31. Bölüm

31.BÖLÜM

Ayfer Yıldırım
efsade

Bir yudum daha alarak tekrar hırkasının koluyla ağzını sildi.

“Peki sonra? Sonra ne oldu?”

“Kaçmaya başladı.”

“Onu kovalayan biri var mıydı?”

“Hayır” dedi adam. “Sadece rüzgar. Kemikleri havada uçuşana dek ne olduğunu anlayamadım”

“Neden seni yemedi ki?”

“Leş gibi koktuğu içindir”

Hanın tezgahına dayanmış duran iri yarı bir adamdı bunu söyleyen. Tıpkı onun gibi diğerleri de sarhoş adamın anlattıklarına kulak vermişlerdi. Geniş ve çanak gibi yassı duran suratında kocaman bir sırıtış vardı. Vagus, adamın sarıya çalan dişlerine ve olması gereken yerde olmayan dişlerinin yarattığı boşluğa bakarken yüzünü buruşturdu.

“Sen kendine bak dingil!..”

Can havliyle yerinden kalkan adamın sandalyesi bir kez daha yere düştü. İri yarı adama göre oldukça ufak olan bedenine aldırmadan ona kafa tutmaya kalkmıştı. Altı boş bir hareketti. Hanın tezgahına doğru bir adım dahi atamamıştı. Düşürdüğü sandalyeye takılıp yüz üstü kapaklandı. İstediği bu değildi ama boğuk ve kasvetli havayı kahkahalara boğmuştu.

Bardağındaki son yudumu da alarak hanın kapısının ardından kaybolan son müşteriye baktı. Henüz güneşin kızıl ışıkları kaybolmamıştı. Ancak insanlar canavara rastlama korkusundan olsa gerek evlerine sığınmaya başlamışlardı.

“Efendim!”

Sessizce başında dikilen han sahibine baktı. Ona seslenene dek varlığını fark etmemişti.

“Artık kapatmamız gerek”

“Neden?”

“Haberleri duymamış olmalısınız. Geceler tehlikeli hale geldi” diyerek cık cık’ladı. “Sizde evinize gitmelisiniz. O canavarla karşılaşmak istemezsiniz”

Vagus, başını ağırca sallayarak çökük omuzlarını düzeltti. Yukarıda yatıya kalan müşteriler dahi gözden kaybolmuş, odalarına çekilmişti. Sandalyesini itip doğruldu. Elini cebine atarak çıkardığı iki gümüşü masaya bıraktı.

Aldığı gümüşleri yemek lekeleriyle kirlenmiş yağlı önlüğünün cebine atan han sahibi, müşterisinden memnun gülümsedi ve “İyi akşamlar efendim. Dikkatli gidin” dedi.

Vagus adama sırtını döndü. Hanın geniş kapısına ulaşıp dışarı çıktığında tepelerin üzerinde usulca duran kızıl güneşe baktı. Vakit gelmişti. Bir saniye kadar ıssız sokağa baktı ve ahıra doğru ilerledi. Atını bağlayan çırak dahi ortalıklarda görünmüyordu. Çarık çürük tahtalarla inşa edilmiş kapıyı itip içeri girdiğinde alaca karanlıkta onu karşılayan genç çocuğa baktı. Demek buradaydı. Korkudan titreyen ellerinde tuttuğu küreği, ona doğru uzatmıştı.

“Korkma. Atımı almaya geldim”

Bir süre daha ona bakan çocuk, korkusundan sıyrılarak kenara çekildi ve atının bağlı olduğu bölmeyi parmak ucuyla gösterdi. Eli hala titriyordu. Zavallı diye düşündü. Onu yağmurdan bile korumayan bu yıkıntının onu canavardan koruyacağını umuyordu. Atını çözüp hızlıca ahırı terk etti.

Dört nala arşınlandığı sokaklarda bir insan yüzü dahi görmedi. Evlerin ışığı sönmüş, bacalardan duman çıkmaz olmuştu. Yokuş yukarı tırmanmayı sürdürdü. Biraz sonra Slime ailesinin konağına varmıştı. Saraydan kovulduğundan beri burada konaklıyordu. Ona bahçe kapısını açan adamına baktı. Yanında sadece o vardı. Çocukluğundan bu yana onu asla yalnız bırakmayan bu adamı, bugün terk edecekti.

Atından indi.

“Yarın saraya onunla birlikte dönersin”

Son kez atının burnunu okşadı. Alnına dökülen beyaz yelesinin altında gözleri, neredeyse görünmez olmuştu.

“Sizinle gelmeyecek miyim?”

 

“Hayır. Abimle konuştum. Artık ona hizmet edeceksin”

“Ama...”

İtirazını elini kaldırarak engelledi. Hava iyice kararmıştı.

“Atımı bağla ve içeri gir. Dışarısı tehlikeli”

Atın yularını aceleyle eline tutuşturdu. Hemen arkasından omuzlarını örten pelerinin bağını çözdü, soyunmaya başladı.

“Peki siz?”

“Şehirden ayrılıyorum.”

Başka bir şey söylemeden soyunmaya devam etti. Adamı daha fazlasını öğrenemeyeceğini fark etmiş gibi atını çekiştirerek ahıra yönelmişti. Çizmelerini çıkardı. Dar pantolonunu indirerek bacaklarından sıyırdı. Dönüşmek için iç çamaşırına dek bütün yükünden kurtulması gerekti. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Adamı atını bağlayıp, gelmişti.

“İçeri gir” dedi.

“Siz gittikten sonra gireceğim”

Yerdeki eşyalarını kucaklayarak kaldırmış ve ona bakmaya başlamıştı. Vagus içine çöken huzursuzluğa rağmen tereddüt etmedi. Bir an önce bu çıkmazdan kurtulması gerekiyordu. Omuzlarını gergindi. Değişim hala canını yakıyordu. Dişlerini alt dudağına saplayarak eğildi ve avuçlarını çıplak dizlerine bastırdı. Dönüşüm ayak parmaklarının uzaması, tırnaklarının yerini uzun ince pençelerin almasıyla başladı. Dizlerine doğru tüylenen derisini keskinleşen gözleriyle izledi. Elleri dizlerinin üzerinde kolları ise genişleyen karnının içinde yutularak kayboldu. Göğsü genişlediği anda omuz küreklerinin çatırdadığını duydu. Devasa kanatları sırtında büyüyüp omuzlarına ağırca çöktü. Boynundan yüzüne doğru uzanan dalgalar, çenesi uzayınca duruldu.

Karşısındakinin kim olduğunu bilmesine rağmen korkudan titreyen adamına baktı. Geçirdiği değişime rağmen onunla aynı boydaydı. Adeta damarlarında akan korkusu, dudaklarının arasından çıkan nefes kadar keskin kokuyordu. Bal rengi gözlerinde kendini gördü. İnsan olmaktan uzak, canavar tarafıyla yüz yüzeydi ama dışındaki değişimin aksine içinde hiçte farklı hissetmiyordu.

Vakit kaybetmeden altın kanatlarını çırpmaya başladı. Henüz önünden ayrılmayan adamının saçları, rüzgarla dağıldı. Birkaç adım gerilediğini gördü. Kirli sakallarıyla kaplı yüzü ufak bir çocuğun şaşkınlığını yaşıyormuşçasına titrekti. Adamın iri gözlerine yansıyan görüntüsüne daha fazla bakamayarak havalandı.

Gökyüzünü kaplamaya başlayan bulutların üstüne sığınarak insanların gözünden sakındı. Sarayın zindanlarına doğru ilerliyordu. Askerlerin gözüne batmadan Nhamo’u oradan çıkarmanın tek bir yolu vardı.

Dış kapıları geçerek sarayın arazisine girdiğinde uzun kulenin çevresini turlamaya başladı. Metrelerce yüksekliğe sahip kulenin yüzeyinde hiçbir çıkıntı olmadığı gibi uzun pencerelerinde parmaklıkta yoktu. Babası intihar ederek yaşamlarına son vermek isteyen insanların amaçlarını gerçekleştirdiğinden emin olmak istemişti.

Keskin gözleriyle prensi ararken insanların gözüne batmayacak kadar uzakta kalmaya çalıştı. Onu gördüğünde dördüncü turuna başlamıştı. Karanlık köşesine çekilmiş kıpırtısız duran varlığını seçmek oldukça zor olmuştu.

Temkinle çırptığı kanatları onu pencerenin pervasızına dek taşıdı. İçeriye güçlükle uzattığı başına rağmen içeriye giremeyeceği kadar dar bir boşlukta kala kalmıştı. Kanatlarını katlayarak kapadı.

Başını yasladığı kirli duvardan kaldırmayı başarmış ona bakan Ferq prensinin yüzü çökmüş, saçından sakalından tanınmaz hale gelmişti. Ellerini yere dayayarak ayaklanmaya çalıştığında gözlerinde bariz bir düşmanlık seçti. Can havliyle ona saldırmak ister gibi görünüyordu.

Vagus riske girmeden dönüştü. Karşısında çırıl çıplak kaldığında yerden kalkmıştı. Ona doğru attığı adımı havada asılı kaldı. Neyse ki onu tanımış görünüyordu. Ellerini pervaza dayadı, kendini içeri attı. Pencere de daha fazla durursa birileri onu fark edebilirdi.

“Berbat görünüyorsun”

“Sen... nasıl?”

Şaşkın ve kırık sesini toparlamaya çalışırcasına öksürdü. Hırıltıyla alıp verdiği nefesleri dudaklarına takılmıştı. Avucunu sertçe göğsüne vurdu.

“Onlardan birinin kalbini aldım”

“İşe yaradı mı?”

“Biraz önce gördün”

“Evet...” diyerek geriledi ve sırtını nemli taş duvara yasladı.

Vagus adamın siyah gözlerine daha yakından bakmak için yaklaştı. Göz kenarlarına çöken kalın kırışıklıklar ve pes etmiş görünen solgun gözleriyle tam bir harabeyi andırıyordu.

“Neden burada olduğumu sormayacak mısın?”

Başını iki yana sallamasına rağmen ona bakıyordu. En azından dikkatini çektiğini düşünerek rahatladı.

“Seni ülkene götüreceğim”

“Neden?” dedi şaşkınlıkla. Ondan böyle bir iyilik gelmeyeceğini biliyordu.

“Bir şeyler oluyor” diye fısıldadı. Ardından sırtını adama döndü, biraz önce içeri girdiği pencereye doğru yöneldi.

“Beni zindan çıkaracak kadar önemli olmalı”

Sözlerine rağmen ses tonundaki iniş çıkışlardan genç prensin onu ciddiye almadığını duyabiliyordu.

“Dinle” diyerek eliyle onu çağırdı. İnsan doğasına oranla daha keskin olan duyuları dün geceki gibi zihnindeki bir kapıyı açmıştı sanki.

Yanına geldiğinde yana çekilerek dışarıyı gösterdi. Çok değil birkaç saniye sonra insanların çığlıkları duyulmaya başlamıştı. Sarayın avlusunda koşuşturan meşalelerin alevleri dalgalandı. Kimisi sebepsiz bir şekilde söndü. Kimisi insan elinde olamayacak kadar hızlı bir şekilde ilerleyip kıpırtısız kesildi.

“Neler oluyor?”

Nhamo’n sesi kalınlaşmış, pervaza yasladığı kolları gerilmişti. Sonunda zihni onu ve yaşananları ciddiye alacak kadar açılmıştı.

“Bende bunu öğrenmek istiyorum. Dün gece göğün gürlediğini duyduğumu sanmıştım ama şimdi anlıyorum ki yanılmışım. Bu daha çok gürültülü bir sarsıntı gibi ama kulaklarımla değil kalbimle duyuyorum.”

“O senin kalbin değil”

“Evet, belki de bu yüzden onu duyuyorum”

“Ne yapıyor?”

“İnsanları yiyor, kanlarını içiyor. Geride sadece kemiklerini bırakıyor”

“Ne olduğunu biliyor musun?”

Başını iki yana salladı “Tıpkı onu duyamadığım gibi göremiyorum da. Var olduğunu, tam şu an orada olduğunu biliyorum ama bu sadece kalbime değen bir histen ibaret”

“Nasıl yok edeceksiniz?”

“Bilmiyorum...” Dedi. Ardından biraz duraksadı ve “Bilmiyoruz” diye düzeltti cümlesini. Doğrusu buydu. Sadece Vagus değil, Celn’deki hiç kimse ne yapmaları gerektiğini bilmiyordu. “Bu yüzden seni ülkene götüreceğim. Umarım baban bize yardımcı olabilir. İnsanlığı yok etmeden önce onu durdurmamız gerek”

“Sadece o mu?”

“Şimdilik”

Prens Nhamo “Cevaplarını onda bulamayabilirsin” dediğinde gözlerini dışarıdan çekti ve ona baktı. Kendinden emin görünmüyordu.

“Yine de emin değilsin?”

“Evet” dedi Kuzey prensi “Babam birçok şeyi gizli tutmayı sever”

Bu cevap Vagus’u umutlandırmıştı. Avuçlarının terini çıplak karnına sürdü ve “Gitmeye hazır mısın?” diye sordu.

“Buraya o şeylere karşı savaşırken yanımızda duran dostlar kazanmak için geldim.”

“Ahhh Küçük Prens! Bunu umut etmeyi bırakmalısın.”

“Bu şekilde geri dönemem”

“Belki Celn kralını ikna edemedin ama kesinlikle oğlunu kazandın”

“Yeterli olmayacak”

“Burada kalmak sadece ölüm getirecek” dedikten sonra parmağının ucuyla dışarıda başlayan cehennem yangınını gösterdi. Sarayın bahçesindeki otlar tutuşmuştu ve yangın geçen her saniye daha da büyüyordu.

“Aileni terk mi edeceksin?”

Başını iki yana salladı.

“Asla! Çözüm bulup onlar için geri döneceğim”

“Çok geç olabilir”

“Kalmak bir seçenek değil!”

Prense karşı olan sabrını kaybetmeye başlamıştı. Burada onu ikna ederek kaybettiği her saniye bir insanın daha canına mal oluyordu.

“Peki ya adamlarım?”

“Adamların mı? Onlar kellelerini kaybedeli çok oldu”

Bu sözler onu kızdırmıştı. Kömür karası gözlerinden soğuk alevler damlıyor gibi görünüyordu. Vagus gözlerini genç adamın yüzünden indirerek ellerine baktı. Parmaklarını sıkmış, ellerini yumruk yapmıştı. Görünen o ki prens boynunu kırmamak için direniyordu.

“Hala kalmak istiyor musun?”

Ona cevap vermemesine rağmen “Güzel!” diyerek pencereye tırmandı. Küçük prensi burada tutacak hiçbir bağ kalmamıştı. Onunla gelmek dışında başka ne gibi bir seçeneği olabilirdi ki?

“Benden sonra atlamalısın, seni yakalayacağım”

Cevap vermesini beklemeden kendini aşağı bıraktı. Daha önce onlarca kez yaptığı ve artık alıştığı bu sürecin aksine ayakları yere basmadan dönüşmek zorundaydı. Bir kez daha çatırdayan omurgasının acısıyla dudaklarını ısırdı ve yere inmesine birkaç metre kala havalanmayı başardı. Kanatlarını yalayan alevlerle birlikte yükseldi.

Onun sözünü dinleyerek arkasından kendini bırakan Kuzey prensini keskin pençeleriyle yakaladığında adamın acı çığlığıyla dengesi bozuldu. Gücünü yeterince iyi ayarlayamamış, adamın giysilerini delen tırnakları etine saplanmıştı. Onu hemen bırakmak istese de yapamadı. Aşağıda insanlar avlanırken bu riske giremezdi. Daha sonra diye düşündü. Yeterince uzaklaştıklarından emin olunca onu indirecek ve sırtında yolculuk yapmasına izin verecekti.

Bölüm : 05.05.2025 11:48 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...