
“Geç kaldın” Dedi hava. Sesi perişandı. Ona mı kızmıştı kendisine mi anlayamadı.
Maidei, neye geç kaldığını merak ediyordu. İyi hissetmiyordu. Göğsünden kopan bin parça vardı. Sanki uzaklaşan her tüy, ondan bir şeyler çalmış gibi yorgun düştü. Dizleri tutmadı. Göğsünü avuçlayarak yere çökerken kulaklarının uğuldadığını fark etti. Ne olmuştu ne değişmişti çözemedi.
Gök tüm şiddetiyle gürledi. Halbuki gökyüzünde yağışı haber veren bir bulut kümesi dahi yoktu.
İnsanların yarattığı kargaşada berrağın sesini duydu. Deliler gibi gülüp kahkaha atarken çığlıklarını işitti. Yere dayadığı avuçlarının altındaki toprak sarsıldı, çatladı. Yerin ve göğün sancılı telaşı birbirine karıştı.
“Neler oluyor?” dedi güçlükle. Ona bu kıyametin içinde duyabilecek tek bir şey vardı ve sorusu ondan başkasına değildi.
“Uyandılar”
“Anlamıyorsun değil mi? Senden neden kaçtığını... Türüne karşı duyduğu öfkeyi hissetmiyorsun. Söylesene ruhundan yayılan onca karmaşanın içinde nasıl olup da işe yaramaz tutkusunu görebiliyorsun?
Aslında benden kaçtığında anlamalıydım. Sen asla göründüğün gibi olmadın. Yalnızca hayal ettin. Olana değil, olması gerekene taptın. Arkadaşın sözde sevdiğin kadının, benim kollarımda can verirken o saçma hayalinin farkına varman uzun sürmedi. Bu yüzden arkana bakmadan kaçtın. Ona yaptığım şey için benden nefret etmen gerekirdi. İntikam için peşime düşmeliydin ama yapmadın. O an hissettiğin tek şeyin farkında bile değildin. Hüsran...
Dostun öldü diye yıkılmalıydın, sevdiğin kadın başkasını seçti diye... ama sen yanlış hayaller kurduğunu gördüğün için yıkıldın. Şimdi söyle bana, bu kadar eksik yaşadıktan sonra nasıl olurda o kadını anladığını düşünürsün? Daha beni bile anlayamadın...”
Hapsedildiği dört duvarın soğukluğu, yanan kanatlarının ateşinde rahatlatıcı gelmişti. Ancak o boşlukta hiçbir anlamı olmayan Seher’in sözleri, şimdi çevresinde dönen istikrarsız rüzgara karışıyordu. Benliğine olan güveni zedelendi. Haklı mıydı diye düşünmekten alamadı kendini.
“Onu isteme nedenini anlıyorum. Gerçekten! İnan bana biliyorum. İçten içe bildiğin o eksik tarafını onarmak istiyorsun. Bu yüzden kraliçe senin için sadece bir yamadan ibaret. O kadar kolay büyüdün, o kadar şımartıldın ki nefret denilen o insani duyguyu hiç tatmadın. İnsanların sana tanrıları gibi davranmalarına izin verdin. Oysa hiçbir zaman onları anlamadın, anlamak istemedin. Önemli olan tek şey sendin. Kendine o kadar çok değer verdin ki dışarıda ki dünyaya gözlerini kapattın. Eğer berrak kehanetle karşına çıkmasaydı senden daha fazlasının olduğunu hiç bilmeyecektin.”
Tam o noktada susmuştu kadın. Nefes nefese inip kalkan göğsündeki kalp atışlarını duymuştu. Kızgındı. Kaçtığı için değil, ondan çok kendini sevdiği içindi bu kızgınlık.
“Öylece sürdürdüğün hayatın artık sıkıcı olmaya başlamıştı değil mi? Uzun bir ömür istemiştin ama yalnızlık yormaya başladı. Katlanamadın. Bir ara ölmeyi düşündün. Başaramadın. Peki sonra? Sonra ölümden daha ilgi çekici bir şey bulmuş olmalısın. Güç? Bu kez benim peşime düştün. Benden farklı olduğunu sandığın için söylüyorum. Eğer ben canavarsam sen nesin Maidei? Evet benden farklısın ama sadece silik bir farktan ibaretsin. Aslında ne var biliyor musun?.. Sen dönüştüğüm şeye gözlerini yuman ve kendinden başkasını düşünmeyen bir hiçsin.”
Güç için değil demek istemiş ama yapamamıştı. Çünkü onu ölüme kavuşturacak şey güçtü. İkisi birbirine o kadar bağlıydı ki birini inkar etmek diğerini de inkar etmesini gerektiriyordu. Bu gökyüzünün altında onu tanıyan tek bir kişi vardı. O kişinin Seher olmasını istemezdi. Yine de şanslıydı. Bu sözleri Seher yerine Hüma söylemiş olsaydı eğer gökyüzü başına yıkılırdı.
Sarsıntılar devam ederken eğdiği başını kaldırdı. Çaresiz gözleri kadını aradı. Üzerinde durmaya devam ettiği basamaklar parçalanırken yükselen toz bulutunun içinde parlayan mavi silueti dimdikti. Gözlerinde ne bir pişmanlık ne de bir keder vardı. Aksine aldığı zevk mavilerini şenlendirmişti. Seher’in dediği gibi onu anlamıyordu. Neden yapmıştı, onları derin uykularından neden uyandırmıştı bilmiyordu.
“Kalk!” diyerek koluna giren berrağa yaslandı. Sarsıntılara rağmen doğruldu. Kadına ulaşmalıydı. Ancak bu şekilde onu anlayabilirdi.
Yürüdü. Yer yüzü dindi ama gökyüzü çatırdamayı sürdürdü. Kırık dökük basamakları çıkarken ilk kraliçenin sözleri hala kulaklarında çınlıyordu. Ona hakkını vermeliydi. Kadın onu, kendisinden bile daha iyi tanımıştı.
“Bunu neden yaptın?” diyerek önüne dikilen berrağa baktı Hüma. Halsiz bedeni kuzgunun kollarında titriyordu. Bir an için gözleri Maidei’ninkiyle çakıştı. Adam Al gibi kızgın değildi. Kafa karışıklığını hissetti. Onu anlamaya mı çalışıyordu?
“Sana neden diye sordum!”
Dikkatinin kuzguna kaymasından hoşlanmayan berrak, sesini yükselttiğinde “Açıklayacağım” Dedi. Bahçede bulunan hiçbir insan biraz önce yaşananları hissetmemişti. Bu yüzden birbirlerine bağırıp çağırmaları yanlış anlaşılabilirdi.
Sırtını onlara dönüp kalan basamakları çıkarken her şeyin eski haline döndüğünü gördü. Ne yarılan toprak ne de parçalanan basamaklardan iz kalmıştı. Sırtındaki uzantılar tüylerini döktükten sonra yerine yerleşmişti. Yanında yürüyen Kiblegat’ta kanatlarını geri çekti. İnsanların korku ve sevinçle karışık duygularının baskısı, ona bağlanan kardeşinin öfkesinin yanında hiçbir şeydi. Kibet’in ona saldırma çabasını öyle büyük öfkeyle karşılamıştı ki daha fazla dinlenmeden uyanması gerekmişti. Kalbine uzanan damarlarda hala onarılmayı bekleyen delikler vardı.
“Sorun yok!”
Dudaklarını kıpırdatmadan zihnine sızmasına izin verdiği fısıltı, Kiblegat’ın aniden ona dönmesine neden oldu. Göz kırptı. Sesin nereden geldiğini çabucak anlamıştı. Parmağıyla alnına vurarak önüne döndü. Kral ve kraliçenin ardından sürüklenen adımları, onları yemek yedikleri taht odasına dek götürdü.
Hüma, cevap bekleyen onca gözün ortasında dururken nereden başlaması gerektiğini düşündü. Krala oğlunun nasıl bu hale geldiğini açıklaması gerekirken, berrağa da eski dostlarını neden uyandırdığını söylemeliydi.
“Seni bencillll”
Suyun sesi kafatasını delmek ister gibi hırçındı. Bir de o vardı tabi. Asıl bencilin kim olduğu ortada olmasına rağmen sesini çıkarmadı. Onu adeta bir kukla gibi oynatmak isteyen gücüne asla boyun eğmeyecekti.
“Onu bu hale sen getirdin!”
Prens Kibet’in duygularını perdelemeye çalıştı. Her zaman ki gibi öne atılmayı sevdiği için ilk suçlamada ondan gelmişti. Kardeşi olmasına rağmen gözlerindeki o iğrenç noktayı söküp almak istiyordu. Kan bağı olsun ya da olmasın kimse ona üzerinde gezinen bir sülükmüş gibi bakamazdı.
“Evet ben getirdim” derken kralın gözlerine bakıyordu. Doğru veya yanlış, bugünden itibaren ne karar verirse versin birileri çıkıp mutlaka onu suçlayacaktı. Bu yüzden suçlu görünmek yerine başını dik tuttu. Ona en başında her şeyi güzelce açıklamıştı. O da kabul etmişti. Oğlu asla eskisi gibi olmayacaktı.
“Tam olarak nesin sen?”
Herkes gibi kral da sakin kalmaya çalışıyordu. Ancak bu çeşme keşi sürdürürken bile sivri zekasını kullanmaktan vazgeçmiyordu. Oğlundan çok onunla, yeni kızıyla ilgileniyordu. Öfkelendi. Kral bunu Hüma’yı düşündüğü için falan yapmıyordu. Yine gücünü kendi yararına kullanmanın bir yolunu düşünüyordu.
“Senin kızın olmam dışında bir kraliçeyim”
Gerçeği dürüstçe ortaya koyması karşısında bocalayan kral yutkundu. Suçluluk ve merak o kadar baskın sardı ki ruhunu mimiklerini sabit tutması, işe yaramaz bir çabadan ibaretti.
“Nerenin kraliçesi?”
Onunla dalga geçen Prens Kibet’e bakarken iç çekti. Onunla yarışacak kadar öfkeliydi. Yaşadıkları dünyayı anlamak istemeyen bir çocuk gibi inatla kendini ön plana sürmeye devam ediyordu.
“Kendi kovanının kraliçesi.” Diyerek araya giren berrak, bir an önce sorularını bitirmek istiyor gibiydi. Kuzgunun kollarına yaslanmış ona bakarken acı çeken gözlerini daha fazla izleyemedi. Başını tekrar Krala çevirdi.
“Kuzgunlardan ve yağmacılardan daha güçlü yeni bir nesil. Doğanın güçlerini bağışladığı ve kıyamet için hazırladığı ordu komutanı”
Gülmemek için dudaklarını ısırması gerekti. Nedense sözleri kulaklarına komik gelmişti. Belki de berrağın dudaklarından döküldüğü içindi. Ona bu ciddiyeti yakıştıramadı. Berrak ona yankıyı açıklarken büyük bir hata yapmıştı. Adamla arasında olan her neyse bunu yanlış yorumlamıştı. Ona kehanetten daha önce bahsetmesi gerekirdi. En azından şimdi ne için hazırlandıklarını biliyordu.
“Peki oğlum?”
Parmağıyla Kiblegat’ı gösteren kral tahtının önünde huzursuzca dolandı.
“Onun askeri, kovanından biri” diyerek konuşmayı sonlandırdı berrak. Ardından “Şimdi benim sıram” Dedi ve kuzgunu yanında sürükleyerek karşısına geçti.
“Onları neden uyandırdın?”
Hüma’nın verdiği karar için üzülebileceği tek bir nokta vardı. O da böylesine güzel bir varlığa acı çektiriyor olmasıydı.
“İsteyerek olmadı” derken gözlerini kaçırması gerekmişti.
“Nasıl oldu?”
“Onu mühürlememi istedi” dedikten sonra çenesiyle Maidei’yi gösterdi. Adamın şaşkınca açılan kara gözleri, onu bir saniye kadar esir aldı.
“Neden?”
Onun kadar şaşkın görünen berrak, omuzlarını dikleştirerek sormuştu bu soruyu. Tepkisi Su’dan bunu duyduğunda verdiği tepkiyle birebirdi.
“Mümkün değil!”
Maidei’nin sesini ilk kez duydu. Dikkati dağıldı. Gözleri soğuk dudaklarına takıldı. Özlemiş miydi? Kendine gelmek için başını iki yana salladı. Dikkatini dağıtmasına izin vermemeliydi. Konudan sapan düşüncelerini ucundan da olsa yakalamak için “Bana yalan söyledin” Dedi. Suçladığı kişi berraktı.
“Ne!?”
“Bunun yankı olduğunu söyledin”
“Öyle değil mi?”
“Hayır!”
“O şeyleri…” dedi parmağını gökyüzüne doğrultarak “..Ben uyandırmış olabilirim ama bunu ben yapmasam bile uyanacaklardı.”
“Öyleyse tüm bunların sebebi ne?” Kafası oldukça karışmış görünüyordu.
“Sensin!” diye gürledi. Ardından aptal şey diye söylenmekten alamadı kendini. O sözler yüzünden neredeyse adamın kollarına bırakacaktı kendini.
“Nasıl???”
“Dostların” diyerek gökyüzünü gösterdi. “Her biri orada ki kuyularına tıkılmış durumdalar. Burada ise sadece sen varsın Al. Eğer onlar uyandıysa sebebi ben değilim, senin zayıflığın... Onları uyandıran tek şey bu.”
“Ama?..”
“Neden mi? Açıklayayım. Daha önce söylemiştin. İnsanların kalpleri sizin için değerliydi. Onlar yoldaşınız, hayatınız, aşkınızdı. Aynı bedende var olmayı seçmiştiniz ya hani. Bu yüzden doğa sizi kendinden bildi. Sizin düşündüklerinizin aksine aslında bu gerçek sevgiydi Al. Her şeyini size verdi. Onlardan biri olmanızı sağladı. Sizin o silik varlığınız aslında silik değildi, doğanın ta kendisiydi. Ancak bunu yanlış anladınız ve kıskandınız. O kadar sevmenize rağmen sunulanların sizden fazla değer gördüğünü düşündünüz. Yanıldınız. Yanılgınızı kabul etmediniz. Yetmedi kıskançlığınıza yenildiniz. İşte tamda bu yüzden cezalandırıldınız.”
“Ne ile cezalandırıldılar?”
“O çok sevdiğiniz insanları yemekle”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 686 Okunma |
105 Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |