesse dış kapının açılıp kapanma sesiydi, belli ki Uluç gün boyu evde değildi ve şimdi geliyordu.

 

***

 

Uyandığımda saat on biri bulmuştu, sabah namazından biraz Kur’an okumuş ve geri yatmıştım ama bu kadar uyuyacağımı düşünmemiştim.

 

Yataktan kalkıp kapıya ilerledim ve kulağımı kapıya dayadım. Önce ses dinlemeye çalıştım eğer Uluç'un sesini duyarsan hemen çıkmayacaktım dışarı. Biraz bekledikten sonra ses gelmeyince yavaşça açtım kapıyı. Başımı kapıdan dışarı uzatıp etrafa baktım, yoktu. Hızlı ama sessiz adımlarla lavaboya geçip elimi yüzümü yıkadım. Ardından yine odaya geçtim.

 

Üzerimi değiştirdikten sonra yine yatağa uzanıp telefonu aldım elime. Sosyal medyada dolandım biraz, zamanı bir şekilde geçirmeliydim.

 

Uzun süre instagramda reels izledikten sonra bırakıp daha yararlı bir şey yapmak adına elime kitap almıştım ki kapım tıklatıldı. Hemen toparlanıp yatakta oturdum. “Gelebilirsin Uluç.”

 

Kapıyı biraza aralayıp koyu gözlerini üzerimde dolandırdı. “Kahvaltı hazırladım hadi gel.” Kahvaltı mı? Ayağı daha iyileşmemişti ki nasıl yapabildi? Gözlerim istemsiz ayağına gitti, sargısı duruyordu ve yaralı ayağına basmıyordu.

 

Çok fazla baktığımı fark edince gözlerimi yüzüne kaldırdım. “Yok, benim canım istemiyor. Sana afiyet olsun.” İstemiyordum, ne kahvaltı istiyordum ne de bir süre Uluç’u görmeyi istiyordum.

 

Reddedeceğimi beklemiyordu ki yüz ifadesi değişti. “Ama güzel şeyler hazırladım, hem dün akşam da bir şeyler yemedin sanırım.” Dün gece uyumadan önce duyduğum kapı sesiyle anlamıştım, eve geç gelmişti ve yemek yemediğimi bir şekilde anlamıştı. “Canım istemiyor, gerçekten.”

 

“bak eğer dün dediklerimden dolayı-“

 

“Haklıydın, beceremediğim bir şeyi yapmamalıyım. Dediğim gibi şu an hiçbir şey canım istemiyor. Eğer acıkırsam bir şeyler yerim sonra. Şimdi müsaadenle kitap okumak istiyorum.” Elimdeki kitabı gösterdim. Bu defa itiraz edemedi, moralsiz bir şekilde ayrıldı.

 

Kitabı yatağa bırakıp başımı iki ellerim arasına aldım. Şimdi hemen gitmek istemiyordum yanına. İstediğim Uluç'un suçluluk duygusuna kapılması değildi elbette ama içimden gelmiyordu işte.

Belki böyle uzak kalmak ikimize de daha iyi gelebilirdi.

 

Bir zaman sonra vakit öğleyi geçmiş ikindine yol almıştı. Odadan namaz için abdest ve birkaç şey atıştırmak dışında çıkmadım. Bu sürede Laptopumla ilgilendim. Dün gece ağıma düşürmeye çalıştığım adamaları araştırdım, özel hayatları hakkında bir şeyler bulabilir miyim onlara baktım.

Mücahit komutanın tam işine yarayacak şeyler bulamasam da bana yarar sağlayacak, en azından ilerlemem yardımcı olacak şeyler öğrenmiştim.

 

Kendimi araştırmama öyle kaptırmıştım ki Uluç’un kapıyı tıklatmasıyla bir an irkildim. Laptopu hızlıca kapatıp Uluç’a gelebileceğini söyledim. “Müsait miydin?”

 

“Evet, müsaidim.” Aslında Uluç’tan saklamama gerek bir şey yoktu, sonuçları onunla da paylaşacaktım ama bu sürede tek başıma olmak daha iyi geliyordu. Araştırma yaparken birilerinin karışması hoşuma gitmiyordu. “Ablam aradı az önce yemeğe davet ediyorlar.”

 

“Kabul ettin mi?” Başını iki yana salladı. “Önce sana sorayım dedim.” Ne olmuş olursa olsun bu hoşuma gitmedi desem yalan söylerdim, gerçek evlilik bile olmasa bunu sorması mutlu etmişti, aslında olması gereken de buydu.

 

“Bilmem yani geçen gün de davet ettiler gitmedik. Bu sefer de gitmezsek ayıp olabilir.” Eski ben çok değil şundan birkaç önceki ben olsa asla kabul etmezdi bu teklifi ama şu günlerde alıştığımı hissediyordum. İnsanalar hâlâ korkutucu varlıklardı benim için ama Yasemin abla ve ailesi daha kötü hissettirmiyordu. “Gidelim mi o zaman, çok kalmayız.”

 

“Tamam, olur.” Uluç’la aramız iyi olmayabilirdi son zamanlarda ama hıncımı başka insanlardan çıkaracak değildim. Eski Aysima olsa bu tekli kabul etmezdi çünkü yalnızlığı severdi ama bu günlerde kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı bu yüzden kabul etmiştim. Kabullenmemle Uluç odadan çıktı ben de biraz daha oyalanıp ikindi namazımı kıldım.

 

Hazırlanmak için dolabıma açacakken bizi kimin götüreceği aklıma geldi, Uluç’un ayağı henüz iyi değildi. O ayakla araba kullanması tehlikeli olurdu, kaza bile yapabilirdik. Bense araba kullanmayı bile bilmiyordum.

 

Bunu sormak için salona gttim, Uluç yine pencere kenarında oturuyordu. Dalgın görünüyordu ve bundan açıkça hoşlanmadım çünkü beni terslemesinden endişelendim. “Uluç?” Gerçekten de dalgındı sanki bir an irkildi. “İyi misin?”

 

“İyiyim, ne var?” Ters cevabıyla yüzüm asılırken ters ters baktım. “Yok bir şey sordum öyle.” Aramızda kısa bir süre sessizlik oldu. Gözlerimi ondan çekip etrafta gezdirdim, ne diyeceğimi bile unutturmuştu.

 

“Sen bir şey mi söyleyecektin?” Az önceki istekli halim kırılmıştı ama vazgeçmedim. “Neyle gideceğiz biz, taksi çağıralım mı?”

 

“Bu halde araba kullanmayayım; sen kullanır mısın, ehliyetin var mı?” Başımı iki yana salladım. “Araba kullanmayı bile bilmiyorum.”

 

Hiç olmayacak bir şeyi duymuş gibi önce şaşırdı sonra da küçümsercesine sırıttı. İyi değildi; ne tepkileri iyiydi, ne de bakışları… Karşımda tanıdığım Ceyhun Uluç yoktu, bambaşka biri vardı.

Kalbimi kırmak için zihninde ne tür kelimeleri birleştirdiğinden habersiz baktım küçümseyici ifadesine. Halbuki o cümleyi kurmasına bile gerek yoktu, kahverengi hareleri bile kırılmama sebepti.

 

“Sen de bir şey bilmiyormuşsun Aysima. Kek yapamadığını bir yerde anlarım da bu yaşına kadar ailen sana araba kullanmayı da mı öğretmedi?”

“Ailen sana araba kullanmayı da mı öğretmedi?

Ailen sana araba kullanmayı da mı öğretmedi?

Ailen sana araba kullanmayı da mı öğretmedi?”

 

Öğretmedi... O iki insan bana çocuk, çocukluk nedir, neler yapar onu bile öğretmedi.

 

"Öğretmediler! O iki vicdansız bana hiçbir şey öğretmedi! Araba nasıl kullanılır öğretmediler! Kek nasıl yapılır öğretmediler! Annelik ne demek öğretmediler! Babalık ne demek öğretmediler! Çocukluk ne demek, sevgi nedir, merhamet nedir öğretmediler! Mutluluk nedir öğretmediler! Yaşamak nedir öğretmediler!.."

 

Bağıra bağıra bunları söylemek istiyor ama ağzımı dahi açamıyordum. Hiçbir cevap veremeden öylece bekledim karşısında. Çünkü ağzımı kıpırtatacak hal bile kalmamıştı üstümde söylediği cümleyle beraber. Efgan-u lal olmuştum sanki, içim haykırırken dışım ise dilsiz kesilmişti.

 

Başım eğildi öksüz bir çocuk gibi ve bunun sorumlusu Uluç değildi, anne baba olarak bildiğim o iki insandı.

 

“Öğretmediler…” dilim sadece bunu söylemek için dönebildi, başka bir kelime çıkaramadı.

 

Arkamı döndüm, yavaş ve sakin adımlarla odama geçtim. Kapıyı yavaşça kapatıp aynı sakinlikle yatağa oturdum.

 

İçimde kor bir alev vardı, fırtınalar esiyordu aynı zamanda. Yüreğim köze bulanmıştı sanki. Sıkıntıdan kalbim patlayacaktı. Nefes aldığım hava sıcak, zehirli bir buhar gibi geliyordu.

 

Gözlerim karşıdaki duvara sabitlenmiş şekilde duruyordu. Zihnimde Uluç'un söyledikleri yankılanıyordu. Bağırmak istiyordum. Çığlık atmak istiyordum. Haykırmak istiyordum. Efkan olmak istiyordum ama Lal olmaktan ileri gidemiyordum.

 

Tek bir kelime söyleyecek takatim kalmamıştı. Öyle ki hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum ama bırakın ağlamayı gözüm dahi yaşlarla dolmuyordu. Ağlamam bile sessizliği bırakmış dilsiz kesilmişti. Göz yaşlarım içime içime akıyordu.

 

"ANNE!

BABA!

SİZDEN NEFRET EDİYORUM!

SİZDEN ÖLESİYE NEFRET EDİYORUM!

DÜNYA YERİNDEN OYNASA AFFTEMYECEĞİM SİZİ!

 

Kalbimin sizin yüzünüzden acıdığı her defasında nefretim artıyor size karşı. Canımın her yanışında nefretim artıyor. Kor alevler arasında kaldığım her defasında nefretim artıyor.

Ve bu nefreti azaltacak hiçbir şey yok."

 

Bir süre hiç hareket etmeden, olduğum yere çiviyle çakılmış gibi bekledim. Gözümü dahi hareket ettirmiyordum. Nefes aldığımdan bile bir haberdim.

 

Anne babamın yüzünden bu kaçıncı yanışıydı canımın? Onların terk edişleri, sevmeyişleri yüzünden kaçıncı küçültülmemdi? Daha kaç defa acıyacaktı canım onların yüzünden?

 

Niye sevmediler beni, niye? Ne yaptım ben onlara? Benden niye bu kadar nefret ettiler? Canımın bu kadar yanmasına niye müsaade ettiler, izin verdiler?

 

Peki ya Uluç niye yaptı bunu? Ona göre anne babam ölmüşlerdi. Canımın yanacağını biliyordu. Belki küçük yaşta öldüklerini düşünmüyordu. Belki az bir zaman önce öldüklerini zannediyordu ama yine de bu can yakmaz mıydı? Yakardı. O zaman niye ikidir bu acıyı yaşatıyordu bana? Sırf kendinden uzak tutmak için mi? Yoksa arkasına sığınacağı bir kriz mi geçiriyordu yine?

 

Bekledim, sadece bekledim. İçimi yakan bu derin ateşin geçmesi için bekledim ama geçmedi düşündükçe daha da alevlendi.

 

Kapı sessizce tıkırdadığında gel diyen sesim içimin yanışına inat buz gibiydi. Uluç kapıyı aralayıp başını uzattı hafifçe; eğikti başı, utanıyordu söylediklerinden. Demek aklı başına gelmiş, söylediklerini geç de olsa kavrayabilmişti. “Taksi çağırdım, gelir birazdan.”

 

“Gelmeyeceğim, sen git.” Sesim duygusuzdu, bunu o da anlıyordu. “Neden.”

 

“İstemiyorum, halim yok.” Bakışlarına endişe ilişti, bir de endişeleniyor muydu? “Hastaneye gidelim kötü-“

 

“Hayır uyusam geçecek, çıkar mısın lütfen.” Daha fazla ısrar etmedi. “Peki, ben de gitmeyeyim o zaman.”

 

“Sen bilirsin.” Ne yaptığı umurumda değildi.

 

O odadan çıktıktan sonra baş örtümü çıkartıp geçtim yatağa. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum. Hemen uykuya dalıp bu boğucu dünyadan biraz olsun uzaklaşmak istiyorum biran önce.

***

 

Gözlerimi açtığımda etraf kararmıştı. Yandaki çekmecenin üzerinden telefonumu alıp saate baktım. Akşam namazı vaktinin çıkmasına az kalmıştı. Ne kadar çok uyumuştum öyle.

Uyku mahmuru ile yatağımdan kalkıp lavaboya geçtim. Abdestimi aldığım gibi odaya geri döndüm. Biraz daha oyalanırsam namazı kaçıracaktım çünkü.

 

Çok şükür vakit çıkmadan kılabilmiştim namazımı. Yerden kalkmış seccademi topluyordum ki kapı tıklatıldı. Kapıya dönüp gelmesini söyledim. “Tıkırtılarını duydum da öyle geldim. Yemek hazırladım, gel de yiyelim hadi.”

 

“Sen ye, aç değilim ben.” Uluç'un yanına gitmek istemiyordum. Onunla böyle olmak, ondan uzak durmak, ona soğuk davranmak canımı acıtıyordu ama şimdi yakınında olmak da içimden gelmiyordu ki. Sahte bir gülümseme sunmak istemiyordum ona. O da istemiyordu zaten beni; böylelikle daha rahat eder, daha mutlu olurdu herhalde.

 

Hem aç da hissetmiyordum kendimi gerçekten. Hiçbir zaman doğru dürüst bir beslenme düzenim yoktu zaten. Batın'ın oyunlarıyla iyice bozulmuştu. Şu iki kaç haftadır Uluç'un yani sıra düzgünce besleniyordum ama şimdi yine istemiyordum. “Sabah da bir şey yemedin Aysima. Gel hadi.”

 

“Sabah sonradan, acıktığımı hissedince atıştırdım bir şeyler. Acıkırsam öyle yerim yine. Şu an aç değilim.” Uluç biraz bekledi öyle. İtiraz etmek istiyor ama ne diyeceğini bilemiyordu. Ne diyebilirdi ki? O uzaklaştırmıyor muydu zaten beni kendinden. Şimdi ne diye diretebilirdi? O da farkındaydı bunun.

En sonunda pes edip çıktı odadan.

 

O çıktıktan sonra bir süre Kur'an-ı Kerim okudum. Ardından onu bırakıp normal bir kitap alıp onu okumaya başladım. Ben Kur'an okurken yatsı ezanı da okunmuştu. Bir süre daha kitap okuduktan sonra namazımı da kıldım.

 

Uyuduğum için şuan uykum yoktu hiç. Saat de çok geç değildi zaten. En iyisi bir film açıp izlemekti. Aslında başladığım araştırma işime devam edebilirdim ama hiç canım istemiyordu. Yakında Mücahit Komutan kapıma dayanır bir şeyler isterdi ama onlarla uğraşacak istek kalmamıştı artık.

 

İngilizce alt yazılı yabancı bir film açtım. Film bitesiye kadar izledim. Bu süreçte vakit de ilerlemişti epey. Uykum çok olmasa da hafif vardı. Başka da yapacak bir işim yoktu. Yatıp uyuyacaktım.

 

Bilgisayarı kapatıp kalktım yataktan. Pijamalarımı giyinip lavaboya gitmek için odadan çıktım. Salondan kısık seste televizyon sesi geliyordu. Anlaşılan Uluç da uyumamıştı hâlâ. Lavaboya gidip işlerimi hallettikten sonra çıktım.

 

Salondan hala ses geliyordu. İçimden oraya gitmek geliyordum, oraya gidip Uluç'u görmek. Çok kırılmıştım söylediklerine, canımı gerçekten çok yakmıştı ama ondan uzak kalmak daha da acıtıyordu içimi. Uyumdan önce bir kez daha görmek istiyordum yüzünü.

 

Ve isteğime boyun eğerek salona yöneldim. Başka bir sebebim yoktu salona gitmek için. Saçma sapan sebepler sıralayacak değildim. Onu görmek istiyordum, evet. Başka sebebi yoktu. Bu ona karşı kırgınlığımın geçtiği ya unuttuğum anlamına gelmiyordu. Bu başka bir şeydi. Sadece seven insanın yapacağı bir şeydi.

 

Seven insanın yapacağı bir şey… Peki, ben seviyor muydum gerçekten Uluç'u?

 

Salona geçerken aklımda Uluç'a ne diyeceğim vardı. Niye geldiğimi sorduğunda ne cevap verecektim? Seni görmeye geldim diyemezdim herhalde.

Ama çok şükür ki bahane uydurmama gerek kalmayacaktı. Çünkü Uluç koltukta uyuyup kalmıştı.

 

Yanına ilerleyip başucunda durdum. Işığı kapatmıştı ama televizyonun ışığı ile karanlıktan seçiliyordu yüzü.

 

Allah'ım bu ne yüzdü? Bir insan nasıl bu kadar güzel olabilirdi? Sanki gördüğüm tüm güzellikler onda toplanmıştı. Bilmiyorum herkes mi böyle mi görünüyordu yoksa bana mı bu kadar güzel, yakışıklı görünüyordu. Muhtemelen gerçekten de çok güzeldi. Sadece ben böyle görüyor olamazdım.

 

Kendime engel olamayıp diz çöktüm yere. Yüzlerimizin eşit mesafeye gelmesini istemiştim. Saçları yattığı için dağılmıştı hafif. Öyle yumuşak ve dokunulası görünüyordu ki parmak uçarım sızlıyordu yine. Hep böyle mi olacaktı bu? Onu böyle gördüğüm her seferinde dokunmak isteyecek, dokunmadığım her saniye parmaklarım da işkence mi çektirecekti bana?

 

Ellerimi dizlerimin üzerine getirip parmaklarımın ucunu bastırdım. O sızlama geçmeliydi. Başka bir şeye odaklanmalıydım. Gözlerimi kara tutamlarından çekip yüzüne baktım yeniden.

Bir erkeğe kirli sakal bu kadar mı yakışırdı? Normalden biraz daha uzamıştı ama öyle çok da değildi. Kemikli yüzünü sarmıştı. Saçıyla bir uyum içindeydi sanki.

 

İstemsiz derince yutkundum. Acaba dokunsam elime batar mıydı ki? Başka yere odaklanayım derken bu sefer de avuç içlerim karıncalanıyor, o kusursuz sakallara dokunmamak için savaş veriyordum.

 

En iyisi kalkıp gitmekti. Daha fazla bakarsam kendimi tutamayacak, ellerimin ve parmaklarımın isteğini yerine getirecektim.

 

Zorlukla yerimden doğruldum. Gözlerimle etrafta kumandayı aradım. Orta sehpanın üzerindeydi. Kumandayı alacaktım ki o an fark ettim. Uluç'un üzeri açıktı, battaniye getirsem iyi olurdu. Televizyonu kapatmadan salondan çıkıp Uluç'un odasına girdim. Odaya girmemle burnuma Uluç'un korkusunun dolması bir oldu. Hiç etkilenmemiş gibi davranıp dolaptan bir battaniye alarak çıktım odadan.

 

Salona geçtikten sonra battaniyeyi yavaşça Uluç'un uyanmamasına dikkat ederek örttüm üzerini. Televizyonu da kapatıp yatak odasına geçtim. Yatağa geçtikten kısa bir süre sonra uykuya da dalmıştım.

 

*

 

Gece gördüğüm rüya ile irkilerek kalktım yataktan. Nefes nefese kalmıştım yine. Öyle çok korkuyordum ki rüyada, gerçek gibi geliyordu sanki o an. Gerçekten Batın beni uçurumdan aşağı atıyor gibi geliyordu.

 

Yataktan doğrulup saate baktım. Sabah namazı için kurduğum alarmım çalacaktı birazdan. Alarmı kapatıp yataktan kalktım. Abdestimi aldıktan sonra üzerime feracemi geçirip durdum namaza.

 

Namazdan sonra yatağa geçmeden önce mutfağa gitmek istedim. Midem öyle bir gurulduyordu ki bazen acı veriyordu. Bu saate bir şey yemek istemesem de en azından bir meyve yiyebilirdim.

 

Mutfağa geçip buz dolabını karıştırdıktan sonra bir tane salatalık alıp yıkadıktan sonra yemeye başladım. Sessizliği ısırdığım ve kütür kütür yediğim salatalık bozsa da yapacak bir şey yoktu.

 

Bir kaç dakika sonra salatalığı bitirmiştim. Midem biraz yatışmış olsa da az önce dolapta gördüğüm çilekten de canım çekmişti. Bir kaç tane de ondan yiyip çıktım mutfaktan.

 

Tam kaldığım odaya doğru ilerliyordum ki salondan ses geldiğini fark ettim. Sanki ağlama gibi ama değildi. Nefes alış verişleri geliyordu. Merakla adımlarımı salona çevirdim.

 

Uluç koltukta uzanıyor gözleri sıkı sıkıya kapanmış bir şekilde hızlı hızlı nefes alıyordu. Elleriyle üzerindeki battaniyeyi sıkıca tutmuş yumruk haline getirmişti. “Baba... A-Ali.”

 

Endişe ve korkuyla yanına yaklaşıp seslendim. Ama uyanmıyordu. Omuzlarından tutup hafif hafif sarsmaya başladım. Sakince konuşup korkutmadan uyandırmak istiyordum. “Uluç, uyan hadi. Rüya görüyorsun hadi uyan.”

 

Sarsıntımı biraz artırıp biraz daha seslendim. En sonunda irkilerek uyandı. Gözlerini korkuyla açıp yerinden doğruldu hızla. Onun ani uyanışıyla ben de korkup bir adım geriledim.

Hâlâ nefes nefese etrafına bakınıyordu. Yavaşça yanına yaklaşıp konuştum. “Uluç, iyi misin?”

 

Başını bana çevirip gözlerime baktı. Hava henüz aydınlık değildi, ışığı da yakmamıştım sadece koridordan gelen ışık aydınlatmaya çalışıyordu etrafı. Ama bu loş karanlık bile gözlerindeki korku ve kırmızı rengini saklayamıyordu.

 

Gözlerini sıkıca yumup açıyor gördüğü rüyanın etkisinden çıkmaya çalışıyordu ama başarmıyordu sanırım. Elleri titriyor ne yapacağının farkında değil gibiydi. “İyi misi...”

 

“Sus!” Hızla yerinden kalkıp bir o yana bir bu yana dönmeye başladı. “Uluç bak iyi görünmüyorsun, hastane...”

 

“Aysima sus dedim! Odana geç!”

 

“Ama...” Bir hışımla bana dönüp kızgın gözlerini bana dikti ve lafımı yarıda kesti. “Bak Aysima seni incitmek istemiyorum! Odana geç dedim. Hemen!” Öyle kötü görünüyordu ki bu halde asla yalnız bırakmak istemiyordum onu. Onun için bir şey yapmak istiyor ama yapamıyordum da. Aklıma bir anda geçen gün gördüğüm ilaçlar geldi.

 

Bir kaç gün önce hatta sanırım tam bir hafta önceydi. Sabah uyandığımda başım feci bir şekilde ağrıyordu. Kahvaltımı yapıp bir süre bekledim. Ama ağrı geçmemişti. Uluç evde değildi. O yaralı ayağıyla ne kadar önemliyse artık çok önemli bir işi olduğunu söyleyip çıkmıştı evden. Ne kadar ben de geleyim dediysem de kabul etmemişti.

 

O evde olmayınca ağrı kesicilerin nerde olduğunu bulmak için de aramaya koyulmuştum haliyle. Bir kaç yere bakıp bulamayınca odasına geçtim. Çekmecelerden birini açınca bir kaç tane ilaç çıktı karşıma. Hangisi kullanabileceğimi öğrenmek için internette küçük bir araştırma yapmaya karar verdim.

 

İlki karın ağrısı içindi, ikinci olan işime yarar umuduyla ismine baktığımda şaşkınlık ve endişeyle bakakalmıştım kutuya. Bu ilaç benim yıllar önce psikolojik tedavi görürken kullandığım, sinir krizi geçirdiğimde almak zorunda olduğum ilaçtı.

 

O dönem sürekli kriz geçiriyordum. Bu ilacı almak istemesem de müdire anne veriyordu zorla. Çünkü alınca sakinleşiyordum ama bu sefer beynim uyuşuyor gibi hissediyor ve hareketlerime engel olamıyordum. İlacı almadan önce saldırgan oluyordum evet hatta bağırıp çağırıyordum ama ilacı alınca da hareketlerime müdahale edemiyordum. Yaptıklarımın farkında olmuyordum yine de. Sadece saldırganlığımı yatıştıryor ve beynimi uyuşturuyordu.

 

Sonradan öğrendim ki beynimin çok fazla uyuşma sebebi, müdire anne hemen sakinleşeyim diye fazla fazla veriyormuş ilacı. Normalde sadece sakinleşmem gerekirken beynim de uyuşuyordu benim. Evet yine bir süre hareketlerime müdahale edemeyecek halde olacaktım, yaptıklarımın farkında olmayacaktım ama beynim uyuşmayacaktı en azından. Hırçınlığım geçecekti ama o iğrenç beyin sarsıntısını geçirmeyecektim.

 

İlaçları bulduğum an geçmişi hatırlamıştım. Sonradan beynime dank etmişti. Uluç da kullanıyordu demek bunları. Ama ben hiç görmemiştim onu kullanırken. Belki çok nadiren kullanıyordu.

 

Uluç karşımda sinir krizi geçirirken o ilaçlar geldi aklıma. Hemen salondan çıkıp odasına girdim. İstediğim ilacı alıp mutfaktan da bir bardak su doldurarak tekrardan salona geçtim.

 

Koltuğa oturmuş dirsekleri bacaklarına yaslı, avuçlarına da başını koymuş bir şekilde bekliyordu. Yavaşça yanına yaklaşıp bir adım ötesine durdum. Sesimi duymuş olacak ki başını kaldırıp bana baktı. “Sana odana gitmeni söylemiştim Aysima.”

 

“Gideceğim, ama önce bu ilaçları alır mısın?” Uluç elimde tuttuğum ilacı görünce hızla yerinden kalkıp çatık kaslarının altından sorgularcasına konuştu. “Ne onlar?”

 

“Sakinleşmen için. İyi gelecek, biliyorsun. Al iç hadi.

 

“Ben onları hayatta içmem. Onları da al git hadi odana.”

 

“Neden? İyi gelecek sana.” Başını iki yana salladı hızlıca, bir deliden farkı yoktu. “İyi falan gelmeyecek.”

 

“Yeteri kadar alırsan iyi gelecek, güven bana.”

 

“İstemiyorum, anlamıyor musun Aysima. Gitsene odana. İki gündür çıkmıyorsun odandan. Şimdi de git çıkma hadi. Şimdi de yalnız bırak beni hadi.” Ne yani şimdi trip mi atıyordu bana. Acaba o odadan çok istediğim için mi çıkmamıştım ben. Sırf o beni istemiyor diye kapattım kendimi oraya ben.

 

Bir an sinirlensem de sakin kalmalıydım. Şu an bir tane sinir krizi geçiren yeterdi şu eve. “Ben senin rahat etmen için dolanamıyorum evde.”

 

İnanmaz ve sahte bir gülümseme ile karşılık verdi. “Ben de ne rahat ediyorum o halde değil mi, inanamazsın rahatlığıma. Sen o oradayken, yanımda değilken ne rahatım ama.” Sesi öfke dolu ve dalga geçer gibiydi. “Uluç sen beni istemiyorsun, ben de sana istediğini...”

 

“Boş versene Aysima. Benim isteğim niye önemli senin için? Niye her istediğimi yapmaya çalışıyorsun? Niye yanımda durmuyorsun?” Gerçekten dediklerinin farkında değildi. Yanındayken istemediğini bile bile gurursuzca duracak mıydım yanında? “Ne dediğin farkında değilsin Uluç. Lütfen şu ilacı al ve sakinleş. Sonra konuşalım olur mu?”

 

Sinirle ellerini saçlarından çekiştirerek geçirip yüksek sesle konuştu. “Ben o lanet ilacı almak istemiyorum. Beynimi yiyor o.”

 

“Hayır, eğer yeteri kadar dozda alırsan hiç bir şey olmaz.”

 

“Hiç bir faydası yok o ilacın. Onu alınca hareketlerimi, dediklerimi kontrol edemiyorum yine de.”

 

“Ama sakinleşeceksin en azından. Daha iyi hissedeceksin kendini.”

 

“Olmaz, alamam. Beynimde böcek olup dolanıyor.” Salonda dolanmaya devem ediyor ben de arkasından takip ediyordum. Şu ilaçtan bir içse sakinleşecekti. “Sana söz veriyorum öyle olmayacak. Bir tane alacaksın sadece. Hatta yarısını bile verebilirim. Sadece sakinleşeceksin, inan bana lütfen.”

 

Uluç sıkıntıyla soluyup arkasını döndü. Nasıl davranması gerektiğinin, nasıl hareket etmesi gerektiğinin farkında değildi. Elimdeki suyu masaya bırakıp tabletten bir tane ilaç çıkardım. Onu da ikiye bölüp benden biraz uzaklaşmış olan Uluç'a bir adım yaklaştım.

 

“Uluç, bak. İkiye böldüm. Yarsını al sadece.” Bana dönüp önce elimdeki ilaca sonra da yüzüme baktı. Kafasını iki yana sallayıp konuştu. “Alamam. Hareketlerimi yine kontrol edemeyeceğim ki. Hiç bir işe yaramayacak.

 

“Şimdi de edemiyorsun. Şimdi de ne dediğinin farkında değilsin. Üstelik şimdi bağırıyorsun bana. Eğer içersen sakin olacaksın, lütfen hadi.”

 

“Sen nerden biliyorsun öyle olacağını?” Geçmişimden hiçbir şey bilmiyorsun Uluç, tek bildiğin o lanet geceydi. Belki bilseydin şu an bu halde olmazdık. “Biliyorum, güven bana.”

 

“Kullandın mı daha önce? Nerden biliyorsun?” Bir çocuk gibi inatçıydı. Niye diretiyordu bu kadar.

 

Tamam kriz geçirdiği için bu kadar inatçıydı, kendimden biliyorum ama yine de... Sakin olmalıyım, sakince cevap vermeliyim. Derin bir nefes aldım. “Evet, ben de kullandım. Ve ne yaşadığını, beyninde karınca dolanır gibi hissettiğini biliyorum. Ama sebebi aşırı dozdan. Yeteri kadar alırsan zarar vermeyecek.”

 

Uluç hiçbir şey demedi. Sadece yüzüme odaklanmış şekilde bakıyor ve gözlerini yüzümün her bir noktasında gezdiriyordu. Bu sefer o yaklaştı bana doğru. Gözleri sanki az önceki kızgınlığını yitirmiş gibiydi. “Sen de kullandın ha?” Odaklandığı tek şey buydu, o ilacı kullanıp kullanmamam. Gözlerindeki o sinir bunu duyunca geçmişti. Yüzü bunu duyunca yumuşamıştı.

 

Sadece başımı sallayıp bekledim.

 

Bakışları ve yüzü yumuşasa da elleri titriyor ve ne yapacağını bilmez bir haldeydi hâlâ. Siniri geçmiş olsa da aklı yerinde değildi tam henüz.

 

Kendini yandaki üçlü koltuğa bırakıp oturdu. Ellerinin titremesinin geçmesi için yumruk yapıp açıyor gözlerini de aynı şekilde açıp kapatıyordu.

 

Bir anda başını öne doğru eğip sol elinin avuç ve bilek kısmının birleştiği yerle başına vurmaya başladı. Telaş ile elimdeki ilacı masaya koyup yanına oturdum. Biran tereddütle ne yapacağımı bilemesem de korku ve endişeyle titreyen elimi elinin üzerine koydum. “Uluç, sakin ol. Lütfen bana bakar mısın?”

 

Bakmayınca diğer elimle de elinin altından tutup avuçlarım arasına aldım sıkıca yumruk yaptığı elini. “Uluç. Bana bak lütfen. Sakin ol.” Bu defa yavaşça başını kaldırıp bana baktı. Gözleri kızarıktı ama korkmuş ve üzgün gibi bakıyordu.

 

Ben de endişe ve üzgün gözlerle ona bakarken kısık bir sesle konuştum. “Sakin ol, lütfen. Bana bak tamam mı gözlerini ayırmadan.”

 

Elini sakince indirip kucağına koydum. Eli hâlâ ellerimin arasındayken vücudunu da benden tarafa doğru döndürdü. Gözleri öyle anlamlıydı ki yine... Hafif kızarık olsa da tüm duyguların yoğunlaştığı belliydi.

Kızarık, yaşlarla dolu gözleri milim atlamadan yüzümde dolanıp gözlerimde durdu. “Özür dilerim.

 

Anlamaz bir şekilde baktım. Ben hiçbir cevap vermeden beklerken o konuşmasına devam etti. “Özür dilerim; çok, çok özür dilerim. Seni üzdüğüm için özür dilerim. Yaptığım ve yapacaklarım için özür dilerim.”

 

Hâlâ avuçlarım arasında olan sol elini oradan çekip sağ yanağıma koydu. Baş parmağı ile nazikçe yanağımı okşayıp bedenini ve yüzünü biraz daha yaklaştırdı.

 

Ben daha cevap vermeden başını hafif eğip bana yaklaştırdı. Gözlerini gözlerimden ayırmadan dudaklarını sol yanağıma bir tüy hafifliğinde kondurdu. Öpücüğü bir tüy kadar hafif olsa da verdiği hissiyat tonlarca ağırlığındaydı.

 

Öyle ki Uluç'un her defasında bana baktığında midemde oluşan o tatlı acı şimdi sanki koca bir köz olmuştu ve midemden kaburgalarıma oradan da kalbime doğru o sıcaklığı yayılıyordu.

 

Ama bu hissiyat ve verdiğim tepki çok farklıydı. O gün okulda o adamın iğrenç dudaklarının ya da evlendiğimiz gün eve giren o adamın dudaklarının verdiği his ile bu öpücüğün verdiği his çok farklıydı.

 

Onlarınki iğrençti, kurtulmak istediğim ve yaşamak istemediğim bir dokunuştu. Ama bu, Uluç'un öpücüğü içime alev topu düşürse de bu alev bilmediğim bir şekilde canımı yakmaktan ziyada tüm vücudumun ısınmasına ve daha önce hiç yaşamadığım duyguların ortaya çıkmasına sebebiyet veriyordu.

 

Bu öpücük hayatım boyunca aldığım en güzel hediye hatta belki de tek hediye olabilirdi. Niye böyle hissetmiştim bilmiyorum ama evet, hediye gibi gelmişti bana.

 

Dudaklarını ve ardından başını geri çekip verdiğim tepkiyi bakmak ister gibi gözlerini gezdirdi yüzümde. Ama ben şaşkınlık dışında hiçbir tepki veremiyordum. Dudaklarının varlığını hâlâ yanağımda hissederken ne gibi hareket etmem, tepki vermem gerektiğini bilmiyordum.

 

Hiçbir iyi veya kötü tepki vermediğimi görünce konuştu. Nefesi yüzüme çarpıyor ve her bir yerini turluyordu. “Özür dilerim. Seni üzdüğüm için, kırdığım için, kendimden uzaklaştırmak zorunda olduğum için özür dilerim. Affet beni.”

 

Ben yine tepkisiz kalınca yüzünü iyice yaklaştırdı yüzüme. Sol elini yanağımdan enseme doğru sürükledi. O elini hareket ettirdikçe tüm tüylerimin diken diken olduğunu hissettim.

 

Başını yana yatırıp boynuma yöneldiğini fark ettim. Ama ne hareket edebiliyor ne de bir şey diyebiliyordum. Nasıl olduğunu anlayamadım; tek bildiğim kulağımın hemen altında, çene kemiğimin bittiği noktada hissettiğim baskıydı.

 

Dudaklarının baskısını hissetmemle gözlerim benden habersiz kapanırken hiç bir tepki vermeden hareketsiz kaldım öylece. O baskıyı hissettiğim andan itibaren bulunduğum ortamdan soyutlanmışım gibi geldi. Tek bildiğim Uluç'un ve o sıcak dudaklarının varlığıydı.

 

Dudaklarının varlığı sürdüğü müddetçe az önce midemde olan o geçmemiş kor alev büyük bir patlamaya dönüştü. Tüm vücudum alevler arasında kaldı sanki.

 

Bu nasıl bir duyguydu Allah'ım. Kalbim duracak gibi hissediyordum. Heyecan ve bu bilmediğim, daha önce hiç tatmadığım duygudan dolayı gerçekten duracaktı kalbim. Çünkü yerine sığmıyor ve sıkışıyordu sanki.

 

Sıcak dudakları bir süre orda kalıp ardından baskıyı azaltarak yavaşça geri çekildi. Ama başı hâlâ orada bekliyordu. Derince bir nefes çekti içine.

 

Nefesi boynuma dolanıyor ama ne kendisini ne de dudaklarını hareket ettirmiyordu. Sadece orda bekliyordu.

 

Zorla gözlerimi açıp olanları algılamaya çalıştım. Hâlâ tepkisiz ve hareketsizdim. Nefes dahi aldığımın farkında değildim. Belki de nefes bile almıyordum.

 

Dakikalar sonra başını hafif geriye çekip alnını boyun girintime soktu. Elini ensemden çekip sağ eliyle beraber belimi sardı sıkıca. O tutuşunu sıkılaştırınca istemsiz ona daha da yaklaştım. Refleksle ellerim omuzlarının biraz aşağısında tutundu.

 

Nefesi boynumu ve gerdanımı okşuyordu. O nefes içimde volkanların patlamasına neden oluyordu. Başını kaldırmadan, duruşunu ve haliyle benim konumumu bozmadan bir kaç saniyelik aralıklarla konuşmasına devam etti.

 

“Lütfen affet beni…” Sesi bin pişmanlık taşıyordu sanki. Her cümlesinden sonra birkaç saniyelik duraklama yaşıyor sonra devam ediyordu. “Kalbini kırdım, seni çok üzdüm özür dilerim. Kendimden uzaklaştırmaya çalıştım çünkü zorundayım, lütfen affet. Aramıza mesafe koyamadığım için affet. Seni kendime, kendimi de sana bağladığım için affet. Senden uzak duramadığım için, duramadığımdan dolayı da seni kendimden uzaklaştırmaya çalıştığım için ve buna devam edeceğim için affet.”

 

Derin bir nefes çekti içine kokumu solumak ister gibi. “Sana aşık olduğum için özür dilerim. Bu kadar çok severken aynı zamanda aramıza mesafe koymak zorunda olduğum için çok üzgünüm, özür dilerim. Affet.”

 

Her bir cümlesini yavaşlık ve aralıklarla söylemişti. Konuştukça dudakları boynumu okşuyordu. Ama benim takıldığım ve kulaklarımda yankılanan tek cümle şuydu:

"Sana aşık olduğum için özür dilerim."

 

Duyduğum cümle tamamen put kestirmişti beni. Nefes dahi almıyordum, alamıyordum. Aşık mı olmuştu bana? Uluç, beni seviyor muydu? Sevgisi farklı bir şekilde miydi yani?

 

Duyduğum ve anladığım gerçekle donakalmışken bir kez daha hissettim Uluç'un dudaklarını. Boynuma küçük bir öpücük daha kondurup başını iyice gömdü oraya. Ellerini daha da sıkılaştırıp kendini tamamen bana yasladı.

 

Öpücükle düşüncelerimden çıktım. Bir süre ne ben hareket ettim ne de o. Sadece onun nefes alış veriş sesi ve nefes hareketleri vardı etrafta.

 

Dakikalar geçtikçe o halde kaldık ve bir süre sonra zorla kendimi toparlayıp kısık bir sesle konuşmak istedim. “Uluç...”

 

“Şşşhh lütfen konuşmayalım, bu anı bozmayalım olur mu?” Hiçbir cevap vermeyerek cevabımı vermiştim aslında.

 

Biraz sonra ellerimi omuzlarından çekip kucağıma koydum. Gözlerime saçları takıldı. Nasıl yumuşak ve parlak görünüyordu yine. Parmaklarım yine sızlarken bu defa hiç düşünmeden ve beklemeden sağ elimi çıkardım başına. Elim ve parmaklarım o yumuşaklığa kavuşunca sakinleşmişlerdi ama çekmeye kalksam yine sızlayacak gibi geliyordu, çekmek de istemiyordum zaten.

 

Sağ elim başının üst tarafını okşarken sol elimi de ensesine koydum. Başımı başına yaklaştırıp derince bir nefes çektim. Tüm kokusunu içime çekmek istiyordum.

 

Uluç son bir defa daha, boynuma gömüldüğü için boğuk çıkan sesiyle konuşup kendini uykuya bıraktı kollarımın arasında. “Çilek gibi kokuyorsun. Ama bu gerçek kokun değil ki. Çilek mi yedin?”

 

Anladığı şeye bir an şaşırsam da dudaklarım iki yana kıvrıldı, gülümsemeden edemedim. O kadar şey söylemişti, şimdi çocuk gibi hiçbir şeyi umursamadan çilek korkusuna takılmıştı.

 

Ayrıca gerçek kokumu biliyordu demek ki. Ne zaman duyumsamıştı acaba kokumu. Umarım beğenmiştir.

 

Kendini uykuya bırakmışken ben ise öylece bekliyordum. Sadece saçlarını okşuyordum. Ama aklımda bin bir tane düşünce vardı.

 

Az önce neler yaşamıştık öyle. Uluç beni öpmüştü. Yanağımdan, boynumdan öpmüştü. Sıcak dudakları öyle güzel dokunmuştu ki tenime...

O anları düşündükçe tüm vücudumu sıcaklık sarıyordu..

 

Seviyorum demişti. Aşık oldum demişti. Uluç bana aşık olmuştu. Beni aşkla seviyordu. Kendisi itiraf etmişti.

 

Bu itirafa sevinmeli miydim, üzülmeli miydim bilmiyorum ama Uluç'un bu duruma pek de sevindiğine emin değilim. Özür dilemişti benden, aşık olduğu için özür dilemişti.

Mutlu olsaydı özür dilemezdi.

 

Şimdi anladığım gerçekle az önce yüzümde oluşan gülümseme kayboldu. Aşık olduğu için benden özür dilemişti. Aşık olduğunu duyunca içimde küçük bir umut yeşermişti bir anda ama şimdi bu gerçeği görünce o umut yerle bir oldu.

 

Bizim Uluç'la bir olurumuz yoktu gerçekten. Bunu da acı bir şekilde öğrenmiş oldum.

.

Epey bir vakit geçmişti. Gökyüzü aydınlanıyor ışığını salona da göndermeye çalışıyordu. Uluç derin bir uykuya dalmıştı. Bense ellerim hâlâ saçlarında öylece bekliyordum.

 

Artık kalksam iyi olur diye düşünerek kalmaya çalıştım. Ama sadece çalıştım. Çünkü Uluç'un tüm bedeni bana yaslanmış bir şekilde duruyordu. Bu da yetmezmiş gibi kollarını hiç bırakmak istemezcesine sıkı sıkıya dolamıştı belime.

 

Uluç'u uyandırıp düzgünce yatmasını söylemek istemedim çünkü öyle derin uyuyordu ki kaldırmaya kıyamadım. Ama bu halde de kalamazdım. Hem benim rahatım yoktu hem de eminim ki Uluç'un. Bu gidişle belimiz ağrıyacaktı.

 

Nasıl yapsam diye düşünürken harekete geçtim. Uluç'u ve haliyle onunla beraber kendimi geriye doğru yatıracaktım. Uluç koltuğa uzanınca kollarını gevşetir ben de üzerinden kalkabilirdim.

 

Yerimde Uluç'un izin verdiği kadarıyla dikleşip Uluç'u yatırmaya çalıştım. O koltuğa uzanırken ben de onun üzerine uzanmış oluyordum. İnşallah tam bu konumdayken uyanmazdı.

 

Uluç uzanmıştı ve çok şükür uyanmamıştı. Ellerimi koltuğun kenarına koyup dikleştim. Bir elimle koltuktan destek alırken diğeriyle Uluç'un kolunu tutup belimden ayırması için çekmeye çalıştım. Ama öyle sıkı sıkıya tutuyordu ki hâlâ çekmek mümkün değildi.

 

Biraz daha uğraştıktan sonra hafif gevşemişti kolları. Ben kurtulabileceğimi zannederken Uluç bir anda yan tarafa döndü. Dönerken beni de kendine çekip kendisi ve koltuk arasında kalmama neden oldu.

 

Ani çekilmeyle dudaklarımdan küçük bir çığlık kopmuştu. Ama Uluç bu sesime uyanmamış ya da uyuma numarası yapıyordu.

 

Yerimden hafif kıpırdanmaya çalıştım fakat Uluç bu sefer kollarını belimde daha da sıkılaştırıp beni iyice kendine bastırdı. Başım çenesinin altında, boynuna gömülü şekilde duruyordu. Başımı kaldırıp yeniden kıpırdandım. Uluç'u uyandırmaktan başka çarem kalmamıştı. “Uluç, uyan hadi. Bırakır mısın beni.”

 

Ses gelmeyince konuşmaya devam ettim. Aynı zamanda harektlerim de artmıştı. “Uluç sana diyorum. Uyan ve çöz şu kollarını.”

 

Homurdandı, kollarını gevşetmek yerine kızgınlıkla iyice sokulup tamamıyla sardı beni kendine. “Sessiz ol Aysima. Uyuyalım sadece, hadi.”

 

“Ama şu halimize bak. Kalk-” Uluç başını biraz geriye çekip uykulu gözlerle gözlerime baktı. Bakışlarıyla lafım yarıda kesildi. “İzin ver kollarımın arasında uyu bugün. İzin ver kollarımın arasında uyutayım seni. İlk ve belki de son kez. Lütfen.”

 

Ardından tekrardan eski konumumuzu gelip çenesini başıma dayadı ve sıkıca sarıldı.

 

Bu defa sesimi çıkarmadım. Hareketlerimi de durdurdum. Sadece daha rahat bir konuma gelmek için kıpırdandım ardından muhteşem konumumu bulup durdum.

 

Başımı boynuna soktum. Sol kolumu beline dolayıp derince bir nefes çektim içime. Tüm kokusu içime dolmuştu.

 

Uluç bir parçası altında kalmış geri kalanı yerde olan battaniyeyi altından çekip üzerimize örttü. Ardından kolunu tekrardan belime dolayıp iyice sokuldu.

 

Uyumadan önce düşünceler içindeydim.

Bu az önce söyledikleri ya da hareketleri bilinçli miydi değil miydi bilmiyorum ama şimdilik benim için önemsizdi. Onun kolları arasında olmak çok, çok güzeldi.

 

Benim şu an kriz geçirmem gerekiyordu. Bir erkek bana bu kadar yakınken kriz geçirmemem olanaksızdı. Ama şimdi krizi geçirmeyi boş verin hayatım boyunca bulunduğum en güzel, en rahat yerdeydim. Yıllarca aradığım ama bulamadığım sıcaklığı şu an Uluç'un kolları arasında, boynuna gömülmüş bir şekilde bulmuştum.

 

Tıpkı şey gibi hissettirmişti, yuvam gibi, memleketim gibi...

 

***

 

Gözlerimi araladım yavaşça. Yerimden kıpırdanmaya çalıştım ama başaramadım. Başımı bulunduğum yerden kaldırıp etrafa bakmak istedim ama karşıma Uluç'un yüzü çıktı. O an aklıma geldi olanlar.

Uluç'un kolları arasında uyumuştum.

 

Konumumuz hâlâ aynıydı. Başım yine boynuna gömülmüş bir şekilde kolum ise beline sarılmıştı. Uluç ise sıkı sıkıya sarıyordu hala beni. Ne yapmam gerektiğini bilemeden durdum bir kaç dakika öyle.

 

Uluç'un kıpırdandığını hissedince neden öyle yaptığımı bilmeden az önce kaldırdığım başımı geri boynuna gömüp uyuyor numarası yaptım. Onun tepkisini -gerçek tepkisini- görmek istiyordum belki de.

 

Uluç kıpırdanmaya devam ederken kolları gevşedi hafif ama hala sarılıydı belime. Sonrası da aniden durdu. Sanırım o da yeni fark ediyordu beni. Acaba olanları hatırlıyor muydu?

 

Hiç kıpırdamadan bekledim. Biraz sonra Uluç tekrardan sıkıca sardı bedenimi. Neden bilmiyorum ama buna mutlu olmuştum. İçimde geri çevrilme korkusu varken bu sarılma rahatlamıştı.

 

Derince bir nefes çektiğini hissettim. Biraz öyle durduktan sonra kollarını gevşetip üzerimdeki sağ kolunu kaldırarak saçlarımı okşadı biraz. Sonra yüzüme düşün saçlarımı geriye çekip yüzümün birazını ortaya çıkardı.

 

Ne yaptığını bilmesem de yüzümün görünen kısmını incelediğine emindim. Biraz o şekilde kıpırdamadan bekledi. Ardından başımın üzerinde, saçlarımda dudaklarının baskısını hissettim.

 

Uyuduğumu zannettiği için rahatça istediğini yapıyordu. Belki de kendince bu fırsatı kaçırmak istemiyordu. Uyandığım zaman bunları yapmayacaktı çünkü; eski tepkilerine, hareketlerine dönecekti.

 

Bir süre kaldık o halde. Uluç'un daha fazla hareket etmeyeceğini anlayınca uyanıyormuş gibi yaptım. Biraz yerimde kıpırdandım, başımı kaldırdım boynundan. Gözlerimi yüzüne çevirdiğimde hiç beklemediğim bir şeyle karşılaştım. Uluç da şimdi bana uyuyor numarası yapıyordu.

 

Bu haline gülümsemeden edemedim. Ben de ona yapmıştım ama o beni uyuyor zannediyordu fakat ben uyumadığını biliyordum.

 

Biraz bekledikten sonra ben de onun gibi hareket etmeye karar verdim. O nasıl korkusuzca bana sarılmıştı, başıma öpücüklerini kondurmuştu ben de yapacaktım. Belki öpemezdim ama dokunabilirdim. Neden böyle davranmak istediğimi bilmiyordum.

 

Uluç'un uyanık olduğunu bilmeme rağmen, birazdan yapacaklarımı bilecek olmasına rağmen ona olan çekimimi bilmesini, isteyerek ona dokunduğumu bilsin istiyordum.

 

Ben de ona bana davrandığı gibi davranacaktım ama aramızda çok büyük bir fark olacaktı. O benim uyuduğumu zannettiği için yapmıştı bu hareketleri ama ben uyumadığını bile bile yapacaktım. O belki uyanık olduğumu bilseydi yapmazdı ama ben her halükarda da yapardım bunu.

 

Önce onun yaptığı gibi tekrardan sıkıca sarıldım. Sarılmamla bedeni kasıldı anında ama fark etmemiş gibi yapıp sarılmaya devam ettim. Biraz sonra başımı biraz geri iterek yüzünü iyice görmeye çalıştım.

Perçemleri alınana dökülmüştü. Parmaklarım istekle karıncalanırken onlara engel olmayıp alnına düşen kara tutamları geriye ittim. Saçlarını düzeltme bahanesiyle okşamıştım da.

 

Daha sonra kapalı gözlerine değdi gözlerim. Kirpikleri ne de mükemmeldi, muazzamdı. Gür, siyah ve uzundu. Ahenkle kıvrılmıştı.

Parmaklarımı saçlarından çekip işaret ve orta parmağımla kirpiklerine dokundum nazikçe. Biraz da orda oyalandıktan sonra avcumla yanağına ve sakallarına dokundum.

 

Hem okşuyor hem sakallarıyla oynuyordum. Sakalları avuç içlerime hafif batıyor ve aynı zamanda normalden biraz daha uzadığı için gıdıklıyordu da. Avcum orada seyahat ederken keyfi yerinde, yerini beğenmişti. Hiç ayrılmak istemiyordu oradan.

 

Bir süre daha oyalandıktan sonra artık oyunumu bitirmem gerektiği düşünüp elimi çektim yanağından. Elimi ikimizin arasına koyup hafif kıpırdandım yerimden. Ama yatmaya devam ediyordum hâlâ.

 

Bu defa Uluç uyanıyormuş gibi yapıp yavaşça açtı göz kapaklarını. O gözlerini açınca az önce cesurca ve korkusuzca ona dokunan ben değilmişim gibi utançla kaçırdım gözlerimi. Yerimden kalkmaya çalıştım. Uluç şaşırır vaziyette bana bakıyordu. En sonunda ben koltukta dikleşmeye çalışırken konuştu. “Aysima ne oluyor?”

 

“Kalkmaya çalışıyorum Uluç, izin verirsen.”

 

Anında kollarını çekip doğruldu. Ben de doğrulup kalktım koltuktan. “O değil. Biz az önceki halimizle... ne oldu?”

 

Şaşkınlık ve inanamaz gözlerle baktım. Ne yani hatırlamıyor muydu hiç bir şeyi. Bu ihtimal aklıma gelmişti ama olmaması için içten içe dua ediyordum. Her şeyi unutması zoruma gidecekti çünkü. “Hatırlamıyor musun?”

 

“Neyi?”

 

“Sabaha karşı olanları.”

 

“H-hayır.” Bakışlarını kaçırınca gerçekten hatırlayıp hatırlamadığına karar veremedim. Hatırlamıyorum demişti ama yalan söylüyor olabilirdi. Hatta bence yalan söylüyordu. Aramıza o iğrenç mesafeyi koymak için yalan söylüyordu.

 

Olanları hatırlamıyormuş gibi yapacak ve rahatça eski tavrına dönebilecekti. Zaten gece de öyle dememiş miydi? Özür dilerken "Aramıza mesafe koymaya devam edeceğim için özür dilerim, affet." demişti. Şimdi de onu yapıyordu.

 

Midemde bir kasılma oldu birden. Yanma hissi gibi ama aynı zamanda bıçak saplanıyor gibiydi. Geceki yediğim salatalık ve çileğin faydası buraya kadardı demek.

 

Acıyla yüzümü buruşturmamak için zor tuttum kendimi. Şuan açlıktan daha önemli bir konumuz vardı. Yüzümü üzgünce ve aynı zamanda öfkeyle şekil verip bakarken o konuşmayacağımı anlayıp devam etti. “Ne olmuştu ki o zaman?”

 

Kırgınlık ve acıyla ona bakıp umursamazca cevap verdim. “Hiç, hiçbir şey olmadı.”

 

“Ne demek bir şey olmadı, biz neden bu haldeydik o zaman? Önemli bir şey...

 

“Olmadı. Eğer önemli bir şey olsaydı senin için o zaman hatırladın. Demek ki önemsizmiş.” Başka bir şey demesini beklemeden çıktım salondan. Lavaboya geçip elimi yüzümü yıkadım.

Hem üzülmüş hem sinirlenmiş hem de kırılmıştım. Olanlar benim için küçük ya da unutup önemsemeyeceğim bir şey değildi.

 

Ben hayatımda ilk kez biriyle uyumuştum. Birine sarılmıştım. Sevgiyle, istekle, mutlulukla kendimi birinin kollarına bırakıp yuvam bilmiştim orayı. Ama şimdi Uluç hiçbir bir şey olmamış gibi davranıyor ve olanları küçük görüp yok sayıyordu. Benim için yok sayılacak bir şey değildi bu.

 

Halbuki gece olanlar ne de farklıydı. Bana aşık olduğunu itiraf etmişti. Beni sevdiğini söylemişti. Yaptıkları için özür dilemişti.

 

Bana sarılmıştı. Öpmüştü beni ya. Hem de üç kez. Sıcak dudakları üç kez sevgiyle tenime değmişti. Konuşurken dudakları boynumu okşamıştı.

Kollarımın arasında uyumuş ve kollarının arasında uyumuştum.

 

Ne kadar da mutlu olmuştum bunları yaşarken. Bir erkekle tek başıma aynı ortamda bulunmaya bile çekinen, korkan ben onun dudaklarının sıcaklığını hediye bilmiştim. Boynunu, kokusunu, kucağını yuvam, memleketim bilmiştim.

 

Başka bir erkeğin en ufak dokunuşunda bile sinir krizine giren ben onun dokunuşlarıyla mest olmuş karşı koymamış, koymak istememiştim.

 

Ama şimdi ne yapıyordu? Sanki hiçbir şey olmamış gibi, eskisi gibi devam ediyordu. Yine beni görmezden gelecek, benden kaçacak, aramıza o iğrenç mesafeyi koyacaktı. Canımı yine yakmaya devam edecekti.

 

Bu muydu aşk peki? Sevgi denilen şey bu muydu? Benim yıllardır hasretini çektiğim dediğim şey böyle bir şey miydi?

Halbuki aşk denen şeyi ben hep güzel olarak hayal etmiştim. İnsanı mutlu eden, gülümseten, ağlatmayan bir duygu zannediyordum. Ama öyle değil miydi?

 

Uluç aşık olduğunu söylemişti ama ben dünkünden farklı hissetmiyordum. Mutlu değildim ki yine. Güzel hissettirmemişti bana. Aksine Uluç aramıza mesafe koymaya devam ediyordu.

 

Ama yeterdi artık. Böyle yok sayılmak çok aşağılayıcıydı. Demek böyle istiyordu. Kabul. Nasıl istiyorsa öyle olsundu. Yok sayılmak istiyorsa yok sayacaktım. Ama kendime işkence ederek değil. İstemeyen oydu beni görmek. O odasına kapanabilirdi. Akşama kadar o odada kapalı kalmayacaktım artık.

 

Lavabodan çıkıp odada üzerimi değiştirdim. Ardından mutfağa geçip kahvaltı hazırlamaya başladım. Uluç da bu süreçte üzerini değiştirip mutfağa geldi. Ses etmeden yardım ediyordu.

 

Kahvaltıyı hazırladıktan sonra birbirimize afiyet olsun diyerek başladık yemeye. Bir süre ses çıkarmadan devam ettik. Doymaya yakın Uluç sıkıntı ve telaş ile soluyup masadan kalktı. Ani hareketine karşılık ben de ona baktım. Merakıma yenik düşüp sordum. “Ne oldu?”

 

“Benim acilen çıkmam gerekiyor. Sen toplarsın değil mi masayı?”

 

“Toplarım da, kötü bir şey yok değil mi?”

 

“Yok yok, merak etme. Ben iki saate gelirim. İstediğin bir şey var mı?”

 

“Yok sağ ol.”

 

“Tamamdır ben çıkıyorum o zaman.” Diyerek bir hışımla çıktı mutfaktan. Ben sandalye de oturup kalmışken dış kapının sesi geldi. Nereye gitmişti acaba?

Geçen hafta da tam bu gün önemli bir işim var diyip gitmişti. Ne önemli işiydi acaba bu?

 

Aman neyse bana ne. Umurumda değil. Nereye giderse gitsin.

 

Tekrardan kahvaltıma dönüp yapmaya devam ettim. Düşünmek istemesem de Uluç vardı aklımda. Nereye gittiğini merak ediyor ama ses çıkarmıyordum.

 

Doyduktan sonra kalkıp masayı topladım. Ardından bulaşıkları yıkayıp evi toplayıp temizledim. Yıkanacak bir kaç kıyafetim vardı. Uluç'un kirlileriyle beraber yıkamam gereken kıyafetleri de makineye koyup çalıştırdım.

 

Bu gün temizliğe verdim kendimi. Tüm evi baştan sona güzelce temizledim. Hem bana da iyi gelmişti temizlik. Kısa süreliğine de olsa dertlerimi unutturmuştu.

 

İşlerimi bitirdikten sonra çay yaptım. Bir bardak doldurup salona geçtim. Nihan’ı arayıp biraz onunla konuştum, uzun zamandır konuşmamıştık. Yaz geldiği için antrenmanların e öğrencilerinin arttığını bu yüzden çok yoğun çalıştığını söyledi. Bir gün buraya çay içmeye geleceğine dair söz verdikten sonra da telefonu kapattı.

 

Konuşmayı bitirince bir bardak daha doldurup oturmuştum ki kapı açılma sesi geldi. Uluç gelmişti. İki saatliğine çıkmıştı ama nerdeyse dört saat olmuştu gideli. Duruşumu bozmadan çayımı içmeye devam ettim. “Afiyet olsun.” Başımı çevirip baktım. Bir kaç saniye kapıda bekledi ardından ikili koltuğa geçti. “Teşekkür ederim.”

 

Sessiz bir şekilde dururken dayanamayıp çay içmek isterse taze olduğunu söyledim. Uluç yerinden kalkıp kendine de bir bardak alıp geri geldi.

 

Bu saate kadar nerede olduğunu deli merak etsem de sormayacaktım. Yaptıkları beni ilgilendirmezdi bundan sonra.

 

Bir süre daha Uluç yokmuş gibi çayımı içip salonda durduktan sonra yatak odasına geçtim. Namazımı kılıp bir tane kitap alıp okumaya başladım.

 

Aradan bir saat kadar geçmişti. Yorulduğumu hissedince masadan kalkıp mutfağa geçtim. Bir bardak su içtim ki içerken de akşama ne yesek diye düşünüyordum. Bu esnada Uluç da mutfağa gelip oturduğum sandalyenin önünde durdu.

Sıkıntılı bir hali vardı sanki.

 

“İyi misin?” Birden sorunca şaşırdım hele de söylediği onca kalp kırıcı sözlerden sonra. “İyiyim. Bir şey mi oldu?”

 

“Yok bir şey olmadı. Merak ettim öyle. Bir sıkıntın yok değil mi?” Var. Çok büyük bir sıkıntım var. Sensin!

 

“Yok.

 

“Dün iyi değildin ya ondan öyle sormak istedim.”

 

“İyiyim artık çok şükür. Bir daha da öyle olmayacağım inşallah.” Olmayacaktım, kararlıyım. “İnşallah. Ben şey diyecektim. Gece olanlar...”

 

“Önemli bir şey olmadı.” Devam etmesine izin ermeden araya girdim, gece ne oldu bilmesine gerek yoktu ki bence biliyordu zaten. “Uykunda kriz geçirdin sonra sakinleşip uyudun. Gece uyanınca arada, seni sakinleştireyim derken uyumuşum ben de. Nasıl sakinleştireceğimi bilmediğim için öyle yanına uzanmış bulundum. Başka da önemli bir şey olmadı.2

 

YALAN!

HEPSİ KOCA BİR YALAN!

 

Yine yalan söylüyordum. Hayatım, hayatımız bir yalan yüzünden bu hale gelmişken hâlâ korkmadan, utanmadan yalan söyleyebiliyordum.

 

Ama bir fark vardı. Uluç biliyordu yalan söylediğimi, böylelikle onu kandırmış oluyor muydum böyle bilmiyorum.

 

Adım gibi emindim, dün geceyi hatırlıyordu. Her şeyi biliyor ama yine de bilmezlikten geliyordu. Ben de, o nasıl oynuyorsa bozmadan devam ediyordum.

Benden beklemediği ama istediği cevapları veriyordum ona. Demek mesafe istiyordu benden, ben de istiyordum artık istemesem de. “Başka bir şey olmadı yani değil mi?

 

“Yok hayır, olmadı.”

 

“Peki.” Biraz sessiz kaldı. “Bu arada bugün iyiysen gerçekten ablamlara gidelim mi?”

 

“Olur. Beni beklemene gerek yoktu aslında.” Gidecektim yemeğe. Sonuçta davet eden Yasemin ablalardı. Onların bir kabahati yoktu. Ayrıca iyice sıkılmıştım evde. Bunu dediğime inanamıyordum ama evden sıkılmıştım, ben sanırım tamamen yalnız olmayı seviyordum. “İkimizi davet ettiler, beraber gideceğiz.”

 

“Neyle gideceğiz. Malum ben araba kullanmayı bilmiyorum. Öyle soğuk ve acı verici söylemiştim ki bu cümleyi benim bile içim yanmıştı soğukluğuyla.

Uluç bir kaç saniye yüzüme baktı ardından toparlandı. “Taksi çağırırız öyle gideriz.”

 

Kaçta gideceğimizi de öğrenip yanından ayrılarak mutfaktan çıktım. Yatak odasına geçip ikindi namazımı kıldım. Duş almak istiyordum ama henüz buna bir türlü alışamamıştım. Uluç evdeyken utanıyor ve tedirgin oluyordum. Neyden tedirgin olduğumu bile bilmiyordum ama oluyordum işte.

 

Cesaretlenip yapmaya karar verdim. Temiz kıyafetlerimi alıp koridorun sonundaki banyoya girdim. Kapıyı kapattıktan sonra kilitleyip hemen vakit kaybetmeden duşumu almaya koyuldum.

 

Duşumu alıp kurulandıktan sonra temiz kıyafetlerimi giyinip başıma havluyu doladım. Yavaşça kapıyı açarak etrafı kolaçan ettim. Görünürde Uluç yoktu. Rahatça banyodan çıkmış odaya ilerliyordum ki salon kapısında Uluç'a çarpmamla ayağım kaydı.

Ben yeri boylayacağımı düşünürken kolumdan ve belimden tutulmamla korktuğum sahne gerçekleşmedi.

 

Korktuğum sahne gerçekleşmemişti ama daha da kötüsü olmuştu. Uluç'un kolları arasındaydım. Onun tarafından tutulmuştum. Geriye doğru eğilmemle başımdaki havlu yeri boylarken ben onun kolları arasında asılı kalmıştım.

 

Hemen kendime gelip doğrularak kurtuldum Uluç'un kolları arasından. Bu bir film ya da dizi değildi. Dakikalarca fon müziği eşliğinde bakışamazdım Uluçla.

 

“İyisin değil mi? Bir yerine bir şey olmadı değil mi?”

 

“Yok iyiyim. Ayağım kaydı sadece. Teşekkür ederim.” Gözleri yüzümden çekilip saçlarımda dolanmaya başladı. Muhtemelen farkında değildi yaptığının.

 

Önüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırıp yerdeki havluyu aldım. Ardından Uluç'a da bir şey demeden odaya girdim.

 

Az önce olan şey hiç olmamış gibi düşünüp hareket ettim. Hiç oyalanmadan saçlarımı taradım. Hava sıcaktı fazlasıyla. O yüzden hiç kurutma gereğinde bulunmadım. Bir kaç dakika açık kalsa hemen hemen kudurdu herhalde.

 

Saçlarımın fazla nemliliği gidince alttan topladım. Yemeğe gitme saatimiz yaklaşıyordu, hazırlansam iyi olurdu? Dolaptan salaş bir elbisemi çıkartıp giyindim. Üzerine de uygun bir şal bulup yaptım. Çantama da gerekli malzemelerimi koyarak çıktım odadan.

 

Salona geçtiğimde Uluç yoktu. Hazırlanıyordu büyük ihtimalle o da. Bir kaç dakika salonda bekledikten sonra Uluç da gelmişti.

 

Altına siyah bir pantolon üzerine beyaz bir tişört giymişti. Tişörtün üzerinde kızıl kahverengi tonlarında düğmeleri açık bir gömlek vardı. Öyle şık ve yakışıklı olmuştu ki yine kendimi bir anda onu süzerken buldum. Kalbim hem ona kırgınken hem nasıl bu kadar hayran da oluyordu bilmiyorum. Ona kırgındım ama muhteşemliğine bakamadan da edemiyordum.

 

İyi ki evlenmiştik de böyle rahatça süzebiliyordum yoksa haram olduğu için hemen çekmem gerekecekti gözlerimi ondan...

 

İyi ki evlenmiş miydik? Onu rahtça süzdüğüm için iyi ki evlenmişiz mi demiştim ben?

Neler saçmalıyordum böyle.

 

Gözlerimi zoraki ondan çekip etrafta gezindirdim. Uluç'un bir an kapıda takıldığını fark ediyordum ama bakmıyordum ona. Bir kaç saniye sonra olduğu yerden yeniden hareketlenip aksayarak yanıma geldi. Ayağı iyileşmiş değildi ama yardım kabul etmiyordu beyefendi.

 

Tekrardan Uluç'a bakmama neden olan şey ise onun konuşması oldu. “Hazırsın sanırım, çıkalım istersen. Ablamlar şoför göndermiş, gelmiştir.”

 

“Tamam hazırım, çıkalım.” Evden çıktığımızda Uluç'un dediği gibi şoför gelmişti. Hiç beklemeden binip Yasemin Ablalara doğru ilerlemeye başladık.

 

Bir süre geçtikten sonra villanın kocaman demir kapısı açıldı. Arabayla içeri girdikten sonra kapılarımızın açılmasıyla indik arabadan. Ben ayağımı yere basar basmaz evin giriş kapısından Yiğit'in bağırarak bana doğru koştuğunu gördüm.

 

“Aysimaaaa!” Bir kaç saniyede yanıma varmıştı. Önümde durunca onun boyuna gelmek için diz çöktüm. O kollarını sıkıca boynuma dolarken ben de kollarımla zayıf bedenini gövdeme bastırdım.

 

“Hoş geldin Aysima. Seni çok özledim.”

 

“Hoş buldum. Ben de seni çok özledim.” Mis gibi kokusu burnuma doluyor içimi huzur kaplıyordu. Ah bu çocuklar... Dünyanın en masum varlıkları.

 

Uzunca sarıldıktan sonra ayrıldık birbirimizden. Yiğit meraklı ve endişeli gözlerini yüzümde gezdirip sağ elini yanağıma koyarak konuşmaya başladı. Baş parmağı ile de hafif hafif okşuyordu yanağımı, tıpkı dayısı gibi... "İyi misin Aysimacıım? Dün hasta olduğun için gelmemişsin annem öyle söyledi."

 

“İyiyim canım benim. Dün birazcık halsizdim dinlenmem gerekti ama şimdi gayet iyiyim.”

 

“Ohh iyi ki iyisin. Yoksa nasıl oynardık seninle? Hem sen hep iyi ol tamam mı? Sen hasta olursan ben çok üzülürüm.” Ben tebessümle Yiğit'i dinlerken, Yiğit lafını bitirdi. Ardından kızgın gözlerini omzumdan arkama bir yere dikti.

 

Nereye baktığına bakmak için arkamı döndüğümde Uluç'u gördüm. Ben dönünce Yiğit de sözlerine başladı. “Sen nasıl bir dayısın ya dayı? Aysimacıma iyi bakmıyor musun sen? Hasta olsun diye mi evlendirdik biz seni onunla?”

 

Normal şartlarda olsaydık, ben dün normal bir hastalık geçirmiş olsaydım Yiğit'in dediklerine gülebilirdim ama şimdi gülemiyordum. Çünkü dün Uluç hasta etmişti beni gerçekten ve hastalığım nezle, öksürük gibi değildi. Kalp hastalığıydı, ruh hastalığıydı. Canımı yakmıştı ama tensel olarak değil psikolojik olarak. Ve bu daha da ağır olandı.

 

Yiğit bilmeden sadece kendince bir tahmin yürütüp dün Uluç yüzünden yemeğe gelemeyecek halde olduğumu söylemişti. Ama Uluç bunun farkında değildi şimdiye kadar. Belki de dün onun yüzünden o halde olduğumu henüz fark ediyordu.

 

Bir iki saniye Uluç'a baktıktan sonra o da gözlerini Yiğit'ten çekip bana baktı. Gözlerinde Yiğit'in söylediğinin doğru olmasının korkusu vardı. Gözlerimi ondan çekip önüme döndüm ve yerimden doğruldum. “Ben şimdi gayet iyiyim Yiğitciğim. Hadi bakalım şimdi içeri girelim artık, anne ve babayı bekletmeyelim.”

 

Yiğit elime tutunup benimle beraber yürümeye başladı. Uluç da arkamızdan geliyordu.

 

Salona geçtiğimizde Yasemin abla ve Serhat abi yukarı kattan iniyorlardı beraber. Bizi görünce yüzlerinde bir tebessüm oluşmuştu. “Hoş geldiniiiz.”

 

“Hoş bulduk.” Yasemin abla benimle sarılırken Uluç ve Serhat abi el sıkışmışlardı. Yasemin abla benden ayrıldıktan sonra Uluç'a da sarıldı sıkıca.

 

Bir süre salonda oturduktan sonra Selma Teyze'nin masayı hazırlamasıyla berber sofraya geçtik.

Selma Teyze yemekleri servis etmeye başlayınca şaşırmadan edememiştim çünkü tüm yemekler sevdiğim şeylerdi. Çorba olarak çeşm-i nigar çorbası vardı. Ana yemek olarak ise fırında kızarmış tavuk yapılmıştı.

 

Yemeğimizi yedikten sonra ben namazımı kılmak için misafir odasına geçerken diğerleri bahçeye çıkmıştı. Hava kararmış olsa da yaz ayına girmiştik artık. Akşamları da hava gayet iyi oluyordu.

 

Namazımı kılıp ben de geçtim yanlarına. Ben bahçeye geçtikten sonra Selma Teyze de kahve ve tatlı getirmişti. Tatlıyı görünce şaşırmam bir kat daha artmıştı. Soğuk baklava vardı. Bu kadarı tevafuk olamazdı herhalde.

 

Kahvemi içip biraz oturduktan sonra Yiğit geçen hafta bahsettiği arabasını göstermek ve oynamak istemişti. Uluçlar otururken ben de bir süre bahçede oyun oynamıştım Yiğitle.

 

Öyle çok eğlenmiştim ki o anlığına tüm derdimi unutmuştum. Uzun zamandır ilk kez bu kadar gülmüş ve eğlenmiştim. Bir ara kendimi öyle oyuna kaptırmıştım Yiğit'in hal ve hareketlerine neredeyse kahkaha atarak gülüyordum. O esnada biraz sakinleşmiştim ki gözüm Yasemin ablaların oturduğu köşeye kaydı ama gözlerim tek bir yeri görüp durdu.

 

Uluç hipnoz olmuş gibi gözünü bize daha doğrusu bana çevirmişti. Gözleri anlamlı dudaklarında minik bir tebessüm vardı.

 

Gözlerimi o taraftan çekip tekrardan Yiğit'e odaklanmaya çalıştım ama bir kez görmüştüm o bakışı nasıl başka şeye odaklanacaktım ki şimdi?

 

Bir kaç dakika daha oynadıktan sonra Yiğit'in de dinlenmesi için beraber oturduk. Zaten sonrasında yardımcılardan biri gelip Yiğit'i uyutmak için odasına götürdü. Tabi gitmeden önce bize öpücüklerini armağan etmeden gitmemişti.

 

Selma Teyze çaylarımızı ikram etmiş ve onları içiyorduk şimdi. Uluç ve Serhat abi şirketleri hakkında konuşuyorlarken biz de Yasemin ablayla havadan sudan konuyorduk öyle.

 

Yasemin abla arada evliliğimiz hakkında bir iki soru soruyor ben de düzgünce cevabımı veriyordum. Elbette aramızdaki sorunları anlatmıyordum ama yakınlık kurduk falan da demiyordum.

 

Yasemin abla ve ben konuşmamızı bitirmiş Uluçları dinlerken Serhat abi birden konuyu değiştirdi, odağı Yasemin abladaydı. “Kazımları duydun mu? Evlat edineceklermiş yetiştirme yurdundan.”

 

Evlat edinme. Yurttan bir çocuğa sahip çıkma. Anne babası olmayan bir çocuğun anne babası olmak... Bunun ne demek olduğunu bilmiyordum. Ama muhtemelen güzel bir şeydi. Yuva sıcaklığının bulunabileceği bir avantajdı.

 

Yıllar önce sanırım dokuz yaşındayken bir aile gelmişti yurda. Müdire anne direkt beni söylemiş. Hiç bir şeye karışmadığımı, sakin, uysal, hırçın bir çocuk olmadığımı söylemiş halbuki odadaki kızlar yüzünden en çok ceza alan çocuk da bendim. O aile de bir kaç hafta boyunca beni izlemiş ve nasıl olduysa en sonunda evlat edinmeye karar vermişler.

 

Müdire anne beni odasına çağırmıştı bir gün. Odasına girdiğimde bir kadın ve bir adam vardı. Müdire anne onların yeni anne babam olduklarını söylemişti. Ama ben kesinlikle reddetmiştim. Asla böyle bir şey istendiğimi söylemiştim.

 

Gitmek istememiştim o aileye çünkü kendi anne babamın vermediği şefkati başkasının vereceğini düşünmüyordum o zaman. Beni sevmeyeceklerini bir gün anne babam gibi bırakıp gideceklerini düşünüyordum.

 

Sonrasında yaşım da ilerleyince evlat edinmek isteyen olmamıştı çünkü aileler genelde küçük çocukları tercih ediyorlardı çabuk alışabilmeleri için.

 

Ben geçmişi düşünürken Yasemin abla cevap verdi Serhat abiye. "Aaa öyle miymiş? Duymamıştım hiç. Allah haklarında hayırlı eylesin. Umarım kendileri için de çocuk için de güzel olur."

 

“İnşallah.”

 

Serhat abi Yasemin ablanın duasını destekledikten sonra telefonunun çalmasıyla yanımızdan uzaklaştı. Yasemin abla sanki fırsat bu fırsat der gibi bana dönüp hiç beklemediğim ve istemediğim o soruyu sordu. "Aysimacığım bir şey soracağım ama yanlış anlamanı istemiyorum sadece meraktan."

 

“Tabi abla buyur sorabilirsin.”

 

“Senin için de gelen aileler olmuş muydu? Yani ailen ya da bir yakının yok. Evlatlık edinmek isteyen birileri de mi olmadı yoksa sen mi reddettin?” Bir kaç saniye sorduğu soruyla beraber Yasemin ablaya bakakalmışken gözlerim istemsiz Uluç'a gitmişti.

 

Uluç'un yüzünde hem şaşkın hem de soru sorarcasına bir ifade vardı. Bir kaşı havaya kalkmıştı ama kızgınlık belirtisi değil soru belirtisiydi bu.

 

Öğrenmişti sonunda Uluç da yetim ve öksüz büyüdüğümü. Ne diyecektim ki şimdi ben ona. Her şeyi anlatacak mıydım?..

 

***

 

Herkese yeniden merhabalar.

 

Umarım beğenmişsinizdir yeni bölümü.

 

Düşüncelerinizi paylaşırsanız sevinirim.

 

Beğeni ve yorum yaparak destek olursanız çok mutlu olurum. Gelecek bölüm görüşmek üzere 🥰

Bölüm : 23.09.2025 20:19 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...