
Şeffaf kaşları çatıldı. Onu görebilmesi için yine prensin elini tutmuştu. Aralık dudakları kıpırdandığında gelen sorunun ne olacağını tahmin etmişti. Ancak kulağına bu kadar saçma gelmesini beklememişti.
“İçine nasıl sığıyor?”
“Düşündüğün gibi değil”
Onu cevaplamaya çalışırken yanına sokulan berrak, aniden yüzünü avuçladı.
“Ne yapıyorsun?”
“Görmeye çalışıyorum”
“Neyi?” dedi, aralarındaki santimlik mesafeyi kırarak geri çekilmeden hemen önce.
“Bunu nasıl yaptığını”
Gözlerinden su fışkırmasını bekliyor gibiydi. Hayal gücünün daha fazla olay çıkarmasına izin veremezdi.
“Senin değişimine benziyor aslında”
“Nasıl?”
Hala yanağında duran elini tutarak indirdi ve sırtından yükselen mavi kanatları çenesiyle gösterdi.
“Beni nasıl kopyalayabiliyorsan bende öyle kopyalıyorum veya tersini yaparak katlıyorum”
“Su istediğin kadar küçülüyor... yani azalıyor mu?”
“Evet”
“Bu muhteşem bir şeyyy”
Hayranlık dolu sesi yine yankı yapmaya başlamıştı.
“Öyle” dedi. Ardından elini bıraktı. “Sende dinlenmelisin” diyerek tekrar prense döndü. Göğsünü açtığında yarasından iz bulamadı. Şimdi mücadele vermesi gerekiyordu. Kanına sızan kuzgunu yenmeli ve tekrar tekrar hayata tutunmalıydı. Elini hızla atan kalbine koyarak ateşini dengelemeye çalıştı.
“Birkaç kilometre sonra sınır köylerden biri var”
Hüma, “İnsanlardan daha fazla kaçamayız” diye mırıldandı.
“Eğer uçarsak...”
“İki kişiyi taşıyabilir misin?”
“Atı bırakabiliriz”
“Ama beni bırakamazsın”
“Uçamıyor musun?”
Başını iki yana salladı.
“Neden?”
“Güçsüzler”
“Belki de çalışman gerekiyordur”
“Sonra” diyerek geçiştirdi. Tek başına olduğu bir anda mutlaka tekrar uçmayı deneyecekti.
Daha fazla soru sormasına izin vermeden sırt üstü uzandı. Sırtına batan taşlara minnettardı. Yaşadığı bu yabancı değişimlere rağmen hala bir şeyler hissedebiliyordu.
Kapalı gökyüzü, yıldızları gizlemişti. Sadece bir günlük mesafe de değişen iklime kafa yormadan edemedi. Bu kadar çok yağış almasının bir sebebi olmalıydı.
Yorgun gözlerini soğuk geceye kapattı. Onları rahatsız edecek kimseler yoktu. Geldikleri yol oldukça sapa olmasının yanında şelalelerle kaplıydı. Karşıya geçmek onun için kolay olsa da su insanların aşamayacağı kadar derin ve gür akıyordu. Canavarlar ise onların varlığını hissedemezlerdi. Bunun için önlemini çok öncesinde almıştı.
Uykuyla aralanan dudaklarını, ağırca esnedikten sonra kapattı. Bedenen dinç olsa da zihni yorgundu.
Sabah kuş cıvıltıları ile açtığı göz kapaklarını kırpıştırdı. Geceye çöken bulutlar aralanmıştı. Güneşin silik bulutları yaran ışıklarını parmaklarıyla perdeleyerek doğruldu. Kısrağın hafif toynak seslerine karışan yaprak hışırtılarına döndü. Atın dallardan kopardığı yaprakları memnuniyetle geniş dudaklarının arasına almasını ardından geviş getirerek ona bakmasını izledi.
“Ağaçlardan kopardım.”
Yanından gelen sesle sıçradı. Berrak prensin başına oturmuş ve elini alnına koymuştu.
“Bizim için yemek bulamadım”
“Aç değilim” diyerek geçiştirdi. Çok yorgun olmalıydı ki ağır uyumuştu. Toparlandı ve dizlerinin üzerinde doğruldu.
“Durumu nasıl?”
“Ateşi yok”
Başını salladı. Kolay kısmını atlatmıştı. Kuzgunun ruhu kanına karışmış ve konağına yerleşmişti. Şimdi uyanması ve ona karşı savaşması gerekecekti.
“Devam edelim”
Prensin üzerindeki pelerini ona uzatan berrak, adamı kaldırarak ata ilerledi. Tekrar baş aşağı sarkan bedeni zayıflamıştı. Hüma, adamın uzun ve gri saçlarına bakarak iç çekti. Nhamo’ya hiç mi hiç benzemiyordu.
Elini bedenini yumuşacık saran kumaşın üzerine koydu. Elbisesinin kısa etekleri avucunun altında uzadı. Biraz sonra insanlarla yüzleşeceklerdi. Daha dikkatli olmalı ve kimliğini açığa çıkaracak şeyleri gizlemeliydi. Açık omuzları yavaşça kapandı. Bileğine dek sarkan kumaşla rahatladı. Diğer elinde tuttuğu pelerini omuzlarına örterek saçlarını öne çekti ve başını örttü.
“Görünmediğinden emin ol”
Berrak çözdüğü atın ipini ona uzatarak başını salladı. İpi şeffaf elinden aldı. Ardından yönünü kuzeye çevirdi. Çıplak ayaklarının altında kırılan çürük dallar bir şeyi daha hatırlamasını sağlamıştı. Ayakkabıya ihtiyacı vardı. Ancak üzerindeki elbise gibi onu kolayca elde edemezdi.
Uzun eteklerine bakarak iç çekti. Her şey suya aitti. Ona vaat ettiği gücü geri çevirdiğinde huzurla yaşayabileceğini düşünmüştü. Oysa kraliçe Hüma’dan çok daha farklı düşünüyordu. Onun için önüne çıkan herhangi bir engelden başka bir şey değildi ve kraliçe onu yok edene kadar durmayacaktı. Ona yardım eden kuzgunun yanan kanatlarını anımsadığında güçlükle yutkundu. Yağmacı olduğu zamanlarda kendini acımasız biri olarak düşünürdü. Ancak kraliçeyi tanıdıktan sonra acımasızlığın ne olduğunu öğrenmişti. Onun yaptıklarının yanına bile yaklaşamazdı.
Uzun soluklu yolculukları sessizce geçmişti. Seyrelen ağaçların arasından çıkarak köye baktı. Ormana vuran güneş sanki köye küsmüş gibi gri bulutların altına saklanmıştı. Çamur içindeki toprağı ekmeye çalışan çiftçilerin gürültülü ve küfürlü konuşmalarına kulak tıkayarak ilerledi. Ayaklarının değdiği yer kuruyordu. Onları böyle sefil görmek Hüma’ya insan olduklarını unutturmuştu. Bulutlar dağıldı. Güneşin sıcacık ışıkları ıslak topraklara vurdu.
“Şuna bakın!!!”
“Sonunda bitti!..”
İnsanların şaşkın ve mutlu sesleri, çocukların şen kahkahalarına karıştı. Başlarını kaldırarak güneşe boyun eğen, diz kıran adamların göz yaşları kirli yanaklarından süzülüyordu. Köye sessizce girdi. Gün ışığıyla birlikte dışarı taşan köy halkı onun varlığını henüz hissetmemişti.
“Ne kadar mutlu olduklarına bir bak”
Berrağın fısıltısına karşılık vermedi. Görmesine gerek yoktu. Onların her duygusu, ruhunda ayrı bir kalp oluşturarak atıyordu. O yankı’ydı
Gürültülü kahkahalar yavaşça solmaya başlayınca eğdiği başını kaldırdı. Onun geçmesi için bir koridor oluşturarak açılan insanlar sessizleşti. Sonunda yabancı varlığını görmüşlerdi.
Yokluk onları mahvetmişti. Yamalı kıyafetleri, ayakkabı bulamayan ayakları çamur içindeydi. Önünü kesen adamlarla durdu. Ellerindeki çapalar görebildiği kadarıyla tek silahlarıydı.
“Sadece geçiyorum” diyerek onları rahatlatmaya çalıştı.
Kirli beyaz saçlarıyla öne çıkan adam, onu baştan ayağa süzdü. Neyse ki pelerinin başlığını kapatmıştı. Hoş açık olsa da değişen pek bir şey olmazdı.
“Buraya nasıl gelmiş?”
Kadınların sessiz fısıltılarını duyar duymaz dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı. Telaşlanmalarını anlayabiliyordu. Sınırları aşılmayacak kadar yüksekteydi. Bu yüzden köye nasıl girdiğini merak ediyorlardı.
“Kimsiniz?” diyen adam, çapasına sıkıca sarılmış, karşısında dimdik duruyordu. Mavi gözlerine bakarak “Saraya gitmeliyim” Dedi. Kimliğini açıklayamazdı ama hala prensesin adını kullanabilirdi.
Sözleriyle fısıltılar arttı. Adamın gözlerinin merakla kısılmasına neden oldu. Şimdi de korkularını hissediyordu.
“Bu prens!”
Arkasından yükselen haykırışla sıçradı. Başını geri çevirdi. Genç bir adam, parmağını attan sarkan prensin eline doğrultmuştu.
Köylünün sesi yükseldi. Kimi yalan olduğunu iddia ederken kimi çoktan dizlerinin üzerine çökmüştü. Hüma atın ipini bıraktı. Hala dimdik karşısında duran adama bakarak pelerininin başlığını indirdi. Gürültülü atışmalar bıçak gibi kesildi. Yeşile çalan gözleri adamın gözleriyle buluştu. Hala ona şüpheyle bakıyordu. Elini kaldırdı. Geri sıyrılan elbisesi parmağındaki yakut yüzüğü açığa çıkardı.
Adam “Prenses!” diyerek dizlerinin üzerine çökünce rahatladı. Bir an önce buradan çıkmak istiyordu. Elini indirdi. Atın ipini tekrar tutarak ilerledi. Önünde durmaya devam eden adamlar, ellerinin üzerinde yana kaydılar ama doğrulmadılar. Daha fazla zaman kaybetmeden yola devam etti.
Köydeki son evin önünden geçene dek hiçbiri ayağa kalkmamıştı. Nhamo’nun savaş sözleri aklına düştü. O zaman tamamen saçmalık olarak gördüğü kelimeler şimdi çok daha anlamlıydı. Bu kadar insanı sefil halde bırakmak yerine bir kişiyi feda etmenin daha anlamlı olabileceğini düşündü.
“Bunu senin yaptığını düşünüyorlar”
Nefes nefese ona yetişen berrağa “Neyi?” diye sordu.
“Güneşin seni izlediğini söylüyorlar”
Haklılardı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 686 Okunma |
105 Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |