
“Sadece Obi”
“Seninle döndü mü?”
“Onu görmeyeli birkaç gün oldu.”
“Ağzını kapalı tuttuğundan emin ol”
“Elbette”
Bundan emin olabilirdi. Tabi bunun için önce onu bulması gerekecekti. Üstelik muhafızının hayatta kalıp kalamadığından emin bile değildi.
Kardeşinin ardından parşömeni yavaşça dolduran Prens Omondi, işini bitirdikten sonra son paragrafa göz gezdirdi.
“Söylediğin gün gelmiş olabilir baba. Binlerce yıl sonra ırklar tekrar karşı karşıya. Bunun için hazır olmadığımızı biliyorum. Ancak insanları bir safta toplayabilirsek geçmişte olduğu gibi onları yeniden geri püskürtebiliriz”
Kağıdı cilalı sopaya sararak yuvarladı. Masadaki mumu aldı, kağıdın üzerine eğdi. Sıcak mum kağıdın birleşim noktasına damladı. Beş damlanın ardından mumu bıraktı. Ardından yüzüğünün yakut taşını kaldırdı. Altında duran kraliyet mührünü hala sıcak olan mum damlalarına bastırdı.
“Mektubu ailemize ulaştırmalısın” dedi gölgelere sinen kardeşine. Yakutun kızıl dokusunu okşayarak kraliyet mührünü usulca kapattı.
Kiblegat, sessizce yaklaşarak ağabeyinin masaya koyduğu ruloyu aldı ve avcuna geri bıraktı. “Nhamo’yla gideceğim” dedikten sonra karşısındaki sandalyeye çöküverdi. Omondi’nin aksine o, aldığı acı haberin etkisinden henüz sıyrılamamıştı.
“Üstesinden gelebilir”
“Hayır gelemez.”
“Senin orada olman uygun değil”
Prens Omondi, avucundaki ruloyu sertçe masaya bıraktı.
Kiblegat, gri gözlerini bir süre kapalı tuttu. Yanlış bir şey yapmadan önce öfkesini yatıştırmaya çalışıyordu.
“Yine de gideceğim”
Omondi sandalyesini geri iterek kalktı.
“Kadın için gidiyorsan...”
“Kardeşim sizin yüzünüzden öldü! Eğer onu kralın pis kollarına atmak için bu kadar uğraşmasaydınız...”
“Mecburdum”
Kiblegat daha fazla dayanamadı. ”Evet!” diyerek elini masaya vurdu. Ardından “Onu bir kez daha ölüme göndermeye de mecbursun.” Dedi.
Ne diyeceğini bilemeyerek sustu Omondi. Lindiwe’n ölümü onun içinde acı vericiydi. Onu buna zorladığı için suçluluk duyuyordu. Ancak halklarının iyiliği için bu kararı almak zorunda kalmışlardı. Kralın kararını sorgulamamıştı bile. Babası gibi o da en doğru seçimin bu olduğunu biliyordu.
Bir süre daha ona öfkeyle bakan kardeşi, sandalyesinden kalktı. Ardından ona sırtını döndüğünde gri saçları savruldu. Gidiyordu. Çadırın aralanan kumaşı, onun çıkışının ardından kapandı. Önünde duran mektuba baktı sessizce. Belki en büyükleri olduğu için belki varis olduğu için zor kararları almak daima ona kalıyordu.
“Hazır mısın?”
Kiblegat, kardeşi Nhamo sorusunu duymayınca yaklaştı. Atının yelesini okşayarak mırıldanıyordu. Omzuna hafifçe dokundu. Ona dönen siyah gözleri şaşkın ve bulanıktı.
“Sen!..”
Kaşlarını kaldırarak ona bakmayı sürdürdü.
“Neden buradasın?”
“Can sıkıntısı...” diyerek omuz silkti.
“Gitmeliyim”
Nhamo ansızın düşen yüzünü ondan sakladı. Sırtını döndüğünde omzunu tutarak sıktı ve dudaklarını kulağına yaklaştırdı “Onun kanını yerde bırakmam” Sözlerinin ardından bir kez daha ona döndüğünde Kiblegat, bin parçaya bölünen irislerinin göz yaşlarıyla parladığını gördü.
“Onu kurtaramadım!”
Sessiz bir hıçkırıkla sarsıldı çenesi. Kendisini tutmak için ne kadar da çok çabalıyordu.
“Elinden geleni yaptın”
Nhamo, başını sallayarak çabucak toparlandı. Siyah ve bukle bukle saçları, uzun sakallarına takılmıştı. Cebine sıkıştırdığı lastiklerden birini alarak uzattı.
“Bir an önce yola çıkmamız gerek. Onlar senin kaçtığını düşünmeden gidelim.”
Kardeşi saçlarını avuçlayarak başının üstünde topladı. Açığa çıkan yüzü, karanlık göz altlarıyla zayıflamış görünüyordu. Kiblegat, ona sırtını döndü, atına ilerledi. Güney Celn’e gitmek için birkaç adam ayarlamıştı. Kalabalık bir grup yerine az kişiyle ilerlemek daha güvenliydi.
“Hazır mısınız?”
Adamlar atlarına tırmandığında omzunun üzerinden Nhamo’a baktı. Neyse ki o da toparlanmıştı. Atının ağaca bağlı olan ipini çözerek sırtına atladı.
İzleyecekleri yola henüz karar vermemişti. Ancak onların daha önce saldırıya uğradıkları güvenli yoldan gidemezlerdi. Savaş halindeydiler. Muhtemelen Celn’in yüzlerce savaşçısı yollarına kamp kurmuştu.
Atını yanına süren kardeşine “Nereden gitmeliyiz?” diye sordu.
“Azna sınırından”
Aldığı cevabın onu şaşırtmadığını söyleyemezdi.
“Canavarların inine dalacağız”
Çadırların arasından çıkarak kampı geride bıraktıklarında Nhamo, yüzünü ona döndü.
“Yanımızda olmasaydın başka bir yol bulurdum”
“Bana bu kadar çok mu güveniyorsun?”
“Sana değil...” Göz kırparak sağa sapan atının dizginlerini sertçe çekti ve “...kanına güveniyorum” diye ekledi.
“Onlara karşı kazanacağımı düşünüyor musun?”
“Hayır. Kesinlikle kaybedersin” diyerek sırıttığında dudakları titredi.
“Yine de oradan gitmek istiyorsun?”
“Yanlış karar mı veriyorum?”
“Denemeden bilemeyiz”
Ormanı geride bırakmış ve sınırın çizildiği o açık araziye gelmişlerdi.
Kiblegat, batmak üzere olan güneşe bakarak atını güney batıya çevirdi. Önce Azna’ya ardından Celn’e yönelmeleri gerekiyordu. Üç ülke arasından kalan boş araziler canavarların işgali altındaydı. Hiçbir ülkeye ait olmamasına rağmen sahipsiz değillerdi.
Güneş batıp karanlık çöktüğünde vadinin içinden geçen rüzgar soğumaya başlamıştı.
“Daha önce burada avlandın mı?”
Uzun süreli yolculukları Nhamo’un sorusuna dek sessizlik içinde geçmişti.
“Bu kısımda mı? Hayır. Sınır dışında avlanmam”
“Ama sınırlarımız içinde canavar yok”
“Bunu da nereden çıkardın?”
“Var mı?”
Atının başını okşayarak önüne döndü. Kardeşleri savaş eğitimi alırken Kiblegat, sınır köylerini gezerek avlanmıştı. Askerler sınırları korursa da mutlaka içeriye sızan varlıklar oluyordu. Kimi büyü yeteneğini kullanıyor kimi ise göze görünmeden içeri girmeyi başarıyordu.
“Bilmediğim çok fazla şey var!”
Kulağına sitem gibi gelen sözlerine cevap vermedi. Bilgi sorumluluk demekti. Omondi ve Kiblegat bu sorumlulukları birlikte üstlenmişlerdi. Küçük kardeşlerinin rahatça yaşamasını daha uygun bulmuşlardı. Şimdi ise verdikleri kararları sorguluyordu. Eğer Nhamo dünyanın bu kadar tehlikeli olduğunu bilseydi kız kardeşlerini daha iyi koruyabilirdi.
“Seni rahatlatacaksa eğer kuzgunları bilmiyorduk”
Cevap vermedi. Omuzlarından geri sarkan pelerinini çekerek önüne döndü. Elbette kızgındı. Acısını onlardan çıkarmak yerine kendi içinde savaş veriyordu.
“Mola verelim”
Atından atlayarak indiğinde dizginleri çekti ve atını durdurdu. Kamp yapmak için duramazlardı ama zifiri karanlıkta da ilerleyemezlerdi. Celn’e varmak yaklaşık üç günlerini alacaktı. Gözlerini kapattı ve yağmacılara has duyularını serbest bıraktı.
Sürüngenlerin yerleşim yerindeydiler. Birçok yağmacı avlanmak için bu yolu tercih ederdi. Bu yüzden onlara saldırmadıkları sürece kendilerini açık edeceklerini sanmıyordu. Yakınlarda kimseciklerin olmamasına güvenerek atından indi. Nehri fazla geride bırakmadan ağaçların arasına doğru ilerlediler. İç kesimlere girmeyecek ve istediklerinde rahatlıkla uzaklaşabilecekleri kadar açıklıkta konaklayacaklardı.
“Ateş yakacak mıyız?”
“Hayır”
Askerin sorusunu cevapladıktan sonra atını bağladı. Ardından beline sardığı kırbasını çekerek sırtını ağaca yasladı. Dudaklarını soğuk suyla nemlendirdi. Gözleri kardeşinin üzerindeydi. Yine atını yelesini okşuyordu. Yüzü ona dönük olmasa da düşük omuzları ruh halinin iyi olmadığını söylüyordu. Kız kardeşini Nhamo ile göndermek yerine onunla göndermeliydiler. Ancak yağmacı kanı birçok olayda olduğu gibi onu yine geri plana itmişti. Bu kadar güçlü olmalarına rağmen insanların kanlarını aşağılamasına katlanamıyordu. İşlerine geldiğinde onları kullanmayı, adeta bir av köpeği gibi öne sürmeyi iyi biliyorlardı.
Kırbasını beline yerleştirdi. Sırtına çapraz taktığı kılıçlarını çekerek ağacın yanına sapladı. Dinlenmeleri gerekiyordu. Bacaklarını esneterek gerdi ve neredeyse dizine gelen otların arasına çöktü. Sırt üstü uzandı. Gözleri ayın dolgun ışığına takıldı. Gökyüzü açık ve yıldızlıydı. Gün doğduğunda hava yılanların ava çıkması için sıcacık olacaktı.
“Onlarla nasıl savaşacağız?”
Nhamo’nun sesini duyduğunda canavarları düşünmeyi bıraktı. Dargınlığını üzerinden atmış olmalıydı. Başını yana çevirdi. Siyah botları burnunun dibindeydi.
Celn’den bahsettiğini düşünerek “Muhtemelen kaybedeceğiz” dedi. Bu savaşın sonu başından belliydi. Bu nedenle kardeşini göndermemişler miydi?
Bir saniye sonra botlar önünden çekildi. Yanına çökerek gözlerine baktı.
“Sorun ne?”
Fazla düşünceli görünüyordu.
“Bilmen gereken bir şey var”
Tereddüt ederek sustuğunda verdiği karardan vazgeçmemesi için “Evet..?” diyerek bekledi.
“Kadın artık yağmacı değil”
“Güçlerini kaybettiğini mi söylemeye çalışıyorsun?”
“Birkaç kez öldü”
Sorusundan bağımsız söylediği sözlerle uzandığı yerden hızla doğruldu.
“Anlamadım!”
“Öldüğüne emindim ama tekrar döndü”
“Yanlış görmüşsündür”
Kara gözleri, geceden daha parlaktı ve inatla bakıyordu.
“O artık yağmacı değil.”
Bir kez daha itiraz etmek istese de sustu. Yağmacı da olsa hala bilgisiz kaldığı noktalar vardı.
“Karşı koyduğu bir şey vardı içinde. Karanlık ve onu öldüren bir şey. Sonunda, onu yenmeyi başardığında...”
“Ne oldu?” diyerek dizlerini kırdı. Düşüncelere dalmıştı. Cevap vermesi için uzandı ve omuzlarını tutup, sıktı. Ona bakan gözleri boşluğa bakar gibi sabitti.
“Gözleri değişti. Sırtı yarıldı. Sonra içinden o iğrenç şeyler çıktı.”
“Neydi onlar?”
Gözleri tekrar bilinçli baktığında omuzlarını silkti ve ellerini iterek geri çekildi.
“Artık bizden biri değil”
Son sözlerinden sonra uzaklaşan adımları, onu ormanın karanlık kısmına sürükledi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 686 Okunma |
105 Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |