10. Bölüm

10.BÖLÜM

Ayfer Yıldırım
efsade

Prensin şüpheyle kısılan gözlerine bakarak başını omzuna yatırdı. Ona delirmiş gibi bakıyordu. “İyileşene kadar kalacağım” dedi.

“Daha iyileşmedi mi?”

“Hayır. Önce içindeki şeyi öldürmesi gerek”

“İçimde ne var?”

Kraliçeyi bırakarak yanına gelen prens, gri gözlerini gözlerine kenetlendi. Cevap bekliyordu.

“Kuzgunun ruhu, ruhuna karıştı. Seni ele geçirmeden önce onu yok etmelisin”

“Nasıl?”

“Seni baştan çıkarmasına izin verme yeter”

“Anlamıyorum...”

Anlayacaksın demek istese de sessiz kaldı ve krala dönerek “Nerede dinlenebilirim?” diye sordu. “Gel” dedi kraliçe. Dirseğinden tutarak kapıya ilerledi. Koluna girmişti. Çıktığı basamaklarından ardından ilerledikleri koridoru göz ucuyla inceledi. Her köşe başına yerleştirilen çiçek saksılarının üzerine asılmış portreler göz alıcıydı. Kraliyet kanı taşıyan herkes bir şekilde güzel oluyordu.

Kraliçenin açtığı küçük kapıdan içeri girdiklerinde terasın açık kapısından giren rüzgar tüllere dolandı. Bin bir çeşit rengin donattığı örtülere kaşlarını çatarak baktı.

“Kızımın odası”

Hüma, henüz geçtiği eşiği geri adımladı.

“Burada kalamam”

Onun yerine konmak, ona ait şeyleri kullanmak içinde rahatsız edici duygulara yol açıyordu. Kadının onu inceleyen gözlerinden kaçınmak için sırtını döndü ve koridora çıktı.

“Üzgünüm... rahatsız olacağını düşünemedim”

Yanına gelerek tekrar dirseğini tuttuğunda sessiz kaldı. Bu durumdan asıl rahatsız olması gereken kişi annesi olmalıydı. Bir iki kapı geçtikten sonra “Buraya ne dersin?” diyerek açtığı kapıdan içeri baktı. Biraz önceki cümbüşün aksine burası tam anlamıyla karanlık ve siyah mobilyalarla doluydu.

“Nhamo’un odası.”

Başını sallayarak içeri girdi. Koca sarayda ona verebileceği odanın çocuklarınınkiyle sınırlı olmasını nasıl yorumlaması gerektiğini bilmiyordu. En azından burası prensesin ki kadar rahatsız edici değildi.

“Karşındaki oda Kiblegat’ın”

Yağmacının ona yakın olması iyiydi. Böylece prensin dönüşümünü kontrol altında tutabilirdi.

“Senin için yemek göndereceğim”

Tekrar başını salladı. Ardından odadan çıkmasını bekledi. Ancak kadın acısını dökmek ister gibi sulu gözlerle ona bakıyordu. Kraliçeye sırtını dönerek terasa çıktı. Aile meselelerine daha fazla karışmak istemiyordu.

Saray, şehrin göbeğindeydi. Surların etrafına dağılan alçak ve yüksek çatılara bakarak iç çekti. Luna’nın aksine burada ki hava bunaltıcı değildi. Sokakları dolduran insanların gürültüsüne kulak verdiğinde mutluluklarını hissetti. Aylardır görmedikleri güneş sonunda yüzünü göstermişti.

“Büyü kalkıyor!!!”

Berrağın şen sesiyle sıçradı. Onun varlığını unutmuştu.

“Ne büyüsü?”

“Celn’in aksine Ferq birçok ırka kucak açıyor. Büyücülerde güçlerini rahatça kullanabilecekleri böyle yerlerde barınıyor”

“Onların yaptığına emin misin?”

“Elbette. Su sana ait. Sen bu topraklarda olduğuna göre su artık büyücüleri dinlemeyecek”

Nedense bu konuda berrağa güvenmek istemiyordu. İlk kraliçe ve onun hakkında pek bir şey bilmeyen birinin büyücülerle ilgili söylediklerine inanabilir miydi?

Avucunu açarak bir damla suyun oluşmasına izin verdi.

“Bu doğru mu?”

Emin olmak için onun onayına ihtiyacı vardı.

‘Evet’

Aldığı cevapla avucunu sıkıca kapattı ve güneşin ışıl ışıl parladığı gökyüzüne baktı. Şimdi herkese boyun eğdirecek kadar güçlendiğini hissedebiliyordu.

İçeri girdi. Başını yastığa koyup göz kapaklarını indirdi. Yastıklarda Nhamo’un kokusunu almaya beklemişti ama sadece sabun kokusu vardı. Onun iyi olmasını diledi. Günlerdir içinde biriken ağırlık bedenini yormuştu. Ruhunun dinlenmeye, dinlemeye ihtiyacı vardı.

‘Burada olacağım’

Sesini duyduğunda gülümsedi. Tamamen onun vermiş olduğu rahatlıktı bu. Yalnız olmamanın korunmanın verdiği huzur, zihnini kuzeninin kollarına rahatça uyuduğu uykulara götürmüştü.

Kadının yüzünde kıvrılan bilinçsiz dudaklarına bakan berrak, yatağa çıkarak yanı başına oturdu. Yorgun mimiklerindeki kasılmalar yavaşça siliniyordu. Gözlerini ondan ayırmadı. Gerçekten kim olduğunu merak ediyordu. Kuzgunların ailesini öldürdüğünü söylediğinde asla sözlerinin yalan olduğunu düşünmemişti. Hemen arkasından prenses rolünü oynamaya başladığında da bunun bir yalan olabileceğini düşünmemişti. Kandırılmış hissediyordu ama kadın ona yalan söylemediği için onu suçlayamıyordu. İstese de yapamazdı. Kötü duyguların üzerindeki etkisi hiçbir zaman kalıcı olmamıştı.

Siyah saçları kara örtülerin üzerine serilmiş uyurken bir kez daha onu ayrıntılı bir şekilde inceleme fırsatı bulmuştu. Güzel şeyler ona mutluluk getiriyordu. Ormandan çıkarak onun ardına takılma sebebi de buydu.

Kadının gözlerinden sızan suları gördüğünde üzerine eğildi. Şeffaf parmakları yanaklarına doğru süzülen damlaları yakalayamadan göz yaşları havalandı. Üç damla uçarak terasa yöneldi. Kadının göz kapaklarının altındaki gözleri hareketlendi ama uyanmadı. Neler olduğunu anlamak için hızla yataktan kalktı ve terasa koştu. Gökyüzünde süzülen damlaları takip etmek için açtığı kanatlarını çırptı. Tırabzanları sıkıca tutan ellerinden aldığı destekle atladı. Neyse ki gözleri damlaları kaybetmeyecek kadar keskindi.

İki günlerini alan yolu, dakikalar içinde geri dönerken damlaların durağının neresi olacağını merak ediyordu. Sınırı oluşturan nehri geçti. Celn’nin insansız bölgesini saran ormana girdi. Ağaçların arasına dalarak görüş açsından çıkan damlaları bulabilmek için bir süre ormanın üzerinde dolandı. Gözlerine değen yıkık dökük kaleyle durdu. Sahipsiz görünüşünün aksine misafirleri vardı. Güç kırmızı şeritler oluşturmuş ve kalenin çevresini sarmıştı.

Kanatlarını belli aralıklarla çırparken bakımsız bahçeyi onarmaya çalışan kanatlı adamlara baktı. Alev rengi kanatları gibi parlayan gözleri, gece savaşçılarını andırıyordu. Neden buraya geldiğini anlayamadı, sırtını kaleye döndü. Kırmızı kanatlıları görmek iyi değildi. Muhtemelen kraliçenin kovanı buradaydı.

Güneş tepelerin arkasına saklanarak battığında şehre geri dönmüştü. Yavaşça terasa indi. Odaya girdiğinde mumların yakılmış olduğunu gördü. Kadını yalnız bırakmış olmanın verdiği rahatsızlığı duyumsadı. Yanında olacağını söylemesine rağmen onu hiç düşünmeden bırakıp gitmişti. Yatağın başında dikilen adamı görünce duraksadı. Geniş sırtında alevlerin oluşturduğu gölgeler dans ediyor, karanlıkta kalan yüzü ise kadına bakıyordu.

Yatağın diğer tarafına yönelerek adamın karşısında durdu. Kıstığı gözlerini kadının üzerinde gezdiriyordu. Can sıkıntısıyla soluduğunda kalın kaşları çatıldı. Berrak, onu rahatsız eden şeyin ne olduğunu merak etti.

Sessizce aralanan kapı, adamın gözlerini kadından çekmesine neden oldu. İçeri giren Kuzey Ferq kraliçesi eliyle onu çağırmıştı. Göğsüne bağladığı kollarını çözerek dışarı çıktı.

Berrak adamın arkasından yüzüne kapanan kapıya bakarak onları izleyip izlememesi gerektiğini bir süre düşündü. Ardından parmaklarını kapıya sürterek dışarı çıktı. Koridorun sonundaki basamakları inmeye başlayan ikiliyi sakin adımlarla izledi.

Taht odasına girdiklerinde etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Sağa kurulmuş olan masaya yemekten çok mum konulmuştu. Burayı ilk girdikleri anda inceleme şansı olmamıştı. Odayı ayakta tutan devasa kolonların arkası, tahta çıkan merdivenler kadar boştu. Kralın ve kraliçenin sade tahtlarına takılan gözleri, yere sürten sandalyenin sesiyle tekrar masaya döndü.

Kral ve kraliçe, yan yana oturmuşlardı. Uzun masanın sadece bir yanına kullanıma açılmıştı. Buraya getirmek için uğraştıkları yağmacı, eline aldığı çatalla tabağındaki eti parçalıyordu. Kralın karşısına oturmuştu. Onun yanında oturan adamı incelemek için yaklaştı. Onlarla aynı masayı paylaştığına göre aileden biri olmalıydı.

“Kadın gelmeyecek mi?”

Kralın tok sesi odayı dolduran kasveti yardı. Biraz önce odada gördüğü adam, kafasını tabağından kaldırdı. Mumun alevleri, siyah gözlerini deldi. Berrağın ayakları gördüğü soğukluk karşısında durdu. Düz bir çizgi halini alan dudakları, ağzına attığı lokmayla birlikte tekrar kapandı.

“Hala uyuyor” dedi kraliçe. Tacından sarkan altınlar şıngırdadı.

“Yorulmuş olmalı”

“Adamlar bütün o yolu yürüdüğünü söylüyor”

“...ve prensesin laneti kaldırdığını” diyerek çatalını tabağına doğru fırlattı siyah gözlü adam. Sesi de yüzü kadar soğuktu. Kral ve kraliçenin konuşmalarına tahammül edememiş gibiydi.

“Öfkene hakim ol!”

Kralın uyarı dolu sesiyle geri çekilmek yerine yumruk yaptığı elini masaya vurdu.

“Onu Celn’e gönderdiğin için bizi suçluyorlar... Prenseslerinin öldüğünden bir haberler!”

“Kibet!”

Bu sefer onu susturmaya çalışan kişi kraliçeydi. Adam sessizleşti. Ancak soğuk gözlerini kralın üzerinde tutmayı sürdürdü. Kral, ağzında lokmayı acele etmeden yuttu. Ardından elindeki çatalı ve bıçağı masaya bırakarak sırtını tahta sandalyesine yasladı.

“Ona saygı göstermelisin”

“Saçmalık!”

Berrak, “Anlaşılan bir kardeşini daha kaybetmek istiyorsun” diyerek başını tabağına eğen yağmacı prensin cansız çıkan sesiyle birlikte masaya daha fazla yaklaştı. Demek kardeşlerdi. Görüntü olarak alakaları yok diye düşündü.

“Seni kurtarmak için ona ihtiyacımız yok”

Elbette kadına ihtiyaçları vardı. Eğilerek yağmacının gözlerine baktı. Gri gözlerine sızan karanlık damarları gördüğünde sertçe yutkundu. Neden ona ihtiyaçları olduğunu görmeleri için çok beklemeleri gerekmeyecekti.

“Onu küçümsüyorsun oğlum”

Kralın cılız ama sert gülümsemesi, sözlerinin arkasından Kibet’i izledi.

“İnsanlarımızın fazla abarttığını düşünüyorum” diyen prens, yanlış anlaşılan bir şeyi düzeltmeye çalışır gibi sakince konuşmuştu.

“Sana kanımızı küçümsememen gerektiğini öğretmiş olmalıydım”

Kibet yutkunarak sessiz kaldığında berrak krala baktı. Öfkeli görünmüyordu ama sözlerinde anlayamadığı bir tehdit vardı.

Kiblegat başını kaldırarak babasına baktı.

“Kadın yağmacı değil”

“Elbette yağmacı. Annesine çok benziyor”

Bölüm : 06.04.2025 12:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...