
Soğuk ve yüksek ses tonu insanları dağıtmaya yetti. Ondan korktuklarını hissediyordu. Oysa gelen şey Hüma’dan çok daha korkunçtu.
Yüzünü yalayıp geçen rüzgarla bedeni sola savruldu. Adeta içinden geçmiş, kemiklerine dokunmuştu. Hızla arkasına döndü. Genç bir çocuğun çığlıkları, yeni çöken karanlıkta aydınlandı. Üzerine saçılan kemiklere bakarken bir süre kıpırdayamadı. Daha nefes almaya fırsat bulamamıştı ama o şey birinin kemiklerinde ki tüm eti silip süpürmüştü.
Vakit kaybetmedi. Hala sokaklarda olan onlarca insan vardı. Avuçları ileriye doğrultu ve içindeki suyu püskürttü. Tahmin ettiği gibi görünmez varlığa değen su dağılarak saçılmıştı. Ne yazık ki o şeyin durduğu yeri buzlarla çevirmeye çalışırken ne kadar hızlı olduğunu hesaba katmamıştı. Bir çığlık daha duyduğunda hareketlerine hız kattı. İkinci kurbanı kurtaramamış, ancak berrağı hapsetmeyi başarmıştı.
Yüksek buz kalıbına doğru ilerledi. Gözlerini içinde duran varlıktan alamıyordu. Parıl parıl ve neredeyse görünmez bedeninin şekli dışında görebildiği başka bir şey yoktu. Neredeyse üç insan boyuna eş uzunluktaydı. Başını kaldırarak buz kütlesinin ucunu görmeye çalıştı. Çok büyük ve iriydi. Geniş bedeninin üzerinde duran kafası ileriye doğru uzun ve sivriydi. Sağa doğru kaydı ve yandan nasıl göründüğünü izledi. Avuçları buzdan duvarlara dayanmıştı. Yakalanmadan önce çıkmak istemiş ancak başaramamıştı.
“O şeyde ne?”
“Onları yedi!”
“Korkunç bir şey bu!..”
....
Henüz evlerine çekilmeyen insanlara baktı ve “Gidin! Daha fazlası olabilir” Dedi. Neyse ki sözlerini yinelemesi gerekmemişti. Islak saçlarına değen gecenin melteminde yalnız başına dikilirken geceyi dinlemeyi ihmal etmedi. Eğer fazlası varsa hazırlıklı olmalıydı.
‘Onu parçalamalısın’
“Nihayet!”
Maidei yok olurken ortalıklarda görünmeyen Su, sonunda yüzeye çıkmıştı.
‘Parçala onu’
Birçok şeyi ona ihtiyacı olmadan yapan gücün emirlerine direndi.
“Kendin yapabilirsin”
‘Yapabilecek olsaydım senden istemezdim’
“Onu öldürdün!” Dedi. Biraz önce dudaklarından kayıp giden kuzgun adamı düşünerek.
‘Hayır, onu öldüren sendin. Biz yarattığımız şeyleri öldüremeyiz’
“Şey?.. Haklısın sizin için birer eşyayız.”
“İnsanlara zarar vermeden önce öldür onu!”
Bu kez ona emir yağdıran Su değildi.
“Sen?” dedi öfkeyle. Maidei’nin bedeninden kopan gücün damarlarında dolandığını yeni fark ediyordu.
‘Hava artık sana hizmet edecek’
Su’yun sesi öfkeden kudurmasına neden oldu. Gerçekten kimin kime hizmet ettiği ortada değil miydi?
“Öyle mi!..” Dedi dişlerinin arasından. “O zaman benim için şu şeyden kurtulabilir”
“Sana söyledim ‘Yarattığımız şeyleri öldüremeyiz’”
“Peki beni nasıl öldürmeyi planlıyorsun?”
‘Bu olmayacak’
“Elbette olacak. Ama önce sizin yarattığınız ve size başkaldıran şeyleri temizlememi istiyorsun”
‘İnsanların iyiliği için...’
Onu duymadı. Zihnindeki çarklar avcıdan ava dönüşmenin telaşıyla dönmeye başlamıştı. ‘Benden daha güçlü olması gerek’ diye mırıldandı. Onu öldürmek istiyorlarsa ondan daha güçlü birisini yaratmaları gerekecekti. Ve biliyordu. Her şey bittiğinde o kişi onun için gelecekti.
‘Yanılıyorsun’
Hava’nın itirazına kulak asmadı ve önünde duran buz kütlesine baktı. Onu yok edecekti. Ancak Hava ve Su öyle istediği için değil, masumların ölmemesi için yapacaktı.
Elini kaldırdı. “Bu beni rahatlatır” dedi buzlar büyük bir gürültüyle parçalanıp etrafa saçılırken “Elime bulaşan onca pislikten sonra çok uzun yaşamak istemem”
‘Senin suçun değil’
“Sahi mi?” Küçük bir kahkaha patlattı. “Gerçekten beni telkin etmeye mi çalışacaksın? Tüm bunları bana yaptıktan sonra mı?”
‘Amacımız...’
Sözünü kesti “Amacınızın cehenneme kadar yolu var”
‘Anlaman gerek’
“Anlıyordum!” diye bağırdı. Ardından ıssız sokakta yankılanan güçlü sesini zar zor yuttu. “Benden bir canavar yaratana dek”
‘Sen bir kurtarıcısın’
Bir kez daha sözlerini kulak ardı etti, eğildi ve dizlerinin üzerine çöktü. Yerden aldığı buz barçası kafası büyüklüğündeydi. Buzun içinden akan şeye bakarken yüzünü buruşturmadan edemedi. Tıpkı ölmek üzere olan birinin yarasından akan irin gibi berbat bir kokusu vardı. Ancak su kadar berraktı.
At nallarının sesini işitti. Askerler geliyordu. Issız sokak meşalelerin ışığına boyun eğercesine aydınlanmaya başladı. Çöktüğü yerden kalkmadan askerlerin durmasını bekledi. Biraz sonra kardeşi Prens Kibet yanına çöktü.
“Burada ne işin var?”
“Şehirdeki askerlerle ben ilgileniyorum prenses!”
Onu küçümseyen sesine aldırmadı.
“Karanlık çöktüğünde insanlar dışarı çıkmamalı”
“Geldiler, öyle değil mi?”
“Evet, askerlerin ve de sen artık bu işe dahil olamazsınız.”
“Bizi, insanları yedikleri için mi?” diyerek biraz önce etrafa saçılan kemiklerden birini tuttu ve kaldırdı. Genç çocuğun kaburga kemiklerinden biriydi.
Melez kanını düşünerek “İlk tercihi sen olmayabilirsin ama evet seni de yiyebilir” dedi. Ancak Kibet, avcısı için ikinci sırada olmayı umursamış görünmüyordu.
“O şey iğrenç görünüyor”
Elindeki kemikle Hüma’nın tuttuğu buz kütlesini dürtükledi.
“Öyle” diyerek tutmaya devam ettiği şeyi yere attı ve kalktı.
“Saraya dönün, ben buralarda olacağım”
“Bir başına mı?”
“Evet”
“İyi görünmüyorsun, önce saraya geçelim. Sonra biraz dinlenir ve çıkarsın”
Genç kardeşinin yüzüne bakarken kaşlarını kaldırmadan edemedi. İyiliğini mi düşünüyordu? Onu reddeden ve küçük gören tavırları nereye kaybolmuştu?
“Böyle iyiyim”
Sağa sola bakıp “Koruman nerede?” diye sorduğunda kimi kast ettiğini bildiği için hızlıca “Gitti” dedi.
Bir soru daha sormak için araladığı dudaklarını sağ elini havaya kaldırarak durdurdu.
“Git artık”
Uzun ince dudakları, siyah sakallarının arasında düz bir çizgi oluşturdu. Bir süre onu baştan aşağı süzdü. Ardından arkasında emir bekleyen askerlerine kısa bir bakış attı. Sırtındaki siyah pelerinin iplerini seri hareketlerle çözmeye başladığında yapacağı şeyi anlayarak başını iki yana salladı.
“İhtiyacım yok”
“Ama insanların ihtiyacı var. Prensesleri bu kadar kötü görünürken güvende hissetmezler”
Hüma henüz indirmediği elini indirdi ve teniyle ısınmış pelerini omuzlarına yerleştirmesine izin verdi. Kibet, boynuna değen iri parmaklarıyla ipleri buluşturdu ve ilmek attı. Saçlarını sırtından çıkarıp dışarı çekti, yamuk tacını düzelterek geri çekildi.
“Böyle daha iyi”
Hüma neredeyse titremek üzere olan dudağını ısırdı. Başını eğdi. Adamın hareketleri kuzenini hatırlatmış ve kaybettiği o sıcaklığı özlemesine neden olmuştu.
Ondan uzaklaşıp askerlerin yanına dönen ve alçak sesle birkaç kelime söyleyen kardeşi, tekrar dönüp yanına geldiğinde duygularını bastırmayı başarmıştı. “Fısıltıyla konuşsan da duyabilirim” dedi. Adam omuz silkip kollarının göğsünün üzerinde birleştirdi. “Evine dön”
“Seninle döneceğim”
“Yalnız kalmak istiyorum”
“Ona ne oldu?”
“Kime?”
“Yanından ayrılmayan şu adama”
“Öldü”
O kadar seri cevap veriyordu ki ne dediğine dikkat etmemişti. Söylediği şey kulaklarına ulaşır ulaşmaz midesine kramp girdi.
“Nasıl?”
Titrek dudaklarıyla gülümsemeye çalıştı. Ancak gırtlağına dek dayanan kusma isteğine hakim olmak güçtü. Birkaç adımı güçlükle attı ve yolun kenarına çekildi. Taş evlerden birinin duvarlarına tutunarak eğildi. Ardından içindekileri kustu. Yanaklarından kayan sıcak damlalar eşliğinde öğürürken kardeşi yumuşak hareketlerle sırtına vuruyor, öne düşen saçlarını toplamaya çalışıyordu.
Kibet, prensesin gittikçe küçülen bedenine bakarken iç çekmeden edemedi. Artık biliyordu ki ne kadar güçlü görünürse görünsün tıpkı Lindiwe gibi yumuşacık bir yüreği vardı. Belki de aynı kanı paylaştıkları içindi. Biraz düşününce bu saçma geldi. Kan babalarına aitti ve kimse adamın yufka yürekli olduğunu söyleyemezdi.
Kibet’in onu aileden kabul etmesi çok uzun sürmemişti. Daha fazla direnmek ve ailesinden uzak tutmak istemiş olsa da ona ihtiyaçları olduğunu kabul edecek kadar olgundu. Belki de bu olgunluk değil çıkarlarını düşündüğü için bencillikti. Avucunu sakallarına sürterek bir kez daha iç çekti. Diğer eli kız kardeşinin parmakları arasında sıkışıp kalmıştı.
Göz kapaklarının altında tedirgince oynayan gözlerini izledi. Kara kirpikleri henüz yatışmamıştı. Onu sokakta yalnız bırakmamakla iyi etmişti. Kustuktan sonra kollarına yığılmıştı. Uykuya dalana dek sessizce akan gözyaşları gibi omuzları da sarsılıp durmuştu.
“Ne olduğunu anlattı mı?”
Karanlık odada usulca yanına yaklaşan ve fısıltıyla konuşan Kiblegat’a bakmak için başını kaldırdı. Ne yazık ki gölgede kalan yüzünü seçemiyordu.
“Adamın öldüğünü söyledi”
“Maidei?”
“Adı her neyse” diyerek omuz silkti ve bir kez daha iç çekti. Geniş omuzları yükselince sırtındaki kemiklerin hafif çatırtısını işitti. Kadının uykuya dalması saatler sürmüştü. Ve o süre içinde Kibet bir milim kıpırdayamamıştı.
“Nasıl olduğunu anlattı mı?”
“Hayır, kusmakla meşguldü”
İğrenç kokuyu anımsadığı için yüzü kasıldı. Asıl tehlikeyi unutmuştu.
“O olmadan insanlarımızı nasıl koruyacağız?”
“Biraz sonra çıkacağım” dedi Kiblegat. Kız kardeşleri kadar olmasa da onunda güçleri vardı.
Başını sallayarak onu onayladı. Hiç yoktan iyiydi. Bu süre zarfında prenses dinlenebilirdi.
“Yanından ayrılma!” diyerek kapıya yönelen kardeşine “Olmaz! Benimde işlerim var” diye çıkıştı.
“Ne gibi?”
Dudaklarını araladı. Ancak saraydan dışarı adım atamıyorken pekte işinin olmadığını anımsadı. Kiblegat ise cevap veremeyeceğini biliyormuş gibi çoktan kapıyı açmış ve kendini dışarı atmıştı.
Esnedi. Neredeyse gece yarısı olacaktı. Üzerindeki zırhın verdiği rahatsızlıkla kıpırdandı. Parmaklarını kadının güçlü ellerinden kurtarmak için çabaladı ama tüm çabaları boşunaydı. Kız kardeşi kıpırdandı. Hemen çabalarına son verdi. Onu uyandırırsa bir daha uyumasını bekleyemezdi.
Biraz sonra sessizliğin verdiği ağırlıkla çenesi göğsüne indi. Göz kapakları zar zor ayakta duruyordu. Yatağın kenarında iki büklüm oturmak yerine uzanmaya çalıştı. Ancak sonra zırhla uyumanın imkansız olduğuna karar verip tekrar doğruldu ve oturdu. Uyku ve uyanıklık arasında ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi. Kapının kolu sessizce indirilmeden önce dışarıdan süzülen fısıltılarla ayıldı. Uykusu dağılmıştı.
Kapının altındaki aralıktan vuran mumun cansız alevleri, aralanan kapıyla birlikte içeri süzüldü. Gözlerini kıstı ve ışıkla birlikte içeri giren yüzleri tanımaya çalıştı.
“Kardeşim!?”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 686 Okunma |
105 Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |