
Keyifli Okumalar 🌹
***
Acıtıyorsa hâlâ geçmiş, geçmemiş demektir.
*
Başım yuvam bildiğim adamın göğsünde, sol elim karnında uzun süredir bekliyordu. Şu dakikalar hayatımın en huzurlu dakikaları olabilirdi. Sevdiğim adam yanımdaydı, bense onun göğsünde huzuru buluyordum. Başka ne isteyebilirdim ki?
Huzura kavuşan ruhum aklımın gündüz Uluç'la olan konuşmamızı hatırlamasıyla yavaş yavaş elveda demeye başladı huzura. Yaşadığı ve yaşamış olabileceği şeyler aklımı istila ediyor ve yerimde rahatlıkla durmama engel oluyordu.
Konuşmamız Uluç'u üzmüştü ama konuşmaya başlamıştı bu gün ilk kez. Daha önceleri kaçarken bu defa kaçmamıştı. Ne kadar doğru olmasa da bu gün konuşturmak istiyordum onu. Ağzı açılmışken bırakmak istemiyordum.
Başımı göğsünden hafif kaldırıp yüzüne baktım. Uluç'un karşıda olan gözleri benim ona döndüğümü hissedince bana döndü. Dünyanın en güzel manzarası gibi duran güzel bir gülümseme sundu gözlerime. Ben de ona gülümsedim. Ardından boğazımı temizleyip cesaretimi toplayarak konuşmaya başladım. ”Bana anlatmak istediğin bir şeyler var mı?”
“Ne gibi?” Başını hafifçe sallayıp kaşlarını kaldırdı.
“Ne istersen.” Omzumu silkip gözlerine bakmaya devam ettim. “Sabah da demiştim ya seni nerdeyse tanımıyorum. Hakkında pek bir şey bilmiyorum.”
Uluç kaşlarını kaldırıp gülümseyerek cevap verdi. “Tanımıyorum dediğin adamın kucağındasın ama?” Gözleriyle kolunun altındaki bedenime bakıp göz kırptı. “Neyden bahsettiğimi biliyorsun. Senin yüreğini tanımıyorum demedim ki. Merhametini, şefkatini, güzelliğini gözlerine baktığım an anlıyorum ama çevreni hiç tanımıyorum. Günü genellikle evde geçiriyorsun. Mesela çok tanıdığın yok mu senin de?”
“Yoksa rahatsız mı ediyorum hanımefendiyi?”
“Tabi ki hayır… Burası senin evin istediğin şekilde yaşamak hakkın. Sadece merak ettim.” Saçlarımı okşayıp gözlerini bakışlarımda dolandırdı. “Tanıdıklarım var tabi ki. Ama geneli asker, onlar da görevde şimdi. Diğerleri ise ya başka şehirdeler ya da çok yoğun işleri var.”
Anladım der gibi başımı salladıktan sonra devam ettim. “Ya akrabaların? Amca, dayı, teyze falan?”
“Öyle yakın bir akrabamız yok. Sadece amcam var onunla da uzun zamandır görüşmüyoruz.”
“Görüşmüyoruz? Yasemin abla da mı?” Canım dedikodu yapmak mı istemişti bilmiyorum. Gerçi ben hiç dedikodu da yapmamıştım sanırım, kimle yapacaktım ki? “Evet o da görüşmüyor pek. Yani bana öyle söyledi.”
Başımı yine anladım dercesine salladım. Aslında sebebini sormak istiyordum ama ilk dakikadan boğmak istemedim. “Mesleğine ne zaman döneceksin peki?”
Uluç açtığım konudan pek hoşnut olmadığını belirtir nitelikte sıkıntıyla soludu. O soluklanırken kalkan göğsüyle benim de başım inip kalkmıştı yerinden. “Bilmiyorum, belli değil ama yakın zamanda diye umuyorum.”
“Neden peki? Kriz geçirdiğin için raporlu olduğunu söyledin. Bu rapor ne raporu, yani kim ayarlıyor bunu? Bu kadar uzun rapor mu olur? Hem raporluysan doktora da gitmen gerekiyor. E ben senin doktora gittiğini görmedim hiç-”
Aklıma bir anda düşen şeyle başımı göğsünden kaldırıp şaşkınlıkla baktım Uluç'a. Evden aceleyle gidişleri doktora gidişi miydi? Daha onun konuşmasına izin vermeden devam ettim. “Yoksa evden acil işim var diye çıkıp gittiğin zaman doktora mı gidiyordun? Neden söylemedin bana?”
Uluç sıkıntı dolu bir soluk alıp verdi. “Nasıl, ne diyeceğimi bilememiştim çünkü.”
“Neden, ne var ki bunda? Doktora gitmenin neresini açıklayamadın?” Uluç gözlerime ne anladın der gibi baktı. Başka şeyler düşündüğümü düşünüyordu. “Aysima ben psikolojik tedavi görüyorum. Doktorum da bir psikolog yani.”
“Yani?” Bakışımı iki yana salladım. “Ne var ki bunda? Uluç, ben sana söyledim ben de aldım o tedavilerden. Hatta ilaç kullandığımı söyledim, benden niye gizledin bunu?”
“Diyemedim işte Aysima. Deliymişim gibi tedavi görmek... Eğer zorunlu olmasaydı, mesleğim buna bağlı olmasaydı gitmezdim bile.” Şaşkın gözlerle bakıyordum Uluç'a. Ne yani psikolojik tedaviyi zihinsel engelliler mi alıyordu sadece.
“Uluç bu utanılacak bir şey değil ki. Psikolojik tedaviyi ihtiyacı olan herkes alabilir ki bence ülkenin yarıdan fazlasının hatta %85'inin psikolojik tedaviye ihtiyacı var. Yani bu kötü bir şey değil.”
“Böyle mi düşünüyorsun gerçekten?”
“Tabi ki de. Yahu ben de gördüm tedavi niye kötü düşüneyim.” Uluç sessiz kaldı bir süre ben de bir şey demedim. Tekrardan omuzlarımdan çekip göğsüne bastırınca ilkin afallasam da daha sonra yine yerleştim yerime.
Bir süre sessiz kaldıktan sonra çenemi tutamayıp konuşmaya devam ettim. “Bir şey daha soracağım.”
“Sor.”
“Niye tedavi görüyorsun peki? Niye mesleğinden ayrılmak zorunda kaldın? Her sorduğumda geçiştiriyorsun.”
“Bu gün yeterince konuşturmadın mı sen beni? Sorgulamaların bitmeyecek galiba.”
“Estağfurullah ne münasebet.” Sesim alay eder gibiydi. “Sadece sohbet ediyoruz, birbirimizi tanımaya çalışıyoruz.”
“Tamam öyleyse bu günlük benim konuştuğum yeter. Sen anlat biraz da.”
“Ben mi, ne anlatacağım ki?” Kendi kazdığım çukura düşmüş gibi hissediyordum şu an. Uluç'u konuşturmak için yönelttiğim silah bana doğru dönmüştü.
“İstediğini anlat. En baştan başlayabilirsin, mesela çocukluğundan. Anne babana n’oldu mesela, yetimhaneye neden gittin? Bana öldüklerini söylemiştin ama gerçekten öldüler mi yoksa...”
“Sana öldüklerini ben söylemedim ki, senin kendi tahminindi o.” Öyleydi gerçekten de. Ona anne babam yok deyince Allah rahmet eylesin demişti. Ben de ses etmemiştim. “Nasıl? Ben mi dedim öldüler diye?”
“Sana anne babam yok deyince Allah rahmet eylesin dedin. Tamam ben de inkar etmedim ama sonuçta onaylamadım da.” Başım göğsünde yaslı olsa da kaşlarının merakla kalktığını tahmin edebiliyordum. Gözlerim mum ışığının zar zor aydınlattığı kararmış televizyon ekranındaydı.
“Ölmediler yani?”
“Bilmiyorum.”
“Ne demek bilmiyorum?” Başımı yeniden göğsünden kaldırıp Uluç'a doğru döndürdüm bedenimi, bugün mekanımda rahat yoktu bana. O da oturuşunu düzeltip bana döndü.
Derin bir nefes çekip kendimi konuşmaya hazırlamaya çalıştım. “Yetimhaneye bırakıldığımdan beri görmüyorum onları. Yani anlayacağın öldüler mi yaşıyorlar mı haberim yok.”
“Bir daha görüşmediniz mi? Bulamadın mı onları?”
“Bulamadım değil bulmadım çünkü aramadım. Beni istemeyen birilerini ben hiç istemem. Onlar öldüler mi bilmiyorum ama beni çöpmüşüm gibi bir çöp konteynırının yanına attıkları gün benim için öldüler.”
Uluç bir süre gözlerime baktı, hüzün ve merak vardı orda; ardından gözlerini kaçırdı. Bir kaç saniye sonra yeniden gözlerini gözlerime çıkardı. “Niye bıraktılar peki?”
Bu sorunun cevabını vermek benim için zordu. Sevilmediğini düşünen her insan zor gelirdi sanırım. “İnsan sevmediği bir insana bir yere kadar katlanabiliyor. Onların da bana katlanma süresi altı yedi yıl kadarmış.” Uluç'un gözlerinde gördüğüm duyguyu, acı duygusunu görünce gözleri kaçıran bu defa ben oldum. “Aysima. Anlatır mısın bana yaşadıklarını?”
Gözlerimi kaldırıp yüzüne bakarken anlatabileceğimi zannetmiyordum. Çünkü her o anları düşündüğümde yeniden yaşıyormuşum gibi hissediyordum.
Uluç gözlerimdeki isteksiz kararsızlığı görünce biraz daha yaklaştı ardından ellerimi elleri arasına hapsetti. “Anlat, anlat ki geçmişte yaşama. Bana ver dertlerini, bana aç içini. Belki merhem olurum. Olamadım mı, o zaman berber taşırız o yükü. Anlat ki yaraların biraz olsun şifa bulsun.”
Sözleriyle gözlerimin dolduğunu hissediyordum. İçimi açmamı istiyordu, dertlerime ortak olmak yükümü hafifletmek istiyordu. Ellerime uyguladığı sahiplenici baskı artarken dilimin de bağı çözüldü. “Sevmediler beni.” Bakışlarımı birleşen ellerimize indirdim. “Hiçbir zaman ne sevgi ne merhamet ne de şefkat gösterdiler. Her gün şiddetleriyle beslediler ruhumu. Bir parça sevgiye muhtaç ettiler.” Kelimelerim tane tane sesim kısık çıkıyordu.
Kısa bir süreliğine susup Uluç'un gözlerine baktım. Bir şeyler demesini bekledim ama o da benim devam etmemi bekledi sadece. Yine derin bir nefes çekip gözlerimi aldım gözlerinden. Onlara bakarak konuşabileceğimi zannetmiyordum. “Her gün şiddet uyguluyorlardı.” Duraksadım biraz, her bir cümlemi önce kendi içimde sindirmem gerekiyordu. “Dövmeseler bile bir tokat yemeden günü bitiremiyordum. Psikolojik olarak uyguladıkları şiddeti saymıyorum bile.”
Gözlerimi yeniden kahveleriyle buluşturunca neden diye sorduklarını gördüm. Ama yine konuşmadı. Konuşursa susacağımdan korkuyordu sanırım.
“Neden böylelerdi bilmiyorum. Niye sevmediler hiç bilmiyorum. Yıllardır bu sorunun cevabını arayıp durdum zihnimde ama bulamıyorum. Küçükken kendimi suçlu bulurdum hep, kendime kızardım. Yapmamam gereken bir şey yaptığımı düşünürdüm. Ama şimdi düşünüyorum benim yaptığım her bir şey bir çocuğun yapacağı şeylerdi.” Derin, titrek bir nefes çektim. “Dört beş yaşında bir çocuk market poşetini karıştırdı diye saatlerce dayak yemeyi hak etmez ki ya da babasına götürdüğü çayı elinden kaydırıp düşürdüğü için iki gün boyunca karanlık bir odaya hapsedilmeyi hak etmez.” O zaman diyorum niye sevmediler madem ben bir çocuk olarak çocuk gibi davrandım neye kızmış olabilirler. Bulamıyorum bunun cevabını.
Gözlerimin dolduğunu ve sesimin titrediğini hissederken bir süre nefeslenmek adına bekledim. Ardından Uluç'un konuşmasını beklemeden devam ettim. Konuşmaya başlamıştım bir defa, susmak istemiyordum şimdi. Uluç'un gözlerine baktım. O da acı dolu gözlerle bakıyordu gözlerime.
“Yetimhaneye gidene kadar anne babamdan başka insan görmemiştim biliyor musun? Hadi ilk üç yılımı saymıyorum. Bir insan üç dört yıl boyunca insan yüzü nasıl göremez ama ben görmedim… Dışarı çıkmama izin vermiyorlardı. Misafir geldiğinde odaya kilitliyorlardı. Hastalandığımda ne doktora götürdüler ne de doktora çağırdılar. Kendileri bile ilgilenmediler. Ben odada ağrılar içinde kıvranırken onlar belki yan odada ölmemi diliyorlardı. Kendimi hep kendim iyileştirmeye çalıştım. Daha dört yaşımdayken nane limon kaynatmayı öğrendim. Öğrenmemem gerek şeyleri öğrendiğim gibi öğrenmem gereken şeyleri öğrenemedim.” Araba sürmeyi öğrenememiştim ama hangi bitkinin hangi hastalığa iyi geldiğini dört yaşımdan beri çok iyi biliyordum.
Uluç'tan ne zaman kaçırdığımı bilmediğim gözlerle etrafa bakındım. Daha şimdiden ağlamak istemiyordum. Ben susunca bu defa Uluç konuştu. “Çikolatayı sevip sevmediğini öğrenmediğin gibi… Neden, niye öğrenemedin Aysima? Bir çikolatayı da mı çok gördüler?” Etrafına bakıp derin bir nefes çekti. Sesi isyan eder gibiydi. “Ya sen neden hiç çikolata yemedin?”
Derince yutkundum. Bunları anlatmak benim için çok zordu. Sadece konuşurken daha kolaydı ama uyguladıkları şiddeti anlatırken o an yine dayak yiyormuş gibi hissediyordum.
Bir süre bekledikten sonra aptal cesaretimi toplayıp devam ettim. Ne cesur(!) bir çocuktum zamanında. “Pek fazla şey yememe izin vermezlerdi. Yiyecekler genellikle ulaşamayacağım yerde olurdu. Sadece makarna, çay, yağ gibi şeyler ulaşabildiğim yerdeydi. Onları da öyle alıp yiyemediğim için yüksekte değildi.” Sık sık nefeslenmem gerekiyordu çünkü gerçekten zorlanıyordum anlatırken. “Makarnayı pişirmeden kıtır kıtır yiyemezdim. Çayı pişirmeden kaşıklayıp yiyemezdim ya da yağı bardağa doldurup içemezdim. Ama yiyecek şeyler hep üst dolaplarda olurdu.”
“Ne yiyordun peki?”
“Onlardan arta kalanları.” Bakışlarım yine etraftaydı. “Önce onlar yerlerdi ardından ben mutfağa geçerdim. Bazen kalmazdı bir şey, aç kalırdım gün boyu. Sadece yemekleri değil aldıkları abur cuburları, çikolataları, cipsleri, bisküvileri de en yüksek yerlere koyarlardı. Çikolatayı da o yüzden yiyemedim hiç.”
Yavaş yavaş en zorlandığım ana gelirken nefeslenmek için durdum yeniden. Buradan sonrasını Uluç'a bakarak anlatamazdım. Yüzündeki artacak olan acıyı görünce susardım ve ben susmak istemiyordum artık. Dilimin bağı çözülmüşken konuşmalıydım.
“Bir gün markete gitmişler. Odadan su içmek için çıkıp mutfağa geçtim. Pek çıkmazdım odadan çünkü beni gördüklerinde muhakkak dayak yiyeceğim bir şey bulurlardı. Suyumu içtiğim gibi geri odaya dönüyordum ki kenarda duran market poşetleri dikkatimi çekti.” Sahte bir sırıtış oluştu dudaklarımda. Aptallığıma gülüyordum belki de.
“Çocuktum, beş yaşımdaydım daha; merak ettim ne var diye.” Gözlerim bulanıklaşırken aldığım nefes kesik kesik duyuluyordu. “Açıp içini karıştırırken bir tane şey dikkatimi çekti, çok lezzetli gibi görünen bir çikolata. Tadını bilmiyordum ama öyle güzel görünüyordu ki. Aptal cesareti derler ya ondan vardı bende de. Aldım içinden çikolatayı, odaya geçip yiyecektim.” Yine oluştu o sahte sırıtış. “Ama sonra öğrenirler de onlardan gizli yedim diye döverler diye izin almak istedim. Gerçekten tam bir aptaldım, aptal cesaretliydim.”
Başımı yukarı kaldırıp gözlerime dolan yaşları geriye itekledim bir süre, ağlarken anlatmam zor olacaktı.
“Çikolatayı ellerimle arkamda saklayıp mutfaktan çıkarak salona geçtim. Salona geçince ikisinin de hoşnutsuz bakışları beni buldu. Hemen gözlerimi yere indirip bir şeyler demek için düşünüyordum. Babam ‘Ne var, ne istiyorsun?’ deyince çikolatayı gizlediğim yerden çıkarıp önüme getirdim. ‘Çok canım çekti, bunu yiyebilir miyim?’ diye sordum saf saf. Babam sessiz kalınca avcumda kalan son cesaret kırıntılarıyla başımı kaldırıp ona baktım… Yüzünde bir gülümseme vardı. Ama bu gülümseme öyle değişikti ki sanki az sonra yapacaklarının habercisiydi.”
Ellerim titriyor ve gözlerim yaşlarını akıtmamak için zor duruyordu. Sanki beynimdekileri değil de önümde bir film oynuyordu ve onları anlatıyordum. O sahneler gözümün önünde yeniden canlanıyordu.
“Yavaşça ayağa kalktı. Yumuşak adımlarla sakince yanıma geldi. Yüzünde hâlâ o gülümse vardı. Elini uzatınca hiç beklemeden çikolatayı verdim; bir an, sadece kısacık bir an paketinden çıkarıp bana verecek sandım.” Uluç’a baktım sırıtarak. “Dedim ya aptalın tekiydim.”
Yeniden kucağımdaki ellerime baktım. “Anneme uzattı çikolatayı. Bu kez anneme kaydı bakışlarım. O da babam gibi gülümsüyordu. Paketi yırtıp içinden çıkardı. Önce babamın ağzına götürdü, babam büyük bir ısırık aldıktan sonra babamın ağzından çekip kendi yemeye başladı. Babam ağzındakini bitirip konuşunca ona döndürdüm gözlerimi yeniden. ‘Senin hak ettiğin tek yiyecek bu.’ dedi tüm acımasızlığıyla. O yiyeceğin ne olduğun daha kavrayamadan büyük bir tokat yedim.”
Gözlerim artık doluluğa dayanamamış ve birer damla düşürmüşlerdi. Göz yaşlarım da bu anı bekliyormuş gibi intihar etmeye başladılar. Uluç'un da sesli titrek bir nefes aldığını hissettim ama yüzümü çevirip bakamadım.
“Öyle şiddetliydi ki vuruşu anında yere kapaklandım. Bir an duyma yetimi kaybettim zannettim. Beynimde büyük bir sarsıntı oluştu. Ama babam bununla da yetinmedi. Hem dayağına devam ediyor hem de sağır olmadığımı kanıtlarcasına bağırıp konuşuyordu. ‘Sen hangi tarafına güvendin de o poşeti karıştırabildin?! Hangi yerden aptal bir cesaret aldın da karşıma çıkıp konuşabiliyorsun?! O küçük beyninde neler düşünüyorsun?!’ Küçük beynimde bağırışıyla beraber kendi çığlıklarım da yankı yapıyordu. Bir ara gözlerimi anneme çevirdim. Bana yardım etmesi için umutla ona döndüm.”
Gözlerimden yaşlar boşalırken bu kez bakabildim Uluç'a. Çünkü halim öyle berbattı ki onun durumunu göremezdim zaten. Artık sadece gözümden yaşlar intiharını sürdürmüyor dudaklarım da hıçkırıklarını özgürlüğe kavuşturuyordu.
“Anneme baktım umutla. Bana yardım etmesi için yalvaran gözlerle ona döndüm. Ama o napıyordu biliyor musun? Kollarını göğsünde birleştirmiş ve büyü bir zevkle babamın savurduğu tokat ve tekmeleri seyrediyordu. Annem... Beni aylarca karnında taşıyan, beni doğuran kadın benim dayak yiyişimi komedi filmi izler gibi izliyordu! Hiçbir acıma duygusu barındırmıyordu yüzü. Babam bana her tekme attığında daha da artırıyordu yüzündeki sırıtış. Bir anne bu kadar acımasız olamaz, olmamalı Uluç.”
En sonunda dayanamamış ve dudaklarımdan büyük bir hıçkırık dökülmüştü. Halime Uluç da daha fazla dayanamamış olacak ki kollarını omuzlarıma dolayıp yüzümü ve alnımı göğsüne gelecek şekilde kendine çekti beni. Artık hıçkırıklarımı tutmuyor ve omuzlarım sarsıla sarsıla ağlıyordum. Öyle berbat bir haldeydim ki sanki o anları yeniden yaşamış gibiydim.
Sanki babam yine o tokadı atmıştı yüzüme. Annem elleri göğsünde bağlı zevkle beni izliyordu. Attığım çığlıklar kulaklarımda yankı buluyordu.
Tek bir çikolata ya, tek bir tane şey. Her şeyi; sevgilerini, merhametlerini, şefkatlerini kıskandıkları gibi küçücük bir çikolatayı da kıskanmışlardı. Dayak yemem için bir parça çikolatayı bahane etmişlerdi.
Böyle anne olmazdı, böyle bir baba olamazdı.
Onlar benim elimden çocukluğumu çalmışlardı. Onlar dünyanın en büyük, en kötü, en acımasız hırsızlarıydılar.
Çocuk ruhumu öldürmüşlerdi. Onlar dünyanın en cani katilleriydi.
Gençliğimi onlar aldı elimden. Onların yüzünden insanlarla nasıl bir iletişimde bulunabileceğimi öğrenemedim. Onların yüzünden hiçbir insana güvenmedim. Onların yüzünden hep yalnızdım bu hayatta. Onların yüzden o karanlık sokaklarda kayboldum. Onların yüzden gençliğim gitti elimden. Onların yüzünden doğmamış çocuklarımı kaybettim. Onların yüzünden... her şey onların yüzündendi.
Benim için uzun sayılabilecek kadar kaldık o halde. Göz yaşlarım muhtemelen Uluç'un tişörtünü sırılsıklam etmişti. O ise hiçbir demeden sadece saçlarımı okşuyor ve varlığını en derinlerimde hissettiriyordu. Hiçbir şey söylememesi bir şey ifade etmiyordu. Saçlarımı nazikçe okşaması ve arada üzerine kondurduğu öpücükler bütün sözcüklere bedeldi.
Öyle yorgun düşmüştüm ki bırakın başımı kaldırıp yerimden doğrulmayı elimi kaldıracak halim kalmamıştı. Uluç omuzlarımdan tutup doğrultmasaydı eğer sabaha kadar o halde kalır hatta uyurdum yerimde.
Uluç'un doğrultmasıyla ben de başımı güç bela kaldırıp düz tuttum. Ama her an bedenim üzerine yıkılabilirdi. Uluç da bunu anladı ki tamamen yaklaştı bedenime.
Ellerini omuzlarından çekip yanaklarıma koydu. O sevdiğim hareketi yaptı. Önce nazikçe göz yaşlarımı temizledi ardından yine en yumuşak dokunuşlarla okşamasına devam etti.
Gözlerine baktığımda kızarmış olduklarını gördüm. Ağlamıştı; benim için, benim yüzümden ağlamıştı. Benim yüzümden canı yanmıştı ve bu benim canımı daha çok acıtıyordu. Az önce zorlukla dik tutmaya çalıştığım bedenimi gözle görülür bir biçimde doğrulttum. Ellerimi kaldırıp avuçlarımı sakallarına koydum aynı onun benim yanaklarıma ellerini koyduğu gibi. Hafif nemli olan sakallarını ellerime arındırmaya çalıştım yaşlarında.
“Ağlama, sen ağlama. Benim için hele ki geçmişteki ben için ağlama. Geçti, geride kaldı. Bitti hepsi, bu gün buradayım. Senin yanındayım. Ne annemin acımasızlığı ne de babamın dayakları var. Sadece sen varsın; sen ve merhametin, şefkatin, sevgin, aşkın... Ağlama.”
Uluç bir kaç saniye yüzüme baktıktan sonra az önce konuşmamla okşamasını durdurduğu parmakları yeniden hareket etti. Ardından yüzümü kendine yaklaştırıp dudaklarını alnımla buluşturdu. Dolu olan gözlerim kapanmasıyla beraber birer damla göz yaşımı intihara sürüklerken ellerimi sakallarından çekip kollarına koydum.
Uluç bir süre dudaklarını alnımla mühürledikten sonra geri çekildi. Yeniden gözlerime bakıp beni göğsüne çekti. “Özür dilerim. Daha kaç kez dilemem gerekecek bilmiyorum ama özür dilerim.”
Neden özür dilediğini anlayamazken Uluç devam etti. “Geçmişte seni bilmediğim için ve o acılardan kurtaramadığım için özür dilerim. Şimdi ise acılarını göremediğim için özür dilerim. Affetme beni diyeceğim ama biliyorum ki affedeceksin ama bari öcünü al benden. Al ki kendime olan nefretim biraz olsun azalsın.”
Kendini suçluyordu yine. Acılarımı görmediği için kendini suçluyordu ama ben göstermiyordum aslında, göstermemek için ne uğraşlar veriyordum. Bu yetmezmiş gibi geçmişte yardım edemediği için de suçluyordu kendini. Halbuki o da dokuz yaşındaydı daha o dayağı yediğimde. Ne yapabilirdi ki? Belki o zamanlar babasını yolunu gözlüyordu heyecanla. O babasıyla oyunlar oynarken ben belki de dövülüyordum babam tarafından ama onun bunda suçu yoktu ki.
Başımı göğsünden kaldırıp yaşlı gözlerle baktım yüzüne. Ellerimi göğsüne koyup en derinlerine girmek ister gibi inceledim gözlerini. “Sen benim suçlayacağım en son kişi bile değilsin. Sen benim kahramanımsın. Sen benim kurtarıcımsın. Sen beni görmüyor musun? Seni ne kadar se- seninle ne kadar mutlu olduğumu görmüyor musun? Sen benim yalnızlığıma ortak oldun. Sen benim yalnızlığımı sona erdirdin.” Gözlerim gözleri arasında hızlı hızlı mekik dokuyordu.
“Ben senden önce yapayalnızdım. Yalnızlığı iliklerime kadar hissediyordum. Sen yokken hiçbir şeyin değeri yok gibiydi. Sonra sen geldin, yalnızlığa mahkum bedenimi hapsinden kurtardın. Yalnızlıkla bezenmiş ruhumu özgürlüğüne kavuşturdun. Senden önce iliklerime kadar yalnızlık hissederken seninle beraber her bir boşluğum varlığınla doluverdi. Sen ruhumu karanlık çukurlardan alıp aydınlık bir göğe çıkardın.”
Her bir kelimemi ezberlemek istercesine pür dikkat dinliyordu. Bense susamıyordum, susmak istemiyordum. Benim için ne kadar değerli olduğunu görsün istiyordum.
“Sen benim pişmanlığım olamazsın, sen benim suçlayacağım kişi hiç olamazsın. Hani dedin ya dün gece "Sen benim merhemimsin, şifamsın." diye. Bilmiyorum, öyle miyim.. Yaralarına şifa oldum mu bilmiyorum. Ama sen benim yaralarıma merhem oldun. Acıyan yerlerime şifa oldun. Sen benim şifamsın Uluç. Sen benim... benim ol Uluç.”
Dudaklarım benden bağımsız hareket ederken düşünmeden söylüyordum her bir kelimemi ama söylediğim hiçbir şeyde pişman değildim. Sevdiğimi söyleyemiyordum ona, onun benimle bir gelecek görmediğini bile bile ona seni seviyorum diyemiyordum. Ama en azından görsündü, ona yandığımı görsündü.
Uluç sessiz kalıp hiçbir şey demezken sadece gözlerime bakmakla yetindi. Ben de bir süre gözlerine bakarak bekledim ardından ellerimi belinde birleştirip başımı dayadım göğsüne.
Kollarımı olabildiğince sıkı sardım onunla bütünleşmek ister gibi. Hiç ayrılmak istemiyordum ondan. Hep kollarının arasında olmak istiyordum. Bir ömür orda kalsam hiç sesimi çıkarmazdım.
Uluç'un da ellerini belimde hissedince daha da sarıldım. Biraz bekledikten sonra başımı kaldırmadan kabul etmesini istediğim o soruyu sordum. “Elektrikler gitti ya ben korkarım tek başıma. Berber uyuyalım mı yine?”
Tabi ki elektriklerin gitmiş olması umurumda değildi. Evet karanlıktan korkuyordum ama şu an bu korkum bir araçtı, kullanıyordum onu. Uluç'un beni reddetmemesi için bahane üretiyordum. Onunla bu haldeyken ayrılıp buz gibi yatağa geçmek istemiyordum. Biliyordum ki eğer bu gün, az önce yaşadıklarımızdan sonra onunla beraber uyumadığım müddetçe sabaha kadar yatağım ısınmayacaktı.
Bir şey demeyince hayır diyecek sandım. Kabul etmeyecek ve beni karanlığımda tek başıma bırakacak... Tam ümidimi kesmiş bir şekilde başımı kaldırıyordum ki kendimi Uluç'un kucağında buldum ansızın.
Beni kucağına alıp ayağa kalkarken ben de anında kollarımı boynuna sardım. Önce koltuğa eğilerek telefonu aldı ve kucağıma koydu. Flaşını yakmamı istediğini anlayınca yakıp bekledim. Flaşı yakınca bu defa da masaya doğru eğilip mumu söndürdü. Hiçbir şey demeden, söylediklerimden sonra tek bir kelime daha etmeden salondan çıkmaya başladı kucağında benimle beraber.
Odasının önüne gelince dirseği ile kapıyı açarak içeri girdi ve ayağıyla kapattı. Yatağın sol tarafına bedenimi bıraktıktan sonra hiç beklemeden kendini de sağ tarafa bırakarak kucağına çekti beni. Öyle bir sarılışı vardı ki hiç bırakmak istemez gibiydi. İstemiyordum zaten ben de, bırakmasındı.
Tek bir kelime bile etmemişti onca söylediğim şeyden sonra. Belki dediklerimi anlamaya, kavramaya çalışıyordu. Belki onu sevdiğimi anlamıştı. Belki de anlamış ve kabul etmek istemiyordu.
Ne düşünüyorsa düşünüyordu ama ben düşünmeyi ertelemiştim. Şimdi, doğduğum günden beri ihtiyaç duyduğum yuvamda huzurun tadını çıkaracaktım. Hiçbir cümlenin, hiçbir düşüncenin bu anı bozmasına izin vermeyecektim.
Uluç'un istediği kadar sarılmasına izin verecek ve kendim de yapabildiğim kadar kendimi ona bırakacaktım. Sonuna kadar kokusunu içime çekecektim. İlk kez onunla kucaklaşıyormuş gibi hasretimi giderecek son kez onun kollarındaymış gibi huzurunun tadını çıkaracaktım.
***
Kendimi sıkı ve sıcak bir baskıdan oluşan uykudan kıpırdanarak ayırmaya çalıştım. Ama bu baskı rahatsız etmiyor aksine beni kendine daha çok çekiyordu. Hem uyanmak istiyordum hem de bu tatlı uykudan vazgeçmek istemiyordum. Kendimi sıcaklığa daha fazla bırakırken en sonunda yavaşça araladım gözlerimi.
Gözlerimin ilk hedefi başımın bulunduğu yer olan Uluç'un göğsü olurken başımı yukarı doğru kaldırıp Uluç'a baktım. O da uyanmış ve bana bakıyordu. Ama bakışlarında bir değişiklik vardı, daha önce görmediğim farklı bir bakıştı. Gülümseyerek "Günaydın." dedikten sonra gözlerine bakmaya devam ettim.
Uluç kısık çıkan sesiyle bana karşılık verirken ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Hafif gergin yüzüyle yüzüme bakmaya devam ettiğim esnada biraz daha bedenimi geri çekmeye çalıştım. Ama Uluç belimdeki eliyle baskı uygulayıp durdurdu hareketimi. Yüzü gergin olsa da sinirli değildi.
“Uluç n'oluyor, iyi misin?”
“İyiyim.”
“Niye gerginsin o zaman?”
“Değilim.”
Yalancı! Sadece yüzü değil tüm bedeni de gerilmişti. Tekrardan bedenimi hareket ettirecektim ki Uluç elini daha da sıkılaştırıp "Aysima!" diyerek hareketimi etkisiz hale getirdi. Dişlerinin arasından konuşuyordu.
“Napıyorsun Uluç, hareket etmeme niye izin vermiyorsun? Sen gerçekten iyi değilsin. Bir yerin mi ağrıyor?”
Uluç derin bir soluk verip ellerini gevşetti. Zorla konuşuyormuş gibi bir hali vardı. “Hadi kalk.”
“Sen iyi olduğuna emin misin? Yoksa, gece seninle uyuduğum için mi kızdın? Ama dedim ya karanlıktan ko-“
“Kızmadım Aysima ama şimdi kalkmamız lazım. Kahvaltı yapalım.”
Tuhaf bakışlarımı yeniden yüzünde gezindirdikten sonra bir şey demeyeceğini anlayarak elimi göğsünden, sol bacağımı bacaklarının arasından çekip kalktım yataktan. Saçlarımın havaya dikilmiş olan tellerini ellerimle yatırdıktan sonra Uluç'a döndüm yeniden. Örtüyle bacaklarını örtüp beline kadar çekti. Hâlâ uzanmaya devam ediyordu.
“E hadi kalk sen de. Çıkardın beni yataktan madem kendin de kalk, daha örtünüyorsun.”
“Tamam kalkacağım. Önce bir duşa gireyim sonra hazırlarız kahvaltıyı.”
“İyi tamam, ben çıkıyorum.” Odadan çıkıp önce lavaboya girdim. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra odama geçip üzerimi değiştirdim. Uluç banyodan çıkana kadar hazırlayabilirdim belki kahvaltıyı.
Mutfağa girdiğimde ışığın açık kalmış olduğunu fark ettim. Gece elektrik kesilince açık kalmıştı. Işığı kapatıp çay yapımından başlayarak diğer hazırlıkları da yapmaya devam ettim. Geceden kalmış çerezleri de yerine yerleştirdim bu esnada. Çayı demledikten sonra kahvaltılıkları masaya koydum. Sucuklu yumurta yapacağım için sucuğu doğradığım sırada Uluç da geldi. Tabi ondan önce kokusu adımlamıştı mutfağı.
“Beraber hazırlardık.”
“Boş boş bekleyecek değildim ya.”
“E ben ne yapayım, masayı da kurmuşsun.”
“Evet sadece sucuk pişecek başka bir şey yok, otur istersen sen.” Uluç konuşmadan beni onaylayarak sandalyeyi çekip oturdu. Ben de işime dönüp doğradığım sucukları tavaya aldım.
Sucuklar kızarınca yumurtayı da kırdım. Çaylarımızı da doldurup geçtim masaya.
Kahvaltı esnasında düşüncelerim gece olanlar hakkındaydı. Uluç'a geçmişimden bahsetmiştim ilk kez. Yaralarımı açmıştım. Yaptığım doğru muydu bilmiyorum ama pişmanlık duymuyordum hiç.
Sonrasında yine beraber uyumuştuk. En huzurlu olduğum anlar o anlardı. Bu dört olmuştu. İlk uyuduğumuzu hatırlamıyordum çünkü kriz geçirmiştim o gün. Zaten Uluç da öyle yanıma uzanmamış oturur vaziyette başucumda uyumuştu.
Uluç kriz geçirdiği gün "İlk ve belki de son kez." demişti. Ama son olmamıştı. Umarım bu günkü de son olmazdı.
“Aysima.” Uluç'un seslenmesiyle düşüncelerimden sıyrılıp ona döndüm. “Daldın gittin yine. Bir şey de yemiyorsun, ye hadi.”
“Tamam yiyorum.”
“Yemiyorsun ama. Hiç dikkat etmiyorsun sağlığına. Şu hâline bak, şiddetli bir rüzgar çıksa uçup gideceksin.”
Söyledikleriyle istemsiz yüzüm düşmüştü. Çirkin mi görünüyordum acaba?
Bedenimi biraz geri çekip vücuduma baktım ardından gözlerimi Uluç'un kahveleriyle buluşturdum. “İyi değil miyim yani, çok mu kötü?”
“Evet iyi değilsin, çok zayıfsın. Sağlığın daha da kötü olacak böyle.” Demek beğenmiyordu beni. İyi değilsin demişti. “Yani ben biliyorum zayıfım ama kötü göründüğümü bilmiyordum, çok mu çirkin görünüyorum?”
Uluç önce kaşlarını çattı ardından gülümseyip konuşmaya başladı. “İyi değilsin derken sağlığın iyi değil demek istedim. Yoksa sen benim gözümde masallardaki prenseslerden bile güzelsin. Ama bu az yemek yiyebileceğin anlamına gelmiyor. Boyuna göre kilon çok az. En az elli beş kiloda olman lazım ama sen kırk bile yoksundur. Bu da sağlığını kötü etkileyecek.
“Kırk altı.”
“Ne?”
“Kilom, kırk yoksundur dedin ya kırk altı kiloyum, yani en son ölçüldüğümde öyleydim.”
“Ne zaman ölçülmüştün?”
“Bir sene oluyor herhalde.”
“Ooo ilk doğduğun kiloyu söyleyecektin Aysima ki eminim daha da zayıfladın yani kırk altı yoksun. O yüzden dikkat edeceksin bundan sonra hatta diyetisyene gidelim mi?”
“Yok ne gerek var diyetisyene. Ben kendim hallederim.” Ters ters baktı. “Görüyoruz halledişini, yakında ortadan yok olacaksın.”
Gözlerimi devirip elime çatalımı aldım. “Tamam söz dikkat edeceğim bundan sonra sürekli bir şeyler yiyeceğim. Hatta bak yiyorum şimdi.” Bir tane zeytin alıp yemeye başladım.
“Tamam ama dikkat etmediğini görürsem gideceğiz ona göre.” Başımla onaylayıp yemeye devam ettim. Beni düşünmesi ne kadar mutlu etse de beni haklıydı söylediklerinde.
Kahvaltımızı bitirdikten sonra sofrayı toplayıp evi temizledik. Ardından ben çalışma odasına geçip uzun bir süre araştırma yaptım. Geçen araştırdığım adamlardan birinin hesabına gizlice sızdım. Ancak körleşmiş olacağım ki bir şey bulamadım, yakında Mücahit komutan kapıma dayanacaktı.
Odayı telefonumun mesaj sesi doldurduğunda hızlıca sistemden çıkıp telefona baktım. Ezberimdeki numarayı görmemle gözlerim açılırken endişe ve korku istila etti bedenimi. Ne istiyordu ki hâlâ?
"Umarım beni unutmuyorsundur Aysima. Mesleğine geri dönecek olman ve benim bu konuda başka bir şey yapmıyor olmam umutlandırmasın seni. Bayramını doya doya geçir çünkü bu mutlulukla kutlayacağın son bayramın olacak."
Ekranla bakışırken tüm duygularım çekilmişti. Ne mutluluk kalmıştı ne üzüntü. Hissizleşmiştim artık. Kabullenmiştim. Olmuyordu işte, bu adamdan kurtulmam olanaksızdı. Ben ne kadar uğraşırsam uğraşayım olmayacaktı.
Acı peşimi bırakmayacaktı benim. Anne babamdan acı miras kalmıştı bana, nasıl kurtulabilirdim ki? Ben acı üzerine doğmuş, acı üzerine yaşamış ve acı üzerine ölecektim.
Bunu kabullenmeliydim artık.
Telefonu usulca kenara bırakıp tekrar döndüm işime odaklanmam mümkün değildi. Uluç'un odaya gelmesiyle odaklanmama da gerek kalmamıştı. “Kolay gelsin.”
Yanıma gelip açık bilgisayara ardından yüzüme baktı. “Bir şey mi oldu? Yüzün düşmüş sanki.”
Başımı sallayıp etrafı taradı gözlerim. “Gözlerim yoruldu biraz sanırım.”
“Bulabildin mi bari bir şeyler, yorulmana deysin.” Sıkıntılı bir nefes çektim. Parmaklarımla başıma hafifçe masaj yapar gibi okşadım. “Yok, bulamadım. Tertemiz görünüyor adam.”
“Tamam o zaman kalk dışarı çıkıyoruz.” Başımı kaldırıp anlamayarak baktım yüzüne. Nerden çıkmıştı şimdi bu? Böyle bir şey planlamamıştık. “Nereye?”
“Alışverişe.” Gerçekten nerden çıkmıştı ki bu şimdi? Kahvaltıda bir şey de dememişti. “Ne alışverişi Uluç?”
“Dört gün sonra bayram değil mi Aysima? Bayramlık kıyafetler alacağız.”
“Ne.” İnanmayarak baktım yüzüne. Bayramlık alış verişi mi yapacaktık? “Neden?”
“Bayramlık dedim ya Aysima.”
“Anladım onu da niye alıyoruz, çocuk muyuz biz?”
“Sadece çocuklar mı bayramlık alıyor Aysima? Hadi hazırlan çıkalım, ben salonda bekliyorum seni.” Başka bir şey dememe izin vermeden Uluç çıkınca odadan bakakalmıştım ardından. Şimdi bayramlık mı almaya gidecektik? Nedense içimde istemsiz bir heyecan oluşmuştu.
Batın’ın attığı mesajı bile umursamayarak odama geçip üzerimi değiştirdim. Batını eğer uursarsam sürekli hayatım daha berbat hale gelecekti. Ne zaman bitecekti bilmiyorum belki de bitmeyecekti ama bu günlerimi Batın’ı daha çok düşünerek mahvetmek istemiyordum.
*
Şuan ciddi ciddi bayramlık almaya gidiyorduk. İçimde Batın'ın attığı mesajdan dolayı bir burukluk olsa da heyecana da engel olamıyordum. Daha önce hiç bayramlık almamıştım çünkü.
Bakışlarımı Uluç'a döndürünce aklıma gelen şeyi sordum. “Kurban ne olacak, yani kesim falan?”
“Ücretini gönderdim bizim adımıza kesilecek ve dağıtımı yapılacak. Kasaba versek malûm buralarda ihtiyaç sahibi birini bulmak zor olacaktı. O yüzden böyle yaptım.”
“Peki, Allah kabul etsin.”
“Amin.”
Bir süre sonra araba bir AVM'nin önünde durmuştu. Benim ısrarım üzerine önce Uluç'a bir şeyler bakmaya girdik. İlk girdiğimiz mağazada bir şey bulamayınca diğer mağazaya girmiştik. Burada Uluç'a göre şeyler vardı. “Baksana, bu nasıl sence?” Elimde tuttuğum gömleği ona döndürdüm.
“Güzelmiş, ver deneyeyim onu da.” Elinde tuttuğu birkaç parça eşyayla birlikte kabine girince ben de puflardan birine geçip oturdum. Birkaç kişi dışında çok kalabalık değildi mağaza.
Birkaç dakikalık beklemenin ardından Uluç kabinden çıkmıştı. Gördüğüm an dilim tutuldu sandım çünkü çok yakışıklıydı. Her hali zaten oldukça çekiciydi ama gömlek ve kumaş pantolon içinde ayrı bir karizmatik duruyordu.
Gömleğinin kolunu düzeltirken birkaç adım atıp karşımda durdu. “Nasıl olmuş sence.” Yavaşça ayağa kalkıp baştan aşağı arsızca bir kez daha süzdüm üzerini. Bu kadar yakışıklı olması hiç iyi bir şey değildi. “Güzel, olmuş yani. Güzel durmuş.” Diyeceklerimi toparlayamayıp yarım yamalak konuşurken gözlerim hâlâ üzerindeydi.
“Dimi, ben de beğendim.” Yan tarafındaki aynanın karşısına geçip baştan aşağı kendine baktı. Saçlarını elleriyle tarayıp yakasını düzeltti.
Çok yakışıklıydı, hem de çok.
Çok fazla baktığımı fark ederek bakışlarımı çekip derin bir nefes aldım, beni böyle etkilemesi hiç benlik değildi. “Alıyorum o zaman bunu. Diğerlerine de bakayım.” Hiç ona bakmayıp “Olur.” diyerek geçiştirdim.
Yeni bir kombinle kabinden çıktığında hayran olmamak elde değildi. Bir insana nasıl olur da giydiği her şey yakışırdı ki…
Yeniden benim fikrimi alıp ve ben yeniden onu onaylayınca tekrardan aynanın karşısına geçti. Yeni aldığı birkaç kıyafeti de aynı gösteri sonrası denedikten sonra hepsini satın alıp mağazadan çıkmıştık.
Başka bir mağazaya geçip benim için kıyafet bakmaya başladık. Bir kaç denemeden sonra iki elbise arasında kalmıştım. Aslında ikisini de alabilirdim ama bu güne kadar çok fazla alış veriş yapma kültürüm olmadığı için mi bilmiyorum tek bir tane alsam yeterli gibi geliyordu.
Kıyafetlerde kararsız kalınca birine danışabileceğimi düşündüm ve tabi şuan o kişi Uluç'tu. Uluç gibi podyum gösterisi yapmadığım için kabinde deneyip çıkardığım kıyafetlerle kabinden çıkıp. “Sence hangisi?”
“Hmm, ikisi de çok güzel bence.” Kıyafetin birini eteklerinden tutup baştan aşağı inceledi. “Bence de öyle ama işte birinden birine karar vermek zorundayım, sence hangisi olsun?”
“Neden birinden birine karar vermek zorundasın, ikisini de alabiliriz.” Bu kez diğerini tutup inceledi. “Eminim ikisi de sana çok yakışacak.” Gülümsememe engel olamazken bakışlarımı eğdim. “Bilmem, birini alırım diye düşünmüştüm.”
“Beğendik işte ikisini de alalım hadi. Hem ben de bir tane şey almadım gördün.”
“Evet ama-“
“Hadi alıyoruz ikisini de.” Başka bir şey demeden kasaya ilerleyince ben de gittim peşinden.
Kasiyein kıyafetleri okutup söylediği fiyat biraz kabarık olsa da sorun değildi, yeterince param vardı hatta gelceğimi garanti altına alabilecek kadar param vardı. Tam kartımı okutmak için çantamı açıyordum ki Uluç’un kartını okutacağını görünce kolunu tutuverdim refleksle. “Uluç ne yapıyorsun sen?”
“Noldu bir sorun mu var?” Gerçekten noldu der gibi yaptığım ani harekete şaşkın bir şekilde bakmaya başladı. “Noldusu mu var? Ben ödeyeceğim koy o kartı yerine.”
“Benden öderiz işte.” Tekrar kartı kaldırıp okutuyordu ki yine engel oldum. Bu sefer ellerimle kolunu daha da sıkarak durdurmuştum. “Asıl böyle olmaz. Benim elbiselerim bunlar, bana alıyoruz.”
O an aklıma düşen anı bir anlık duraksamama neden olmuştu. Yüzüklerimizi alırken de böyle olmuştu aynı.
Dudaklarım kendiliğinden iki yana kıvrılırken Uluç yüzümü inceliyordu. “Noldu?”
“Hiç.”
“Tamamdır, ödüyorum bu karttan.”
“Ben ne diyorum sana, benim elbis-“
“Aysima, biz evliyiz. Benim param senin paran aynı şekilde senin kazandığın da bizim. Gerçi dinimize göre senin kazandığın parada benim hakkım yok ama benim kazandığımda senin hakkın var. Şimdi bir şey demiyorsun ve bu kartımızdan ödüyoruz.”
Söylediklerinden sonra bir şey diyemedim. Doğruydu dedikleri, ben onun karısıydım. Onun tüm servetinde benim hakkım vardı ama evliliğimiz gerçek olmayınca o hakkı görmüyordum kendimde. Belki gerçek bir evlilik olsaydı kendi hakkım olarak görürdüm ama değildi işte.
Ben bir şey demeden beklerken Uluç ücreti ödeyip elbise poşetini de almıştı eline. Beraber mağazadan çıktıktan sonra gözlerimi etrafta dolandırarak ilerliyordum. Bir oyuncak mağazasının önüne gelince durdurdum adımlarımı. Yiğit için bayram hediyesi alabilirdim buradan. “Uluç buraya girsek?”
“Olur girelim de ne alacaksın?” Oyuncakcıya anlamayarak tuhaf bakışlar atıyordu. “Yiğit için bayram hediyesi almak istiyorum.”
Bie anlık şaşırmış gibi dursa da sonrasında gülümseyebilmişti. “Tamam bakalım hadi.”
İçeri girdiğimde çeşit çeşit oyuncaklar karşılamıştı bizi. Renkli renkli oyuncaklar yetişkinlerin bile oyun oynama isteğini getirirdi. Sağ taraftaki erkek çocuk oyuncaklarının olduğu tarafa döndüm.
Yiğit arabalara bayılıyordu gözüme ilk çarpan oyuncak arabanın yanına ilerledim.
Çok büyük bir şey değildi eminim Yiğit'in bundan daha güzel arabaları vardı ama ben almış olacaktım ona bunu.
Elime alıp Uluç'a döndüm, o da onaylayan bakışlarını arabada gezdirince arabayı bırakmadan mağazada dolanmaya devam ettim. O kadar güzel oyuncaklar vardı ki...
Kız çocuğu oyuncaklarının olduğu bölüme geldiğimde gördüğüm şeyler çeşit çeşit bebekler, müzik aletleri, evcilik oyuncaklarıydı... Gözlerimi alamıyordum onlardan. Benim hiç oyuncağım olmamıştı, anne babam giyecek kıyafet bile almıyorlardı. Yetimhaneye geldiğimde ise altı buçuk yedi yaşımdaydım, oyuncak oynama yaşımın geçtiğini zannediyordum. Halbuki oyun oynamanın yaşı yokmuş.
Gözlerim pembe bir ayıcıkta takılı kalmıştı. Öyle güzeldi ki, ne çok küçük ne de çok büyüktü. Boynunda gri bir papyon vardı. Göbek kısmı ise yuvarlak şekilde beyazdı.
Öyle kaptırmıştım ki kendimi ayıcığa yanıma gelen Uluç'u bile fark etmemiştim. “Başka alacak bir şeyin yoksa çıkalım mı artık?”
“Olur çıkalım.” Önce kasaya geçip arabayı aldıktan sonra çıkmıştık. Bu defa ben ödemiştim ücreti sonuçta ben alıyordum. Tam çıkmış ve sağ tarafa dönmüştüm ki Uluç'un konuşmasıyla ona döndüm.
“Biraz bekler misin burada, geliyorum hemen.” Geri oyuncak mağazasına girmişti. O da alacaktı sanırım Yiğit'e hediye.
Bir kaç dakika sonra elinde poşetle döndü. “Sen de mi hediye aldın Yiğit'e.”
“Evet.” Başımla onaylayıp yürümeye başladım. Elimizdeki eşyaları arabaya bırakıp yemek yiyecektik. Aslında aç hissetmiyordum kendimi ama Uluç'a sabah söz vermiştim, beslenmeme dikkat edecektim artık. “E ne yiyelim.”
“Fark etmez, ne istiyorsan yiyebiliriz.”
“Ne istiyorsam mı?”
“Balık ve sakatat dışında istediğini yiyebiliriz.” Gözleri kocaman olurken bana inanamayarak bakıyordu. “Sakatat da mı sevmiyorsun? Kokoreç, işkembe çorbası da mı?”
Uluç'un büyük bir şaşkınlıkla sorduğu soruya karşı başımı sallamakla yetinmiştim. Ne yapayım yani kokuları midemi bulandırıyordu. Elbette iğrenç demezdim sonuçta sağlıklı, çoğu insanın seve seve yediği yiyeceklerdi, ama ben sevemiyordum işte.
“Kelle paça?” Uluç hâlâ inanamaz bir şekilde şaşkınlığını gizlemeden konuşmaya devam ediyordu. “Asıl onları sevmiyorum Uluç, belki bir tek ciğer severim. Kokuları iyi hissettirmiyor.”
“Ama Aysima sen de sağlıklı, lezzetli şeyleri sevmiyorsun.”
“Benim için lezzetli değil, hem tavuk eti daha sağlıklı hatırlatılırım.”
“Tamam, demiyorum bir şey.” Ellerini havaya kaldırıp teslim olma hareketi yaparken haline gülümsemiştim. Bu adam niye bu kadar güzeldi? “Kebap yiyelim o zaman, onu da sevmiyorum deme.”
“Merak etme onu seviyorum, gerçi kırmızı etin de bazen kokusu iyi hissettirmiyor ama kebabı severim.”
“Çok şükür.”
*
Yemeğimizi yedikten sonra çıkmıştık AVM'den. Şimdi arabada eve doğru ilerliyorduk. Bir süredir sessizlik hakimdi arabanın içinde ve Uluç yanımdayken onunla sohbet etmemek büyük bir kayıp gibi hissettiriyordu. “Uluç.”
“Efendim.”
“Elektrikler neden kesilmiş, bir şey dediler mi?”
“Bina içinde bir arıza çıkmış o yüzden. Hemen de halledememişler muhtemelen biz uyuduktan sonra düzelttiler sorunu.”
“Anladım.” Başka bir muhabbet açmam lazımdı. Bu çok kısa olmuştu ve bitmişti. Ne desem diye düşünürken Uluç konuşmaya başladı. “Bir şey soracağım sana. Ama doğru cevap vereceksin.”
“Ne soracaksın, hem ben sana yalan mı söylüyorum?”
“Söylemiyorsun da yine de ben baştan diyeyim dedim. Zaten yalan söyleyecek olursan da anlarım.”
“Nasıl olacakmış o?” Kaşlarımı kaldırıp bilmiş bilmiş kafamı salladım. “Anlarım ben.” Gözlerimi devirmeden duramazken başımı olumluca salladım be kez. “İyi tamam sor hadi.”
“O herif iletişime geçiyor demi hâlâ seninle? Mesaj atıyor hatta arıyordur belki.” Şaşkın ve tedirgin dolu gözlerle Uluç'a bakarken ne söylemem gerektiğini bilemedim bir süre. Nasıl anlamıştı ki, acaba denemek için mi böyle konuşuyordu?
Boğazımı temizleyip toparlandıktan sonra konuşmaya başladım. “Nerden çıktı şimdi bu?”
“Sorumun cevabı bu değil Aysima.”
“Niye böyle düşünüyorsun peki?”
“Sessiz bir şekilde bekleyeceğini düşünmüyorum çünkü o herifin. Hatta geçen hastanedeyken elindeki o kağıt parçası... Ne olduğunu söylemedin bana. O da o adamdandı değil mi?” Asker olduğuna emin miydik, belki de askeri birimde bir dedektif olarak çalışıyordu.
“Sinirlenmeni istemiyorum çünkü.” Uluç derin bir nefes çekti içine. Sanırım asıl şimdi sinirlenmişti ve sakinleşmek istiyordu. “Niye söylemiyorsun Aysima?”
Hiç ona bakmazken kucağımda birbiriyle oynayan parmaklarıma baktım. “Niye söyleyeyim Uluç? Hem sinir olacaksın hem üzüleceksin.”
“Söylemelisin yine de. Biz niye evlendik Aysima, birlik olmak birbirimize destek olmak için değil mi? Niye anlatmıyorsun?” Bu kez ona bakarken onun gözleri bir bende bir yolda gelip gidiyordu “Anlatsam ne olacak Uluç. Bir şey yapmayacağız, boş yere seni niye üzeyim.”
“Boş yere? Anlamıyorsun beni.” Sinirlendiği bariz bir şekilde ortadaydı. Ama ona ne diyebilirdim ki? Anlatsam canını sıkmaktan başka bir işe yaramayacaktı.
“Anlıyorum seni ama anlatmam seni kızdıracaktı sadece. Zaten benim yüzümden sürekli bir sorun çıkıyor ortaya. Hayatına girdim daha da ilerisi evine girdim; düzenini, rahatını bozuyorum sürekli. Olanları anlatıp niye daha fazla canını sıkayım?”
Bir şey demeden kısa süre içinde kenara çekip durdurdu arabayı, bir kaç saniye elleri direksiyonda karşıya bakar şekilde bekledi ardından bana döndürdü bedenini.
“Anlıyorum diyorsun ama anlamıyorsun işte. Senin derdinle dertlendiğim zaman boşa üzüldüğümü zannediyorsun. Senin sıkıntılarını dinlediğim zaman sıkıldığımı zannediyorsun. Evet üzülüyorum, sen sıkıldıkça benim de yüreğim sıkılıyor ama sen anlatmadıkça daha iyi mi olduğumu zannediyorsun? Daha da kötüsü hâlâ düzenimi bozduğunu düşünüyorsun. Ben sana ne demiştim, sen benim düzeni olmayan hayatımı düzene soktun. Senden önce benim koca bir bahçem vardı ama kuru bir topraktan ibaretti. Sen o toprağa bir bir çiçekler diktin ve bu çiçekler seninle, dertlerinle sulanıyor Aysima. Sen bana kendini açtıkça ben mutlu oluyorum biraz olsun derdini hafiflettiğimi hissediyorum.”
O konuştukça benim gözlerim doluyordu. Her bir cümlesinde beni ne kadar sevdiğini görebiliyordum ama bu canımı çok yakıyordu çünkü beni sevmesi onu iyileştirmekten çok dert sahibi yapıyordu. “Özür dilerim, hiç girmemeliydim hayatına ben sana dert vermekten başka bir şey yapamıyorum.”
Birer damla yaş süzülüp giderken yanaklarımdan sesimden de ağladığım belli oluyordu. Az önce eğmiş olduğum başımı Uluç çenemden tutarak kaldırdı. Ellerini yanaklarıma koyup gözlerimin en derinlerine baktı. “Sen benim şükür sebebimsin Asyima. Sen benim Allah tarafından gönderilmiş eşimsin, parçamsın. Sen benim en büyük varlığımsın.”
Yüzünü yüzüme yaklaştırıp alnıma bir öpücük kondurdu ardından bedenlerimizi biraz daha birbirine yakınlaştırıp beni göğsüne çekti. “Hayatımı sonuna kadar seninle geçirmeyi ne kadar çok istiyorum bilemezsin ama çok korkuyorum. Geçmişi yaşatmaktan çok korkuyorum. Belki gelecekte beraber olmayacağız ama şimdi bil ki sen benim en büyük hazinemsin.
Göz yaşlarım usul usul akıp giderken dilimin ucuna kadar gelen sözcükleri söylemekten çekinmedim. Benim de onu sevdiğimi anlasındı artık. “Ben korkmuyorum ama benim tek korkum sen böyle, hayattayken senden ayrı düşmek. Olabilecekken olmamak. Yaşayabilecekken yaşayamamak...”
“Özür dilerim.” Hep böyle olacaktı sadece özür dileyecekti, bir gelecek ihtimali vermeyecekti. Beynine kazımıştı bunu. Bizim geleceğimiz olamazdı onunla.
Bir kaç dakika daha öyle kaldıktan sonra geri çekildim. Bana kalsa ömrümün sonuna kadar kalabilirdim o halde ama...
Önüme dönüp göz yaşlarımı temizledim.
“Gidelim mi artık?”
“Gidelim.”
Uluç arabayı çalıştırdıktan sonra devam ettik yola. Bir daha konuşmadan bitirmiştik yolu. Eve geldiğimizde ben odama geçmiştim, biraz uyumak istiyordum. Az önce yoldaki konuşmamız beynimi kurcalıyordu sürekli.
Uluç'a dert ve kederden başka bir şey veremiyordum. O ne kadar onu mutlu ettiğimi söylese de dert daha fazlaydı. Benim yüzümden sürekli üzülüyor ve sıkıntı içine giriyordu.
Şimdi Batın'ın mesaj ve tehditleri de başlamıştı. Biliyordum vazgeçmeyecekti ama haftalardır sessiz sedasız beklerken içimde küçük de olsa bir umut yeşermişti. Bayrama şunun şurasında bir kaç gün kaldı ve bayramdan sonra ne yapacaktı bilmiyorum.
Düşünceler yine bir böcek olup beynimde dolanırken uymuş kalmıştım.
*
Gözlerimi açtığımda etraf kararmıştı, telefonumu alıp ışığını yaktım hemen. Havaya kalkmış olan saçlarımı yatırıp odamdan çıktım. Etraf karanlıktı; ne koridorun ne salonun ne de mutfağın ışığı yanmıyordu. Uluç da odasındaydı sanırım.
Koridorun ışığını yakıp salona geçtim. Salonu da aydınlattıktan sonra etrafta gözümü gezdiriyordum ki bir yerde takılı kaldı bakışlarım. Koltukların arka tarafında, masanın yanında birini ayakları görünüyordu. Yavaş adımlarla o yöne yaklaştığımda dehşete kapıldım. Uluç yerde kanlar içinde yatıyordu.
Ayaklarım sanki yere çivilenmişti. Karşımdaki görüntü tek bir hareket etmeme dahi izin vermiyordu. Kısa bir süre o hâlde kaldıktan sonra kendime gelebilmiştim
Hemen yanına çöküp uyandırmaya çalıştım ama uyanmıyordu.
“Uluç! Uluç aç gözlerini nolur Uluç. Uyan hadi lütfen.”
Hem ağlıyor hem de Uluç'u omuzlarından tutup sarsıyordum. Ölü gibiydi adeta. Ne hareket ediyordu ne de cevap veriyordu söylediklerime. Gözlerimden yaşlar boşalırken devam ettim. “Uluç, nolur uyan lütfen. Kalk, nolur.”
Çaresizce sağıma sola bakmaya başladım. Şuan tüm düşünme yetim durmuştu ne yapmalıyım bilemiyordum.
Sonunda mantıklı düşünmeyi başarabilmiş ve cebimdeki telefonu çıkarmıştım. Acil aramalardan 112'yi arayıp ambulans isteyecektim.
Tam rakamları girmiş ve aramayı başlatıyordum ki arkamda duyduğum ayak sesiyle o yine döndüm. O gelmişti, evimize gelmiş ve Uluç'u bu hale getirmişti.
Yüzünde iğrenç bir sırıtışla bana doğru yaklaşıyordu, yanında da dört tane adam vardı.
O üzerime doğru geldikçe ben de geriye doğru gitmeye başladım. "S-sen, gelme yaklaşma!" diye bağırıyordum ama üzerime doğru gelmeye devam ediyordu. Sırtımın bir yere çarpmasıyla kaçacağım yer de son bulmuştu.
“Ge-gelme yaklaşma. Defol buradan!” Batın ayaklarımın dibinde durup kolumdan tuttu sıkıca. Zorla ayağa kaldırıp sürükleyerek salonun ortasına götürdü. Yere yatırıp üstüme çıkarken debeleniyordum.
“Batın yapma, nolur yapma. Yalvarıyorum yapma lütfen.”
"Ben sana bir şans verdim, güzel güzel yanıma gelseydin kraliçeler gibi yaşatırdım seni. Ama sen reddettin."
“Nolur yapma, lütfen. Yalvarıyorum sana, nolur yapma. İstemiyorum git, lütfen lütfen.”
"Sakin ol, korkma küçük şey. Biraz eğleneceğiz o kadar. Eğlenmene bak sen de sadece."
“Yapmaaa!!!”
Nefes nefese kalmış bir halde gözlerimi dehşetle açıp gezindirdim etrafta. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu göğüs kafesime. Gözlerimden hâlâ yaşlar akmaktaydı.
Gözlerim koridorun ışığı ile aydınlanan odamda Uluç'un endişe barındıran gözleriyle buluştu. Onu karşımda görünce hıçkırıklarımı tutamadım. Karşımdaydı ve yaşıyordu, az önce gördüğüm sadece bir rüyaydı. “Aysima iyi misin?”
Başımı omuzuna yaslayıp sıkıca sarıldım. Omuzlarım sarsılıyordu ağlamaktan. “Uluç! Ben çok korktum, sana bir şey oldu sandım.”
“Sakin ol, hiçbir şey yok, olmadı. Rüya gördün sadece.”
“Ç-çok korktum, seni ö-ldürdü sandım.” Hıçkırıklarımı tutamıyordum, kelimelerimi anlayabiliyor muydu emin değilim.
Öyle çok korkmuştum ki gerçek gibi gelmişti. Uluç'u gerçekten öldürdü zannetmiştim. Eğer uyanmasaydım başka kötü şeyler de görecektim.
“Tamam geçti. Bana bak, kaldır başını.” Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Anlıma bir öpücük kondurup göz yaşlarımı temizledi. “Ne gördün, anlatmak ister misin?”
Başımı iki yana sallayıp cevap verdim. Anlatamazdım şimdi hiçbir şey, o anı düşünmek istemiyordum. “Tamam istediğin zaman anlatabilirsin. O zaman kalkalım, elini yüzünü yıkayıp yemek yapmıştım, onu yersin tamam mı?”
Burnumu çekip elimin tersiyle gözümü sildikten sonra başımı salladım. Beraber kalkıp lavaboya geçtik, Uluç yanımdan ayrılmadan yardım etmeye çalışıyordu. Mutfağa geçtiğimizdeyse beni direkt masaya oturtup kendisi yemeği tabaklara koyduktan sonra sağ çaprazımda kalan sandalyeye geçti.
Karnabahar kızartması ve salata yapmıştı. Normalde olsa tabağımı bitirirdim çünkü çok severdim bu yemeği ama şimdi tek bir lokma yemek istemiyordum. Aklım hala rüyadaydı. “Aysima, hadi bir şeyler ye.”
“Hiç canım istemiyor.”
“Biliyorum rüyadan çok etkilemişsin ama bir şeyler de yemen lazım.” Bir kaç parça şey yemeye zorladım kendimi. Ama düşünceler ve o görüntüler çıkmıyordu zihnimden. Sanki Uluç hâlâ yerde kanlar içinde yatıyor, ben de o adamların ellerindeymişim gibi geliyordu.
Gözlerim yeniden sulanırken ağzımdan izinsiz bir hıçkırığın kopmaması için lokmamı yutup dudaklarımı birbirine bastırdım. Başımı da tabağıma eğmiştim iyice Uluç'un görmemesi için ama görmüyor olsa bile hissetmişti, her zaman hissederdi o. Adımı söyleyip eliyle çenemden tutarak kaldırdı başımı yukarı doğru. Gözlerim onun kahveleriyle buluşunca hıçkırığıma engel olamadım.
“U-luç.” Hemen yerinden kalkıp yanıma geldi. Beni kolları arasına alıp sıkıca sarıldı ardından kucağına alarak salona geçti. Ben de kollarımı boynunda birleştirip ağlamaya devam ettim. Koltuğa otururken kucağından indirmemişti. Başımı göğsüne daha da yaslayıp saçlarımı okşuyordu.
“Geçti, geçti Aysima. Ben iyiyim, sen iyisin. Evimizdeyiz ve bizden başka kimse yok. Korka lütfen, yanındayım ben.”
Ara ara öpücüklerini de kondurmayı ihmal etmiyordu. Kelimeleri ve okşamalarıyla sakinleştirmeye çalışıyordu. Bir süre o şekilde bekledikten sonra kaldırdım başımı. Ellerimle yanaklarımı temizleyip tekrardan doladım kollarımı boynuna.
“Çok korktum Uluç. Sana kötü bir şey yaptı zannettim.”
“Ne oldu anlat bana, sadece kendin yaşama Aysima. Bana ver derdini ben taşırım senin yerine.” Başımı yeniden kaldırıp şefkatin yuva yaptığı gözlerine baktım. “Rüyamda uyanıyordum, etraf çok karanlıktı. Kalkıp salona gittim. Sen yoktun ve tüm ışıklar kapalıydı. Salonun ışığını yakınca masanın yanında birinin ayaklarını gördüm. Sendin Uluç, kanlar içinde yerde yatıyordun. Yanına geldim hemen uyandırmaya çalıştım seni ama uyanmadın. Sonra o geldi, evimize gelmişti Uluç.” Titrek bir nefes çektim. “Beni yakalayıp yere yatırdı. Üç dört tane de adam vardı yanında. Eğer, eğer uyanmasaydım...
Ağlamaya başlayınca göğsüne çekti yeniden beni. Durduramıyor, engel olamıyordum kendime. “Şşhh geçti, geçti gitti Aysima. Sadece bir rüyaydı ve bitti. Asla öyle bir şey olmadı ve olmayacak. Ben senin yanındayım, korkma artık.”
“Korkuyorum Uluç. O adamın sana zarar vermesinden çok korkuyorum. Vazgeçmiyor, bir şeyler yakacak. Sana, bize kötü şeyler yapacak diye ödüm kopuyor.”
“Bana bak, kaldır başını.” Çenemden tutup başımı kaldırırken ıslak gözlerimle bakmaya çalıştım yüzüne. “Ne dedi o sana? Bir şeyler yapacağım mı dedi?”
“Bayramdan sonra her şeyi başlatacağını söyledi. Bu son mutlu geçireceğin bayramın olacak dedi.”
Gözleri hiddetle bakarken beni de korkutmak istemiyordu. “Bana bak, gözlerime bak. Asla bir şey yapamayacak. Asla öyle bir şey olmayacak. Korkma sakın.”
Ne kadar dediklerine inanmasam da başımı sallayıp göğsüne koydum yeniden. Biliyordum, Uluç bile inanmıyordu dediklerine. Vazgeçmezdi o adam, kendi isteklerini yaptırmaya alışmıştı, bunu da elde etmek için elinden geleni yapacaktı.
Tek bir kurtuluşumuz vardı bizim, ölüm. Ya ben ölecektim ya da o. Bu yolda ölecek olursam üzülmeyecektim çünkü o adamın yanında olmaktansa ölmek daha gurur vericiydi. Ama tek bir şey üzülecektim, geri de Uluç'u bırakacaktım. Uluç'u ve onunla yaşayamadığım onca şeyi.
***
Herkese yeniden merhabalar. Çok geç kaldı biliyorum ama yetiştirmek çok zor gerçekten.
Biraz daha kısa bir bölüm oldu. 7.200 kelimeyi bile zor yazabildim. Umarım beğenirsiniz.
Olaylar biraz yavaş ilerliyor olabilir sizin için malum Batın yok ortalıkta ama yavaştan yeniden ortaya çıkacak.
Aklımda senaryolar var ama onları birbirine bağlamak için böyle küçük olayları da yazmam gerekiyor ve aslına diğer amacım da geçmişte yaşanılanları da göstermek.
Düşüncelerinizi paylaşıp destek olursanız çok mutlu olurum.
Gelecek bölüm görüşmek dileğiyle hoşçakalın 👋💕
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 803 Okunma |
57 Oy |
0 Takip |
15 Bölümlü Kitap |