
“Prensesssss!”
“Bunu hak etmiyorum”
Koluna girdiği elini avuçlayan kral, “Çok daha fazlasına layıksın” dediğinde onun çocuğu olmaktan uzak olduğunu hissetti. Diğerlerine, kardeşlerine de aynen böyle davrandığını bilmese bu tavrının sadece kendisi için olduğunu düşünebilirdi. Ancak biliyordu ki kralın gözünde çocukları, halkı için harcayabileceği birkaç altın sikkeden fazlası değildi.
Uzun ve yüksek basamakların tepesinde durduklarında sarayın açık bahçe kapısından sokaklara taşan insanları izledi. Öyle heyecanlı, öyle mutlu görünüyorlardı ki onları bunu vaat edenin kendisi olduğuna inanması mümkün değildi. Onun için ellerinde tuttukları çiçekler, güzel kumaşlarla sardıkları paketler ve hasır sepetlere konulmuş mis gibi kokan ekmekler... Çok fazlaydı. Bu ilgi kendisi için diktiği yalnızlığa, sırtını dik tutmak için giydiği kibrine çok gelmişti. Tüm bunlar ruhunun ince kumaşını delecek kadar keskindi.
“Ağlamamalısın”
Kulağına sessizce fısıldanan bu kelimenin altında ezildiğini hissetti. İnsanların dokunuşları onu bambaşka birine çeviriyordu. Tıpkı çocukluğunda olduğu gibi utanç içinde sığındığı karanlığını kollamaya başlamıştı.
Parmağını yüzüne götürmek, yüzünü ıslatan göz yaşlarını silmek istediğinde “Yapma!” diye çıkıştı hemen arkasında duran kraliçe. Yüzüne boşalttığı boyaların bozulmasından korkuyor olmalıydı. Burnunu çekerek kaldırmak üzere olduğu elini indirdi. İnsanların karşısında boyalı bir canavara dönüşmesine gerek yoktu.
Davullar gürültüyle çalmaya başladığında kulaklarına fazla gelen baskı içini titretti. İnsanlar sıkış tıkış hallerine aldırmadan diz çökmeye, yere kapaklanmaya başlamışlardı. Sessiz yakarışlarını, içten dualarını hissederken nasıl daha fazla ayakta kalabilirdi? Kralın kolundan çıktı.
“Ne yapıyorsun?”
Onu durdurmaya, gitmesini engellemeye çalışıyordu.
“Buna yapamam” diyerek başını iki yana salladı.
“Neden?”
“Dualarını bana yapamazlar. Ben onların tapınmaları gereken biri değilim”
“NEE? Böyle mi yaptıklarını düşünüyorsun?”
“Ya ne yapıyorlar?”
“Sadece teşekkür ediyorlar”
“Hayır, dua ediyorlar”
Kral sustu. Hüma, adamın gri gözlerinin hemen üzerinde çatılan kaşlarına baktı. Bir mana bulmak istiyordu. Ancak duygu geçirmeyen bariyerleri yine havalanmış gibi bir anda sessizleşen, sakinleşen hissiyatına anlam veremiyordu.
“Duyuyor musun?”
“Neyi?”
“Dualarını”
“Elbette! Keskin kulakları olan herkes duyabilir”
Buna bir yağmacı olarak kralda dahildi.
“Fısıldamıyorlar”
Bu kez kaşlarını çatma sırası Hüma’daydı. Yağmacılarda keskin duyulara sahipti. Eğer kral halkının dualarını duyamıyorsa bu kesinlikle isteklerinin sese dökülmediğini gösterirdi.
Çabucak birkaç basamak indi. Gözlerini ve kulaklarını insanların üzerinde gezdirmeye başlayınca fark etti ki kral haklıydı. Onlar başlarını eğip prenseslerini sessizce selamlamak dışında hiçbir şey yapmıyorlardı.
Onu ardından izleyen Ferq kralı “Dualar yalnızca gerçek kılan içindir” diye fısıldadı. Belli ki o da halkından farklı düşünmüyordu.
“Çok fazla şey istiyorlar”
“Mesela?”
“Sonsuza dek onlarla olmamı”
“Evet, bu çok fazlaymış. Ama senin için imkansız değil öyle değil mi?”
Hayır, değildi. Artık bir ölümsüz olduğuna göre bunu yapabilirdi. İlk kez sahip olduğu sonsuzluğun ne kadar ağır olduğunu hissetti. Gözleri gayri ihtiyari arkasına döndüğünde o sabit siyahlarla karşılaştı. Damarlarına, hatta kalbinin incecik duvarlarına sürtüp geçen anlayış, Su’yun ondan istediği şeyi yapmasına engel olmak istedi. Uzun yıllar, yüzlerce insanın ömrünü yaşayan bu adamın bir oyuncak olmaktan çok daha fazlasını hak ettiği düşüncesinden kendini alıkoyamadı.
“Hadi!” diyerek onu omuzların yakalayan babasının yönlendirmesiyle eski yerine ulaştı. Davullar susmuştu.
İnsanlar yavaşça çöktükleri yerden kalkmaya başladılar. Biraz sonra kargaşa içinde hediyelerini uzun basamakların dibine bırakmayı başarmışlardı. Yüzünü sabit tutmaya çalışarak sessizce tatlı telaşlarını izledi.
“Birazdan tacını alacaksın. Ama önce senin Lindiwe olmadığını onlara açıklamak zorundayım”
Bunu nasıl yapacaktı? Halkın yağmacı ve hatta bir canavara dönüşen prenseslerinden ziyade o insansı tatlılığı ve güzelliğiyle yıllardır onlarla olan Lindiwe’i tercih edeceklerine inanıyordu.
Kral elini kaldırıp konuşmaya başladığında insanların anında değişen tutumlarını dikkatle izledi. Tedirgin olmuşlardı. Ancak ondan vazgeçmiş, onu reddetmiş görünmüyorlardı.
Kral Lindiwe’in ölümünden bahsetmeden bitirdiği sözlerinin ardından geri çekildi. Sessizce bekledi ve kulak kesildi. Biliyordu ki kargaşanın gelmesi için çok beklemesi gerekmeyecekti. Eğer bir yağmacı olsaydı onu kabul edebilirlerdi. Ancak o bir yağmacıdan çok daha öteydi. Kalabalığın arasından sivrilen birkaç insanın canavar diye fısıldadıklarını duydu. Kolay olacağını düşünmemişti. Ona doğru atılan yumurtaları, taşları ve daha nicesini izlerken gülümsedi. İşte! Onun kibrine sığınmasını sağlayan şey bu insanlardı. Hangi ırk söz konusu olursa olsun asla hepsi birlikte iyi veya kötü olamıyordu.
Onu, üzerine gelen şeylerden korumak için önüne atılan saray askerlerine baktı. Bir korumaya ihtiyacı yoktu ama hareketsiz kalarak onu kollamalarına izin verdi. Kalkanlara çarpan taşların gürültüsüne karışan çiğ yumurtanın kokusunu içine çekti. Bitmeyecekti. Ona bunu yaşatan sadece birkaç kişi olsa da o kişilerin insan olmadığını anlayabiliyordu şimdi. Yanılmıştı. Daha dikkatli bakması gerekirdi. Yine ön yargısına kapılmış insanları suçlamıştı. Büyücüler diye düşündü. Auralarını hissediyordu. Ferq’i sel içinde bırakan, insanları kıtlığa sürükleyen kişilerin bu büyücüler olup olmadığını merak etti.
Gözlerini kapatıp ona saldıran sekiz kişinin enerjisine yoğunlaştı. Kalabalığın arasından onları çekip almak kolay olmuştu. Yükselmelerini sağladı. Bedenlerini sıkıca saran suyun dalgaları arasında çırpınışlarını izlerken gözlerini açmadı. Kalkanlara inen darbelerin durması ve büyücülerin kapana kısılmasıyla şehri büyük bir sessizlik kapladı. Askerler önünden çekildiğinde gözlerini açtı ve gökyüzüne baktı. Yukarıda duran sekiz su kütlesi, güneşin yakıcı ışıkları altında parlıyordu.
“Onları öldürme”
Kralın buyruğuna kulak asmadı. İşe yaramaz birkaç büyücünün ortadan kalkması kimseye zarar vermezdi. Özellikle halkın onların yokluğunda daha huzurlu olacağından emindi. İnsanların korku ve heyecan içinde gümbürdeyen kalp atışlarını dinlerken gözlerini gökyüzünden ayırmadı. Biraz sonra gittikçe yükselen su kütleleri yağmur damlaları kadar küçülmüş ve gözden kaybolmuşlardı.
“Nereye gittiler?” diyen, sorudan ziyade onu dinlemediği için sitem eden krala bakmak için başını eğdi ve omuz silkti. O bir prensesti. Onun kuklası olmasını bekleyemezdi.
Merdivenleri kaplayan kırık yumurtaların ona sunulan hediyeleri ne hale getirdiğini görünce dişlerini sıktı. Büyücüler için ölüm bir kurtuluştu. Elini omuz hizasına dek kaldırdı. Yere bakan avucunu soldan sağa doğru basamakların üzerinde gezdirdi. Çöpler suya karışarak yok olurken hediyeler ilk sunuldukları kadar güzel görünüyorlardı.
Avucunu parmaklarını bükerek kapattı ve elini yanına indirdi. Bu kez gözleri onu şüpheyle izleyen insanların üzerindeydi. Kralın konuşmak, belki de ortalığı yatıştırmak için öne çıkmak istediğini görünce elini koluna koyarak onu durdurdu. Sıra ondaydı. Kendi adına konuşmasına izin verirse bunu sürdürmeyi isteyeceğini biliyordu. “İçinizden herhangi biri beni prensesi olarak kabul etmeyecekse...” diyerek nefes aldı. Bir saniye ara vermek onları diken üstünde tutmak için yeterliydi. Devam etti. “... o tacı takmayacağım”
Sesi ne çok yüksek ne de duyulmayacak kadar alçak çıkmıştı. Birbirlerine bakıp destek toplayan, kendilerince cesaretlenen insanların fısıltılarına kulak vermedi. Ancak yine de duyuyordu.
“Onları öldürdü mü?”
“Çok acımasız”
“Ya bize de aynısını yaparsa?”
....
....
....
Ellerini karnının üstünde kavuşturup sabırla bekledi. Elbet susacak ve bir karara varacaklardı. Hemen yanında onu izleyen öfkeli grilere bakmadı. Kralın konuşmasından hoşnut kalmadığını görebiliyordu. Ancak kanunlara aykırı da davranamazdı. Taç giymek özgür iradesine bağlıydı. Eğer istemiyorsa reddedebilir, aile ilişkilerine son verebilirdi.
Kalabalığın içinde yavaşça sıyrılan ve onlara doğru yaklaşan mavi gözlü adama baktı. Tanıdık siması sadece birkaç gün uzaklıktaydı. Öne çıkıp konuşmak için izin istediğinde kral elin kaldırarak halkını susturdu. Köylü adamın henüz merdivenleri çıkmasına izin yoktu ama sesi önde bulunanların duyabileceği kadar gürdü. Kirli beyaz saçları gibi yüzündeki kirli sakalları da aklaşmıştı.
“Prensesim!” dedi adam. Minnetle gülümseyen yüzünü eğerek onu usulca selamladı. Kasabalarından geçtiği sırada yüzüne yayılan kırışıklıklardan eser yoktu. Oysa karşısında durup yolunu kestiğinde gözlerine ne kadar yaşlı ve bitkin görünmüştü.
Başını kaldırıp ona baktığında dudaklarından dökülecek sözlerin ne olduğunu biliyordu.
“Bizi kıtlıktan kurtardınız”
Öyle yapmıştı. Sadece onu değil bugün burada olan herkesi kurtarmıştı. Adam fazla söze ihtiyaç duymuyormuş gibi onu bir kez daha selamlayıp geri çekildiğinde başını hafifçe eğerek karşılık verdi. Devamının geleceğini biliyordu. Saraya gelirken karşılaştığı her insan gücüne şahit olmuştu. En yakın tanığı ise kolunu iyileştirdiği askerdi. Kılıcını göğe kaldırıp adını can hıraş haykırdığında arkasının gelmesi uzun sürmemişti. Kalabalığı yönlendiren birkaç kişinin rehberliği ile çoktan Ferq prensesi olarak kabul görmüştü.
Kendisi kadar ışıltılı bir tepsi içinde gelen tacına bakmak için başını sağına çevirdi. Kraliçenin başındaki altın ışıltıların aksine gümüşi parıltıları vardı. Sanki boynundaki gerdana uyum sağlasın diye oyulmuş. İnce kıvrımları özenle bükülmüş ve küçük yakutlarla süslenmişti. Abartılı değildi. Asil ve sade bir duruşu vardı.
“Diz çök”
Kralın emriyle birlikte yüzünü krala döndü ve dizlerinin üzerine çöktü.
“Slime ailesinin tek kızı ve Ferq Kraliyet ailesinin en büyük kızı Hüma Slime”
Anlaşmaya varabildikleri tek nokta buydu. Annesinin isminden asla vazgeçemezdi. Kralın soy ismini almadığı için tepki toplayacağını biliyordu. Buna rağmen omuzları dik, çenesini kaldırarak baktı babasına. Verdiği kararın onu üzüp üzmemiş olmasını umursamıyordu.
Gri gözlerini, gözlerinden ayırmayan adam “Benim halkım, senin halkın” diyerek sözlerini sürdürdüğünde “Senin halkın, benim halkım” deyip onu tekrarladı.
“Benim kanım, senin kanın”
“Senin kanın, benim kanım”
“Benim yeminim, senin yeminin”
“Senin yeminin, benim yeminim”
“Ben Hüma Slime, Kuzey Ferq Prensesi”
“Ben Hüma Slime, Kuzey Ferq Prensesi”
“Halkımı, topraklarımı, tacımı ve tahtımı...”
“Halkımı, topraklarımı, tacımı ve tahtımı...”
“Düşmanlarımdan, dostlarımdan, ailemden ve kendimden koruyacağıma...”
“Düşmanlarımdan, dostlarımdan, ailemden ve kendimden koruyacağıma...”
“Bedeli ne olursa olsun halkımı kanımdan üstün tutacağıma yemin ediyorum”
“Bedeli ne olursa olsun halkımı kanımdan üstün tutacağıma yemin ediyorum”
Kral tepsiden aldığı tacı saçlarının arasına yerleştirdi. İşte şimdi gerçek bir prenses olmuştu. Sözlerin ağırlığıyla gittikçe çöken omuzlarını tutup kaldıran sert tutuşunun altında ezildi. Gri gözlerinde çözemediği bir süre mana vardı. Ancak içlerinden birini anlıyordu artık. Bir baba olarak çocuklarını bu yüzden feda ediyordu. Çünkü ettiği yemin bunu gerekli kılıyordu. Şimdi sıra Hüma’daydı. Neye mal olursa olsun ona diz çökenleri korumak zorundaydı.
“Hüma Slime! Ben Kuzey Ferq Kralı Pumza, seni varisim ilan ediyorum.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 686 Okunma |
105 Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |