
“Neden?”
“Ailemi öldürdükleri için”
Berrak “Bu doğru görünmüyor” dediğinde Hüma, dişlerini birbirine bastırdı. Artık onu göremiyordu. Bu yüzden öfkeli gözlerini yüzünün olduğunu düşündüğü noktaya dikti.
“Hiçbir şey bilmiyorsun!”
“Aileni öldüren bir kişi için hepsini mi öldüreceksin?”
“Evet!..”
“O zaman beni de öldürmelisin”
Bacaklarının üzerinde duran ellerini yumruk yaptı. Haklıydı. Ona da diğerleri gibi davranmalıydı.
“İşime burnunu sokmaya devam edersen öyle yapacağım”
Nehirden taşan su yanına dek gelerek onu ıslatmış ve zayıflayan ateşi söndürmüştü. Berrak, suya değen ayaklarından başlayarak tekrar görünür hale geldiğinde kalktı ve ona yaklaştı. Düşünceli gözlerinden şaşkın mimiklerine dek bir çocuğun masumiyetini sahipti. Ayaklarının altında dağılan ıslak korların baskısıyla durdu. Ona zarar vermek istemiyordu.
“Gitmelisin”
“Güzelsinnn...”
İşte başlıyoruz diye düşünürken istemsizce gülümsedi Hüma. Öfkesi uçup gitmişti. Meraklı gözlerine bakarken huzurla soludu. Onları etkilemek bu kadar kolayken nasıl hayatta kaldığını bilmek istiyordu.
“Sende öylesin”
Elini kaldırdı. Alnına düşen mavi tutamları parmaklarının arasına alarak sevdi. Gözleri onun gibi bakıyordu. Sevgi ve şefkatle. Demek onlarla karşılaşmak böyle hissettiriyordu.
“Kanatların varrrr”
Biran için irileşen gözleri, kendi sırtından yükselen kanatlara çevrildi. Tıpkı gökyüzünün suya yansıması gibi mavinin tonlarıyla ışıldıyordu. Hüma’ya ait olan her şeyi kopyalayabiliyordu.
Hüma, tiz çığlık sesini duyunca “Artık gitmelisin” diyerek geri çekildi. Onunla birlikte gerileyen nehir, yatağına döndü. Berrak ise bir kez daha gözden kayboldu.
Kuzgunun yardım çağrısına geçte olsa yanıt gelmişti. Ormana doğru ilerledi. Daha kalabalık olmalarını beklemişti. Ancak süzülerek yere inen kuzgunlar sadece üç taneydi. Belki de serseri oldukları içindi. Birbirlerinin arkasını korumayı bilmiyorlardı.
Etrafını sardıklarında uyarmak için beklemedi. Sabırsızdı. Onlarla iki kelime konuşamayacak kadar bitkin ve nefretle doluydu. Üzerinde kullanmaya çalıştıkları gücü yuttu ve çok daha fazlasını kustu. Onların baştan çıkarması için fazla güçlüydü artık.
Aralık dudaklarından çıkan çığlık ormana yayıldı. Dizlerinin üzerine çöken kuzgunlardan tiz çığlığının bir benzerini duydu. Göğüslerine giden elleri, kanlarıyla kaplıydı. Onları dağıtmak, parçalamak bu kadar kolaydı. Sadece bir çığlık ve içinden akıp geçen o nefret. Güçlerinin kendilerine karşı kullanılmasının nasıl hissettirdiğini artık biliyorlardı. Bu hissi tekrar tekrar tadamayacak olmaları üzüntü verici olsa da bununla yetinmeliydi.
“Doğru görünmüyor”
Biraz önce kapadığı göz kapaklarını ağırca kaldırdı.
“Neden hala buradasın?”
Yerde yatan kuzgunların cansız bedenlerine göz gezdirdi. Ailesine yaptıkları gibi onların kalplerini yemesi gerekmez miydi?
“Doğru değil”
Gergin omuzlarını ovarak rahatlamaya çalıştı.
“Beni yargılamaktan vazgeç”
“O değil” dediğinde ona yaklaşmaya başlamıştı. Hemen önünde durduğunda eline dokunan parmaklarına baktı. Neden bahsettiğini bilmiyordu.
“İçinde öfke yok ama yine de onları öldürüyorsun”
Bir bütün halini alan gözlerini inceledi. Görüntüleri gibi duygularını da kopyalayabiliyorlar mıydı?
“Bunu bilemezsin”
“Hayır biliyorum! Ama anlayamıyorum”
“Hayır bilmiyorsun!!!”
Öfkeden ıslanmaya başlayan teni suyunu dışarı saçarken parmaklarını tutan parmaklardan kurtuldu ve sertçe bileğini kavradı “.... Ama merak etme öğreneceksin” Soğuk dudaklarından saçılan buz kırıkları, yüzüne sıçradığında korkuyla baktığını gördü. Vücudundan vücuduna sızan sulara ailesini kaybettiğinde yaşadığı çöküntüyü, çaresizliği ve acıyı gömdü. Berağın bedeni sular içinde kalırken sürekli değişen yüzüne acımasızca baktı. Biri gelip canına can katan annesinin kalbini yemişti. Bu vahşeti nasıl affedebilir, nasıl karşılıksız bırakabilirdi? “Ben...” Dedi sesi titremesine rağmen “... Yağmacıyım ve sadece canavarları avlarım.”
“Bu seni de canavar yapar”
“Evet”
Soğuk gülümsemesi berrağın gözlerine yansıyordu. Kendi gözlerine bakarken yağmacı olmak dışında her şey olabileceğini gördü. İnsanlar kadar yoğun yaşayamadığı duygular... O çok küçümsediği hisler... Şimdi kat be kat fazlasını yaşıyor, adeta hislerin kendisi oluyordu.
“Neden size ihtiyaç duyduğumuzu biliyor musun?”
Ona cevap veremeyecek kadar derin düşüncelere dalmıştı.
“Çünkü taşıyamıyoruz. Yükseliş, sahip olduğun şeyleri daha iyi hale getirmek içindir. Ama biz sahip olduklarımızla yükselemiyoruz. Her duyguya tutunmak bizi öldürüyor. Bu yüzden fedakarlık yapan ruhumuz bir şeyden vazgeçiyor.”
“Kalbiniz...”
“Evet değiştiriyoruz. Yağmacıların bizden daha fazlasını kaldırabilecek kadar güçlü kalpleri var“
Duru cümlelerine kanarak sakinleşti. Kabul etmediği öfkesini, yeterince göstermiş olmalıydı. Onu sorgulamak yerine konuyu değiştirmişti.
“Yine de her duyguyu yeterince alamıyoruz”
Neden bunları anlattığını bilmese de merak ettiği bir konu olduğu için onu dinlemeye devam etti.
“Kalplerimiz o kadar öfkeli ki buna izin vermiyor”
“Avlandıkları için”
Başını salladığında mavi tutamları gözlerini perdeledi.
“Peki ya başarılı olanlar?”
“Onlar sunulanlar”
Ne dediğini anlamaya çalışırken kaşlarının alnında yükseldiğini hissetti.
“Yağmacılar kendi istekleriyle onlara kalbini açıyor” diyerek açıkladı berrak.
“Neden?”
“Birçok sebebi var.” Diyerek omuz silkti. “Ama en önemlisi güçlüyü yüceltmeyi sevmeleri”
“Bana bunları neden anlatıyorsun?”
“Kalbinin güçlü olduğunu bilmen için”
Yüzüne tısladı ve “Hala öfkemle ilgileniyorsun” diyerek söylendi.
“Hayır” Dedi uysal sesiyle. Gözlerini ondan kaçırarak başını eğmişti. “Seni anlayamamamın sebebini söylüyorum” diyen bir mırıltı çıktı dudaklarından. Zayıf kalbini ortaya koyduğu için utanmış gibiydi.
“Beni kraliçe yapan şey bu. Olması gerekenden çok daha fazlasını hissediyorum”
“Seni tanımak istiyorum”
Ansızın gelen sözleri, Hüma’nın silkelenerek ondan uzaklaşmasını sağladı. Sıkıca kavradığı bileğini bırakarak elini eline sardı ve “Evine dönmelisin” Dedi.
Arkasını ona dönerek uzaklaşmaya başladığında üzüntüsü bir yılan gibi onu kovaladı.
“Evim yok...“ diyen kırgın sesine rağmen durmadı. Ne kadar yalnız olursa o kadar dengede kalabilirdi.
Yaralı adamın yanına döndüğünde ağaca bağlanmış otlanan kısrağa baktı. İkisini de taşıması gerekecekti. Ancak Hüma adamı nereye götüreceğine henüz karar verememişti. Celn’e dönemezdi. Ferq’e geçmek ise burada kalmak kadar tehlikeliydi. Her yerde aynı kaosun olduğunu biliyordu. Savaş bi çok şeyi etkiliyordu.
“Kuzeye gitmelisin. Adam oraya ait”
“Sende evine gitmelisin”
“Seninle geleceğim”
Adeta bir çocuk gibi direten sesine boyun eğerek “Nasıl istersen” diye mırıldandı. Onu takip etmesini engelleyemiyordu.
Şen kahkahası eşliğinde yaralı adamı kucaklayarak kaldırdığında insanların onu gördüğünde vereceği tepkiyi düşündü. Vakitsiz bir anda ortaya çıkarsa canından olabilirdi.
“Daha dikkatli olmalısın. Diğerlerinin seni görmesine izin verme” diyerek atın ipini ağaçtan çözdü.
Işıl ışıl gözleriyle başını salladı.
“Neden buradaydı biliyor musun?”
“Hayır”
“Kuzeyden geldiğini söyledin”
“Giysilerinden belli değil mi?”
Siyah giysilerine baktı. Onlar gibi salaş ve kalın giyinmiş olsa da onu ele veren şey bembeyaz teniydi. Berağın daha fazlasını bilmediğini görerek atın önüne geçti. Ardından ipini çekerek onu kuzeye yöneltti.
Emicilerin varlığından haberdar olan at, gitmemek için tepindiğinde duraksadı.
“Bana bırak”
Elinden ipi alarak atın başını okşayan ve onunla anlamlandıramadığı bir dilde konuşan berrak, biraz sonra atın çenesini tutarak yürümeye başladı. Önünden ilerleyen atı takip etmeden hemen önce, adamın aşağı sarkan kollarına baktı. Güneşin üzerine vurduğu yakut yüzük, gözünü alarak parlıyordu.
Durdu. Elini kaldırarak parmağındaki yüzüğe baktı. Kendi parmağında duran aynı kırmızıyla göz göze gelince taşlar yerine oturmaya başlamıştı.
Adam Nhamo’nun kardeşiydi. Kendine geldiğinde sıkıca sarılmış olduğu pelerini hatırlayarak geri döndü. Onu kurtardığını düşünürken çok öncesinde adam onu kurtarmış olmalıydı. Ateşin yakıldığı noktada durdu. Üzerine korlar saçılmış ve ıslanarak ağırlaşmıştı. Kalın kumaşı yerden kaldırarak silkeledi. Ardından içine çektiği suyu dışarı yönlendirerek pelerini boşaltmasını sağladı.
Yorgun atın yalpalayan ayakları, bataklık misali yaş toprağa girip çıkıyordu. Durdu. Eline bağladığı ipi çekerek onunla birlikte ilerleyen atı durdurdu. Gece olmuştu. Aralıksız yol aldıkları için kısrağın dinlenme şansı olmamıştı.
“Devam etmeliyiz”
Yanına gelen berrağa bakmadan başını iki yana salladı.
“Dinlenmesi gerek”
“Aç kalacak...”
Çıplak ayağının değdiği toprağa bakıp iç çekti. Burayı vuran sel suları toprağın ölmesine neden olmuştu. Öyle ki ilerledikleri güzergahta ağaçlar renklerini kaybetmeye ve cılızlaşmaya başlamıştı. Nehri arkalarında bırakarak kuzey sınırını geçmişlerdi. Şimdi yoğun yağışın neden olduğu kıtlığı çok net görebiliyordu. Atını ağacın cılız gövdesine bağlayarak çöktü. Avucunu toprağa yasladı ve derinlere inmiş suyu çekti. Parmaklarından bedenine sızan damlaları içerken berrağın “Nereye gönderiyorsun?” dediğini duydu. Ancak onu cevaplamadı. İşi bittiğinde bulundukları orman günlerce güneş görmüşçesine kurumuştu.
“Nereye gittiğini bana söylemelisin”
Omuzlarına sararak başını örttüğü pelerini çıkarttı ve yere oturdu. Israrcı sözleri merakını gidermeden durmayacaktı.
“Önce onu indir”
Prensi attan indirerek yanına yatırdığında pelerini üzerine örttü. Elini adamın alnına yasladı. Teni alev alev yanıyordu. Baş parmağıyla sakallı yüzünü okşamaya başladı. Parmaklarından tenine sızan soğuğun onu rahatlatmasını umuyordu.
Biraz sonra sabırla onu bekleyen berrağın ısrarcı gözlerine daha fazla dayanamayıp iç çekti.
“Bir yere gittiği yok”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 686 Okunma |
105 Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |