27. Bölüm

27.BÖLÜM

Ayfer Yıldırım
efsade

Hızlıca giyinip odasından çıktı. Kapısında onu bekleyen kardeşi Kibet’le karşılaşmayı beklemiyordu. Elinde çevirdiği kılıcı ona uzatarak göz kırptığında dün geceki kaçamağından haberdar olduğunu anladı. Kılıcını elinden kaptı ve yanından geçip gitti. Kız kardeşiyle konuşması gerekiyordu. Ancak önce peşine takılıp onu takip eden kardeşinden kurtulmalıydı.

“Beni takip etmeyi kes”

“Seni takip etmiyorum”

“Nereye gidiyorsun?”

“Ablamı uyandırmaya!..”

Ona abla mı diyordu yani? Durdu. Omzuna çarparak duran Kibet, ellerini pantolonunun cebine sokarak omuz silkti.

“Doksan yaşındaymış. Bu onu hepimizden büyük yapar”

Haklıydı. Ancak Kiblegat kadına abla diyebileceğini sanmıyordu. Aralarında kardeş olmaktan daha öte bir bağ vardı. İçinde yaşayan bir başka tarafı olduğunu söyleyebilirdi. Paylaştıkları düşünceleri, duyguları düşündüğünde en olası seçenek buydu.

“Odası orada” diyerek parmağıyla yukarıyı gösterdi. Belli ki bir sebepten ablasını uyandırmak yerine onu takip ediyordu.

“Hizmetçilerine mi söylesem?”

“Dönmüş mü?”

Saraya geldiğini gören birileri olmalıydı ki kadının burada olduğundan oldukça emindi.

“Evet”

Parmaklarıyla elini ovuşturduğunu fark edince “Ben uyandırırım” dedi. Bir kez daha ablasının oyununa gelmekten korkuyor olmalıydı.

Sırıtarak teşekkür eden kardeşi arkasına bakmadan kaçarken onu izledi. Daha önce birinden korktuğunu görmemişti. O kadar asi ve vurdum duymazdı ki genelde başa bela olan, korkulan o olurdu. Şimdi ise onun yerini Hüma almıştı.

Merdivenleri hızlıca çıkmaya başlayınca saray hizmetlilerinin aşağı yukarı koşturduklarını gördü. Bugün büyük gündü. Aileye yeni katılan prensesleri taç giyecekti. Ertesi gün ise küçük prenseslerini kaybettikleri için yas tutacaklardı. Sıralama yanlıştı ama halkın iyiliği için bunu yapmaları gerekiyordu. Güç gösterisinin arkasından yas tutmak kayıplara rağmen ayakta kaldıklarını göstermenin bir başka yoluydu. Yoksa tam tersi miydi?

Dün gece dikildiği kapının önüne gelince duraksadı. Henüz uyanmadığını hissediyordu. Onları rahatsız etmek istememesine rağmen bunu yapmak zorundaydı. Eğer o yapmazsa tüm saray ikisinin arasındaki ilişkiyi merak edecek ve sorgulayacaklardı.

Kapıyı sessizce açarak içeri süzüldü. Perdeler açıktı. Oda doğuya baktığı için sabahın tüm güneşi içeri vurmuştu. Beyaz çarşafların üzerini örten tüy yığınını gözüne kestirerek ilerledi. Kuzgunların siyah oluğunu düşünen zihni yanılmış olmalıydı. Zira adamın geniş kanatları süt kadar beyazdı. Yaklaştı. Kanatların gizlediği kraliçesine ulaşmak için yatağın diğer yanına geçmesi gerekti. Avucuna sıkıştırdığı tüyleri çekerek ağır kanadı kaldırdığında Hüma’nın adamın göğsünde uyuduğunu gördü.

Boşta kalan eliyle omzunu dürterek uyanmasını bekledi. Ağır uykusundan kalkan göz kapakları bir süre kısık kaldı.

“Neden buradasın?”

Zihnine değen sesine aynı sessizlikle karşılık verdi.

“Taç törenin var. Hazırlanman gerek”

Saçlarıyla yüzünü kapatarak tekrar uyuklamaya başladığında kolunu tutarak çekiştirdi.

“Hadi!..”

Mırıldandı ama kafasını kaldırmadı. Yavaş hareketlerle adamın kanadını geriye doğru uzattı. Ardından onu kucaklayarak kaldırdı. Fazla zamanları kalmamıştı. Onu odasına götürmesi ve hazırlanmasını sağlaması gerekiyordu.

“Bırak beni!”

Kucağında debelenmeye başladığında hareketlerini kısıtlamak için kollarını sıkılaştırdı. Başını savurarak yüzüne düşen saçlardan kurtulduğunda inatçı gözlerine aldırmadan kapıyı araladı.

“O benim...”

Hırslı sesine kulak tıkamaya çalıştı. Odadan çıkıp kapıyı örttüğünde kapının koluna sıkıca tutunan Hüma bir kez daha “Sana o benim dedim!” diye bağırdı. Sanki adamı elinden alıyormuşçasına sinirlenmişti.

Kiblegat “Tamam!” diyerek söylendi. Tüm çekiştirmesine rağmen kardeşini kapıdan ayıramamıştı.

Beklediği şey buymuş gibi iki yana kıvrılan dudaklarına dolu dolu bir gülümseme yerleşti. Güçlü parmakları kapının kolundan sıyrılıp boynuna doladığında kaşlarını çattı. Daha dün aralarında ince bir perde varmışçasına hissettiği kör duyguları artık almıyordu. O bariz kıskançlığını ve bir anda yüzüne düşen ışıltılı mutluluğunu hissetmiyordu.

Hüma üzerine geçirdikleri tüy yığının içinde nefes almaya çalışırken tısladı. Göğsünü sıkıca saran korsenin altında ezilmiş, kımıldayamaz hale gelmişti.

Kraliçenin aynaya düşen yansımasına bakarak “Bana bunu yapamazsınız!” Dedi. Sanki kız çocuğunun elinde süslenen oyuncak bebekti. Saçlarını bukle haline getiren eller başını geriye doğru çekiştiriyor, onu taciz edip duruyordu.

“Söylenme!”

Aynı sertlikle ona çıkışan Ferq Kraliçesinin yeşil gözlerinde uyarı vardı. İşine engel olduğu için kızmıştı. Dudaklarını birbirine bastırdı ve aynada ki yansımasına baktı. Ona zorla giydirdikleri mavi kumaşın üstü kanatlarına yakışır şekilde mavi tüylerle donatılmıştı. Halkına kanatlarını göstermesini istemişlerdi. Neyse ki uzun itirazı kabul görmüş ve onları kuytusundan çıkarmamıştı. Tek dertleri gösterişti. Daha Lindiwe’in ölümünden haberdar edilmeyen bu insanlara yeni bir prenses sunmaları, onları gözünde acizleştirmişti.

Elini boynuna götürerek açıkta kalan gerdanına bastırdı. Nefes almaya ihtiyacı vardı ama buna izni yoktu. Omuzlarından aşağı dökülen elbisenin geniş kollarına bakarken aynada ki yansıması hareketlendi. Saatlerdir ayakta dikilmekten yorulmuş, saç dipleri ağrımaya başlamıştı. Göğsünün üzerinde uzayan buz mavisi tırnaklarını endişeyle izleyen kraliçenin gözlerini yakalayınca rahatladı. Sınıra dayandığını fark etmişti. Onu daha fazla burada tutamayacağını anlamış gibi elini saçından çekti ve geriledi. Kadınla birlikte üzerinden çekilen ellerle boynunu eğdi, başını sağa sola yatırdı. Gerilen, adeta tutulan kasları çatırdadı.

“Son bir şey...”

Başını sertçe geri çevirdi. Daha fazla şey isteyemezdi. Fakat beklediği şey bu değildi. Kraliçenin elinden sarkan zincirle öfkesi durdu. Gümüş dairelerin içine yerleştirilmiş yakutlara hayretle baktı. Kırmızısı o kadar tatlı parlıyordu ki karşı koyamadı. Kadının elinden aldığı taşların üzerinde gezen parmakları, biraz huzur bulmasını sağlamıştı.

 

“Güzel değil mi?”

 

Sessizce fısıldadı.

“Evet”

“Takalım”

Ona uzanan avucunun içine bakarken yutkundu. Bu kadar değerli görünüyordu. Takabileceğinden emin değildi.

“Artık senin” dedi. Onu ikna etmeye çalışırken yüzüne buruk bir gülümseme yerleşmişti.

“İstemiyorsun?”

“Anlamadım...”

Kafası karışmış gibi görünüyordu.

“Bunu takmamı istemiyorsun”

Eli bir süre havada kalan Ferq Kraliçesi elini indirerek sessiz kaldı.

“Neden?”

Onlar konuşurken odadan usulca çıkan hizmetlilerin ardından ellerini karnının üstünde bağladı. Başını eğerek onu selamladı. Koca ülkenin kraliçesi, neden ondan aşağı olan birine boyun eğiyordu, anlayamadı. “Ne yapıyorsun!” Dedi şaşkınlıkla.

“Bugün sadece taç giymeyeceksin. Aynı zamanda tahtın varisi olacaksın”

Bocaladı. Ancak “Böyle anlaşmadık” demekten de geri kalmadı.

“Yasalar bunu gerektirir...” diyerek başladığı vaazını boşta olan elini kaldırarak kesti. Elbette ki yasaları biliyordu.

“Yasalara göre prensler tahta geçer. Üstelik ülkeniz yağmacı kanını kabul etmiyor”

“Artık değil”

“Ne demek artık değil”

“Dünkü kaçışından sonra konsey toplandı. Seni tahta çıkaracak koşulları onayladılar”

“Bunu kabul etmeyeceğim”

“İnsanlarımızın iyiliği için bunu yapmak zorundasın!”

“Hayır değilim” diye diretti. Hüma bu insanların sahibi değildi.

Yeşil ve inatçı gözleriyle karşısında dikiliyordu. Pes etmeyecek gibiydi. Hüma da geri adım atmayacaktı. Ona sormadan, onun rızasını almadan hareket etmelerine izin verirse ellerindeki bir piyon kadar değersiz olacaktı. İstediklerinde bir sağa bir sola sürülecek ve düşmanlarının önünde bir set kuracaktı. Asıl amaçları, insanların gözünü boyamaktan çok daha üstündü. Bunu kadının inatçı gözlerinde görebiliyordu. Başını iki yana salladı ve “Kendi kızını ölüme gönderen bir anneden ne bekliyorum ki” dedi.

Sözleriyle kraliçe dumura uğramıştı. Bulundukları odanın kapısı tıklatılarak açıldı. Kulakları kapıda olmasına rağmen Hüma gözlerini kadından ayırmadı. Öfkeden titreyen elleri hala karnındaydı. Lindiwe’in çektiği acıları bilirken koşullarından ödün vermeyişleri onu çileden çıkarıyordu. Göz pınarlarını dolduran yaşların akması gerekiyordu. Bir anne olarak perişan olmalı, yaptıklarının utancıyla yaşamalıydı.

“Hala hazır değilsin”

Kral, ışıl ışıl cübbesini giymişti. Mutluluktan ışıldayan yüzü, kraliçenin ve onun arasına girdiğinde gevşedi. Havaya kalkan kaşlarının altında onları incelerken fırsatı değerlendirdi, “Tahtını istemiyorum” dedi. Ardından parmaklarının arasında sıkıca tuttuğu zinciri krala uzattı.

“Maidei!”

Kralın ağzından çıkan isimle kralın üstünde duran gözleri titredi. Burada mıydı? Onu neden hissetmemişti? Gözlerini kralın arkasında duran adamlarda gezdirdiğinde Kibet, Kiblegat ve Maidei’yle göz göze geldi. Öne çıkarak yanlarına gelen kuzguni adamdan gözlerini alamıyordu. Dün gece onu huzura kavuşturan parmakları elindeki zinciri alınca siyah, bir o kadar donuk gözlerine baka kaldı.

Bölüm : 01.05.2025 15:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...