
Hüma’dan ayrılır ayrılmaz kanatlarını geceye açmış ve uçmuştu Al. Doğru bir zamanda uyanmamıştı. Biraz daha uyuyarak dünyalarının yok olmasını beklemeliydi. Ancak biliyordu ki bunun için hayatta kalmamıştı. Bir dilekle yıllardır omuzlarında duran yükten kurtulamazdı. Önünde durduğu devasa kayaya bakarak iç çekti. Sarmaşıklar her yanını sarmıştı. Bir adım ileri atarak içeri girdi. Taştan kayan buğusu karşısına çıkacak bir sonraki engeli aşana dek dalgalandı.
Zifiri karalığa alışan gözlerini kıstı. Aradığı yazıtları bulabileceğinden emin bile değildi. Yine de buradaydı. Kadın yankıdan bahsettikten sonra er ya da geç buraya dönmeden duramayacağını biliyordu. Bu yüzden ertelemeden gelmişti.
Binlerce yıldır evi olan küflü duvarlar, yosun bağlamıştı. Eğildi. Taş tabutun üzerine dağılan toprağı elleriyle temizledi. Ağır kapağı kaldırırken anıların onu boğmaması için çabaladı. Eğer yanlış yola sapan berraklar olmasaydı bu tabutlar ıvır zıvırla değil onların rahatça dinlenebileceği yataklarla dolu olacaktı.
Ahşap kutulara koyduğu deriler dahi zamana direnememişti. Parmaklarının altında parçalanan geçmişle iç çekerek çöktü. Dizleri zeminin soğuğuyla titredi. Nafile bir çabada olsa onları koruyabileceğini düşünmüştü. Tabuttan çıkardığı kutuları bir bir açarak kurtarabileceği parçalar aradı. Boşuna zaman harcıyordu. Ancak duramadı.
Taş yazıtlara ulaştığında çentikleri dolduran tozu üfledi ve parmaklarıyla yazıları temizledi. Üzerine kazınan kuyu simgesini görünce rahat bir nefes verdi. Aradığını bulmuştu. Eski dili barındıran bir dizi sembol, yaklaşık otuz santimlik taşı arka arkaya doldurmuştu. Şekillere hasretle baktı. Onun zamanında kahinler vardı. Ne yazık ki birçok ırk gibi onlarında sonu gelmişti. Sakladığı parçalar, kahinlerin mirasından geriye kalanlardı.
Bir mezar dolusu taşı elden geçirdikten sonra saatlerdir oturduğu yerden kalktı. Kadına kehanetten bahsetmeliydi. Hayır, belki de bahsetmemeliydi. Sonuçta öğrense de yaşanacakları durduramayacaktı.
Tableti kaldırarak kehaneti gözden geçirdi. Ona gelen kahin korku içinde titreyerek oturmuştu karşısına. Hala anımsıyordu. Sağa sola kayan gözleri, girdiği transtan çıkamamış, uçarıydı.
"Nedir bu?"
"Kuyu... "
Parmaklarını yeni oyulmuş sembolde gezdirerek "Bunu görebiliyorum" demişti Al. "Neden ters duruyor?"
"Gökyüzü yere bakar"
Gençliğin getirdiği sabırsızlıkla kaşlarını çatmıştı. Kahinlerin kendilerine özgü belirsiz sözleri, karmaşık cümleleri vardı. Onları anlamak için dikkatli ve özenli davranmak gerekiyordu.
"İşte..." diyerek tabletin altında doğru şekilde duran kuyuyu göstermiş, sonra "...bu yeryüzünün kuyusu" demişti.
İki kuyunun arasında kalan sembolleri henüz açıklamamıştı. Başını sallayarak devam etmesi için beklemiş, gökyüzünün neden bir kuyuya ihtiyacı olduğunu kendi başına çözememişti.
"Türünüz yükselmemeli"
"Neden?"
"Burası..." derken parmağı, tabletin üst kısmında ters duran kuyuya değmişti. "...onların cehennemi. Eğer kalplerine sadık kalmak yerine açgözlülük yaparlarsa gidecekleri yer burası"
"Sen ne saçmalıyorsun?" diye yükseltmişti sesini. Sabretmek buraya kadardı. Ne kadar masum olduklarını bilirken türüyle cehennemi bağdaştırması Al'ın öfkeye kapılmasına neden olmuştu.
"Beni dinle!"
Dinleyemezdi. Ona fazla gelen duygunun ağırlığıyla beli bükülmüştü. Yaşaran gözlerini hızla silerek "Git" demişti Al. Sakin kalmaya çalışıyordu. Kalbinde kötü duygular yeşeremezdi.
"Aç gözlülüğünüz dünyaya kaosu getirecek"
Daha fazla dayanamayıp elindeki taşı fırlatmıştı. Duvara çarparak seken yazıt, yere sürterek durmuştu. Tereddütle ona bakan kahin, arkasına bakmadan uzaklaşırken Al onu bir daha göremeyeceğini bilmiyordu.
Şimdi eline batan çatlaklar, o zamandan kalan hatıralardı. Olayın üzerinden geçen bin yılda onun haklı olduğunu anlamıştı. Ancak adamı bulmak için artık çok geçti. Son görüşmelerinden sonra sayılı günler yaşayabilmişti.
Ters duran kuyunun çentiklerini tırnaklarıyla temizledi. Yükselmek için benliklerini kaybeden berraklar, gerçekten buraya hapsolmuşlar mıydı bilmiyordu. Tek bildiği direnemeyenleri bir daha görmediğiydi. Dünyadan öylece silinip gitmişçesine tüm enerjileri yok olmuştu.
Yazıtı yorumlaması için birkaç kahin bulmuştu. Yaptığı hataydı. Bu türünün avlanmasına ve neredeyse her birinin yok edilmesine neden olmuştu. Sonrasında insanlarla olan dostlukları bitmişti. Zayıf insanlar, kuzgunlara diz çökmeye başlamışlardı. Al artık bir kaçaktı. Ne yükselebilir ne de göğsünde atan dostunun kalbinden kurtulabilirdi.
Son gittiği kahin -Bunlara engel olmanın bir yolu var- demişti. Bahsettiği yol karmaşıktı. Bilmediği o kadar çok şey vardı ki bildiklerinin doğruluğundan emin değildi artık. Bu yüzden uzun yıllar beklemişti. Yazıta çizilen semboller açıktı. Doğa güç kazandığında gökyüzü yere inecekti.
Kuzgunlar dört elemente sahiplerdi. Ancak yeterli değildi. Doğa, dengeyi sağlamak için daha fazlasına ihtiyaç duyuyordu. Bu yüzden Al yönünü yağmacılara çevirmişti. Evrim uzun ve yorucu bir süreçti. Doğa, kızıl ve mavi kraliçeyi doğurtmuştu. Beyaz ve kara kraliçede doğmuş olabilir miydi? Uyduğu sürede onların da doğup doğmadığını merak etti. Öğrenmeliydi. Savaşın ne kadar yakın olduğunu bilmek zorundaydı.
Yankı bir kez başladı mı durmayacaktı. Ta ki gökyüzünde uyuyan berrakların aç gözleri açılana dek sürecekti. Kraliçe için üzüldü. Öncüsü olacağı savaştan haberdar değildi. Seçimleri savaşı başlatmayacak olsa da bitirebilirdi. Düşününce mantıklıydı. Kadın suya hükmediyordu. Yer yüzündeki kuyunun kadın olması, gökyüzündeki kuyunun ise havaya hükmeden Maide olması… bu olası görünüyordu. Bekleyip görmesi gerekecekti.
Yere dağılan taşlara ve deri parçalarına sırtını dönerek çıktı mağaradan. Tekrar şehre dönmesi gerekiyordu. Kraliçeyi daha fazla yalnız bırakmamalıydı. Onunla karşılaştığı nehrin kenarından geçerken şimdiden geç kaldığını hissetti. Suya hükmettiğini görmüştü. Ancak korkusundan bahsedene dek onun beklediği kişi olduğunu düşünmemişti. Daha dikkatli olmalıydı. Artık hiçbir detayı gözden kaçırmak gibi bir lüksü yoktu.
Şehre döndüğünde güneş doğmak üzereydi. Mağarada umduğundan daha uzun süre kalmıştı. Terasa yavaşça inerek açık kapıdan içeri süzüldü. Kraliçe, uzun dolabın yanında duran boy aynasındaki yansımasına bakıyordu. Yaklaştı.
Sırtına düşen siyah ve düz saçları beline dek uzanıyordu. Mavi elbisesinin etekleri birbirine dolanmıştı. Sıkıntıdan olsa gerek asılan yüzü, cansız görünüyordu. Kumral yüzüne oturan ufak burnunu, parmaklarının arasına sıkıştırmıştı.
"Ne yapıyorsun?"
"Uzun sürdü" diyerek aynadan ona baktığında sırtındaki saç tutamlarından birini tutarak gözlerine baktı. Onunla göz göze olmak güzeldi. Kadın, sadece enerjisine baktığında gözleri hariç her noktaya değiyordu bakışları.
"Sıkılmışsın"
"Evet"
"Dolaşmak ister misin?" dediğinde burnunu serbest bıraktı ve başını iki yana salladı.
"Kahvaltıya inmeliyim"
"Emin misin?"
"Evet"
Bu onlarla daha fazla iç içe olmasını sağlayacaktı. Kadını vazgeçirmek için araladığı dudakları, çalınan kapıyla geri kapandı. Parmaklarındaki saçı bıraktı. Yine sislere karışması gerekiyordu.
"Yanında olacağım"
Başını belli belirsiz sallayan kadın, kapıya yöneldi. Ardından ona eşlik eden saray görevlisiyle birlikte çıktı.
Hala elinde tuttuğu yazıta baktı. Onu odada bırakmalıydı. Nereye koyması gerektiğini bir süre düşündükten sonra terasa çıktı. Taşı, çiçek saksılarının arkasına yerleştirdi. Güneş doğmuştu. Saray bahçesine göz attığında gecenin aksine koşuşturan insanları gördü. Gün başlamıştı.
Aşağı indi. Herkes, uzun masadaki yerine oturmuştu. Masanın başında oturan kralın sağına eşi, kraliçe yerleşmişti. Solunda ise yağmacı prens, onun yanında asi prens oturuyordu. Kibet'in hemen karşısında oturan kadına yaklaştı. Yüzü pek hoşnut görünmese de duruma ayak uydurmuş görünüyordu. Asi prensin kısık gözleri onun üzerindeydi. Kadının var olması bile onu başlı başına rahatsız ediyor gibiydi.
"Bize katıldığın için teşekkür ederim"
Krala başını eğerek karşılık verdiğinde asi prens homurdandı.
"Başlayalım"
Kraliçenin onayıyla metal sesleri etrafa yayıldı.
Pekte zengin görünmeyen kahvaltıları, çabucak bittiğinde kimse tek kelime etmemişti. Bu sessizlik tuhaf bir gerginlik yaratmıştı.
"Ona karşı nasıl kazanacağım?"
Yağmacı prensten gelen soruyla kadına baktı berrak. Kaşları bir süre çatılı kaldıktan sonra "Kalbini sana sundu mu?" diye sordu.
Yağmacı prens başını iki yana salladı. Gözlerinin altındaki koyu halkalara bakarak iç çekti Al. Onu ilk gördüğünde adamın güzelliğinden etkilenmişti. Ancak şimdi ölmek üzere olan biri kadar hastalıklı görünüyordu.
"Kalbini sana sunması için bir yol bulmalısın"
"Bir bedeni bile yokken ne kalbinden bahsediyorsun!"
Yine sabırsızca araya giren asi prensi "Kuzgunlar bedenden ibaret değildir" diyerek susturdu kadın. Ardından yağmacı prense döndü "Ancak kalbini aldığında onu bedeninden kovabilirsin"
"Bu ne zaman olacak?"
Kralın sorusunu da "An meselesi" diyerek cevapladıktan sonra "Şimdi izninizle biraz dolaşmak istiyorum" Dedi. Kral başını salladı. Sandalyesini geri iterek kalkan kadın, askerlerin açtığı kapından çıktı. Arkasından kapanan kapıya baksa da yerinden kıpırdamadı berrak. Şimdi onun yanında olmaktan daha önemli bir mesele vardı. Kadının yokluğunda neler konuşulduğunu bilmeliydi.
"Onun dışarı çıkmasına izin veremezsin"
"Neden?"
"Prenses sandıkları için!" diye güldü asi prens. Bunu defalarca kez dile getirse de babasının itirazlarını görmeyişi onu öfkelendiriyor gibiydi.
"Bunun hakkında daha fazla endişelenmene gerek yok" Dedi kral. Prens Kibet'in kaşları çatıldı. Kraliçe de ondan farklı görünmüyordu. Kralın düşünceli grileri bir süre ailesini inceledi. Ardından sırrını açığa çıkaran dudakları "O zaten prenses" Dedi.
"Yine aynı mesele..."
"O kadın benim kanım. Senin de kanın!" diyerek adeta gürledi kral. Masaya inen yumruğu tabakları titretti. Tepkisi çok ani çok aceleciydi.
"Ne demek istiyorsun?"
Kraliçenin belli belirsiz, neredeyse titrek çıkan sesiyle dikkat kesildi. Bu konuşmada önceki seferden farklı bir hava seziyordu. Sanki kadını eski prensesin yerine koymaktan daha fazlası vardı.
"Tahta çıkmadan önce güneyde tanıştığım bir kadın vardı. Annesi İpar... "
"Saçmalıyorsun!"
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 686 Okunma |
105 Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |