33. Bölüm

33.BÖLÜM

Ayfer Yıldırım
efsade

“Çok fazlalarmış”

“Öyleler. Ama güçlü değiller”

“Neden?”

“İnsan gibi yaşamayı öğrendiler. Gördüklerinin çoğu kanlarına sırt çevirdi”

Prens Kiblegat ve prensesin konuşmalarını sessizce dinleyen Ari, kalabalığın da onları duyduğunun farkındaydı. Dün tacını takan prensesleri bugün zaman kaybetmemiş, kız kardeşinin yas günü olmasına rağmen yağmacıları toplamıştı.

Üzerine geçirdiği uzun ve simsiyah ipek elbisenin etekleri prensesin hemen arkasında durduğu için ayaklarının dibine kadar geliyordu. Ayak uçlarına tedirgin bakışlar attıktan sonra tekrar avluya döndü. Konuşmanın gittiği yön kalabalığı rahatsız etmeye başlamıştı. İlk an prenseslerine hizmet edecek olmanın verdiği haklı gururu artık yüzlerinde göremiyordu. Suçluluk ve pişmanlıkla bükülen boyunlarını doğrultmaya korkar gibi ellerini önlerinde bağlamışlardı. Ancak gözle görülür derece mutlu olanlar, gururla dik durup prensesi göz hapsine alanlarda vardı. Bunlardan biride erkek kardeşiydi. Gözlerinde büyük bir saygı vardı. Yanakları ise her zamanki sevecenliği ile kızarmıştı. Yine heyecanlandığını görebiliyordu.

“Bir sebebi olmalı”

Prensesin kırgın çıkan sesi, Ari’nin huzursuzca kıpırdanmasına neden oldu. Ferq’te ki yağmacıların köklerini kaybetmesinin tek bir nedeni vardı. Onu da Prens Kiblegat zaman kaybetmeden dile getirdi.

“Kolay geldiği için. Aile olduktan sonra daha az tehlikeli işlerle uğraşmaya başlarlar”

“Bu ne zamandır böyle?”

“Kendimi bildim bileli”

“Öyleyse işimize yaramazlar”

“Yine de sana hizmet etmek için geldiler”

Ari; prensesin, kardeşine aynı zamanda kovanının tek üyesine sert bir yüz ifadesiyle baktığını gördü. Beyaz yanakları öfkeden kızarmıştı Nedenini anlayabiliyordu. Değerli kanlarına sırt çeviren yağmacıları görmek onu mutlu etmemişti. Belki de en başından onu uyarmaları gerekiyordu. Veyahut sadece avlanmayı bilenleri ona getirmelilerdi. Ancak bunun için geç kalmışlardı. Prenses sarayın avlusunu hınca hınç dolduran gereksiz kalabalıkla baş başaydı.

“Onları eğitecek zamanım yok”

“İnsanların o şeylerle savaşamayacağını söyledin. Bu durumda elimizde sadece onlar var.”

Neden bahsettiklerinden bir haber olsa da ülkelerini işgal etmek isteyen komşularından daha büyük bir sıkıntıları olduğunu biliyordu. Duyduğu kadarıyla insan değillerdi. Ona canavar diyorlardı. Yağmacı olduğu için kulakları oldukça keskindi. Tabi bunda prensesin etrafında olmanın katkısı büyüktü.

Sakinleşen prenses tekrar kalabalığa dönünce söyleyeceklerini sabırsızlıkla bekledi.

“Avlanmayı bilenler öne çıksın”

Kalabalığın bir kısmı ilerlemeye bir kısmı ise yavaşça gerilemeye başladı. Önde duran yağmacıları göz kararı sayan Ari en az iki yüz kişinin olduğunu görerek rahatladı. Hiç yoktan iyiydi.

“Siz benimle geleceksiniz. Geri kalanlarınız gitmekte özgür”

Kimse kıpırdamadı. Prenses önce onları güçsüz olduklarını söyleyerek ezmiş, sonra ise tereddütsüz kovmuştu. Ancak buna rağmen hiçbiri hareket etmedi. Her ne şekilde olursa olsun ona hizmet etmek istediklerini görebiliyordu.

“Gidebilirsiniz!”

Hala bir hareket yoktu.

“Neden onlara bir şans vermiyoruz?”

Ari, Prens Kiblegat’ın ona saldırdığı geceyi hatırlamasa alçak ses tonuna aldanıp uysal biri olduğunu düşünebilirdi.

“Pekala...”

Geri adım mı atıyordu?

“Ari?”

Prenses arkasına dönmeden ona seslenince hızla yanına geçti. Ondan ne isteyeceğini merak ediyordu. İki gündür peşinde koşmaktan başka bir şey yapmamıştı. Öyle ki artık kralın verdiği görevin bakıcılık olmaktan öteye gitmeyeceğini düşünmeye başlamıştı.

“Öndekiler senin. Kardeşimin içi arkadakileri geri göndermeye el vermediği için onlarla kendisi ilgilenebilir. Öyle değil mi, kardeşim?” Gözlerini bir süre Prens Kiblegat’a dikse de cevabını beklemeden devam etti. “Ben dönene dek onlarla güzelce ilgilenseniz iyi olur.”

“Onları eğitmemi istiyorsunuz?”

İki yüz kişiyi kapsayacak kadar büyük bir sorumluluk beklemiyordu.

“Evet, bunu yapabilir misin?”

Onu süzdükten sonra kalabalığa dönen mavi yeşil arası gözlerine bakarken yutkundu. İki yana kıvrılmış kırmızı dudaklarını aralamış, yağmacıları izliyordu. Ari, ona bakmıyor oluşunun rahatlığıyla bir kez daha prensesi baştan ayağa süzdü.

Siyah saçlarının üzerinde duran tacındaki taşlar, üzerinde taze kan varmışçasına parlıyordu. Göğsüne inen bukleleri gümüş gerdanlığının oymalarına takılmıştı. Bembeyaz tenini örten siyah ipekten elbisesinin etekleri adeta su gibi akıyordu yere. Zayıf ama dik duran omuzlarında biten kumaşı tamamlayan uzun ve siyah dantelden eldivenler giymişti. Parmağında duran yakuta bir saniyeden uzun bakamadan başını kaldırdı. Heyecanlanmıştı. Kraliçe dahi gözüne bu kadar ihtişamlı görünmemişti. Parmakları gayri ihtiyari kılıcının kabzasını avuçladı.

“Yapabilirim!”

Yapamayacak olsa bile prenses ilk kez Ari’nin farkına varmış, onu görmüş ve ondan bir şey istemişti. Ne olursa olsun bunu geri çeviremezdi. Onun gibi güçlü bir kadının gözüne zayıf görünmek istemiyordu.

“Nereye gidiyorsun?”

Prenses kısık gözlerini kalabalıktan çekti. Ardından kardeşinin sorusunu cevapsız bırakıp, saraya yöneldi. Her nereye gidiyorsa gizli kalmasını istediğini açıkça ortaya koymuştu.

Prens Kiblegat ile baş başa kalan Ari, gözlerini kaçırmadan adamın yüzüne baktı. Buz kadar sakin duran gözleri, onu süzüyordu. Gözlerinin önünden geçen gecenin anılarını izlerken cesur duruşunu bozmamaya çalıştı. Sanki her saniyesini yeniden yaşıyormuşçasına titreyen dizlerine hakim olmak için yutkunması gerekti.

“Hazırsan adamlarını alabilirsin”

Anlaşılan aynı anılar genç prense uğramamıştı. Soğuk sesi kulaklarında çınlamayı bitirdiğinde eğilerek prensi selamladı. Ardından eliyle onu bekleyenleri çağırarak sarayın arka avlusuna doğru ilerledi. Adamın yanından geçerken diken diken olan saç dipleri terlemişti. Onun etkisinden çabucak kurtulmak için hızlandı.

 

 

Hüma kapının ardında onu bekleyen adamı bulduğunda durdu. Siyah gözlerini perdeleyen göz kapakları inikti. Omzunu duvara yaslamış, dinleniyordu. Ayaklarını zemine sessizce basarak önüne geldi. Siyah gömleğinin üzerine bağladığı kollarını geriye sıyırmıştı. Elini kaldırdı. Parmaklarını elinden başlayarak dirseğine doğru gezdirdi. Adam kılını bile kıpırdatmadı.

“Hazır mısın?”

Sakin ve adeta bir melodi gibi akan sesi, ruhunu çekiştiriyordu sanki. Gözlerini kolundan çekip kaldırdığında onu hapseden siyahlarıyla karşılaştı. Yine donuktu. Geçmesini, bitmesini bekliyordu ama adamla arasına giren o mesafe sonsuz gibiydi.

“Evet”

Omzunu duvardan çekip doğruldu. Ardından kolunda duran parmaklarını avuçlayarak yüzüne baktı.

“Önce kime gitmek istersin?”

“Gece savaşçılarıyla başlayalım”

“Onları güçsüzken mi dize getirmek istiyorsun?”

“Onları her koşulda dize getiririm ama bunun için bekleyecek zamanım yok”

Göz kapakları kısıldı. Bir süre ona bir şey söylemek ister gibi baktı. Ardından ise hiçbir şey olmamış gibi gözlerini kapattı. Etrafında dönmeye başlayan rüzgarın uğultusunu işittiğinde adamı izleyerek göz kapaklarını indirdi ve parmaklarını sıkıca kavrayan iri elinin üzerine diğer elini koydu.

Maidei’nin teni de onun kadar soğuktu. Ancak ona dokunduğunda ısınmaya başladığını hissediyordu. Sanki içini ve dışını aynı anda kavurmaya başlayan bir ateşe tutulmuş gibi yanıyordu. Göğsüne çizdiği mühürden önce çok kuvvetli hissettiği o bağ, bir şekilde silinmişti. Sürekli aralarında gidip gelen ve gittikçe büyüyen akım nereye gitmişti? Ona neden komut bekleyen bir askermiş gibi davranmaya başlamıştı? Bu değişimin sadece bir mühürle geldiğine inanmak istemiyordu.

Ayakları yerden kesildikten çok kısa bir süre sonra çıplak ayaklarının toprağa değdiğini hissetti. Evet hala ayakkabısız, çıplak ayaklarla dolaşıyordu. Bundan vazgeçemeyecek kadar alışkanlık haline gelmişti onun için. Rüzgar durulduğunda adamın yavaşça ellerinden kurtulmasını izledi. Sonra kara gözlerine baktı ve boynunu büktü.

“Bir şeyi kontrol etmem lazım”

Kaşlarını çatıp ona bakarken sessizce neyi kontrol edeceğini bekliyor gibiydi. Elini kaldırıp siyah gömleğinin yakasını tuttu ve aşağı çekti. Zaten düğmeleri göğsünün sağ yanını görmesini sağlayacak kadar açıktı. Gözle görünmeyen ancak parmaklarını üzerinde gezdirdiğinde yanıp sönen su damlalarının izinden geçti.

“Bundan kurtulmam gerek” diye mırıldandığında Maidei, elini tutup indirdi.

“Hayır!”

Gür sesi, kişiliğine yakışmayacak kadar yapmacık çıkmıştı.

“Neden?”

“Ben o mührü almak için ne kadar bekledim biliyor musun?”

“Gerçekten istediğin şey bu mu?”

“Evet”

“Saçmalık! Seni kullanmamı istiyor olamazsın?”

Ona yaklaşırken ki amacı gerçekten buydu aslında. Hüma içten içe biliyordu. Mührü aldıktan sonra onunla işi bitecekti.

“Sana hizmet etmem gerekeceğini düşünmemiştim ama önemli değil. Yapmam gereken buysa eğer istediğim şeye kavuşana kadar yapacağım.”

“Seni öldüreceğim”

Fısıltı sayılamayacak kadar cılız çıkan sesiyle başını başka yöne çevirdi. Duyguları yine yükselmeye başlamıştı. Suçluluk değildi. Daha çok bir kayıp, bir kıskançlıktı. Elde etmek istemediği bir şeyi henüz sahip olmadan kaybetmişti. Üstelik bu kayıp bir başkasının değil kendi ellerinin eseriydi.

“İstediğim şeyde tam olarak bu”

Bir kez daha diye düşündü. Yaşamak istemiyordu. Çok fazla yaşamıştı. Artık onu buraya ait kılacak duyguları yitirmiş, sadece mantığı ve mührü arasında kalmıştı.

“Ama benim istediğim bu değil...” diye sayıklarken parmaklarının altındaki toprağın ıslandığını hissetti. O yapmamıştı ama izni olmadan etrafında dönmeye başlayan dalgalar kabaran duygularını silerek götürmüştü. Ne için hüzünlendiği bir yere ne konuştuğunu dahi anımsayamayacak kadar boşlukta kalan zihni bulanıktı. Gözlerini karşısında duran adama çevirdiğinde göğsüne bastırdığı parmaklarının arasından su sızdığını gördü. Kaşlarını çattı.

“Sen ne istediğini biliyor musun ki?!”

Adamın ne dediğini anlamaya çalıştı. Kara gözlerinin neden öfkeli baktığını, yüzünün neden acı izlerle dolduğunu anımsamak için bir süre durdu.

“Bak...” diyerek gösterdiği ağacın dalına manasızca bakarken “... Tıpkı o küçük yaprak gibisin. Bir süre sonra gücüne kavuşacak, büyüyüp güzelleşeceksin ama sonra rüzgara ve yağmura yenilip düşecek, kuruyana ve dağılana dek oradan oraya sürükleneceksin”

“Bana bunları neden söylüyorsun?”

Zayıf ve bir o kadar yitik çıkan sesi, sorusu adamı şaşırtmış gibiydi. Oysa kara gözleri iki gündür öyle soğuktu ki gibi sabit bakışlarında duygu görmemişti. Biraz önce kızgın bakan irisleri şimdi şaşkındı.

“Hatırlamıyor musun?”

“Neyi?”

“Biraz önce söylediklerini”

“Bir şey mi söyledim. Buraya yeni gelmedik mi?”

Bölüm : 08.05.2025 09:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...