14. Bölüm

Bölüm 12-Kıskançlık

Gül Kelam
efgan1

Keyifli Okumalar 🌹

 

***

Duvar dibine çökmüş oturuyordu iki kardeş.

 

Elinde döndürdüğü yara bandı paketine pür dikkat bakıyordu Ceyhun, az önce ablasının alnını yapıştırmıştı.

Yorgundular, ikisi de yorulmuşlardı bu yaşlarında.

 

“Annem ne zaman iyi olacak abla?”

 

İç çekti genç kız, omunu silkti. “Bilmiyorum, belki de hiçbir zaman iyi olmayacak.” Sessizlik oldu kısa bir süre.

 

“Keşke ölse…” Bu cümle daha da sessizliğe büründürdü ikisini. “Keşke ölse de biz de kurtulsak o da kurtulsa…”

***

 

Kulağımda telefonum donmuş bir şekilde bekliyordum. Gamze Hanım'ın söylediği şeyi beynim idrak etmeye çalışıyordu.

Dilekçeyi bulduğunu mu söylemişti o? Şikayet dilekçemi bulmuştu.

 

Dirseklerim masaya dayalı kulağımda telefonumla Uluç’a attığım bakışlar oldukça şaşkın olmalıydı, resmen ağzım ve gözlerim açık kalmıştı.

 

Gamze Hanım’ın ismimi telaffuz edişiyle kendime gelirken dirseklerimi masadan çekip kuruyan ağzımı açıp kapadım. “Ne? Kusura bakmayın ben dondum bir an. Siz buldunuz mu yani? Yanlış anlamadım değil mi?”

 

"Hayır yanlış anlamadınız Aysima Hanım. Buldum ve size getirmek istiyorum." Dudaklarımın kıvrılmasına engel olamadım. “Tabi, lütfen. Hatta müsait değilseniz biz de gelebiliriz.”

 

"Yok ben getirebilirim."

 

“Peki, çok teşekkür ederiz. Bekliyoruz sizi.” Telefonu kapatıp Uluç'a baktım. Anlayamadığı için dediklerimi "ne oldu" der gibi bakıyordu. “Gamze Hanımdı… bulmuş dilekçeyi.” Gülmeyle karışık bir nefes döküldü dudaklarımdan. “Şikayet dilekçemi bulmuş, birazdan getirecek. Kurtulduk Uluç, iftiradan kurtulduk. Okulu geri alabileceğim.”

 

Uluç önce şaşkınca baktı bana, ardından yavaş yavaş bir tebessüm oluştu yüzünde. Ayağa kalkıp karşıma dikildi. “Ciddi misin sen?”

 

“Evet, gerçekten.” Uluç çok şükür diyerek ben hâlâ oturmakta olduğum için üzerime doğru eğilip sarıldı bir anda. İlkin ani sarılması ile afallasam da ardından ben de karşılık verdim. Kollarımı sırtına dolayıp sıkıca sarıldım.

 

O kadar mutluydum ki şu an tüm dünyayı bağrıma basabilir, sarılabilirdim. Okul benim için çok önemliydi ve geri alabilecektim.

 

Dakikalar sonra Uluç'un yavaşça kollarını gevşetmesi ile ben de ayrıldım ondan. Sanırım yine ani, düşünmeden sarılmıştı. Gözlerini kaçırıp elini nereye koyacağını bilemiyormuş gibi bir hali vardı. “Ben bir an sevinince sarıldım öyle.”

 

Gülümsedim, şu an hiçbir şey moralimi bozamazdı ki Uluç’un sarılışı daha da mutlu ediyordu. Belki Uluç'un hoşuna giden bir şey değildi bu ama benim için muhteşem bir eylemdi. “Sorun değil Uluç.”

 

Ses etmeden geri yerine oturunca ben de önüme, masaya döndüm.

 

Zaten doymuştum ki doymasam bile heyecandan hiçbir şey yiyemezdim. Bu yüzden Uluç çayını bitirince sofrayı kaldırıp etrafı topladık. Kısa süre içinde Gamze Hanım da gelmişti ve şu an karşımızdaki koltukta oturmaktaydı. "Ben hiç bekletmeden vereyim size dilekçeyi, buyurun."

 

Uzattığı kağıdı alıp incelmeye ve okumaya başladım. O günkü dilekçeydi gerçekten de. “Mail olarak da gönderdim. O da sisteme kaydedilmiş olan. Onu da verirsiniz delil olarak.”

 

Gözlerimi zoraki bir şekilde kağıttan çekip Gamze Hanım’a baktım. “Çok, çok teşekkür ederiz. Yani ben başka ne diyebilirim bilmiyorum ama çok teşekkür ederim. Allah razı olsun.” Gerçekten diyeceğimi bilemiyordum, yaptığı şeye karşı nasıl teşekkür edilirdi ki? “Estağfurullah, daha önce de söyledim, bu benim görevim.”

 

“Yine de çok iyisiniz. Hiç kimse yardım etmezken siz yardım ettiniz. Diğerleri gibi görmezden gelebilirdiniz siz de.”

 

“Görmezden gelebileceğim bir konu değil çünkü.” Bu lafını bize mi söylemişti yoksa kendine mi hatırlatıyordu anlayamadım. Söylememesi gereken bir şeyi söylemiş gibi açıklama yaptı ardından. “Yani, kadın dayanışması. Ben de bir kadınım ve başımıza her an her şey gelebilir. Bu gün ben size yardım ederim yarın bana da başka bir kadın yardım eder. Sizin ezilmenize gönlüm razı gelmezdi.”

 

Çok haklıydı. Kadın ve çocuk olmak çok zordu. Kadınlar ve çocuklar yaradılışları gereği naif varlıklardı. Fiziksel güçleri erkeklere göre daha zayıftı. Maalesef bir çok erkek de fiziksel gücünü, üstünlüğünü kanıtlamaktan geri durmuyordu.

 

Halbu ki Allah o gücü kendilerine emaneti olarak gösterdiği kadını ve çocuklarını korumakta kullanması için vermişti. O güçle hem eşini hem de çocuklarını koruyacaktı. Ama bazı yaratıklar korumak bir yana zarar veriyordu.

Artık, özellikle kadınlar, korunmayı bile istemiyordu yeter ki zarar vermesindi.

 

Gamze Hanım'a anladım der gibi başımı salladıktan sonra Uluç'a döndüm. O ise hafif gözlerini kısmış düşünür vaziyette Gamze Hanım'a bakıyordu. Bir şey çözmeye çalışıyordu sanki.

"İlk sorunumuzu çözdük sayılır. Dilekçeyi verince size bunu yapan adamı da araştırmaya başlarlar. Şimdi sırada diğer sorun var. Batın Cevahir. Rahatsız etmeye devam ediyor mu hâlâ?" Bakışlarımı Uluç’tan çekip Gamze Hanıma yönlendirdim, sonra bu bakışın manasını soracaktım.

 

Gamze Hanımın sorusuna karşılık ne diyeceğimi bilemedim anlık olarak. Evet desem Uluç ne zaman, ne dedi diye soracaktı. Hayır desem hem yalan söylemiş olacaktım hem de Gamze Hanım'ın yardımını kaçıracaktım belki de.

 

Uluç'a kaçamak bir bakış attım, o da dikkatle benim cevabımı bekliyor ondan sakladığım bir şey ar mı öğrenmek istiyordu. “Uzun bir süre karşıma çıkmadı. Hiçbir mesaj, arama ya da başka bir şekilde iletişimde bulunmadı. Ama vazgeçtiğini düşünmüyorum. Çünkü artık onun için mesele sadece kızına istediği anneyi vermek değil bir hırs, arzu…” Derin bir nefes çektim. Batın için sebepler artık basit değildi. Beni elde edemedikçe iyice hırslanmıştı. “İstediğini elde edemediği için çıldırdı ve onu gerçekleştirmeden rahat edemez. O yüzden vazgeçmeyecek.”

 

"Anlıyorum... Bu iş biraz daha zor… Çünkü biliyorsunuz ki Batın çok güçlü, babasından aldığı en büyük miras bu belki de... O yüzden tek başıma mücadele etmem zor olacak. Ama elimizden geleni yapacağız, beraber. Benimle bir arkadaşım daha var, o da yardım eder. Hep beraber başaracağız.” Daha önce bir arkadaştan bahsettiğini hatırlamıyordum ama itiraz edecek değildim, Batın’a karşı ne kadar kalabalık olursak o kadar iyi olurdu.

 

“İnşallah, inşallah başarırız.”

 

"Ben inanıyorum. Neyse kalkayım artık, işler bekler. Batın ile ilgili herhangi bir durum olursa lütfen anında haber edin”

Gamze Hanım gidince salona geçtik geri. Uluç koltuğa otururken ben ayakta telefonum kulağımda Yasemin ablayı arıyordum. Bu haberi vermeliydik onlara. “Alo, Aysima.”

 

“Abla, Selamun aleykum. Nasılsın?”

 

“Aleykum selam canım. İyiyim şirketteyim. Sen nasılsın, ne yapıyorsun?” Sesi cıvıl cıvıl geliyordu, bu kadının enerjisi gerçekten müthişti. “Ben de elhamdülillah iyiyim. Hatta çok iyiyim.”

 

“Ne oldu, hayırdır. Ne bu sevinç?” Sesine anında merak yansırken gülümsedim. Uluç’a bi bakış attım o da beni izliyordu. “Şikayet dilekçem bulundu abla. Şuan elimde ve avukata vereceğiz. Şuçsuzluğumuz kanıtlanacak yani.”

 

“Nee!” Bağırışından ötürü telefonu kulağımdan hafifçe çekerken gülümsemem genişledi. “Gerçekten mi? Aman Allah'ım ne güzel bir haber bu. Nasıl oldu peki, nasıl buldunuz?”

 

“Size bahsettiğimiz bir polis vardı hatırlıyor musun, Gamze Hanım. İşte o aradı bugün, dilekçeyi az önce getirdi.”

 

“Aahh ne güzel. Ne kadar mutlu olduğumu bilemezsin.” Mutluluğunu çığlık çığlığa çıkan sesinden anlamamak zordu zaten. “Çok şükür, biz de öyle. Neyse ben seni daha fazla meşgul etmeyeyim. Öyle haber vereyim diye aradım, sonra konuşuruz yine.”

 

“Tamam canım, derhal Serhat’a bu haberi yetiştirmem gerekiyor. Görüşürüz sonra.”

 

“Görüşürüz.” Duydu bilmiyorum çünkü muhtemelen Serhat Abiye haberi vermek için telefonu kapatmıştı.

 

“Çok mutlu oldu.” Uluç’a baktım, o da benim gibi gülümsüyordu. “Olur, şimdi bu haberi herkese yayar.”

 

“Yaysın, yaysın ki herkes bilsin gerçeği.” Yanına oturup geriye yaslandım. “Çok şükür Allah’a. Okulu kaybedeceğim diye çok korktum.” Yanımda hareketlilik hissedince başımı çevirdim. Uluç yan bir şekilde oturup dirseğini koltuğa başını da avcuna yaslamış bana bakıyordu.

 

“Gerçekler elbet ortaya çıkar her zaman, sen bu hikayedeki en masum kişisin, Allah seni zayi etmeyecek.” Kısaca gözlerine bakıp tekrardan önüme döndüm. İmtihan dünyasındaydık ve imtihan olmak herkesin kaderiydi. Masummuşum değilmişim önemli değildi.

 

“Bu hikayedeki tek suçsuz kişi de sensin ama bak başına belayı aldın.” Dudaklarımdan keyisiz bir kıkırtı döküldü ve yeniden Uluç’a döndüm. “Ne belası?”

 

“Ne belası mı? Benimle evlendin ya hem de istemeden.” Derin bir nefes çekti içine. Uuznca gözlerime baktı ardından burnuma ve dudaklarıma. Sonra yeniden gözlerime yöneldi. “Evlenmek istemdiğim doğru, inkar etmeyeceğim ama senin asla bir bela demezdim.”

 

“Ya ne derdin.”

 

Bekledim, çok bekledim ama cevap vermedi. Ya kendisi de bilmiyordu ya da söylemek istemiyordu.

 

Uzun süre sessizlik olunca yerimden doğrulup ayaklandım. “Cevap veremediğin her saniye boyunca bela olarak kalmaya devam edeceğim.” Ne o bir şey dedi ne de ben daha fala konuştum. Odama geçip dilekçeyi avukata vermek için hazırlandım.

 

Yarım saat sonra Uluç’la birlikte arabadaydık. Avukatımıza dilekçeyi ve Gamze Hanım'ın gönderdiği belgeyi verip gerisini ona bırakmıştık. Başka bir avukat olsa ona da güvenmez kendim giderdim her şeyi halletmeye ama bu adam Serhat abinin kendi özel avukatıydı. Bir aksilik çıkacağını düşünmüyorduk ama her ihtimale karşı ben birer kopyasını almıştım kendime yine de. Aslında Tuğba Hanımla da bu işi halledebilirdim ama en baştan Serhat Abinin avukatı olaya dahil olmuştu, her şeyi biliyordu.

 

Avukatla işimiz bitince markete girmiştik. Evde eksikler vardı, onları almıştık. Bir süre alış veriş yaptıktan sonra eve geçmiştik yeniden.

 

Eve gelince namazımı kılıp çay yapmıştım. Şimdi salonda oturmuş çaylarımızı yudumluyorduk Uluç'la.

 

Aklımda Uluç'un Gamze Hanım'a karşı attığı tuhaf bakışlar vardı. Bunu sormak istiyordum ama nasıl konuya gireceğimi bilemiyordum bir türlü. “Hadi sor Aysima.”

 

“Neyi?” Bu adam beni kitap gibi okuyabiliyor muydu? “Bilmiyorum ama bir şey soracaksın, onu biliyorum. Kıvranıp duruyorsun, sor da rahatla.” Kesin beni okuyabiliyordu ya da daha büyük olasılıkla ben duygularımı çok mu dışa vuruyordum.

 

“Peki, soruyorum. Bu gün Gamze Hanım'a karşı olan bakışlarını fark ettim. Yani bir değişik ve tuhaftı. Neden öyle bakıyordun?” Dudağının bir tarafı havalanırken gülümsedi, ne vardı gülümseyecek? “Nasıl bakıyormuşum ki?”

 

“Ne bileyim işte, değişik. Sanki bir şeyden şüphe ediyormuş gibi.” Beklediği cevabı alamamış gibi sırıtmasını kesti yarıda. Ne bekliyordu, kıskandığımı falan mı? İşte böyle şey ederler adamı.

 

“Açıkcası ben de bilmiyorum tam neden öyle baktığımı daha doğrusu hissettiğimi. Sanki bir şeyler var o kadında yani bize söylemediği, gizlediği bir şeyler.”

 

“Nasıl, ne olabilir ki?” Bence normaldi genel olarak. “Bilmiyorum işte. Bize yardım etmesinin tek sebebi mesleğine olan bağlılığının olduğunu düşünmüyorum. Bilmiyorum belki bana öyle geldi.”

 

“Yani kötü bir niyeti olsa yardım etmezdi. Baksana dilekçeyi buldu.” Bize yardım ettiği için miydi bilmiyorum ama Gamze Hanım hakkında kötü düşünemiyordum, bana göre o dürüst ve yardımsever biriydi. “Dedim ya belki bana öyle geldi. Neyse düşünme bunu, bir şey varsa eğer çıkar zaten yakında ortaya kokusu.”

 

Uluç'un söyledikleri beni de düşündürmeye sürüklerken ne olabilir diye kafa yormaya başlamıştım. Şüpheye düşebileceğim bir şey de olmamıştı. Bir ara tuhaf davranmış daha doğrusu kelimelerini bir tuhaflıkla kullanmıştı ama çok da üzerinde durulabilecek bir şey değildi bu.

 

Böyle düşünerek bir şey elde edemezdik. En iyisi beklemekti. Uluç'un dediği gibi bir şey varsa çıkardı zaten ortaya ama bundan sonra Gamze Hanım'a karşı da temkinli davranacaktık, bu kesindi.

 

*

 

Aradan üç gün geçmişti. Avukatımız delilimizi savcılığa sunduktan sonra yeni bir duruşma ayarlanmıştı. Bir saat sonra duruşmamız vardı. Uluç'la ilgisi yoktu ama iftira ikimize de atılmıştı ve sonuç ikimizi de etkileyecekti. Haliyle bizim duruşmamızdı bu.

 

Üç günde aramızda bir şey olmamıştı. Uluç eskisi gibi uzak davranmıyordu ama sınırını koruyordu yine de. Sanki sıradan iki arkadaştık. Birbirinden nefret etmeyen, araya saçma bir mesafe koymayan ama çok da yakın olmayan iki arkadaş.

 

Kahvaltımızı beraber yapıyor ve ev işlerini birlikte hallediyorduk. İkimiz de o evde kaldığımıza göre ve ikimizin de şimdilik bir işi olmadığına göre her şeyi beraber yapıyorduk elbette ama aramızda kilometrelerce uzaklık da vardı hâlâ.

 

Uluç bir şans vermek istemiyordu hâlâ ve verecek gibi de değildi. Hâlâ aynı ki düşüncesindeydi. Zamanı geldiğinde boşanacaktık. Batın hayatımızdan defolup gittiği vakit ayrılacaktık.

 

Ben istemiyordum ama karşı da çıkamazdım sanırım. Onu zorlayamazdım ki. Benimle evli kalmasına zorlayamazdım, mecbur değildi buna. Onun önceliği farklıydı. Ben değildim o öncelik ve belki de hiçbir zaman olmayacaktım.

 

Bu düşünceler içinde altımızda akıp giden yolu ön camdan seyrediyordum. Şükür ki ön camdan bakınca midem bulanmıyordu. Başımı sol tarafa çevirip ona baktım. Tüm dikkatiyle yola odaklanmıştı. Kendisine baktığımın farkında bile değildi, sanırım.

 

Uzamış sakallarını kısaltmıştı. Saçları dağınık değil düzgünce taranmış ve yapılmıştı. Altında lacivert tonlarında bir pantolon üzerinde ise polo yaka beyaz bir tişört vardı. Sade ama her zamanki gibi şıktı.

 

Vitesi değiştirmek için elini vitese götürünce gözlerim de eline gitti. Yüzük parmağındaki gümüş alyans varlığını orda koruyordu. Dudaklarımda istemsiz oluşan gülümsemeye engel olamazken önüme dönüp kendi parmağıma ve yüzüğüme baktım. Bir süre parmaklarımı yüzüğümde dolandırıp yola baktım yeniden.

 

Bir süre sonra adliyeye vardığımızda duruşma saatini beklemeye koyulduk. Bir on dakika sonra Serhat abi ve Yasemin abla da gelmişti bize destek olmak için.

 

Avukatımızın ve saatin de gelmesiyle girmiştik duruşma salonuna. Ben olayı yeniden baştan sona anlattım. Uluç da hem şahit hem de olayın bir kısmında bulunan kişi olarak bildiklerini sundu. Şikayet dilekçemin de incelenmesiyle hakim elindeki tokmağı tok bir sesle kürsüsüne vurdu. İçimde heyecan kat kat artarken tüm dikkatim kararındaydı.

 

“Elde bulunan deliller incelendiğinde sanığın mağdur konumda olduğuna, kendisine bir kumpas kurulduğuna karar verilmiştir. Ayrıca bu neticeyle Özel Yuvam Anaokulunun yeniden faaliyet gösterilebileceğine karar verilmiştir.”

 

Etraf bir süre sessizliğe bürünürken aldığım heyecanla karışık nefes duyuldu. Dudaklarıma kocaman bir gülümseme yerleşmişti ama sevinçten kısa süreliğine dona kaldım. Uluç’un koluma dokunuşuyla kendime gelince etraftaki uğultulu sesleri fark edebilmiştim.

 

Daha Uluç’a karşı sevincimi yaşayamadan avukatım yanıma gelip imzalamam gereken belgelerden bahsetmeye başlamıştı. Bu yüzden alel acele salondan çıkarıldım.

 

Dakikalar içinde şlerimi halledince bulunduğum odadan çıktım. Kapıyı açınca karşımda gördüğüm gözler gülümsememi sağladı. Uluç "Çok şükür." diyerek kollarını belime dolayıp beni kendine çekti.

 

Şaşkınlık ve heyecan ile başta ne yapacağımı bilemesem de daha sonra yavaşça kollarımı ben de onun bedenine dolayıp sıkıca sarıldım. Yanağımı boyum anca yettiği için göğsünün biraz altına yaslayıp gözlerimi kapadım.

 

Ferahlatıcı kokusu burnuma doldukça bedenimin gevşediğini hissediyor üzerime tatlı bir yorgunluk düşüyordu. O yorgunlukla birlikte bu sıcak göğüste uyuyup kalmayı diledim bir an için ama kulağıma ulaşan kıkırtı sesleriyle başımı kaldırıp yan tarafa baktım.

 

Yasemin abla ima dolu ayrıca mutlu gözlerle bize bakarken Serhat abi ise sade bir gülümseme ile etrafı seyrediyordu. Bulunduğum konumu tamamıyla idrak edip utançla geri çekildim Uluç'tan. Yanaklarımın kızardığını hissediyor ve derimin altı yanıyordu.

 

“Şey biz… mutlu olunca… sarılmışız öyle.” Sonuçta onlara göre evlenmemizin tek sebebi okuldu ve anlaşmalı bir evlilikti. Yasemin abla ise kardeşinin mutlu bir yuva kurmasının hayaliyle yaşadığından bu tablo onları mutlu etmeye yetmişti.

 

“Tabi tabi, devam edebilirsiniz. Bizim için hiç sorun değil.” Daha da kıkırdayıp arkasını dönünce elbette devam etmedik sarılmaya.

 

*

 

Yol boyu yüzümdeki gülümsemeyi bozamazken Uluç da oldukça mutluydu. Adliyede Yasemin ablalarla ayrılıp evlerimize geçmek için arabalarımıza binmiştik. Tabi binmeden önce akşama beraber yemek yeme sözünü de almışlardı bizden.

 

Mahkeme kararını mutlaka kutlamamız gerektiğini ısrar eden Yasemin ablaya karşı çıkamamıştık. Kutlamamız ise akşam yemeğini beraber dışarıda yemekti.

 

Yolu sırıta sırıta bitirdikten sonra eve gelmiştik sonunda. Uluç odasına geçerken ben de önce dış kıyafetlerimden kurtulup rahat bir şeyler giyindim. Ardından abdestimi alıp odama geçtim.

 

Önce vakit namazımı eda ederek ardından şükür namazı kıldım. Kaç rekat kılarsam kılayım şükrümü tam manasıyla karşılayamayacaktım ama kılmalıydım yine de. Nasıl ki Allah bana dert verdiğinde ondan yardım dileniyordum yalvarırcasına şimdi ise verdiği sevince karşılık şükrümü yerine getirmeliydim.

 

O Allah ki sadece dert Allah'ı değildi. Sadece dert zamanı hatırlamamız gereken bir yaratıcı değildi o. Her an, her durumda ve duygumuzda onunla olmalıydık. Her türlü duygumuzu onunla paylaşmalıydık. Yeri geldiğinde yardım dilenmeli yeri geldiğinde hatta her daim şükretmeliydik. Çünkü insanın en kötü anında bile şükredilecek bir şeyi bulunurdu.

 

Namazdan sonra secdeye geçip uzun uzun hem şükrümü sundum Allah'a hem de yardım dilenip dua ettim. Nasıl ki her zaman şükredilecek bir şey bulunuyorsa yardım dilenilecek bir şey de bulunurdu.

 

Uzun bir süre sonra secdeden kalkıp doğrularak seccadeyi topladım. Ardından salona geçip koltukta oturmakta olan Uluç'un yanına ilerledim. Beni görünce tebessüm edip yana kaydı bana yer açmak adına.

 

Açtığı yere oturup bedenimi ona döndürdüm. “Teşekkür ederim Uluç. Her şey için çok sağ ol.” Dediğimi daha doğrusu neden dediğimi anlayamadığı için kaşlarını sorgularcasına çattı. Sadece bedensel olarak da değil kelimelerle de ifade etti anlayamadığını.

 

“Neden teşekkür ediyorsun, anlayamadım.”

 

“Her şey için, yani bu süreçte destek olduğun için. Hiçbir suçun yokken benim yüzümden başın yandı, iftiraya uğradın ve sen buna rağmen yeter demedin. Sonuna kadar bu konuda bana destek oldun. Teşekkür ederim.”

 

“Ben yapmak istediğimi yaptım. Teşekküre gerek yok. Yardım edebilecekken geri duramazdım değil mi? O yüzden teşekkür etmeni istemiyorum, olması gereken buydu.” Bu kadar mütevazi olmak zorunda değildi, yaptıkları çok büyük fedakarlıklardı. “Yine de...”

 

“Önemli değil Aysima. Teşekkür etmeni istemiyorum, lütfen. Şimdi kalk ve hazırlan, bir saate çıkarız.” Ne dersem diyeyim itiraz edeceğini bildiğimden sadece kabullendim ve ayaklandım.

 

Tam olarak nereye gideceğimizi bilmiyordum ama güzel bir mekan olacağını tahmin etmek zor değildi. Yasemin ablaların gideceği yerin bir basit bir yer olacağını zannetmiyordum.

Elbette oraları küçümsemiyorum ama Yasemin ablaların maddi durumunu düşünürsek oraya gidileceğini de düşünmüyordum.

 

Dolabımda bulunan tek günlük elbise olmayan elbiseyi çıkartıp baştan aşağı süzdüm. En son üç sene önce mezuniyetimde giymiştim. Aslında o gün yine normal kıyafetlerle gitmeyi düşünüyordum çünkü tek başımaydım her zamanki gibi. Eğlenceye falan da katılacak değildim.

 

Ama nerden geldiğini bilmediğim bir hissiyat ile mezuniyete bir hafta kala kendim için güzel olmam gerektiğini düşünüp bu elbiseyi almıştım. Yine çok abartılı bir elbise değildi ama günlük de değildi. Tabi yeni elbise alacak param yoktu o zamanlar. İkinci el elbise satan mağazaların birinden almıştım. Tek hatası koltuk altındaki küçük söküktü onu da kendi ellerimle güzelce halletmiştim.

 

Üzerimdekileri çıkarıp elbiseyi geçirdim üzerime. Üstüne de elbiseye uygun bir şal arayıp bulduktan sonra onu da hallettim.

 

Boy aynasının karşısına geçip kendimi süzdüm baştan aşağı. Elbise salaş olduğu için vücut hatlarım belli değildi, şalım ise omuzlarımı ve göğüslerimi örtecek büyüklükteydi. Elbisenin renginden dolayı biraz dikkat çekici olabilirdi belki ama çok da değildi. Bu renge bayılıyordum ve başka giyecek uygun elbisem de yoktu.

 

"Tabi tabi üret bahanelerini."

 

İç sesimi dinlemek isteyip dinlemeden çıktım odadan. Salona geçtiğimde Uluç arkası bana dönük şekilde üzerindeki gömleğinin kollarıyla uğraşıyordu ya da başka bir şeyle çünkü ne yaptığını göremiyordum.

Ama önemli bir detay vardı ki "yok artık böyle bir tesadüf olamaz" dedirtecek türdendi. Bu adam giyinirken beni mi gözetlemişti?

 

Üzerindeki gömleğinin rengi benim elbisemin rengiydi, açık mavi tonlarında bir gömlek. Pantolonu ise şalımın rengiydi, bej tonlarında bir pantolon.

 

Bu adam gerçekten kapımı gözetliyor olmalıydı…

 

CEYHUN ULUÇ'TAN

 

Başım geriye yaslı, kollarım göğsümde bağlıyken gözlerimi kapatıp uzun bir nefes çektim ciğerlerime. İçimde büyük bir rahatlama ve huzur vardı. Aysimanın yeniden okula kavuşacak olmasının mutluluğunu göğsümde hissediyordum. Onu mutlu eden her şey beni de mutlu ediyordu.

 

Bu gün mahkemede kararı duyduktan sonra yüzünün aldığı şekli aklımdan çıkaramıyor, düşündükçe gülesim geliyordu. Önce aşırmış, iri kahverengi gözlerini açıştı. Sonra kocaman bir tebessüm ulaşmıştı dudaklarına ve gözlerine.

 

Her bir duyguyu o kadar yoğun yaşıyordu ki bazen şaşırmadan edemiyordum. Biz erkekler duygularımızı daha sakin yaşar, daha ufak tepkiler verirdik. Ama kadınlar öyle değildi. Her bir duyguları zirvede oluyordu en azından Aysima ve ablam öyleydi. Başka da bir kadının duygularını bu kadar gözlemleme ihtiyacı duymamıştım.

 

Ha bir de annem vardı tabi… onu asla unutamam. Annem bize, ablamla bana, kadınların ya da en azından kendisinin her bir duygusunu nasıl da zirvede yaşadığını öyle bir öğretmişti ki onu unutmamız mümkün değildi.

 

O sevincini de, hüznünü de zirvelerde yaşayan bir kadındı, keşke öyle olmasaydı…

 

Zihnimin geçmiş anılara evrildiğini fark edine bundan kurtulmak için ayaklandım, şimdi onları düşünmeni hiç zamanı değildi.

 

Aysima odasına girmişti çoktan, ben de hazırlanmaya başlasam iyi olurdu.

 

Odama geçince hızlıca bir duş alıp saçlarımı düzelttikten sonra dolabın önüne geçtim. Ne giysem diye düşünürken bir süre sonra "Acaba Aysima ne giyecek?" diye düşünürken buldum kendimi.

 

Elbiseleri hep salaş olsa da yakışıyordu ona. Vücut kıvrımları belli olmasa bile her defasında güzelliği belli oluyordu ya da bana her defasında güzel görünüyordu. Ablamlara yemeğe gittiğimiz gün ne kadar güzel olmuştu mesela.

 

Yine salaş günlük bir elbise giymişti ama çok güzel olmuştu. Solana girdiğim an onu görünce bir kaç saniye duraksamama sebep olmuştu. Öyle güzeldi.

 

Ya nikah günümüz... Prenses gibiydi. Beyazlar içinde beyaz atlı presini bekleyen prenses. O günü asla unutamıyorum. Eniştemle beraber Aysimaların bulunduğu salona geçtiğimizde gözüme ilk çarpan şey Yiğitle konuşan Aysima'yıdı.

 

Kendini Yiğit'e öyle kaptırmıştı ki, ona hayranlıkla baktığımın farkında bile değildi. Yiğitle konuşurken gülümsedikçe yüzünün saf güzelliği tamamen ortaya çıkıyordu. Arada gülmemek için pembe dudaklarını birbirine bastırıyor ama tutamıyordu kendini. Eniştemin dirseği ile koluma vurmasına kadar her şeyden soyutlanmışçasına bakakalmıştım güzelliğine.

 

Onu her hali ile izlemek çok güzeldi. Ama Yiğitle daha doğrusu çocuklarla kendini kaptırmışçasına oyun oynarken, konuşurken, gülerken izlemek inanılmaz bir manzara sunuyordu gözlerime. Tüm masumluğunu, içindeki çocukluğu, güzelliğini, doğal jest ve mimiklerini ortaya koyuyordu. Etrafındaki tüm herkesi unutuyor sadece karşısındaki çocuğa odaklanıyordu.

 

Anne olsaydı... Doğabilecek çocukları elinden alınmasaydı ne mükemmel bir anne olurdu kim bilir. Onu Yiğitle vakit geçirirken hem içimdeki mutluktan hem de üzüntüden ona bakmaktan alı koyamıyordum kendimi. Onun güzelliğini ve o anki mutluluğunu gördükçe sevincim gözlerimi parıldatıyordu. Ama sonradan aklıma anne olamayacağı, çocuğu ile böyle oyunlar oynayamayacağı geliyor içim yanıyordu. Hele Aysimanın duygularını düşündükçe yüreğimin ortasında volkan patlayacak gibi hissediyordum. Kim bilir o bu gerçekle karşılaştığı her defasında yüreği nasıl yanıyordu.

 

Aklımda bu düşünceler varken hâlâ dolap ile bakışmakta olduğumu fark ettim. Düşüncelerimi dağıtıp gerçek anlamda bakmaya başladım dolaba. Ama o an gözlerimin önüne yine başka bir görüntü geldi.

 

Aysimanın eski evinde eşyalarını toparlarken halıları ve perdeleri toplayıp onun odasına geçmiştim. Tam da o an Aysima elbise dolabını boşaltıyordu. Elinde mavi bir elbiseyi tutuyor ve askısından çıkarmaya çalışıyordu. Elbise öyle güzeldi ki bebek mavisi üzerine demet şeklinde küçük küçük beyaz ve bej renginde çiçekler vardı. Aysima'da nasıl durur acaba diye merak etmeden edememiştim.

 

O günden beri o elbiseyi onun üzerinde görmeyi bekliyordum sürekli ama Aysima giymemişti hiç. Belki günlük bir elbiseyi değildi.

O elbise aklıma gelince yine giyip giymeyeceğini bilmeden elim aynı renkteki gömleğe gitti. Onu ve ona uygun renkte bir pantolon alıp giyindim.

 

Saatimi ve cüzdanımı da alarak odadan çıkıp salona geçtim. Aysima henüz hazırlanmamış olacaktı ki salon boştu. Cüzdanımı cebime koyup saatimi taktım.

 

Gömleğimin düzgün yakalarını da düzelttikten sonra arkamı dönmüştüm ki Aysima'nın hayret dolu bakışlarıyla karşılaştım. Gözlerim benden habersiz üzerini süzerken önce ben de şaşıracak gibi olsam da gülümsememi engelleyemedim.

 

O elbiseyi giyinmişti ve gerçekten masallardan fırlamış bir peri kızı gibi olmuştu. Bilmiyorum herkese mi bu kadar güzeldi yoksa ben mi her defasında böyle güzel görüyordum ama çok güzeldi. Sanırım sadece ben böyle görüyor olamazdım ve bu gerçekten pek de iyi bir şey değildi. Bu güzelliği başkasının görmesi düşüncesi bile hiç iyi hissettirmiyordu.

 

Bu sizin için belki çağ dışıydı, belki barbarlık, belki da başka bir şey. Ama seven insan için sadece kabullenilmese de kıskançlıktı ve kıskançlık abartılmadan olması gereken bir şeydi.

 

Kim ne derse desin. Seven insan kıskanırdı. Eğer bir erkek ya da kadın kıskanmıyorsa onunkisi gerçek sevgi değildi. Elbette abartılmasını doğru bulmuyordum ama kıskançlık da olağan bir duyguydu seven insan için.

 

Düşünceler içinde ne kadar bir süre izlemiştim karşımdaki manzarayı bilmiyorum. Aysimanın sonunda şaşkınlığını bir kenara bırakıp hareket ederek bana doğru gelmesiyle girdiğim transtan çıkıp toparlandım.

 

Yüzüne baktığımda başka bir gülümsemeye engel olamadım çünkü onu bu kadar süre süzdüğüme utanmış ve kızarmıştı. Yanakları hafif al al olmuş gözlerini ise sağda solda gezdiriyordu. Bir adım öteme gelince durdurdu adımlarını.

 

“Sen beni mi dikizliyorsun?” Başta anlayamasam da sonrasında kıyafet uyumumuza karşılık söylediğini anlamıştım. Ciddi oluşuyla bir an şaşırsam da hemen ardından ayrım ağız sırıttım.

 

Bu kadın… Bu güzellik ve masumlukla bir gün sonum olacaktı.

 

AYSİMA'DAN

 

Uluç'un bana dönmesiyle yüzünde ilkin şaşırmanın belirtileri olurken ardından anlamlandıramadığım bir şekilde gülümseme oluştu.

 

Bir süre ne o bir şey dedi ne de ben. Gülümseme ve farklı duygular içinde beni incelerken yanaklarımın kızardığını hissettim. Ben bu kadar incelenmeye alışık değilim ki.

"Bay yakışıklı o gözlerinizi üzerimden alır mısınız?"

 

İçimden bunu demek geçiyor ama kızarmaktan başka bir şey yapamıyordum. En sonunda zorla da olsa kendimi toparlayıp hareket edebildim. Benim hareketimle Uluç da kendine geldi ve bu defa sadece yüzüme odaklandı.

 

“Sen beni mi dikizliyorsun?” Dedim, bunu gerçekten söyledim. Adamı bir sapık olarak ilan etmediğim kalmıştı o da oldu.

 

Başta şaşırmış gibi olsa da sonrasında muzipçe gülümsedi. “Dikizlediysem ne olmuş?” Şaşkınlık sırası bana geçerken ona ne ayıp der gibi baktım. Gerçekten dikizlemiş olabilir miydi? “Ne mi olmuş, soruyor musun bir de?”

 

Gülümsemesi daha da genişledi. Sağ elini pantolonunun cebine sokup bir adım daha yaklaştı. “Evet soruyorum. Ne de olsa karım değil misin?” Az önce yaşadığım şey şaşkınlık değildi çünkü şu an bu duyguyu daha çok hissediyordum.

 

Evet karısıydım ama bunu Uluç’un dillendirmesi bambaşka bir şeydi. “Sen…şey…” saçma sapan kuracağım cümlemi yarıda kesip dudaklarını hareket ettirdi ve kalbimin yerinden çıkacakmış gibi atmasına sebep olan o cümleyi kurdu. “Çok güzel olmuşsun tıpkı bir peri gibi.”

 

Kalbimin gümbürtüsü ile Uluç'un yüzüne bakarken o gümbürtüyü bastırmaya çalıp dudaklarımı hareket ettirdim. Hareket ettirdim çünkü sesimin çıktığından emin değilim. “Teşekkür ederim.” Bir kaç saniye duraksayıp cesaretimi topladıktan sonra yeniden konuştum. “Sen de çok... çok şık olmuşsun.”

 

“Teşekkür ederim. Çıkalım mı o zaman.” Kalbim hâlâ gümbürdüyordu. Beni nasıl bir hisse soktuğunun farkında bile değildi. “Tabii, ama şey böyle...” birbirimizi gösterdim. “Sen benim elbiseme mi baktın gerçekten? Baksana aynı olmuşuz.”

 

Gülümsemesini genişletip cevabını geciktirmeden verdi. “Aynı değiliz Aysima sen elbise giymişsin, ben gömlek pantolon.” Yapmaya çalıştığı espriye gözlerimi devirdim. “Onu kastetmediğimi biliyorsun. Kıyafetlerin, elbisemin ve şalımın rengiyle aynı.”

 

“Evet ben de fark ettim ama bu tamamen bir tesadüf. Odanı gözetleyecek değilim ya.” Sesi imalı çıkarken utançla gözlerimi kaçırdım, gerçejten beni dikizlediğini nasıl düşünmüştüm ki. “E tabi sen benim odamı gözetlediysen bilemeyeceğim.”

 

Gözlerimi istemsiz kocaman açıp ima ettiği şeye şaşırarak baktım. Ne yani ben mi onu gözetleyip aynı kombini yapmaya çalışmıştım. “A a, ne münasebet canım. Ne diye odanı gözetleyeyim senin ben. Dediğin gibi tesadüf olmuş işte. Ama böyle ikiz kardeşler gibi mi olacağız? Bilmeyen biri kardeş sanır bizi.”

 

“Sadece ikiz kardeşler mi benzer giyiniyor Aysima. Çift kombini diye bir şey var, duymadın mı hiç? Hem sen merak etme kimse kardeş falan zannetmez, eğer bundan korkuyorsan.” Benimle dalga geçmekten gerçekten keyif alıyordu, bunu da iyice öğrenmiştim bu gün. “Yok canım ne diye korkacağım. Ben biliyorum kim olduğumu, o yeter.”

 

“Kimmişsin?” Çarpık bir ifadeyle sırıtması eşliğinde kullandığı cümleyi duyunca az önce dediğim şeyi şu an idrak edebilmiştim. Evet, kimdim ben? Düşmeden konuşursan böyle kalırsın işte Aysima.

 

Uluç utançla gözlerimi kaçırmamdan cevap vermeyeceğim anladı ki konuşmaya başladı. “Hadi Aysima hadi, geç kalacağız yoksa. Eniştem bekletilmeyi hiç sevmez. Zamanı da gitmezsek başlar yemeğe. Çantalı da al çıkalım.”

 

Bu kez yine düşünmeden konuşmaktan korkup bir şey demeden başımla Uluç'u onaylayıp çantamı da alarak evden çıktık.

 

Yol boyu pek fazla konuşmamıştık. Geldiğimiz yer gerçekten de çok şık, boğaz manzaralı bir mekandı. Biz geldiğimizde Yasemin ablalarda gelmişti. Neyse ki onlar da bizden biraz önce gelmişlerdi de bekletmemiştik.

 

Uzaktan bizi gören Yiğit oturduğu sandalyeden hoplayıp bize doğru koşmaya başladı. Yasemin abla ne kadar arkasından koşmaması için seslense de Yiğit dinlememişti tabi. Neyse ki çok fazla adım atmasına gerek kalmadan biz yanlarına varmıştık bile.

 

Yiğit önümde durup tıpkı nikah günü olduğu gibi elbisemin ucundan tutarak hafif kaldırdı ve hayran hayran bakan gözlerini önce üzerimde daha sonra da yüzümde gezindirdi. İncelemesi bittikten sonra gözlerini gözlerime çıkarıp hayranlık dolu sesiyle konuştu.

 

"Aysimacım, çok güzelsin. Peri gibi olmuşsun." Aysimacım kelimesini uzatarak söylemişti ve bu benim çok hoşuma gidiyordu.

 

Yiğit peri deyince aklım Uluç'un iltifatına giderken gözlerim de Uluç'a gitti. Onun da bana gülümseme eşliğinde baktığını görünce ben de gözlerimi kaçırıp tebessüm ettim. Ardından Yiğit'e dönüp dayısının bir eşi olan gözlerine bakıp cevap verdim. “Teşekkür ederim Yiğitciğim. Sen de çok yakışıklı ve karizmatik olmuşsun.”

 

Yiğit söylediklerime teşekkür ettikten sonra dayısına döndü ve önce üzerini inceleyip ardından dünyanın en tatlı ifadesi ile gözlerini devirdi. “Ne yani dayı, amacın Aysimacım gibi giyinip onun gibi güzel görünmek mi? Ama sana üzüleceğin bir şey söyleyeceğim ki ondan daha güzel olamazsın ve olmamışsın da.”

 

“Öyle bir amacım yok zaten yiğidim. Biliyorum ki ondan daha güzel olamaz kimse.” Kuruduğu cümle ile bir tarafım heyecandan düşüp bayılacakmış gibi olurken diğer yanım acıyla bağıra bağıra konuşuyordu.

 

"Yapma be adam, içime umut tohumları yerleştirme. Sulamayacağın tohumlar canımı yakmaktan başka bir işime yaramayacak çünkü."

 

Umudumun kırılma korkusu ile Uluç'a bakarken o da kahve gözlerini çevirdi bana. Gözlerimdeki ifadeyi anladı mı bilmiyorum ama onunda yüz ifadesi solmuş ve değişmişti. Gözlerini benden kaçırınca ben de önüme döndüm.

 

Yasemin ablaya baktığımda hiçbir duygumuzdan habersiz tıpkı adliyedeki gibi ima ve umut dolu gözlere seyrediyordu bizi. Ona baktığımı fark eder etmez yerinden kalkıp sarıldı. Ardından Uluç'a da sarılınca biz de oturmuştuk yerimize.

 

İlk merhaba merhaba muhabbetimizden sonra menülerimiz gelmesiyle birlikte seçimlerimizi yapıp yemeğimizi beklemeye başladık.

 

Gözlerimi etrafta gezdirirken Yiğit'in dirseklerini masaya dayamış, çenesini de avuçları arasına almış bir şekilde hayran hayran bana bakışını yakaladım. Ben de en güzel gülümsemelerimden birini ona sundum. Konuşmaya başlamasıyla yine bizi güldürmeden bırakmayacağını anlayıp kendimi şimdiden hazırlamaya başladım. "Aaahh Aysimacım aaah."

 

“Ne oldu Yiğitciğim?”

 

"Ne oldusu mu var. Öyle güzelsin ki bu güzelliği dayımla heba ediyorsun. Hiç sana yakışıyor mu? Benimle evlenseydin hâlbuki ne güzel olurdu." Gülmsememi bastırmaya çalışmak oldukça zordu. Bu çocuğun her defasında benimle flört edişi güldürüyordu. "Evet haklı olabilirsin belki ama oldu artık bir kere, ne yapalım."

 

“Bak sen çok olmaya başladın Yiğit Efendi. Karımı elimden almak istemesi yetmiyormuş gibi beni de beğenmemeye başladı. Neyim varmış benim?” Uluç dirseğini masaya dayayıp işaret parmağını salaldı Yiğit’e karşı. Kaşları yalandan kıvrılmıştı. "Yok dayı. Sorun da bu. Çekici bir yanın yok işte."

 

“Allah Allah. Bana diyene bak hele, benim kopyamsın sen be. Ama sen hele bir büyü ben o zaman sana yapacağımı biliyorum. Tüm kız arkadaşlarını kaçırtacağım senden.”

 

"Ben zaten başka kızları istemiyorum dayıcığım. Bu karşımdaki güzellik benim olsun yeter." Artık gülmemek için dudaklarımı dişlerken Uluç bir kaç saniye şaşkınca Yiğit'in suratına baktı. Ardından da Yasemin ablaya döndü. “Abla nereden öğreniyor bu çocuk bu lafları. Dediklerine bak.”

 

"Eh ne yapalım canım. Dış görünüşü sana benziyor olabilir ama damarlarında babasının da kanı dolanıyor. Bir yerlerde ona benzeyecekti değil mi? Serhat'ın sırf kara kaşına kara gözüne vurulmadım herhalde." Serhat abi çapkınca sırıtmaya başlayınca Yasemin abla da cilveli bir bakış gönderdi kocasına. Bizim masum sohbetimizin aşka gelmesi bir saniyeyi almıştı.

 

Yiğit konuşunca tüm gözler ona dönmüştü fakat onun gözleri dayısındaydı. "Neyse ne. Ama sen görürsün, bir gün benim karım olacak Aysimacım."

 

“Nasıl olacakmış o? Ben evliyim onunla, seninle nasıl evlenebiliyormuş?”

 

"E bundan daha basit ne var ki? Boşanırsınız olur biter? Değil mi Aysimacım?" Şu an itibariyle sohbetimiz tamamen başka yöne çekilirken benim yüreğim olmasından korktuğu şeyi duyduğum için acı ile kasılmaya başladı. Uluç'a doğru döndüğümde birbirine değdi bakışlarımız.

Gözlerim zaten kendiliğinden, bunun olmaması için Uluç'a sinyal gönderirken Uluç'un gözleri ise acıyla sonumuzun bu olacağını söylüyordu.

 

Az önce içime umut tohumları saçan kahve gözler şimdi o tohumlar daha filizlenmeden onları toprağından söküp alıyordu. Ama söküp almak ekmekten daha zordu.

Tohumlar bir bakışla yüreğimde yer bulurken ve oraya zahmetsizce girerken aynı tohumlar oradan çıkmak için yüreğimin parça parça ayrılmasına sebep oluyordu. Onları oradan çıkarmak için bıçakla kazımak gerekiyordu ve o bıçağı şimdi karşımdaki adamın gözleri yüreğime saplıyordu zaten.

 

Ve ben gözlerim bana böyle bakan kahvelerle karşılaşınca bir kez daha anladım ki umut etmeye gerek yoktu. Bizim gerçekten de bir olurumuz yoktu.

 

Gözlerimi bir süre bana acı çektiren kahvelerden alamazken artık dayanamadığını ve yaşlarla dolmaya başladığını hissettim. Bunu hissetmemle o doluluğu, bana bunu yaşatan adama dahi göstermemek için hemen kaçırdım gözlerimi.

 

Ne kadar süre geçtiğinden habersiz Yasemin ablanın şaşkınlıkla konuşmasıyla gözlerimi ona çevirmek zorunda kaldım. "Ne yani, boşanacak mısınız? Hemen mi?"

 

Bu defa duygularımızı ve bakışlarımızdaki gerçeği gören sadece biz değil Yasemin abla da olmuştu. Ama onun daha da şaşırdığı şey hemen boşanacağımızı zannetmesiydi çünkü onlar bu evliliğin tek sebebini okulu kaybetmemem olduğunu düşünüyorlardı. Ama bizim başka, en büyük sebebimiz ve belamız vardı ki bu da Batın'dı.

 

Yasemin ablanın sorusuna karşı ikimiz de sessiz kalıp cevap düşünürken bizi bu durumdan kurtaran şey gelen yemeklerimizdi. Garson yemekleri servis etmeye başlayınca diğerlerinin dikkati o yöne çekilmişti ama benim aklım hala aynı ki konuda duruyordu.

 

Benim açımdan yemek sessiz geçerken diğerleri genel olarak konuşmaktaydı. Ben bana soru yöneltilmedikçe konuşmaya dahil olmuyordum. Yemek yemek için sessiz kalmıyorum elbette. Boşanma meselesinden sonra moralim de iştahım da sıfırlanmıştı ki tabağım da bozulmadan duruyordu öyle. Aklımda hâlâ az önceki konuşulamayanlar vardı.

 

“Aysima. Yememişsin yine bir şey.” Uluç’un sesiyle ona dönen gözlerimi geri çekip herkese hitaben cevap verdim. Kusura bakmayın lütfen ama pek iştahım yok bu gün.”

 

“Olmaz ama böyle. Sana kalsa hiçbir zaman iştahın yok zaten. Doktor ne dedi, hatırlasana. Beslenmene dikkat etmen gerekiyor.” Yeniden ona döndüm, itiraz kabul etmiyorum der gibi bakıyordu. “Biliyorum ama canım istemiyor.”

 

"Hayırdır, ne doktoru. Hasta mısın Aysima?" Tam cevap verecekken Yiğit araya girdi. "Dayı yine mi hasta ettin Aysimayı. Gerçekten onu senden kurtarmam gerekiyor sanırım." Yiğit'in daha fazla bilmeden böyle konuşup hem beni hem de Uluç'u üzmemesi için gülümsedim. “Hayır canım benim, dayın hasta etmedi beni. Ben beslenmeme pek dikkat etmiyorum sanırım. O yüzden biraz karnım ağrıdı o kadar.”

 

"Aysimacım sen de neden dikkat etmiyorsun kendine. Sen dememiş miydin bana güzel besleneyim diye."

 

“Sanırım bazen benim de tavsiyeye ihtiyacı oluyor Yiğitciğim. Dayın da bana o tavsiyeleri veriyor, biliyor musun? Güzel beslenmem için sürekli uyarıyor beni. Hatta şimdi de aynısı oldu ve ben onun sözünü dinleyip yemeğimi yiyeceğim.” Diyerek ortamın havasını yumuşatmaya çalıştım. Ardından önümdeki yemekten bir çatal alıp yemeye başladım.

 

Aradan bir süre geçtikten sonra tabaklarımız kaldırılmış ve tatlı ile çaylarımız gelmişti. Yemeğimin hepsini zorlukla bitirince tatlıya pek yer kalmamıştı ama yine bir uyarıya maruz kalmamak için bir kaç parça yemiştim ondan da.

 

Çaylarımız bitmek üzereydi ki bir adamın yanımıza gelip önce hepimize daha sonra sadece Serhat abiye bakarak konuşmasıyla gözlerimiz o tarafa döndü. "Afiyet olsun efendim. Rahatsız ediyorum ama dışarıda gazeteciler var. Güvenliğimiz içeri almıyor ama kapının önünden de ayrılmış değiller."

 

"Yani? Bizimle mi alakalı?" Serhat abi hepimizin içinde geçen soruyu adama sorduktan sonra adam önce bana ardından Uluç'a bakıp konuşmasına devam etti. "Sanırım Ceyhun Uluç Bey ve Asyima Hanım için kapıdalar. Yani öyle söylediler."

 

Konunun bize geleceğine dair hiçbir ihtimal aklıma gelmezken adamın bizim ismimizi söylemesiyle şaşkınlığa uğramaktan kendimi alamadım. Bizim ne işimiz olurdu gazeteciyle, medyayla?

 

Gözlerimi Uluç'a çevirip onun kahveleriyle buluşurken sorgularcasına baktım yüzüne. Uluç'un yüzü sinirle gerilmişken neden olduğunu anlayamamıştım hâlâ, niye gelmişlerdi? “Peki söylediğiniz için teşekkür ederiz. Gerekeni yapacağız.”

 

Adam teşekkürler eşliğinde yanımızdan ayrılınca Serhat abiye döndü bakışımız yeniden? Daha fazla bu manasız şeye tahammül edemediğim için sessizliğimi bozup konuştum. “Bu ne demek oluyor? Gazetecilerin bizimle ne işi olsun?”

 

"Sonuçta suçsuz olduğunuz ortaya çıktı ve senin açığa alınma kararı kaldırıldı. Elbette bunu haber yapacaklardı ama buraya geleceklerini düşünmemiştim."

 

“Ne yani bunun için mi geldiler? Ne diyecekler ki? Hem onun için olsa daha önceden ilk iftira atılınca gelmezler miydi, bu onlar için daha önemli(!) bir haber sonuçta.” Serhat abi sıkıntıyla soluyup öne Uluç'a baktı ardından yeniden bana dönüp cevap verdi. "O zaman da geldiler ama biz sana ulaşmalarını engelledik."

 

Duyduğum şeyden dolayı bir kez daha şaşkınlığa uğrarken Uluç'a döndürdüm bakışlarımı. Bir süre onun yüzüne bakarak düşüncelerimi topladıktan sonra konuşmaya devam ettim. “Ama yine de niye bu kadar üzerine duruyorlar ki bu konun? Suçsuz olduğumuz kanıtlanmış ne diye soru soracaklar?”

 

Bu defa cevaplayan Uluç oldu. “Çünkü eniştem tanınan bir iş adamı. Aramızdaki akrabalık bağını biliyorlar ve haliyle magazinde, haberde sunabilecek kadar önemli bir haber olarak görüyorlar bizi. Ayrıca çok da meraklılar.”

 

Afallamış şekilde Uluç'a bakarken gerçekten suspus olmuştum. Böyle saçma şey mi olurdu. İnsanlar dedikoduya ne kadar da meraklıydı. Yine kendime gelip toparlandıktan sonra asıl sormam gereken soruyu sormayı akıl edebilmiştim. “Peki şimdi ne olacak?”

 

Uluç sertçe söze başlayıp cevap hakkını kullandı. “Hiçbir şey olacağı yok. Çıkıp gideceğiz buradan.”

 

“Uluç adam kapıda gazeteciler var dedi, nasıl çıkıp gideceğiz?” Endişe içinde Uluç'a söylediği şeyin saçma olduğunu dillendirirken ses düzeyimi de duygularımı da kontrol altına alamıyordum. Diğerleri de endişemi fark etmiş olacaklar ki Serhat abi ortamı yatıştırma girişimlerinde bulundu. "Sakin ol Aysima. Normal bir şekilde çıkacağız. Hiçbir sorularına cevap vermek zorunda değilsin."

 

Kendimi sakinleştirmek adına Serhat abiyi başımla onaylayarak gözlerimi kapattım. Elimde olmadan gerilmiştim, ne yapacağımı bilmiyordum.

 

Kısa süre içinde hesabın ödenmesiyle kalktık masadan. Kapıya yaklaştığımızda dışarıda gerçekten de bir kaç gazetecinin olduğunu, hâlâ gitmediklerini görmüş olmuştuk.

 

Yasemin abla ve Serhat abi el ele tutuşmuşlar, Yiğit ise Serhat abinin kucağında önümüzde ilerlemekteydiler. Ben biraz duraksarken Uluç da benimle duraksamıştı. Yeniden hareket edecektim ki elimde sıcak bir elin varlığını hissedince elime yönelttim gözlerimi.

 

Uluç elimi avcu arasına almış canımı acıtmayacak şekilde sıkıca tutuyordu. Tutuşu hissetmemle kalbim yerinden çıkacak gibi olurken nefesimin kesildiğini hissettim bir an. Elinin sıcaklığı tüm vücuduma bulaşmıştı sanki.

 

Gözlerimi ellerimizden çekip Uluç'a yönlendirirken kahveleriyle buluşturdum gözlerimi. Yüzüm tam olarak ne haldeydi bilmiyorum ama Uluç bir açıklama gereğinde bulunmuştu. “Gazeteciler var, dikkat etmemiz gerekiyor. Yarın sabah "yeni çiftin evliliği sona mı eriyor?" manşeti altında habere çıkmak istemiyorum.”

 

Anladım der gibi başımı salladıktan sonra gözlerimi zorla hayran olduğum gözlerden çekip önüme döndüm. Yürümeye başladığımızda Yasemin ablalar çıkışa gelmişti bile. Yine onlar önde biz arkalarından restorandan çıktık.”

 

Bizim çıkmamızla yüzümüze doğru gelen kamera ışıklarına karşı etrafa bakamadan sabit şekilde önüme bakıp bir sürü soru eşliğinde ilerliyordum.

 

"Ceyhun Uluç Bey sizin ve eşiniz Asyima Hanım'ın üzerinde olan suçlamaların kalktığında dair haberler var, doğru bir bilgi mi bu efendim?" Birkaç gazeteci bizim önümüze yığılırken bazıları da Serhat abilere sorular soruyorlardı ama onlara sorulan sorulara odaklanamıyordum.

 

"Okuldaki görüntülerin size ait olduğu kesin olarak kanıtlandığı söylenmekte, gerçekten de siz misin o görüntüdekiler?"

 

"Asyima Hanım okulu geri alabileceğinize dair çıkan haberler doğru mu efendim?"

 

"Serhat Bey bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Önemli bir iş adamı olarak konumunuzun gücüyle eşinizin kardeşi olan Ceyhun Uluç Bey'e ve eşi Aysima Hanım'a yardım ettiğiniz doğru mu?"

 

"Ceyhun Bey uzun süredir mesleğinizi yapmadığınıza dair haberler var. Sizin de açığa alınmış olduğunuz gerçek mi?"

 

"Asyima Hanım evliliğinizin gerçek olmadığı doğru mu efendim?"

 

...

 

Sorulan sorular ve kameralar karşısında endişem ve gerginliğim gitgide artarken duyduğum son soru karşısında gerçeğin ortaya çıkmasıyla korkum tüm bedenimi ele geçirmiş bir şekilde olduğum yerde durakladım ama duraklamama sebep olan ise korkum değil Uluç'un aniden durmasıydı.

 

Gözlerimi ona çevirdiğimde sinirli gözlerini bunu soran münasebetsize çevirmişti. O tarafa doğru atılacağını hissedince diğer elimle hızla kolundan tutup gitmesini önledim.

 

Sinirli gözlerini adamdan çekip bir kaç saniyeliğine bana baktı. Ardından tekrar adama dönüp öldürücü bakışlarını gönderdi. “Asyima Hanım benim nikahlı karımdır ve onu sevdiğimi buradan duyuruyorum herkese. Ayrıca aramızdaki ilişkiyi sorgulayacak haddi size kim veriyor. Benim yuvam sizin entrika dolu hayatınıza meze olacak kadar basit değil. İyi akşamlar.”

 

Tekrardan önüne dönüp elimi sıkıca tutarak ilerlemeye başladı. Kurma bir bebek gibi Uluç’un peşinden ilerlerken elini ne kadar sıkı tutuğumun farkında değildim. Saniyeler içinde arabalarımızın önüne varmamızla açılan kapıdan ön koltuğa geçtim. Benimle eş zamanlı olarak Uluç'un da arabaya binmesiyle gaza basması bir olmuştu.

 

Ellerim stres ve gerginlikten titrerken yumruk yapıp yola baktım. Ne Uluç bir şey diyordu ne de ben. Evliliğimizi sorgulayacak ya da sahte olduğunu düşünecek ne yapmıştık, hiçbir fikrim yoktu. Bu bilgi nasıl medyaya kadar sızmıştı ki?

 

Bakışlarımı Uluç'a çevirdim, gergin yüz hatlarıyla hâlâ az önceki sinirinin bir kısmı üzerinde gözlerini yola sabitlenmişti. Gözüm vitesi değiştirdikten sonra direksiyonu kavrayan eline anlık olarak gidince elinin üzerindeki izler ve minik minik duran çizgi şeklindeki kanı çekti dikkatim.

 

Böne doğru eğilip daha dikkatle baktığımda tırnak izi olduğunu anlamam uzun sürmemişti. Az önce elini tuttuğum aklıma geldi. Gerginlikten ötürü o kadar sıkı tutmuştum kendi tırnak izlerim derisine geçmiş ve kanatmıştı. “Uluç durdurur musun arabayı?”

 

“Neden, bir şey mi oldu?” Sesine yansıyan telaş durumumuzun absürtlüğüne inat içime minik mutluluklar yayıyordu. Ben, birinin benim için endişelenmesine bu kadar mı muhtaçtım gerçekten? “Hayır iyiyim ama durdur lütfen.”

 

Bu defa bir şey demeden sağa çekip durdu. Vücudunu bana döndürürken ben de ona döndüm. Elini sol elimin arasına alıp sağ elimin parmaklarıyla izlerin ve kanın üzerinde dolandırdım hafifçe.

 

Üzgün gözlerimi Uluç'un anlam veremeyen bakışlarına değerken yeniden okşadım izleri. “Özür dilerim. Ben gerginlikten ötürü elini ne kadar sıktığımın farkında değildim. Çok acıyor mu?”

 

Gözleri merhamet ve sevgiye bulandı. Dudaklarına minik bir tebessüm yerleştirip başını iki yana salladı. “Acımıyor, merak etme. Hatta şimdiye kadar farkında bile değildim.”

 

Evet o da stres ve sinirden farkında olmamış olabilirdi ama şimdi benim yüzümden farkına varmıştı ve acısını da hissetmeye başlamıştı muhtemelen. “Az önce sende stresliydin, ondan farkında değildin ama şimdi farkındasın ve acısını da hissedersin. Pansuman yapalım mikrop kapar belki.”

 

“Gerek yok Aysima, gerçekten acımıyor. Mikrop falan da kapmaz, küçücük bir şey.”

 

“Emin misin, yara olmuş ve kanamış en azından yara bandı yapıştıralım.” Elini bırakıp kucağımdaki çantamı karıştırmaya başladım. Kısa süren arayışım aklıma gelen gerçekle son bulurken çantayı bezgince bırakıp gözlerimi sıkıca kapatıp açtım. “Diğer çantamdaydı yara bandı.”

 

Uluç bir süre kahveleriyle yüzümün her bir noktasını inceleyip avuçlarının içine aldı ellerimi. Ardından bakışlarını gözlerime sabitleyip en derinlerime baktı. Daha sonra kalbimin ortasında karmakarışık duyguları yaşayacağım bir ateş gönderdi. “Senin bana vereceğin hiçbir şey yara olamaz. Sen benim merhemimsin, şifamsın.”

 

Gözlerimi gözlerinden alamıyor ben de aynı o gibi en derinlerine bakmaya çalışıyordum. İçimin hem sevinçten hem acıdan titreşmesiyle titrek bir nefes aldım açık dudaklarımın arasından. Uluç bir anlığına gözlerini gözlerimden çekip dudaklarıma yönlendirirken açık duran dudaklarımı birleştirip kurmuş boğazımla yutkundum.

 

Uluç zor bir mücadele veriyormuş gibi önce derince yutkundu ardından bakışlarını dudaklarımdan çekip gözlerime sabitledi yeniden ama ben o an onun durumunu, sıkıntısını, zorlanışını düşünecek halde değildim.

 

Uluç gözlerime bakınca yeniden, kaşları da çatılmıştı çünkü durgun gözlerimle değil yaşlarla dalgalanan gözlerimle karşılaştı.

 

Canım yanıyordu, ağlamak istiyordum. Karşımdaki adam beni seviyordu ve ben de onu seviyordum ama dokunamıyordum ona, sevdiğimi söyleyemiyordum. Hep onunla olmak, istediğim her an kollarının arasında kaybolmak, korkusuzca elinden tutmak, tereddüt etmeden gözlerinin içine doyasıya bakmak istiyordum ama yapamıyordum.

Bana her güzel şey söylediğinde pişman olmamasını istiyordum ama oluyordu.

 

Ve bu durum gittikçe canımı daha çok acıtıyordu. Onun beni ne kadar çok sevdiğini gözlerine baktığım ana görebiliyordum ama o sevgiden mahrum kalıyordum yine de. Beni hem isteyip hem istememesinden nefret ediyordum.

 

Daha fazla o şekilde kalırsam ağlamam muhtemel olacağından gözlerimi gözlerinden ellerimi de avuçlarından kaçırıp geçen gün avukata giderken gördüğüm, torpido gözündeki yara bandını almak için torpidoya uzandım.

 

Yara bandından bir tane çıkarıp kanamış olan yerin üzerine yapıştırdım. Ardından kutuyu geri torpidoya bırakıp önüme döndüm. Gözlerim yol üzerine sabit dururken Uluç bir kaç saniye daha aynı yerinde bekledi, ardından o da önüne dönüp arabayı çalıştırarak eve sürmeye başladı.

 

Yol boyunca bir daha konuşmayarak eve vardığımızda üzerlerimizi değişmek için odalarımıza geçmiştik. Üzerime rahat bir şeyler giydikten sonra lavaboya geçtim. Kasıklarımda küçük bir ağrı vardı, düzeni olmayan reglim gelmiş olabilirdi.

 

İlk olduğu aylardan on yedi yaşıma kadar hep düzenli olurdu ama o olaydan sonra iki üç ayda bir gelmeye başladı. Diğer kızlar gibi çok sancım olmazdı, biraz kasıklarım biraz da belim ağrırdı o kadar.

Bu elbette bir şükür nedeni olabilirdi. Yurtta kaldığım zamanlar kızların ağrıdan ağladığına dahi şahit olmuştum. O yüzden içten içe ağrı olmadığına şükrediyordum ama içim burkulmasına da engel olamıyordum.

 

Keşke benim de karnım ağrısaydı, yerlerde kıvransaydım, ağrıdan göz yaşlarına bulansaydım da her ay düzenli olsaydı. Düzenini bozan o olayı yaşamasaydım.

Biliyordum böyle düşünmek yanlıştı, keşke şeytandandı bir kere ama böyle düşünmekten de alamıyordum kendimi.

 

Düşünceler içinde lavaboya geçtiğimde gelmediğini görmüştüm ama sabah kalktığımda olmuş olacaktı büyük ihtimalle.

Lavabo ihtiyacımı giderdikten sonra abdestimi alarak geri odama dönüp namazımı kıldım.

 

Namazdan sonra saate baktığımda henüz on olduğunu görmüştüm ama uykum gelmişti. Son defa Uluç'a bakmak için salona geçtiğimde onun da televizyon karşısında oturduğunu gördüm.

 

Yanına ilerleyince beni gördü ve oturuşunu düzenledi. Her defasında rahatını bozduğum için üzülsem de bu hareketine mutlu da olmuyor değildim. Böylelikle ne kadar saygılı belki de centilmen olduğunu ortaya koyuyordu.

 

İkili ve tekli koltuklar olduğu halde onlara oturmayı istememiş ve Uluç'un yanına geçmiştim. Uykum gelmişti ama Uluç'la oturabilirdim biraz daha. “Ne izliyorsun?”

 

“Hiç öyle kanallarda dolanıyorum da güzel bir şey yok. Dizi saati ya film falan yok pek.” Anladım dercesine başımı sallayıp düşünmek istemesem de düşünmeden kendimi alamadığım sorumu yönelttim Uluç'a. “Uluç, şimdi ne olacak? Sabah haberlere mi çıkacağız?”

 

“Bilmiyorum ama olabilir.”

 

“Ne diyecekler acaba?” Uluç koltukta yan dönünce ben de ona doğru döndüm. “Hakkımızda ne dedikleri umurumda değil. Biz kendimizi biliyoruz ve savcılık tarafından da suçsuz olduğumuza karar verildi. Başkalarının ne dediği ilgilendirmiyor beni, seni de ilgilendirmesin.”

 

“Ama iki buçuk ay sonra okullar açılacak ve okulu geri açacağım. Ya kimse çocuğunu artık okula göndermek istemezse ki bu çok büyük ihtimal. Bir kere okulun adı kirlendi temize çıkması çok zor.” Okulu geri açabileceğime binlerce kez şükrediyordum ama bu da bir gerçekti. Artık velilerin ilk tercihlerinden olmayacağım kesndi.

 

“Anlıyorum seni ama merak etme kötü bir şey yazacaklarını düşünmüyorum. Ha diyelim ki oldu onun da çaresine bakarız.” Derin bir nefes alıp başımı salladım. İnşallah kötü bir şey çıkmazdı.

 

Saedece başımı sallayıp televizyona döndüm. Uluç da suskunluğumla birlikte birkaç kanal daha gezdi ve eski bir Türk filmi bulunca orada kaldı. Selvi Boylum Al Yazmalım vardı, bir keresinde merak edip izlemiştim ama bu defa yanımda Uluç da vardı ve onunla izlemenin ayrı bir zevki olacağını biliyordum.

 

Ne kadar Uluç’la bir şeyler yapmaktan keyif alsam da uykumun tamamen bedenimi ele geçirdiğini hissediyordum ama koltuk o an o kadar rahat gelmişti ki dünyanın en rahat yatağından bile rahattı adeta. Hiç kalkasım yoktu. En sonunda bedenim dayanamamış ve koltukta kendini uykuya bırakmıştı.

 

***

 

Sabah gözlerimi açtığımda etraf ağarmıştı. Çekmecenin üzerinden telefonumu alıp saate baktım ve dokuz buçuk olduğunu gördüm.

 

Yatakta doğrulup ayaklarımı sarkıtmıştım ki aklıma gece koltukta uyuduğum geldi ama ben yataktaydım. Uluç'un beni yatağıma taşımış olduğu fikrini düşünce dudaklarım iki yana kıvrıldı. O anı bilmiyordum ama mutlu olmuştum yine de.

 

Tam yataktan kalkıyordum ki aklıma bir şey geldi. Ben, bu gece yine rüya görmemiştim, bu iki olmuştu. Acaba rüyalarım yavaş yavaş bana musallat olmayı bırakıyorlar mıydı?

 

Geçen gece hastanede Uluç’la birlikte uyumuştuk ve rüya görmemiştim hiç. Gece nasıldı bilmiyorum ama Uluç'un yanında dalmıştım uykuya ve ben yine görmemiştim rüyayı. Acaba Uluç’la bir ilgisi var mıydı?

 

Çünkü şimdi anlıyordum ki ben Uluç'la uyurken rüyadan dolayı endişeli bir şekilde uykuya dalmıyordum, rüya aklıma bile gelmiyordu. Diğer geceler ister istemez rüya göreceğim için endişelenirken onunla uyuduğumda endişe yoktu. O yüzden rüya görmüyordum.

Gerçeği kavrayan beynim duraksamıştı bir an. Yüzümde gülümseme olurken engel olamadım ona. Uluç yine bana iyi gelmişti. Her derman oluyordu.

 

Bir süre daha düşünceler içinde boğuştuktan sonra yataktan çıkıp lavaboda elimi yüzümü yıkadıktan sonra çay suyu koydum. Yatağımı düzelttikten sonra geri mutfağa yönlendirdim adımlarımı. O an aklıma bir fikri geldi. Hava tam bir piknik havasıydı, kahvaltımızı dışarda yapabilirdik.

 

Çayı demleyip kahvaltı için hazırlıkları yaptıktan sonra her ihtimale karşı sepete koymadan önce Uluç'a sormam gerektiğini düşünüp onun odasına geçmek için mutfaktan çıktım. Belki canı istemeyebilir ya da başka bir sorunu olabilirdi.

Kapıyı tıklatıp ses gelmesini bekledim ses gelmeyince tekrar tıklattım. Yine ses gelmeyince geçen günkü gibi gitmiş olabileceği düşüncesi sinsice zihnime sızarken hızla açtım kapıyı.

 

Ama karşılaştığım şeyle tutmuş olduğum nefesi yavaşça verip rahatladım. Uluç hâlâ mışıl mışıl uyuyordu. En ufak tıkırtıda uyanan adamın uyanmayacağı tutmuştu bu gün. Yoksa yine korkutmak mı istiyordu beni?

Temkinli adımlarla yanına yaklaşıp önce güzel yüzünü inceledim. Ellerimi saçlarında yavaşça gezindirdikten sonra çekip seslendim. “Uluç, Uluç! Uyan hadi.”

 

Omuzuna da minik bir sarsıntı uygulayınca yüzünü buruşturmaya başladı böylelikle numara yapmadığını da anlamış oldum. “Uluç hadi kalk.”

 

“N’oluyor yaa.” Avcuyla gözlerine bastırıp başını iki yana salladı. “Kahvaltı hazır kalk.”

 

“Biraz daha uyuyacağım.”

 

“Ama yiyecekler soğuyacak. Hem saat ona geldi ne kadar uykucusun.” Yönünü değiştirip yüzünü yastığa gömdüğü için ve homurtular eşliğinde konuştuğu için boğuk çıkan sesiyle dediklerini anlamaya çalıştım.

 

“Gece geç uyudum, biraz daha.”

 

“E erken yatsaydın, geç yat diyen mi vardı sana? İşin de yok geç yatmak için.”

 

“Senden daha iyi işim mi var benim.”

 

“Ne? Ben ne yaptım ya?” Dediklerine bir anlam veremezken yüzüne bakmaya devam ettim. Sanki gece ben uyutmamıştım beyefendiyi? “Tamam tamam, illa uyandıracaksın. Kalktım.” Başını yastıktan kaldırıp oturur vaziyete geldi. Uyku mahmuru gözlerle alttan alttan yüzüme bakmaya başladı. “Bir şey diyeceğim.”

 

Elini yumruk yapıp baş parmağının tersiyle ile gözlerini ovuştururken gözüme ne kadar tatlı göründüğünü bilemezdi. Elini gözünden çekmeden bir "Hm?" eşliğinde cevapladı sorumu. “Dışarda mı yapsak kahvaltıyı hava çok güzel.”

 

“Kahvaltı hazırladım dememiş miydin?”

 

“Evet hazırladım. Piknik tarzı bir şey yaparız diye düşündüm ama yok işim var diyorsan evde de yaparız.”

 

“Yok tamam gidelim ama ben duşa gireyim önce ondan sonra. Sen de hazırlanırsın.” Cevabıyla yüzüme bir gülümseme yerleştirip onu onayladım. Ardından hazırlanmak için çıktım odadan.

 

CEYHUN ULUÇ'TAN

 

Yüzüne ve dahi her ayrıntısına hayran olduğum kadının odadan çıkışını izlerken yüzümde gülümseme olmasına engel olamamıştım. Nasıl sevinmişti piknik yapmayı onayladığımda.

 

O kadar masumdu ki, o kadar saf, temiz... Küçücük şeyle bile mutlu olmayı başarıyordu. Belki hayatı boyunca hep acı çektiği için ufacık mutluluk anını kaçırmak istemiyordu.

 

Gece saatlerce onu izlediğimi bilse yine mutlu olur muydu acaba? Belki utanır ve yüzü al al kızarırdı tıpkı dünkü gibi. Saçlarını okşadığımı bilse sevinir miydi ki?

Beni seviyor muydu bilmiyorum ama hoşlandığından emindim. Sevmek hemen karar verilen bir şey değildi ama hal ve hareketlerinden benden hoşlandığını anlıyordum.

 

Gece koltukta uyuyup kalmıştı. Uyukladığını görmüştüm ama ses etmemiştim uyursa kendim götürürdüm yatağına. Bir süre sonra gözlerimi ekrandan çekip ona baktığımda uyduğunu gördüm.

 

O an televizyonu kapatıp tamamıyla bedenimi Aysima'ya döndürdüm. Yüzü bu hayatta gördüğüm tüm yüzlerden güzeldi. Başkası görse belki sıradan abartılacak bir şeyi yok derdi. Ama onlar benim gözümden göremezlerdi onu. Benim gözümde dünyanın en güzel kadınıydı o.

 

Yüzümü yüzüne yaklaştırıp sadece izledim bir süre. Her bir ayrıntısını, yüzünde bulunan her bir beni, noktayı ezberlemek istedim. Sonra başında gevşekçe duran örtüyü çıkarıp kenara koydum. Yavaşça uyanmaması için okşamaya başladım saçlarını; sadece benim görebildiğim, sadece benim dokunabildiğim saçlarını. Pamuk gibi olan saçlarında elim kayıyordu.

 

Elimi başından ensesine düşürüp yavaşça yanağına doğru getirdim daha sonra. Bir süre de yüzünü okşadıktan sonra kendime engel olamayarak dudaklarımı bir tüy hafifliğinde yanağına kondurdum, uyanmasını istemiyordum çünkü.

 

Dudaklarım yerini beğenmiş gibi hiç gitmek istemedi yanağından. Bir süre dudaklarımı orda bekletip yavaşça geri çekildim. İçimde öyle bir duygu vardı ki içime katmak istiyordum onu. İçime katmak ve sonsuza dek orda tutmak...

 

İyice dibine kadar sokulup biraz diğer tarafa döndüm ve başını omzuma koydum. Kollarımla sıkıca sarıp bu defa dudaklarımı saçlarına bastırdım. Uzun bir süre onun kollarımın arasında olmasının buruk mutluluğuyla kokusunu içime çeke çeke bekledim öylece.

 

İçim yanıyordu, kalbim acıyordu. Onu her defasında öpmek istiyordum. Korkusuzca sarılmak istiyordum. Kollarımın arasında kaybolmasını, istediğim zaman elini sıkıca tutabilmeyi istiyordum ama olmuyordu, yapamıyordum. Tamamen birbirimize bağlanırsak bir gün bu dünyadan göçüp gittiğimde onu yalnız bırakmaktan korkuyordum. Terk edilmiş gibi hissetmesini istemiyordum.

 

Tarihin tekerrür etmesine izin veremezdim.

 

Ben şehit olmaya giderken arkamda gözüm kalsın istemiyordum. Aklım ondayken şehit olmak istemiyordum. Belki yakın zamanda dönecektim mesleğime ve şimdiden terk etmiş hissediyordum kendimi.

 

Ama ondan da nasıl ayrılabileceğimi de bilemiyordum artık. Onu görmediğim her an kalbim sıkışırken onu tamamen kaybetme düşüncesi bile yüreğimin yerinden söküp almışcasına bir his bırakıyordu.

 

İki diyar arasında arafta kalmıştım. İki yâri gönlüme sığdırmıştım ama bu ruhuma ağır gelmişti. Ne şehit olma aşkından vazgeçebilirdim ne de Aysima'dan, varlığından, aşkından...

 

Düşünceler arasında kollarımın arasında uyuyan Aysima ile uzun bir süre öylece bekeldim. Aysima'nın daha fazla rahatsız bir şekilde uyumaması için kucağıma alarak odasına geçip yatağına bıraktım. Son bir defa daha yanağına bir öpücük kondurup gece lambasını yakarak çıktım odadan.

 

Dün geceye ait anı gözümden silindiğinde Aysima da odamdan çıkmıştı. Yataktan kalkıp kendimi banyoya attım, sadece gerçek hayatımı değil rüyalarımı da şekillendiren oydu artık.

 

Onu rüyalarımda, gerçekte hiç göremeyeceğim hallerde görüyor ve bundan dolayı kendimden nefret ediyordum. Hem arsız düşüncelerime onu mâl ediyormuşum gibi geliyor hem de sadece rüyalarımda o halde gördüğüm için kendime olan öfkem artıyordu.

 

Belki korkaklığı bir kenara bırakabilseydim her şey daha farklı olurdu…

 

AYSİMA'DAN

 

Üzerimi değiştirdikten sonra kahvaltılıkları ve gerekli malzemeleri sepete koyup çayı da termosa doldurdum. Ardından Uluç'u beklemeye koyuldum, çok geçmeden Uluç da gelmişti.

 

Elinde telefonuyla yüzünde gülümseme eşliğinde mutfağa girdiğinde niye güldüğünü anlamaya çalışıyordum. Ne vardı ki o telefonda? Merakıma yenilerek içimdekileri dışa vurdum. “Maşallah pek mutlusunuz Ceyhun Uluç Bey. Nedir sizi bu kadar mutlu eden şey?”

 

Uluç gözlerini telefondan çekip yüzüme kaldırdı. Gözleri gözlerime buluşunca biraz ciddileşip cevap verdi. “Haberlere baktın mı?”

 

Gözlerim şaşkınlıkla açılırken telaşla baktım bir taraftan. Ben tamamen unutmuştum onu. Piknik sevinciyle aklımdan çıkmıştı. Kim bilir ne tür şeyler yazmışlardı da Uluç gülüyordu. “Aaa ben onu unuttum tamamen. Ne oldu, ne yazmışlar?”

 

“Korkma kötü bir şey yazmamışlar.”

 

“E ne yazmışlar peki. Niye sırıtıyorsun?” Yine sırıtıp birkaç adım daha yaklaştı. “Dün bizi kardeş zannedecekler diye korkmuştun ya merak etme hiç öyle zannetmemişler.”

 

“A a ben mi korkmuşum? Dün dedim sana ne düşünürlerse düşünsünler.”

 

“Tabi tabi. Hatta kim olduğunu kendin bildiğin için bu sana yetiyordu değil mi? Sahi kimdin sen?” Lafı dolandırıp yine beni köşeye sıkıştırırken gözlerimi kaçırıp durdum bir süre öylece. Daha sonra konuyu başka yöne çekmeden kurtulamayacağımı anlayıp cevap verdim. “Neyse ne aaa. Ne yazmışlar söylesene.”

 

“Kaç bakalım yine. Neyse söylüyorum daha doğrusu okuyorum. ‘GENÇ ÇİFT YAPTIKLARI KOMBİN İLE GÖRENLERİ KISKANDIRDI!’” Gözlerimi fal taşı gibi açıp Uluç'a bakarken haberin gerçekliğini görmek için Uluç'a doğru iyice yaklaşıp telefonu aldım elinden. Haberi tamamen okurken gözlerim her geçen saniye mümkünmüş gibi iyice açıldı.

 

Gözlerimi haberden kaldırıp Uluç'a döndürünce gülümsemesini iyice genişletip beni izlediğini gördüm. Gözlerim bu defa şaşırır vaziyete bürünürken Uluç'a çıkışmayı ihmal etmedim. “Sabahtan beri pişmiş kelle gibi buna mı sırıtıyorsun Uluç? Habere bak ne yazmışlar ve sen gülüyorsun.”

 

“Ne var Aysima güzel yazmışlar işte. Bizi kötüleyen bir haber olsa daha mı iyiydi?”

 

“Tabi ki hayır ama bu da ne bileyim... ufff.” Daha önce bırakın magazine çıkmayı kimsenin ana konusu bile olmamıştım. Tuhaf hissettirmesi bence gayet doğaldı. “Aysima kötü bir şey yok bunda, rahat ol.”

 

“Sen alışmış olabilirsin belki ama ben her gün magazine çıkmıyorum Uluç Bey. Tabi tuhafıma gidecek.”

 

“Emin ol ben de her gün çıkmıyorum. Hatta bu iki... yani çok kez çıkmadım ben de. Hatta biri de ikimizin fotoğraflarının olduğuydu. Merak etme endişelenecek bir şey yok.” Derin bir nefes çekip bıraktım. Evet kötü bir şey yazmalarındansa bunu yapanları daha iyi olmuştu ama çok farklı şeylerdi bunlar da.

 

“Ee sadece bunu mu demişler peki. İftirayla alakalı bir şey yok mu?”

 

“Onu da yazmışlar ama magazin için kombinimiz daha değerli olduğundan manşet olarak bunu vermişler. Merak etme onda da kötü bir şey yok. İftiraya uğradığımızı ve okulun yeniden açılacağını yazmışlar.”

 

“E peki başka sitelerde, kanallarda ne diyor. Hepsi de mi aynı görüşte.”

 

“Evet hemen hemen hepsi de aynı şeyleri yazmışlar.” Uluç'tan gözlerimi çektikten sonra içimdeki huzursuzlukla yeniden bir nefes çekerken Uluç ellerini kollarıma koyarak kendine bakmamı sağladı. Aşık olduğum gözlerinde şefkat ve merhamet vardı yine. “Endişelenme artık. Bitti her şey. Okulu kaybetmedin ve haberlerde de aleyhimize bir şey yok. Başkalarının ne düşündüğü de umurunda olmasın.”

 

“Biliyorum olmamalı ama işte...”

 

“Anlıyorum okul için endişelisin ama emin ol yarın kimse hatırlamayacak bu haberi. Yeni dedikodular çıkaracaklar ortaya ve biz unutulacağız.” Haklıydı. İnsan unutkan bir varlıktı. İnsan kelimesinin anlamı bile "unutan" demekti. Yarına unutacaklardı. Kendilerine göre daha iyi bir dedikodu bulacaklardı ama ben elimde olmadan tedirgin oluyordum.

 

Daha fazla konunun uzamaması için Uluç'u sadece başımla onaylayıp nereye gideceğimizi sordum. “Gidince görürsün.”

 

“Ama Uluç söyle hadi.”

 

“Hayır sürpriz.” Merak etsem de daha fazla ısrar etmedim, yarım saate öğrenirdim zaten.

Evden çıkıp arabaya geçtiğimizde bir süre yola odaklanmış bir şekilde dışarı seyrederken Uluç'a döndürdüm bakışlarımı. Gece olanlar aklıma gelirken gözlerimi eline indirdim bu defa. Yara bandını çıkarmıştı ve izler de minik çizgiler şekildeydi sadece.

 

Söylediği kelimeler beynimde tekrarlanıyor ve hem mutlu olmama hem ağlama isteğimin ortaya çıkmasına sebep oluyordu.

"Sen benim merhemimsin, şifamsın" demişti. Öyle miydim gerçekten. Öyle olsam benden vazgeçmek ister miydi, insan şifasını bırakmak istemezdi ki.

Ama Uluç beni bırakmak istiyordu, yaralarına merhem olmamamı istiyordu.

 

Ben, bense onu istiyordum. Her şeyimle onun yanında olmak istiyordum. Onu bırakmak istemiyordum. Ben onunla mutluydum, hayatımda hiç olmadığım kadar iyiydim onun yanında. Hayatım tepetaklak olmuştu belki ama Uluç o enkazın içinde açan bir çiçekti.

 

Ben onun şifası mıydım bilmiyorum ama o benim şifamdı, merhemimdi...

 

Ben düşünceler içinde boğulurken araba durduğunda ve etrafa iyice bir göz gezdirince yüzümü hem şaşkınlık hem de bir gülümseme istila etmişti.

 

Geldiğimiz yer Uluç'la daha önce oturduğumuz yerdi, Uluç’a çikolata verdiğim parktaydık. O günü anımsayınca yüzümdeki gülümseme genişlemişti.

Gözlerimi dışarıdan alamadan Uluç'a döndürdüm başımı ardından gözlerimi de kahveleriyle buluşturdum. “Burada mı edeceğiz kahvaltımızı?” Uluç başını sallayıp gülümseyerek cevap verdi. “Evet, bir sorun mu var?”

 

“Hayır, elbette yok. Ben mutlu oldum.” Biraz bekledikten sonra içime kaçmış sesimle fısıldadım. “Unutmamışsın.” Gözlerimi gözlerinde dolandırırken Uluç yine en derinime bakmak ister gibi bakıp kalbimi yine yerinden oynatacak o cümleleri kullandı.

 

“Sana dair olan hiçbir şeyi unutmam mümkün değil benim Aysima.”

 

Yapma, bunu yapma bana. Ya öldür ya güldür. İkisi bir arada olmuyor.

 

Gözlerini ilk kaçıran Uluç olurken ben de önüme dönüp emniyet kemerimi çözdüm. Uluç'un da çözmesiyle beraber indik arabadan. Arka koltuktaki eşyaları da alıp aynı yere geçip oturduk.

Kahvaltılıkları ve yolda gelirken aldığımız simit ve poğaçaları da masaya yerleştirdikten sonra çaylarımızı doldurup yapmaya başladık kahvaltımızı.

 

O gün aklımdan çıkmazken engel olamıyordum gülümsememe. Tabi Uluç o gün küçük bir kriz de geçirmişti ya da geçirmenin eşiğinden dönmüştü. Operasyondan bahsedince nasıl da değişmişti duyguları? O günden beri hiç sormamıştım ama sonraki krizlerini de görünce son operasyonunda bir şeyler olduğunu tahmin edebiliyordum.

 

Gözlerimi Uluç'a kaldırınca bana baktığını fark ettim dikkatle. Ne oldu der gibi başımı sallayınca gülümseyip ağzına bir salatalık gönderdi. “Ne düşünüyorsun öyle gülümseyerek.”

 

“Hiç, öyle daha önceki burada oturuşumuz aklıma geldi. Şaşırmıştım seni görünce.” Uluç gülümsemesini genişletip çayından bir yudum aldı. “Bilmez miyim, korkup irkilmiştin hatta.”

 

“Evet, seni görmeyi beklemiyordum o gün. Burada, İstanbul'da olduğunu biliyordum ama karşılaşacağımızı düşünmemiştim”.

 

“Açıkcası benim de öyle bir düşüncem yoktu. O gün havanın iyi olduğunu görünce biraz dolaşayım demiştim ama nasıl oldu inan bilmiyorum, yol beni buraya getirdi. Daha önce hiç gelmemiştim de buraya biliyor musun? Öyle herkesin geldiği bilinen bir yer de değil. Ama buraya geldim işte.” Çünkü bizi birleştirmek isteyen bir kader vardı. Bir şekilde bir yerlerde karşılaşmamız gerekiyordu. Rüyaları boşa görmemiştim, Uluç burayı tesadüfen bulmamıştı, ben tesadüfen keşfetmemiştim burayı. Bizi bir araya getirmek isteyen Allah vardı.

 

Kahvaltımızı ve çayımızı bitirdikten sonra biraz dolanmaya başladık parkta. Yeşillikler arasında yürürken bir kaç çocuk sesi geliyordu. Kaydıraktan kayıyorlar, salıncağa ve tahterevalliye biniyorlardı. İki küçük kız çocuğu küçük kum havuzunda tepecikler yaparak oyun oynuyordu.

Onları seyrediyor bir yandan da dolanıyorduk.

 

Çocuk olmak ne güzeldi yaşayabiliyorsan çocukluğunu. Çoğu insan çocukluk yıllarına özlem duyardı. "Keşke çocuk kalsaydım." derlerdi. Ben de çok isterdim demeyi ama o günlere gitme ihtimali olmadığı için şükrediyordum. O günleri bir daha yaşamak istemezdim, benim için daha zordu çocukluğum. Çünkü daynama gücüm daha azdı. Şimdi güçlü durmaya çalışıyordum, karşı koymaya çalışıyordum dertlerime ama o zaman ne anneme ne babama ne müdire anneye ne de benden yaşça büyük kızlara karşı koyacak gücüm yoktu.

O günlere dönmek işkence olurdu benim için.

 

Düşünceler arasında çocukları izliyordum ki dikkatimi dağıtan şey Uluç'un adımı söylemesi oldu. “Efendim.”

 

“Ben bir su alıp geleceğim karşıdaki marketten. İstersen şu bankta otur bekle beni.”

 

“Tamam olur git sen. Benim suyum var bu arada kendine al sadece.” Uluç dediğimi onaylayıp markete doğru giderken ben de oyun parkının içindeki banklardan birine geçerek oturdum.

 

Kum havuzundaki küçük kızlar pür dikkat kumları elleriyle bir araya getirip tepeler ve kuleler yapmaya çalışıyorlardı. Bir tanesi dilinin ucunu dudaklarının arasından dışarı çıkarmış şekilde işine öyle odaklanmıştı ki gören dünyanın en önemli seramiğini yapıyor zannederdi.

 

Bakışlarım onlardayken bir erkek çocuğunun ağlamaya başlamasıyla gözlerim telaşla o yöne dönmüş ve ayağa kalkmıştım. Az önce kaydırakta kaymaya çalışan dört yaşlarında bir çocuk kaydırağın ucunda yüzü koyun uzanıyor ve ağlıyordu. Hızlı adımlarla yanına gidip doğrularak oturmasını sağladım. “Canım iyi misin, neren acıyor?”

 

"A-ayaaam!" Küçük elleriyle sol bacağını gösterince bakmak için elimi ayağına koydum. “Tamam ba-“

 

"Mete!" Lafımı yarıda kesen şey bir adamın koşarak yanımıza gelip isminin Mete olduğunu öğrendiğim çocuğa seslenmesiydi. Çocuk yani Mete adamın sesini işitince ona dönmüş ve iyice ağlamaya başlamıştı. "Babaaaaa!"

 

“N'oldu babacım, iyi misin? Neren acıyor söyle hadi.”

 

"A-ayaam, diz-im a-acıyooo!" Hıçkırıklarının arasında konuşmaya çalışıyor ama beceremiyordu. Hiç tanımadığım bir çocuk olsa da sonuçta o da bir çocuktu ve o hali içimin burkulmasına sebep olmuştu. "Tamam babacığım tamam. Şimdi bakalım ayağına bir şey var mı diye."

 

Adam başını Mete'nin ayağına çevirirken az önce bakmak için ayağına koyduğum ellerimi görünce o an fark etmişti beni. Yüzünü bana kaldırıp gözlerime baktı. "Siz?"

 

“Oğlunuzun düştüğünü görünce yardım etmek için gelmiştim.” Anladım der gibi başını sallayıp Mete'nin ayağı ile ilgilenmeye başladı. Pantolonu dizine kadar kaldırıp baktı. Küçük bir sıyrık vardı ve hafif kanıyordu ama çok büyük bir şeyi yoktu. "Bak aslanım küçücük yüzülmüş sadece ağlama hadi artık."

 

"Acıyoo babaaaa!" Gözlerinden boncuk boncuk yaşlar süzülüyor sesi yürek burkuyordu. "Tamam oğlum şimdi temizleriz geçer." O an aklıma çantamdaki su ve yara bandı geldi. Ne kadar küçük bir sıyrık olsa da çocuklar yapıları gereği ilgilenilmek isterlerdi bizler de bu ilgiyi vermek zorundaydık onlara. “Çantamda yara bandı var canım. Onu yapıştırırız olur mu, hemen geçer.”

 

Yaşlı gözler ve büzük dudaklarla başıyla beni onaylayınca yerimden doğrulup oturduğum banka gittim. Çantam orda kalmıştı. Çantamı alıp tekrardan Mete ve babasının yanına dönerek önce mendil ve su çıkardım. Mendile biraz su dökerek sıyrıkların etrafını temizleyecektim ki adam "Ben temizleyebilirim, zahmet etmeyin" diyerek elimden aldı mendili.

 

Babası yarayı temizlerken Mete'nin de dikkatini dağıtıp daha fazla ağlamaması için konuşmaya başladım. “Demek adın Mete Meteciğim. Benim adım da Aysima, tanıştığıma çok memnun oldum.” Sulu gözlerini bana çevirip utançla konuşmaya başladı. Hâlâ ağlaması küçük de olsa devam ettiği için kesik kesik konuşuyordu. "B-ben de mem-nun oldum."

 

“Ne kadar da güçlü bir çocukmuşsun. Sadece küçük bir sıyrık olmuş.” Gözlerimi hayran hayran kocaman açıp konuşuyordum ki canının acısından fazla güçlülüğüne odaklansındı. Sesimi biraz alçaltıp daha da yaklaşarak devam ettim konuşmama. “

 

“Sana bir sır vereyim mi?” Merakla yüzüme bakıp "Oluuur." diyerek karşılık verdi.

 

“Sanırım oradan ben düşseydim ayağım kırılabilirdi ve bir bebekten daha fazla ağlardım.” Hayretle gözlerini açıp beni dinliyor aynı zamanda kendi güçlülüğünü gördüğü için mutlu oluyordu.

Ben bir taraftan onunla konuşurken diğer yandan çaktırmadan çantamdan yara bandını çıkarıp Mete'nin babasına uzattım.

 

Mete ile muhabbetimiz güzel bir şekilde devam ederken Mete acısını çoktan unutmuş ve utangaçlığı da bir kenara bırakmış bir şekilde söylediklerime gülüyordu. Babasının seslenmesiyle ikimizin gözleri de adamı bulmuştu. "Eveeet, bak hallettik aslanım acıyor mu hâlâ?"

 

"Acıyor ama çok azcık çünkü ben çok güçlü bir çocukum." Mete'nin söylediklerine gülümsemiştim. İşte çocukların dikkatini başka yöne çekerek ilgilenmek bu kadar basitti. "Evet sen bu dünyanın en güçlü çocuğusun. Hadi o zaman kalkalım da evimize gidelim artık olur mu?"

 

"Hayır baba lütfen biraz daha kalalım. Hem ben daha kum havuzunda oynicaktım."

 

"Ama babacığım ayağın..."

 

"Acımıyor dedim ya, lüpfen biraz daha kalalım, lüpfeeeen." Babası Mete’in ısrarların daha fazala dayanamamış olacak ki başını salladı hafifçe. "Tamam bakalım ama sonra gideceğiz, annen de merak eder yoksa."

 

Mete zafer kazanmışçasına gülümseyip babasından destek alarak ayağa kalktı. Ardından kum havuzunda oynayan çocukların yanına gitti. Arkasından bakıp kalmıştım ki Mete'nin babasının seslenmesiyle ona döndüm. "Size de ne kadar teşekkür etsem az. Gerçekten çok iyi idare ettiniz. Siz olmasaydınız Mete iki saat ağlar ve bir türlü yarsını temizletmezdi."

 

“Estağfurullah yardımcı olabildiysem ne mutlu bana. Ben sadece kendi yöntemlerimi kullanarak onu sakinleştirmeye çalıştım.”

 

"Başardınız da. Deneyimlisiniz sanırım hemen müdahale edebildiniz. Yoksa sizin tosun da mı biraz nazlı?" Dediği şeyi anlayamadığım için kaşlarımı hafif anlamdım der gibi büzüp sorumu da dillendirdim. “Tosun?”

 

"Yani çocuğunuz, deneyimli bir annesiniz ki hemen sorunu kaldırdınız ortadan." Bu defa anlayınca dudaklarıma istemsiz buruk bir tebessüm yerleştirip başımı iki yana salladım. “Yok, deneyimli bir anne değilim çünkü çocuğum yok.”

 

"A öyle mi? Kusursa bakmayın ben bir de burada olduğunuz görünce çocuklardan birinin annesi zannettim sizi. Ama şuan gerçekten daha da büyük bir şaşkınlık içindeyim, ben dört yıllık bir baba olarak bazen doğru müdahalede bulunamıyorum."

 

“Estağfurullah, eşimle dolaşıyorduk sadece öyle.” Birilerine Uluç’tan bahsetmek üstüne üstlük ondan eşim diye bahsetmek içimde çok güzel duygular oluşmasına sebebiyet veriyordu. Onun kocam olmasından neredeyse gurur duyuyordum.

 

"Aaa demek öyle, ben de-" Adam sohbetimize devam ediyordu ki daha lafını bitirmeden kelimesi birinin seslenmesiyle yarıda kesildi. Kulaklarıma aşinası olduğum ses ulaşırken arkama döndüm hemen. “Karıcığım!”

 

Sert mi çıkmıştı sesi onun ve ne demişti? Karıcığım? Arkamı dönüp yüzünü görünce yüz hatlarının da sesi kadar sert olduğunu anlamam uzun sürmemişti. Düşündüğüm şey olamazdı değil mi? “Uluç.”

 

“Ne yapıyorsun burada ve kim bu beyefendi?” Kaşları hafif çatık bir bana bir adama bakıyordu. Yanımıza ulaşmasıyla yüzümü tekrarda karşımdaki adama çevirdim. “A şey bu beyfendi... Mete'nin babası...”

 

"Yalçın." Uluç hiç hoş olmayan gözlerle isminin Yalçın olduğunu öğrendiğim adamı seyrederken devam ettim. “Eşim Ceyhun Uluç, Yalçın Bey.”

 

"Memnun oldum beyefendi." Adamın uzattığı ele isteksizce karşılık verdikten sonra bana döndü. Bu kabalığının sebebi neydi anlayamıyordum doğrusu. “Siz nerden tanışıyorsunuz ve Mete kim?”

 

“Mete şu kum havuzunda oynayan çocuk var ya o. Az önce kaydıraktan düşünce yardımına gitmiştim Yalçın Bey'le de öyle tanıştık.”

 

“Hıhm.” Anladım der gibi başını sallayıp sesler çıkartırken Yalçın Bey'e döndü. Tuhaf bakışlarına karşı tedirginlikle Uluç'a baktım. Gerçekten neydi bu tuhaf hareketler?

 

"Ben tanıştığımıza çok memnun oldum Asyima Hanım, Ceyhun Bey. Biz gidelim artık eşim de merak etmiştir. İyi günler."

 

“İyi günler Yalçın Bey.” Yalçın Bey yanımızdan uzaklaşırken Uluç'a döndüm yeniden o ise hâlâ gitmekte olan adamın arkasından bakıyordu. “Uluç!” Sonunda bana bakma zahmetine girerek "Efendim" diyebilmişti.

 

“Ne diye adama tuhaf tuhaf bakıyorsun.”

 

“Öyle mi bakmışım, hiç farkında değilim.” Gözlerimi devirdim, gayet farkındaydı hatta bilerek kaba davranmıştı. “Kesin öyledir, farkında değilsindir. Sanki adam bir şey yaptı.”

 

“Ben de bir şey yapmadım Aysima, abartıyorsun şu an.”

 

“Kendi bakışlarını kendin görmedin ama. Yoksa sen... sen beni mi kıskandın?” Merak ve sorgularcasına Uluç'a sorumu yöneltirken dürüst davranmayacağını, inkar edeceğini düşünüyordum ki hiç beklemediğim bir cevabı verdi. “Evet kıskandım ne olmuş, karım değil misin?

 

Şaşkınca yüzüne bakarken ne söylemem gerektiğini bilemedim. Kıskandım demişti, inkar etmemişti. Nedensizce içimde mutluluğa sebep olmuştu bu durum. Kıskanılan biriydim ben ve beni kıskanan kişi de sevdiğim adamdı, başkası değildi.

 

Gözlerimi kaçırıp ne desem diye düşünürken aklıma gelen ilk şeyi söyledim. “Ne diye kıskanıyorsun, adam sanki bir şey yaptı.”

 

“Hele bir denyoluk yapsınlar ben gösteririm onlara o zaman.” Gözlerimi devirip artık konunun uzamaması için başka konuya geçtim. “E sen neredeydin? Alt tarafı bir su alıp gelecektin, bir türlü gelemedin.”

 

“Kasada bir problem çıktı bir saat onunla uğraştı kasiyer. Çok susamamış ve sana çikolata almamış olsaydım suyu bırakıp gelecektim.” Çikolata lafı derince yutkunmama sebep olmuştu. Bana çikolata mı almıştı, benim için çikolata almıştı. Ama bir problem vardı.

Uluç cebine koyduğu çikolataları çıkartıp birini bana uzattı. Çikolataya bir bakıp bir kez daha yutkundum ardından gözlerimi Uluç'a çıkardım. “Teşekkür ederim ama ben çikolata yemem.”

 

Uluç hiç olmayacak bir şeyi söylemişim gibi inanamaz gözlerle yüzümü incelerken şaka yaptığımı düşünüyordu. “Şaka yapıyorsun değil mi?”

 

“Hayır niye şaka yapayım Uluç.”

 

“Tamam balık sevmeyişini anlıyorum ama çikolatayı sevmeyen yoktur Asyima varsa da binde birdir yani.”

 

“Sevmiyorum değil yemiyorum.”

 

“Seviyorsan niye yemiyorsun?”

 

“Seviyorum da demedim.” Uluç hiç bir şey anlamadığını belirtir şekilde yüzüme bakıp anlamadığını dillendirdi. “Hiç bir şey anlamıyorum Aysima. Seviyorum da demiyorsun sevmiyorum da.” Düşündükçe aklına gelen ihtimal onu şaşırtmış olacak ki kaşlarını daha derin çattı. “Yoksa... yoksa sen hiç çikolata yemedin m? Tadına bakmadın mi hiç?”

 

Şaşkınca yüzümü incelerken başımı iki yana salladım sadece. Sebebini söylemek istemiyordum şimdi. “Nasıl yani hiç mi yemedin? Neden, niye yemedin?”

 

“Sevmem diye düşündüm ve denemedim hiç bu zamana kadar.” Acı bulaşmış gözleriyle bir süre gözlerime bakıp derince yutkundu. Anladığı gerçek benim kadar onun da canını yakmıştı. “Senin çikolatayı sevip sevmeyeceğini bilmen için bilinçli olarak denemen mi gerekiyordu?”

 

Dediği şeyle içim yanarken başımı eğip onlayladım ama geri çıkarmadım gözlerimi ona.

Çikolatayı sevip sevmediğimi bilmem için tadına bakmam gerekiyordu. Ama normal bir çocuk ilk çikolata yediği zamanı hatırlamazdı. Seven çocuk ilk ne zaman denediğini ve sevdiğini, sevmeyen çocuk ilk kez ne zaman denediğini ve sevmediğini bilmezdi. Çünkü ailesi ona küçükken çikolata verir ve o an sevip sevmediği anlaşılırdı ama benim öyle bir durumum olmamıştı. Bana hiçbir zaman çikolata yedirmemişlerdi.

 

“Nasıl, neden?” Uluç'un acıyla çıkan sesiyle ona dönüp omuz silktim. “Eve gidelim mi artık? Yoruldum sanırım dinlenmek istiyorum.”

 

Uluç konuşmak istemediğimi anlayınca ne kadar istese de uzatmayıp onayladı beni. Eşyaları önceden arabaya koyduğumuz için doğrudan arabaya doğru ilerledik.

 

İkimizde sessizliğimizi korurken yollar akıp gidiyordu. Geçmişi düşünmek; annemi, babamı, uyguladıkları şiddeti, beni çocukların gibi görmeyişlerini, terk edişlerini, her şeyi düşünmek canımın inanılmaz derecede yanmasına sebep oluyordu.

 

Onları aklımdan, düşüncelerimden silmek için başımı hafifçe iki yanıma salladım ve ara ara Uluç'un hayran olduğum yüzüne bakarak eve varabilmeyi bekledim.

 

Eve geldiğimizde saat ikiye gelmişti. İlk olarak üzerimi değişip mutfağa geçtim ve kahvaltı bulaşığımızı makineye yerleştirdim. Ardından dolaptan meyveleri çıkarıp meyve tabağı hazırladım ve salona geçtim. Uluç yine her zamanki koltuğunda, üçlü koltukta oturmuş ve telefonuyla ilgileniyordu. Ben de yanına oturup tabağı ortamıza koydum. Uluç beni görünce telefonu kenara bırakıp benden tarafa döndürdü bedenini. “Sen dinlenmeyecek miydin?”

 

“Evet bu şekilde de dinlenebilirim, yani eve gelmek istemiştim artık aslında.”

 

“Anladım, eline sağlık bu arada.”

 

“Afiyet olsun.” Meyveleri yerken aklıma Uluç'un geçmişi gelmişti. Daha doğrusu bilmediğim geçmişi. Onun hakkında bilmek istediğim o kadar çok şey vardı ki. En basitinden anne babası nerede, ölmüşler miydi bunu bile bilmiyordum.

Şu an tam sırasıydı, bir şeyler öğrenebilirdim onun hakkında.

Ağzıma bir tane erik atıp onu yedikten sonra yüzümü ve bedenimi biraz daha döndürdüm Uluç'a. “Uluç.”

 

“Hıh?.” Sapını ayırdığı çileği ağzına atarken yüzüme baktı. “Bir şey sorabilir miyim?”

 

“Tabii sor.”

 

“Ama cevaplayacaksın.” Kaşlarını hafif kaldırıp ne soracağımı merak eder şekilde bakışlarını gözlerime dikti. Eline aldığı bir diğer çileğin sapını ayıklarken yandan bakışlar atıyordu. “Sen sor bakarız.”

 

“Ben, senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ne kadar zaman oldu biz tanışalı ama çevrende Yasemin ablalardan başkasını bir de nikahımızı kıyan arkadaşından başkasını görmedim. Bir de Mücahit Komutan işte. Yani aslında hiçbir şey bilmiyorum senin hakkında.”

 

“Neyi öğrenmek istiyorsun Aysima?” Birden sorunca birkaç saniye durakladım. Yerimde doğrulup iyice koltuğa yerleştim. “Hımm mesela… mesela anne baban?”

 

“Öldüler.” Net ve keskin çıkan sesinden sonra yutkunup devam ettim. “Allah rahmet eylesin, başın sağ olsun.”

 

“Sen sağ ol.” Bu konu uzatılmalı mıydı bilmiyorum ama merakım ağır basıyor ve konuşmaya başlamışken devam ettirmek istiyordum. “Peki ne oldu, yani neden öldüler? Anlatmak istersen dinlerim.”

 

“Çok uzun hikaye Aysima.”

 

“Sıkılmam.” Uluç vazgeçmeyeceğimi anlayarak az önce muz batırdığı çatalı tabağın kenarına bırakıp derince bir nefes çekti içine. Ardından gözlerime bakıp konuştu. “Babam askerdi.” Gözlerim şaşkınlıkla açılmıştı. “Baban da mı askerdi?”

 

Meraklı çıkan sesime karşı sadece başını salladı ve devam etti anlatmaya. “Sürekli göreve giderdi, ama bizi de ihmal etmezdi hiç. Hayatımdaki en değerli varlığım, idolüm, kahramanımdı. Yine bir göreve gitmişti. Yirmi üç gün haber alamamıştık, her gün aradığımızda dağda görevde olduğunu ve henüz dönmediklerini söylüyorlardı. Bir gün, yirmi üçüncü gün aramadık ama onlar kapımıza geldiler. Babam çatışma esnasında vurulmuş ve orada şehit olmuş.”

 

Duyduklarım karşısında bedenim buz kesmişti. Ne hareket edebiliyor ne de ağzımı kıpırdatıp bir şey diyordum, nefes dahi zor alıyordum.

Ben hiç böyle bir şey düşünmemiştim. Babasının asker olduğu ve şehit olduğu aklımın ucundan bile geçmemişti.

 

Uluç bir süre yüzüme baktıktan sonra bir şey demeyeceğim anlayıp devam etti. “Tabi bu haber hepimizi yıktı, perişan etti. Babam gitmişti. Benim koruyucum, kahramanım, arkadaşım, dostum, rol modelim, her şeyim... gitmişti. Hayatımızın yıkım zamanı da o dönemdi. Hepimiz hayattan kopmuş gibiydik. Ama annem... annem babamla beraber ölmüştü artık. Bedenen yanımızdaydı ama ruhu yoktu.” Bir müddet sessiz kaldıktan sonra devam etti yine. Bense pür dikkat onu dinliyor sözünü kesemiyordum.

 

“Psikolojisi bozulmuştu. Bir süre akıl hastanesinde kaldı.” Öğrendiğim her yeni şeyle daha çok şaşırırken bir taraftan da yüreğime ağırlık çöküyordu. Uluç’tan duymayı beklediğim aile hikayesi kesinlikle bu değildi. “Rehabilitasyon merkezinden çıktıktan sonra tam iyileşebilmiş değildi yine, hayattan tamamen kopmuştu. Bizimle ilgilenmiyordu, babamın şehit olduğunu unutuyor ya da kabullenmiyordu. On iki yaşımda sadece yetim değil aynı zamanda öksüz de kalmıştım.” Demek onun hayat mücadelesi on iki yaşında başlamıştı.

 

“Anneannemlerde kalmaya başlamıştık. Dedem zengin bir adamdı, babasından büyük bir şirket miras kalmıştı. Annemi her yere götürüyor, tedavi ettirmeye çalışıyordu ama annem iyileşmiyordu hiç. En sonunda da öldü işte. O da biz de kurtulduk.”

 

Hâlâ hiç hareket edemeden Uluç'u dinlerken yanağımdan bir damla yaşın süzülüp gittiğini hissettim. Ne ara dolmuştu gözlerim onu bile bilmiyordum. Hemen elimin arkasıyla göz yaşımı silip tekrardan baktım Uluç'a. “Ben, ben hiç böyle bir şey düşünmemiştim. Özür dilerim.”

 

“Dileme, sen bir şey yapmadın.”

 

“Yine de açmamam gerekirmiş konuyu.”

 

“Geçti gitti artık Aysima. Geride kaldı o günler üzülmüyorum artık, sen de üzülme…” Geçti diyordu ama bakıları bile geçmediğini gösteriyordu. Kim böyle bir şeyi atlatabilirdi ki zaten. “Neyse ben biraz odama geçeyim.”

 

Başımı sallayıp yanımdan kalkıp gidişini izledim. Arkasından bakarken hâlâ tam toparlamış değildim kendimi.

 

Neler yaşamıştı kim bilir. Neler yakmıştı canını. Babası şehit olmuştu. Annesi hayattan kopmuştu. Çektiği acıyı düşündükçe benim canım daha çok yandı. Daha on iki yaşında hem babasını hem annesini kaybetmişti. Ayrıca annesinin acısı gözlerinin önündeydi. Babasının yokluğuna alışamadan annesi yaralar açmıştı üstünde.

 

Demek bu yüzden istememişti zamanında evlenmek ve bu yüzden ikimize bir gelecek istemiyordu. Benim annesi gibi olmamdan korkuyordu. Belki kendisi ve Yasemin abla gibi olacak bir çocuğumuz olmayacaktı ama benim kendimi yakmamdan korkuyordu.

Şimdi anlamıştım ki bizim aramızdaki duvar benim tahminimden daha büyük ve güçlüydü. O duvarı yıkmak istiyorsam çok uğraşmam gerekecekti.

 

Uzun bir süre sadece düşünceler arasında salonda bekledim. Ara ara gözümden yaş geliyordu.

Bir süre sonra yerimden kalkıp akşama yemek hazırlamak için mutfağa geçtim. Düşüncelerden kurtulmam lazımdı.

 

Yemekleri hazırladıktan sonra geri salona geçmiştim. Uluç odasından çıkmamıştı hâlâ. Yemek yediğimiz vakit gelince çağırmak için odasına gittim. “Napıyorsun?”

 

“Uyumuşum biraz, kalkacağım şimdi.” Uyku mahmuru sesi ve yüzüyle başını yastıktan doğrultup yüzüme baktı.

 

“Tamamdır. Ben de yemeği hazırladım, gel de yiyelim.” Başını sallayınca yataktan çıkmak için hamle yaptı. Ben de kapıdan ayrılıp mutfağa geçtim Uluç gelince de kaselere çorbayı koyup yemeye başladık.

 

Düşünceli görünüyordu, keyfi yerinde değildi. Açmamalıydım konuyu diye düşündüm. Onu üzmekten başka bir şey olmamıştı. Çorbasını bile içmiyordu, dalgındı. “Beğenmedin mi çorbayı?”

 

Gözlerini çorbadan çekip yüzüme baktı. “Yok güzel olmuş, iştahım yok sadece.”

 

“Yemekten vereyim o zaman. İçme çorbayı.”

 

“Yok gerek yok Aysima.” Kaşığını masaya bırakıp dudaklarını peçeteyle sildi. “Pek canım istemiyor bir şey. Sana afiyet olsun.”

 

Masadan kalkıp gidince bir şey diyemedim. Kendimi çok kötü hissediyordum. Konuyu açmasaydım, geçmişi hatırlatmasaydım böyle olmayacaktı.

Benim de iştahımın kaçmasıyla sofrayı toparlandım. Bulaşıkları da hallettikten sonra salona geçecektim ki aklıma bir fikir geldi. Kek yapacaktım.

 

Uluç yemek yememişti ve açtı. En azından birazdan çay koyar ve kekle de olsa açlığı yatışırdı.

Hemen dolaptan malzemeleri çıkartıp kek harcını hazırladım ardından fırına koyup pişmeye bıraktım.

 

Kek pişerken salona geçmiştim. Uluç televizyonu açmıştı ve telefonuyla ilgileniyordu. Benim geldiğimi görünce yine toparlanıyordu ki durdurdum onu. “Uluç lütfen rahatını bozma. Sen böyle yaptıkça ben rahatsız oluyorum. Uzanabilirsin yanımda.”

 

Yine de toplanıp sırtını koltuğa dayadı. “Olmaz öyle.

 

“Hayır bir şey olmaz. Burası senin evin ve en rahat davranabileceğin yer.”

 

“Öyle ama sena saygısızlık yapamam.”

 

“Bana niye saygısızlık olsun ki? Misafir miyim ben, öyle mi görüyorsun beni?” Öyle görmediğini biliyordum ama onu rahat ettirmek için başka yapacak bir şeyim yoktu.

Alınganlık barındıran sesim ve sözlerimden sonra Uluç kaşlarını çatıp hemen itiraz etti. “Ne misafiri Aysima. Burası senin de evin, niye öyle düşüneyim. Yoksa öyle mi hissettiriyorum sana farkında olmadan?”

 

“Genellikle hayır ama böyle benim yüzümden rahatını bozunca öyle oluyor.” Çok kötü bir oyuncuydum ama Uluç fark etmemiş gibi görünüyordu. “Ben sana saygısızlık yapmamak için toparlanıyorum sadece. Öyle düşünme.”

 

“Tamam düşünmem ama sen de rahatını bozmayacaksın, anlaştık mı?” Uluç benimle baş edemeyeceğini kavrayıp başını salladı bezgince. Ben de diğer koltuğa geçip oturdum.

 

Bir süre sessizce durup televizyonu izledik, Uluç sessizdi ben de söyleyecek bir şey bulamıyordum. “Senin de burnuna bir koku geliyor mu, böyle şekerli gibi.”

 

İlkin kaşlarımı çatıp bakarken birden aklıma fırındaki kek gelmişti, ben unutmuştum onu. “Allah! Kek yandı.” Hızla yerimden kalkıp mutfağa koştum.

 

Mutfak buram bura kek kokarken fırına koşup keki çıkardım. Neyse ki yanmamış, sadece kokusu eve yayılmıştı ve dakikasını da doğru ayarlamıştım.

 

Yarım saat sonra çayın hazır olmasıyla çayları ve hazırladığım çerez tepsisini alıp salona geçtim. Üçlü koltuğun önüne sehpa çekip tepsiyi üzerine koyduktan sonra kendim de Uluç'un yanına yerleştim. “Yanmamış kek.”

 

“Ay evet. Bir an yandı diye ödüm kopmuştu.” Uluç bir parça kekten alıp yedikten sonra gözlerini bana çevirdi. “Çok güzel olmuş yine-”

 

Gözlerine sevinçle bakan bakışlarım yavaşça solarken önüme döndüm. Daha önceki de çok güzeldi. Ama beğenmemişti. Kendisi itiraf etmişti zaten hastanede ama o gün kırılan kalbimi anımsamadan edememiştim.

 

“Özür dilerim.” Düşüncelerimden onun sesiyle ayrılırken yüzümün düştüğünün bile farkında değildim. Kendimi toplayıp gülümsedim. Şu an Uluç'u üzmeye niyetim yoktu. Zaten benim yüzümden oldukça üzülmüştü bu gün. “Geçti gitti Uluç. Ben unuttum sen de unut ve kekin tadını çıkar.”

 

Başını sallayıp önüne döndü ve bir parça daha attı ağzına. Uzatmamasına sevinmiştim.

 

Uzun bir süre geçtikten sonra izlediğimiz film bitmişti. Çayımız da bitince tepsiyi alarak mutfağa geçtim. Uluç'un da lavaboya girdiğini duyarken kalan çerezleri yerlerine koyuyordum ki birden etrafın karanlığa bürünmesiyle arkamı döndüm hızla. Elektrikler mi gitmişti?

Korkuyla ne tarafa gideceğimi bilemezken yerimde kaldım öylece. Karanlıktan ölesiye korkuyordum. Gözlerimi sağda solda gezdirirken hiçbir şey görünmüyordu. Korkuyla ellerimi birleştirip Uluç'a seslendim. “Uluç!”

 

Bir kaç saniye geçmişti ama Uluç cevap vermemişti henüz. Telefonum da yanımda değildi, salonda kalmıştı. Yine seslendim Uluç'a ama yine ondan yana ses yoktu.

 

Korkudan gözlerim dolarken çenemin titrediğini hissettim. Ne ileri gidebiliyordum ne de geri. Bir anda kendimi yere bırakmamla sırtım mutfak dolabıyla buluştu. Bacaklarımı kendime çekip kollarımla sardım. İçime kaçmış sesimle yine Uluç'a seslendim.

Etrafıma bakınmaya çalışırken bu defa Uluç'un sesi ulaştı kulaklarıma. “Aysima?”

 

Hemen başımı mutfak girişinin olduğu tahmin ettiğim tarafa çevirdim. Gözlerim doluyor sesim titriyordu. “Uluç! Neredesin?”

 

“Geliyorum korkma.” Korkum sesime de yansımıştı ki Uluç anlamıştı korkumu hemen. Sesi gittikçe yaklaşırken konuşmaya devam ettim. “Neredesin Uluç!”

 

Mutfak kapısından beyaz bir ışığın yansımasıyla irkilirken bunun Uluç'un telefonunun ışığı olduğunu anlayınca korkum biraz daha yatıştı.

Uluç yerde olan bedenimi görüp yanıma hızla yaklaştı. Ben de hemen ayağa kalkarak yanına ilerleyip hiç düşünmeden sıkıca sarıldım. Uluç'un kollarını belimde hissettiğimdeyse daha da sardım kollarımı. “Tamam korkma yanındayım bak.”

 

Titrek dudaklarımdan nefesler alırken hıçkırmamak için zor tutuyordum kendimi. Gözümden bir damla yaş süzülüp gitmişti. Sesimin ağlamaklı çıkmasına engel olamıyordum. “Yanımdasın.”

 

“Yanındayım.” Bir kaç dakika boyunca başım göğsünde bekler halde kaldıktan sonra biraz daha sakinleşip başımı kaldırarak kollarımı da gevşettim. Uluç'un elleri hâlâ belimde olduğu için ışık tam olarak yüzünü aydınlatmasa da yüzünü izlemeye başladım.

 

Sağ elini belimden çekip yanağıma koydu. Gözyaşımı temizleyip okşadı. Sesi öyle yumuşaktı ki içimi de yumuşacık yapıyordu. “İyi misin?”

 

Başımı salladım. “Evet. Sen varken iyiyim.” Yutkunduğunu göremesem de tam, hissetmiştim. “Şu çekmece de mum olması lazımdı alalım da salona geçelim”

 

Yine başımla onaylayıp tamamen ayrıldım Uluç'tan. Ama yanımdan geçip mum almaya gideceğini hissedince elini tuttum hemen ve onunla çekmecenin yanına gittim. Uluç mum ve çakmağı alıp tekrar bana döndü, ardından elimi daha da sıkı tutarak beraber mutfaktan çıkmamızı sağladı.

 

Salona geçtiğimizde mumu yaktıktan sonra orta sehpanın üzerine bırakarak üçlü koltuğa geçtik. Mum ortama loş bir ışık gönderirken Uluç'un en yakınına, dibine oturmuştum. “Neden gitti ki elektrik?”

 

“Bilmem, aslında böyle bir şeyler olmazdı pek. Anlamdım ben de.”

 

Bakışlarımı salonda gezdirip en son ortadaki mumda durdurdum. Minik minik yaptığı turuncu dalgalanmalarla etrafı azıcık da olsa aydınlatıyordu “Bir tane daha mı yaksaydık acaba mum?”

 

“Korkuyor musun hâlâ?”

 

“Korkmak değil de, etraf daha aydınlık olurdu.” Hiç beklemediğim anda Uluç hiç beklemediğim bir şey yaptı. Konulu omzuma atıp beni kendine çekti. Başım omuza yaslanmışken içimin huzurla dolduğunu hissettim. “Ben varım, korkma.”

 

Bir şey demeden iyice yerleştim göğsüne. Elimi karnına koyup sokuldum tamamen. Bir şey söylememe gerek yoktu. Onun varlığını istediğimi ve kabul ettiğimi her hareketimle belli ediyordum zaten.

 

Bu adam benim kurtarıcımdı, kahramanımdı. Gün gelecek belki en büyük acım olacaktı ama ben o acıyı yaşayacağımı bile bile bu gün hiçbir şey olmayacak gibi yaşayacaktım çünkü buna değerdi. Pişman olmak istemiyordum. İmkanım varken bana açtığı kucağı terk etmek istemiyordum.

 

Duvarlarını hele ki bu gün öğrendiğim o güçlü duvarları yıkamayacaktım belki ama bir kandırmaca misali güzel renklerde boyayacaktım.

 

***

 

Herkese yeniden merhabalar.

 

Nasıl buldunuz yeni bölümü. Umarım beğenmişsinizdir.

 

Düşüncelerinizi paylaşırsanız çok mutlu olurum.

 

Gelecek bölüm görüşmek üzere 👋💕

Bölüm : 04.11.2025 00:03 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...