
“Toprağın kuruduğunu da fark edecekler”
Onun kendi kendine konuşmasına izin vererek başını örttü. Dikkatli olması gerekiyordu. Tekrar girdikleri ormanı geçtiklerinde çok daha fazla insanla karşılaşacaklardı. Buna askeri birliklerde dahildi.
“Ne kadarda şefkatlisinnn!..”
“Sessiz olmalısın.”
Sert sesinin onu kırdığını hissetse de bunu telafi etmek istemedi. Ona ne kadar yumuşak davranırsa o kadar çok konuşuyordu.
“Sadece istediğim kişiler beni duyabilir”
“Biliyorum”
“O zaman neden izin vermiyorsun?”
Ne zaman pes edecekti?
“Çünkü dikkatimi dağıtıyorsun!”
İkazı gibi sertçe durdu.
Berrağın “Ama...” diye başladığı sözleri, gürültüyle önüne düşen askerin kılıcıyla kesildi. Boynuna dayanan keskin kılıcın önündeki tek engel, pelerinin kalın kumaşıydı.
Askerin keskin çene hatlarını süsleyen kirli sakalları köylüler gibi kir içindeydi. Koyu gözlerini yüzüne dikmiş ve kıpırtısız duruyordu. Biraz sonra, adamın arkasına düşen diğer askerleri gördüğünde gerçekten de dikkatinin dağınık olduğunu kabul etmesi gerekmişti.
“Kıpırdama!”
Uyarı dolu sesi, gözleri kadar soğuk ve temkinliydi. Dediğini yaparak sessizce bekledi. Askerlerden biri ona yaklaşarak atın ipini elinden aldığında dahi kıpırdamadan adama baktı.
“Bu kılıçları nereden buldun?”
Attan sarkan kılıçlara yan gözlerle bakarak omuz silkti. Bunu bilemezdi değil mi?
“Hangi ailedensin?”
Cevap vermedi. Sessiz kaldıkça sinirlenen asker “Mührünü göster!” diye bağırdı.
Elini yavaşça kaldırdı. Asker henüz kılıcını geri çekmemişti. Elinin sırtını çevirdiğinde önce şaşkın gözlerle yüzüğe bakmasını ardından karanlıkta kalan yüzünü incelemesini izledi.
“Prenses Güney Celn’de” dese de sesinde tereddüt vardı. Kılıcını yavaşça indirerek eline uzandığında geri çekildi.
“İzin verin inceleyelim”
Tavırları artık daha resmiydi. Parmağından çıkardığı yüzüğü yavaşça avucuna bıraktı. Kalın parmaklarıyla yüzüğün taşını kaldırıp, “Prensesin mührü” diye mırıldandı. Dizlerinin üzerine çökerek selam verdiğinde diğerleri de onu izleyerek hızlıca diz çöktü.
“Kalkın”
Hüma, sesinin sert çıkmasına özen gösterdi. Her dakika yollarını birilerinin kesmesine izin veremezdi.
Asker yüzüğünü peleriniyle temizleyerek uzattığında yakutu parmağına taktı.
“Size eşlik edelim”
“Gerek yok!”
“Prens iyi görünmüyor”
Cevap vermeden bekledi. Onunda yüzüğünü görmüşlerdi. Yardımını reddettiği her saniye ondan daha fazla şüpheleneceklerdi. Pelerininin başlığını indirdi. Eğer prensese bu kadar çok benziyorsa riske girmeye değerdi.
Ona hayran gözlerle bakarken dudaklarında cılız bir gülümsemenin oluşmasına izin verdi. Adam sertçe yutkundu. Üzerindeki tüm şüpheleri yok etmişti.
“Size eşlik edeceğiz” diyerek başını eğince onu tekrar geri çevirmedi. Belki de bu yollarına çıkan engelleri kolayca geçmelerini sağlardı.
“Atları getirin!”
Yaklaşık altı tane adamı vardı. Böylesine küçük bir birliğin burada ne işi olduğunu merak etse de sormadı. Yaralı prensin yanına giderek kısrağın ipini askerin elinden aldı. Dönüşümünü onların yanında geçirmemesini umsa da bunun gerçekleşmemesi için bundan daha fazlasını yapması gerekecekti.
Üç tane atla birlikte dönen iki adama bakıp, kısrağın ipini çekti. Bir an önce yola koyulmaları gerekiyordu.
“Bunu kullanın” diyen ve beyaz atı ona uzatan askeri, başını iki yana sallayarak geri çevirdi. Yürüyecekti. Bu onu yavaşlatacak olsa da insanların, onun toprağı kuruttuğunu fark etmesini engelleyecekti.
“Ayaklarınız...”
İtirazını elini kaldırarak durdurdu.
“Böyle devam edeceğim”
Şaşkın gözlerine daha fazla bakmadan başını örttü. Çıplak ayaklarından bedenine sızan su taşıdığı yükü her saniye daha da arttırıyordu. Ne kadarını kaldırabileceğini merak etse de sona gelmeden bundan kurtulması gerektiğini biliyordu.
Yanında yürüyen berrak artık sessizdi. Suçunu anlayarak boynunu eğmiş olmalıydı. Fısıldadı:
‘Sonunda beni anladın’
Berrak onu duysa da konuşmadı. Rahatladı. Bu huzurlu sessizlik uzun sürmeyecekti. Bu fırsatı düşünerek değerlendirmeliydi. Ancak arkasından atları çeken üç adamın varlığıyla omuzları düşünemeyecek kadar gerginleşmişti. Onun ata binmiyor oluşu, onlarında yürümeyi tercih etmelerine neden olmuştu.
Rahatsızca soludu. Günler sürecek yolculuklarının nasıl sonlanacağını merak ediyordu. Geleceği göremiyordu. Nasıl bir yol izlemesi gerektiğini bilmiyor, kaçamayacağı kadar hızlı gelen savaşta kimin yanında olması gerektiğini kestiremiyordu.
Kuzgunların karşısında olduğu sürece her şeyin yoluna gireceğini düşünmüştü. Ancak onlarında bir zamanlar kurban olduğunu öğrenmek bütün bildiklerini değiştirmişti. Bunda en büyük pay, onu kraliçeden koruyan kuzguna ait olsa da hala onun yanında durabileceğini düşünmüyordu. Kuzgun onu kullanmak istiyordu. Anladığı kadarıyla ulaşmak istediği şeye giden tek yol Hüma’dan geçiyordu. Bu nedenle ileride onunla tekrar tekrar karşı karşıya gelmesi gerekecekti.
Ayaklarının altında parçalanan çürümüş dallar gibi sessizce onu izlemeyi sürdürdüklerinde gevşedi. İnsanların yanında eskisinden daha rahat hissediyordu. Biliyordu ki bunun sebebi prensesin kimliğini üstlenmiş olmasıydı. İnsanlar kendilerinden olanları ayırmadığı için bir süre daha bu rahatlıkla yoluna devam edebilirdi. Ancak Lindiwe’in kimliği altında çok uzun yaşayamayacaktı. Saraya ulaştığında prensi ailesine teslim edecekti. Normalde böyle bir adım atmayacak olsa da Nhamo için... kuzgunların karşısında olmak için bu yolu seçmişti.
Nhamo’nun -tüm bunları yaşamasına sebep olan adamın- hayatta olup olmadığından emin değildi. Ona olan kızgınlığı, içindeki kuzgunu öldürdüğünde geçmişti. O, sadece kardeşini kurtarmak istemişti. Asıl suçlu onlardan gerçeği gizleyen dayısıydı. Bu tedbirsizlik ailesinin sonunu getirmişti.
Ormandan çıkarak indikleri ağaçsız tepenin ardından ikiye ayrılan patika yollara baktı.
“Sağdan”
Yanına gelerek atıyla birlikte yürüyen askere seri adımlarla eşlik etti.
“Neden döndüğünüzü öğrenebilir miyim?” diyerek konuşma girişiminde bulunduğunda “Hayır!” dedi.
“Haddimi aştım”
Boynunu eğerek hızını arttıran adam, önüne geçti. Onu koruma amacıyla bunu yaptığını bilse de huzursuz hissetti. Saatlerdir arkasında yürüdüğü için kuru toprağa basmıştı. Ancak şimdi çamurdan kat kat olmuş kuru çizmeleri, yaş toprağa girip çıkmaya başlamıştı. Duraksadığında ve başını geri çevirerek onu izlediğinde gözlerini kaldırarak bulutlara baktı. Ne olduğunu hemen çözemeyecek olsa da ondan şüphelenecek kadar zekiydi.
Kılıç sesleri ve haydutların naraları, henüz çıkmaya başladıkları tepede yankılandı. Gözlerini indirdi. Kuytulardan çıkan adamlar üzerlerine doğru koşuyordu.
“Hırsızlar!”
“Prensesi koruyun!” diye bağıran asker, atını bırakarak kılıcını çekti. Hüma, kısrağın üzerindeki ikiz kılıçlara baktı. Prense aitlerdi ama şu an için onları ödünç almaktan başka şansı yoktu. Onlara saldıranlar üç tane askerin başa çıkamayacağı kadar kalabalık bir gruptu.
“Ona yardım edin” diyerek yüzünü geri döndü. Başında bekleyen iki askere bakacak zamanı yoktu. Kılıçları eyerden çözmeye başladı.
“Sizi korumamızı istedi”
Korku dolu sesiyle ona karşı çıkan askeri görmek için başını kaldırdığında daha sakalları bile terlememiş bir çocukla karşılaşmayı beklemiyordu. Belki de burada kalması daha doğru bir seçim olacaktı. Kısrağın ipini eline vererek “Kardeşimi koru” dedi. Hızla başını sallayınca kılıçları çözdü. Neyse ki yanındaki diğer asker, çocuğun aksine daha deneyimli ve rahat görünüyordu.
‘Onunla kal’ diye fısıldadığı berrağa bakmadan sırtını döndü. Beş adamı birden geri tutmaya çalışan askerin yanına koşturdu. Ancak askere ulaşmadan önce ona doğru gelen dört tanesiyle karşılaşması gerekmişti.
İrilerdi. Yokluk içinde çırpınan köylünün aksine ete dolgun vücutları ve bir tık daha temiz görünen kıyafetleri vardı. Kahkahalar içinde üzerine koşan adamın yaklaşması için durdu. Aralarında sadece bir adım varken onu kolay lokma olarak gören adam, kılıcını kenara atarak üzerine atıldı. Sağa kaydı. Sol elindeki kılıç geniş ve dolgun göbeğini yararken yutkunması gerekmişti. İlk kez bir insanla karşı karşıya gelmişti ve bu savaş, kuzgunları öldürmek kadar rahatlatıcı değildi. Aksine oldukça rahatsız ve suçlu hissetmesini sağlamıştı.
Acıyla yere serilen adam, kan kusarken kısa kılıçtan damlayan kana baktı donukça. Diğer üçü arkadaşlarının uğradığı azizliğe uğramamak için yavaşlamış ve kılıçlarına daha sıkı sarılmışlardı. Önünde savaş veren askerin kolunu sıyıran kılıç güneş ışığını gözüne yansıttığında aynı anda askerin kafasına yönelen kılıcı engellemek için sağ elindeki kılıcı fırlattı. Döne döne ilerleyen kılıç, havaya kalkan kolu kesip attı. Hırsızların durduklarını gördü. Kısık gözlerindeki cesaretin aksine yürekleri korku içindeydi.
Adam kesik koluna sarılarak haykırdı. Arkadaşları onu bırakıp geri çekilmeye başladı. Hüma, elindeki kılıcı döndürdü. Birinin içindeki açlık, biraz önce fırlattığı prensin kılıcını alarak kaçmasına neden olmuştu. Sol elindeki kılıcı sağ eline geçirerek savurdu. Açgözlü adam, sırtına saplanan kılıçla yüzüstü düşerken çaldığı kılıç sola fırladı.
Korkaklar diye geçirdi içinden. Yaralı arkadaşlarını arkalarında bırakmışlardı. Yorgun asker yaralı kolunu tutmuş, onu izliyordu. Şaşkın değildi. Gözleri hayranlık ve saygıyla doluydu. İlerledi. Aç gözlü adamın sırtına basarak kılıcı çekti. Üzerine sıçrayan ve ayağına bulaşan kanın verdiği rahatsızlıktan kurtulmak için çabucak yerdeki kılıcı da aldı. Ardından atının yanına döndü.
Prensin başında titreyen asker onun gelişiyle birlikte geri çekildi. Hüma korkularının tadını damağında hissediyordu. Kanlı kılıçları pelerininin eteğiyle temizleyerek eyerdeki yerine taktı. Yaralı adamların sesleri, eti yaran kılıcın sesiyle kesildi. Asker işlerini bitiriyor olmalıydı. Arkasını dönmek için acele etmedi. Bu rahatsız edici histen bir an önce kurtulması gerekiyordu.
‘Yarası derin’
Berrağın sakin sözleri, yüzünü yaralı askere dönmesini sağladı. Gergin yüz hatlarına baktı. Acısını geçirmek için dişlerini birbirine bastırmış, sıkıyordu. Onlardan uzaklaşan atını almak için sola doğru yürümeye başlamıştı. Adımlarını ona yönlendirerek ilerledi. Atını alarak geri döndüğünde karşı karşıya gelmişlerdi.
“Bir bakayım”
Koluna uzandığında geri çekilmesini göz ardı ederek yaklaştı ve kolunu tuttu. Omzundan desteksizce sarkan kolu, kan içinde kalmıştı. Hızla akan sıvı parmaklarından yere damlıyordu. Yırtık kıyafetini aşağı çektiğinde gördüğü yara nefesini kesti.
“Kahretsin!”
Dudaklarından firar eden çıkış, askerin “O kadar kötü değil...” diyerek acı acı gülümsemesine neden oldu.
Hüma, başını kaldırarak gözlerine baktı. Sabit bakmıyordu. Müdahale etmezse birazdan kendinden geçecekti.
“Evet tabi!”
Avucunu kanayan yaraya bastırdı.
“Bu, aramızda kalsın”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 686 Okunma |
105 Oy |
0 Takip |
39 Bölümlü Kitap |