12. Bölüm

12

Elif Büşra Arslan
ekalinea

 





















 


 


 

İkinci kitaba hoş geldiniz. Bu kitabımız, serinin son kitabı. Bir aksilik olmazsa yine 10 bölüm civarı olur.

Sizden ricam tiktok kullanıyorsanız @aperioo isimli hesaba destek olmanız çünkü seriye uygun resimler bulup/yapay zekaya tasarlatıp içerik üretiyorum. Daha fazla kişiye ulaşmamız için siz de gelin... Yorumlarınızı her yerde okurum.

Satır arası yorumlarınızı ve yıldızlarınızı bekliyor olacağım😭

Dilerim, okuduğunuz her satırdan keyif alırsınız. İyi okumalar. Sevgiyle kalın.-Büşra

 

SİMA

SİMA

DARİEN

DARİEN

KAİSEL

KAİSEL



















YAN SİMA 2

KARLAR ÇİÇEK AÇTIĞINDA















12







 

DARİEN'İN ANLATIMINDAN

"Bir hayatı yaşıyorsan eğer, o hayatı kutsamayı bilmelisin." Demişti saraydan biri, yanımda durmak isteyen diğer herkes gibi karanlığa gömülmeden önce.

Beni korumak sırayla elimi tutan herkesin hayatına malolmuştu ancak hiçbiri de gözlerini yumarken pişman değildi. Gözlerinde görmüştüm pek çoğunun ancak anlamamıştım. Ölen bir kadının dışlanan çocuğuna bu kadar bağlı olmaları, bir türlü zihnimde doğru yere oturamamıştı.

Darien De Karilya.

Soyadından başka hiçbir şeyi olmayan piç. Lanetli dedikleri kan damarlarında akan çocuk. Yaşamaması gerekirdi en başında, var olması bile hata. O kahrolası soylular böyle bahsetmiyorlar mıydı benden? O halde neden, neden benim için hayatlarını kaybeden onlarca insan vardı? Nasıl olur da bir an olsun pişmanlık duymazlardı?

"Senin annen sarayda bir cariyeydi Darien ancak unutmamalısın, basit bir kadının ötesinde, olabileceği her şeydi aynı zamanda Karina." Demişti Lalatina. Annemi tanıyan ve sevgiyle bağlı olan hizmetçilerden biriydi. Annem gözde bir kadınken onun yanında olup ona yardım etmiş, söylediğine göre hayatında tanık olabileceği en şefkatli yüreği tanıma şerefine de bu şekilde nail olmuştu.

Karina Delarose. Cariye olarak gelmeden önce Karilya'nın kalabalık sokaklarında dansçılık yaparmış. Kral, kılık değiştirerek dışarı çıktığı bir günde, kuzguni saçları rüzgarda salınan annemi görmüş. Gülümseyişini.

Annem bilseymiş hayatının o gülümsemeden sonra her şeyin değişeceğini, yine de kıvırır mıymış dudaklarını? İsmimi koyan o olmuş ve beni kollarında fazla tutamamış ancak Lalatina'ya göre, o gün en can alıcı gülümsemesini sunmuş bana. Oğluna karşı, var olabilecek en sevgi dolu gülümsemeymiş bu.

Karina Delarose'nin lanetli değil de biricik oğlu. Kulağıma böyle fısıldamış o gün. Biricik oğlum. Son sefer olmuş bu. Bilseymiş, yine de der miymiş aynılarını?

Kendimi kandırmaya ne gerek vardı? Derdi.

Onu tanımamış, görmemiştim. Kaisel portesini yaktığından beri zar zor aklıma getirmeye çalışıyordum yüzünü ancak gittikçe siliniyordu. Tüm bunlara rağmen, Karina Delarose'nin aynı seçimleri bir daha yapacağını biliyordum çünkü anlatmışlardı. O kadının sevgisi sadece insanlara ya da karşısına çıkan hayvanlara değildi. Onun sevgisi hayata geldiği bu dünyayaydı. Yaşamayı, yaşamın kendisini seviyordu ve dudaklarından çıkan son sözü de oğlum olmuştu.

Anlamamıştım çünkü bir cariye olarak saraya getirildiyse eğer, başına gelecekleri çok iyi biliyor olmalıydı. Her zaman tetikte durmalı, her zaman ihanete karşı etrafını gözlemeliydi ancak hayır, o etrafındakilere güvenmeyi tercih etmişti ve o güven benim hayatta kalmamı sağlamıştı, bir şekilde.

Annemi hiçbir zaman anlamasam bile sevginin varlığına bu şekilde inanmıştım. Sevgi insanı yaşatıyordu. Benim durumumda hayatta kalmanın başka açıklaması yoktu ancak benim etrafımda sevgi aynı zamanda insanları öldürüyordu.

Natilda, Sarfin, Zirami, Ayvin ve Savianna ile Lalatina. Benim yüzümden ölmüşlerdi. Benim için. Fazlası da vardı ancak asla acısı azalmamıştı. Dört yaşındayken Natilda bana saplanacak bir bıçağın önüne siper olmuş, o gün tüm saray sessizliğe boğulmuştu. Senin suçun değil, demişlerdi. Natilda anneni sevdiği kadar seni de sevdi, Prens'im. Bu onun seçimiydi.

Bu onun seçimiydi ve onu ölüme götüren bu seçimin altında yatan yalnızca söz konusu olan sevgiydi. Koşulsuz sevgi. İnsana her şeyi yaptırabilecek o sevgi.

Bana hayatta kalmamı sağlayacak her türlü yöntemi öğretirlerken sevginin insana nasıl da hayat verdiğinden bahsetmişlerdi ancak aramızdan birinin cenazesi ne zaman kalksa o sevginin nasıl da insanın ışığını söndürdüğünden kimse bahsetmemişti. Kendi kendime görmek zorunda kalmıştım. Her sikik seferde.

Sessizliğin çok şey anlattığını öğrendiğim zamanki gibi. Herkesin simsiyah giyindiği kahrolası cenaze törenlerinden birinde, öylece.

Savianna, Lalatina'nın kızıydı. Ana sarayda olmadığımızdan ve İmparator burada olup bitenleri zerre kadar sikine takmadığından, hizmetliler almaları gereken parayı ya eksik alır ya hiç almazdı. İmparatoriçe'nin işlerinden biriydi. Yemekleri bu yüzden hepsiyle beraber yerdim ve hepimize yettiği de yoktu. Çoğu sefer hepsi yemeklerinden bölüp benim önüme koyar ve çoğu gün birçoğu aç uyurdu. Bana anlattıkları hikayelerden, ve ailenin değerinden bahsettikten sonra. Biz bir aileydik. Bir de kanla bağlandığımız aile vardı. Normal şartlarda koşulsuz sevgimizi en başında sunmamız gereken aile. Bunun için Anfia hiçbir zaman benim nefretimin hedefi olmamıştı.

"İmparatoriçe'nin kızı olsa da, o senin kardeşin Darien. Öz kardeşin. Annen asla onu düşmanın olarak görmeni istemezdi. Yapabilirsen eğer, elini uzatmalısın ki ilerde ona, bu nefret döngüsünün içinde kalmayın ikiniz de. Kurtarın kendinizi." Bunları söyleyen Savianna'ydı. Benden yedi yaş büyüktü ve kardeşliğin ne demek olduğunu da ondan öğrenmiştim çünkü her zaman bir abla gibi yanımda durmuş, bazen benim uyuduğumu sansa da 'iyi uykular, kardeşim.' Diye fısıldamıştı kulağıma. Duymuştum.

Tatlı sevmediğimi bildiğinden değişik şeyler dener, eline yüzüne bulaştırdığında ise kocaman kahkahalar atardı. Sesini anımsayamıyordum artık. Gülümseyen gözlerini de. Şefkatle kısılan sıcak kahve harelerini, her zaman yukarı kıvrılan ince dudaklarını ve solgun tenini. Bir bütün olarak yoktu zihnimde artık ancak unutamazdım, hayatı nasıl sevdiğini ve yaşama nasıl değer verdiğini. Karina Delarose gibi.

Yaşadığın hayatı kutsamalısın ablacım, demişti evet. Pek çok deli saçması şey mırıldanırdı ancak bu söylediğiyle beraber duraksamış, anlamazca tatlı kahve gözlerine bakmıştım. Bir hayat nasıl kutsanırdı ki?

Etrafımdaki herkesin hayat ışığı bir bir sönerken, kutsanacak bir hayat yaşayamayacağımı biliyordum. Belki dedikleri gibi sikik bir lanete sahip değildim ancak benim yürüyeceğim yol bir azizin yürüyeceği yol da değildi. Büyüdüğüm saray her gün başka birinin kanına bulanıyordu. Her gün, o ışıklar biraz daha kararıyordu.

Savianna kutsanacak bir hayat yaşamamı bana öğütledikten iki gün sonra ölmüştü. Bana getirilen bir yemeği denerken. Zehirdi. İnsana kan kusturacak bir zehirdi. Gözlerimin önünde nefes nefese kalmış, ben doktor getirin diye ağlayıp çaresizce bağırırken beni ondan uzaklaştırmışlardı. Gelen yemeklerin zehirlenmiş olması alışılmadık değildi ancak kayıplar her zaman düştüğü yeri yakıyordu. Gözlerinin sıcak tonu donuk bir hal almış, düştüğü yerde ağzından sızan kanla öylece donmuştu hayatı. Sevdiği ve her gün kutsamaya çalıştığı hayatı.

Yedi yaşındaydım, ancak imparatorluk sarayını ellerimle yakmaya and içmiştim.

Çok değil, birkaç gün sonrasında kızı öldüğünden beridir sessizliğe bürünen Savianna'nın annesi Lalatina, kilerde kendini asmıştı. Yüreği kızının acısını kaldıramamıştı.

Düşünüp durmuştum. Her kahrolası gece, aklımda aynı sorular çınlayıp durmuştu. Bu benim değer verdiğim birini ilk kaybedişim değildi ve etrafımda bulunan herkes için hayat ince bir çizgideydi. Böyle bir hayat verildiyse bana, yaşamı kutsamak için ne yapabilirdim? Canım uğruna canını verenlerin ruhu nasıl rahat edecekti? Saymamıştım bile. Hiçbirini basit sayılara indirgemek istemezdim. Savianna'nın yaşama sevinciyle parlayan kahve gözleri ve Lalatina'nın kızı için atmayı bırakan kalbi kahrolası sayılardan ibaret değildi.

Ancak nasıl huzura kavuşurdu ruhları, doğru cevap beni bir türlü bulmamıştı. İntikamla mı? Alınacaktı. Sadece İmparatoriçe değil halkına kan kusturan o İmparator da öyle bir can verecekti ki ellerimde tarihin tozlu sayfaları bile yazmayacaktı onu. Yazdırmayacaktım. Buna hiç şüphe yoktu.

Ancak Savianna'nın annesi, kendini asmadan bir gün önce benimle bahçede otururken Darien, demişti. Gidenler ancak sen mutluysan huzuru bulacaklar. Unutmamalısın asla bunu.

Kahrolasıca büyük bir yüktü. Önce hayatı kutsamak ve sonra mutluluğu bulmak. Çok anlamsızdı çünkü ancak öfkem dinerse, mutluluğun peşine düşebilirdim ve ancak kan dökenlerin kanı döküldüğünde, öfkem dinecekti. O zaman da başından itibaren kana bezenmiş bir hayat nasıl kutsanırdı tartışılırdı. Bazı hayatlar kurtulamazdı. Bunu hiçbiri görmemişti.

Böyle düşünmüştüm.

Sima'ya kadar.

Sima... Siktiri boktan basit kelimelerle tarif edilecek bir kadın değildi. Daha en başında hayatımı alt üst edeceğini anladığım kadındı. Evlilik mektubu elime ilk geçtiğinde. O mektupları yazanın hayatımı değiştireceğini hissetmiştim ancak değişecek olan şeyin sadece karanlıkla örülü bir hayatın kutsanması olacağını, asla öngöremezdim. Sima da asla öngörülebilecek bir kadın olmamıştı zaten.

Öylece Batı'ya gelmiş, hiçbir zaman cam mavisi harelerindeki yoğun ilgiyi saklamaya çalışmamıştı. Ne zaman ona onun gibi karşılık versem mermer gibi duran pürüzsüz beyaz teni kızarır, çok kısa bir anlığına gözlerini benden kaçırsa da sonra inadına daha dikkatli bakardı. Dudaklarını birbirine bastırması gülümseyişini saklamak isteyişindendi. Kaşlarını hafifçe çatışı, o keyifli ifadesini bastırmak için. Duyguları çoğu zaman yüzünden açık bir kitap gibi okunabiliyordu. Mutlu olduğunda gözleri parlak yıldızlarla kaplanıyor, canını sıkan bir şey olduğunda fark etmeden derince iç çekip parmaklarıyla oynuyordu. Huzursuzken sık sık kar beyazı kirpiklerini kırpıyordu ve sinirlendiğinde kulakları kızarıyordu.

Yine de bazen öyle anlar oluyordu ki, ne düşündüğünü anlamak imkansız hale geliyordu. Yüreğine düşen her duyguyu yüzünde yaşatan Sima, sanki varisi olduğu buzu ifadelerine kondurmuş gibi... Çok kısa oluyordu o anlar. O zamanlarda ne düşündüğünü merak etmek benim için artık bir rutindi. Pencereye kayan gözleri göğe çevrildiğinde neden duraksıyordu? Neden biri ona güzel bir şey söylediğinde en başta bu gerçek olamazmış gibi şaşırıyordu ve anlattığı o siktiğimin geçmişine rağmen yüreğini nasıl böyle tutmayı başarabilmişti?

Başta, böyle birisi var olamazmış gibiydi. Yani, nasıl inanılır olabilirdi ki? Sima dinsiz bir adamı kolayca meleklere inandırabilecek bir yüreğe ve hayat sevincine sahipti. En başta ondan şüphelenirken bile tüm göğün yıldızları gözlerine düşmüş gibi bakıyordu. Ay ışığı saçlarına dokunmuş gibi... Pek çok kez ona dokunmadan önce defalarca düşünmüştüm ve yüreğim hiç haberimin olmadığı soğuk bir korkuyla sarmalanmıştı. Dokunursam, onu incitebileceğim korkusu.

Oysa ateşe yürümekte hiç tereddüt etmeden gelmişti bana doğru. Kaderin sikik bir oyunuydu ancak sonra öğrenmiştim. Sima, dokununca kırılacak, hayata küsecek biri değildi. Hayatın ona oynadığı her oyuna rağmen gözlerinin içiyle gülümsemeyi başarabilecek kadar güçlüydü.

İşler nasıl bu noktaya gelmişti bilmiyordum ancak şimdi bildiğim şey Sima olmadan kalan tüm ışıkların da sadece söneceğiydi. Ardı sonsuz bir karanlıktı. Asıl o zaman, kurtarılamaz olacaktı bu hayat.

Sakladığı çok sırrı vardı. İstediği zaman dünyanın en iyi oyuncusuydu lakin dediğim gibi, bazen gözleri hiç yalan söyleyemiyordu. Getirdiği tatlıyı istemediğimi söylediğim zamanda dudakları soğuk bir tebessümle kıvrılsa da bakışları kırgındı. Saklamamıştı da kırgınlığını ve o ana döndükçe kendimi yumruklamak, göğsümden kalbimi söküp atmak istiyordum. Dayanılır bir şey değildi, Sima'nın kırgın olması. Onu benim kırmış olduğumu bilmek.

Bir sokak arasında saldırıya uğradıklarında ona döndüğüm ve yaralı olduğunu fark ettiğim anda olduğu gibiydi. Bebek mavisi gözleri, daha önce binlerce kez kırılmış da artık canı acıyamazmış gibi bakıyordu ancak biliyordum. Acımıştı. Ben yapmıştım.

Geçmişte onu incittiğim zamanlar beni her gece boğsa da her seferinde uyuyan sakin yüz hatlarına bakıp bir daha asla ona zarar gelmesine izin vermeyeceğime dair defalarca yemin ediyordum ancak yetmiyordu. Sima'nın kırgınlıkla parıldayan gözleri, azabın bambaşka bir seviyesiydi. Hiçbir siktiğimin gecesi aklımdan çıkmıyordu. Söyledikleri lanetin kanımda geziyor olabileceğine inanmak için bir sebepti bu ancak Sima bilmese de ben lanet olası bencil bir adamdım. Her şeye rağmen bu saatten sonra onu, yanımdan ayıramazdım. Haberi yoktu gün doğana dek onu izlediğimden. Daha onun deyimiyle sevgili değilken bile.

Önce onu izlemek alışkanlıklarım arasına girmişti, sonra o uyurken zihnimi sakinleştirmek. Üşüdüğünde parmaklarını avuç içlerine bastırması, benim aksime tatlıya düşkün olması ve yemek yerken aslında söylenenlerin yarısını dinlememesi, oturduğu cama üfleyip buhar yaparak garip ve anlaşılmaz şekiller çizmesi, bakışları ne zaman bana çevrilse aksi mümkün değil gibi gülümsemesi ve asla ardını düşünmeden hızlı hızlı konuşması. Gerçekten, aklından bir şey geçtiği anda onu hayata geçiriyordu. İkinci kez düşünmüyordu. Seni öpebilir miyim dediği andaki gibi. Donup kalmıştım ve o akıl almaz şekilde bunu istemeyeceğimi düşünmüştü. Kaç kez dudaklarına bakınca kendimi dizginlemek zorunda kaldığımdan habersizdi ve zaten onu öpmek de hayal edilebilecek her şeyin ötesiydi. Dudakları hafifçe soğuktu ancak her nasılsa güneş ışığına buse kondurmak gibiydi. Onları öpüşürken bile kıvırmayı başarmıştı.

Tanrı aşkına, zaten sadece gülümsemeli, gülmeli ve mutlu olmalıydı. Çok daha önce bir gülümsemesi için her şeyi yapabileceğimi hissetmiştim ve yanılmamıştım. Yine haberi yoktu. Bana o bakışlarıyla yaptıramayacağı tek bir lanet şey yoktu bu dünyada.

Başta sadece onu izlemenin yeterli olacağını düşünmüştüm. Çiçekleri toplarken kahkaha attığını pencereden gördüğümde, kitaplığın bir köşesinde dizlerini kendine çekmiş erotik romanları kocaman gözlerle okurken, sabah çıplak ayaklarla uykulu uykulu kalede dolaşırken, anlaşılmaz kelimeler mırıldanırken. Ancak bu en büyük yanılgımdı. Sima, bağımlılıkların en büyüğüydü. Ona yakın olmak. Tenini, nefesini, dokunuşunu ve gülüşünü yakından hissetmek. O gülüşün sebebi olmak gibi bir istek başta sadece kaşlarımı çatmamı sağlıyordu ancak bir kez benim için güldüğünü gördükten sonra geri dönüş olmadığını anlamıştım.

Sima anlattığı hayatının tamamında yalnızdı. Orospu çocuğu bir baba ve yüreği olmayan bir kadının ellerinde büyümüştü öz annesi gittikten sonra. O kansızın Sima'ya yaptıklarını düşünmek bile gözümü döndürmeye, onun dünyasına gidip adamı mezardan çıkarıp bir daha gömmek için yanıp tutuşmama sebep oluyordu. O adam öylece gelip geçen bir ölümü hak etmiyordu. Kendi kanında boğsam bile içim rahatlamazdı.

Diğer amın evladı ise Sima'nın ellerini yakmıştı.

Bunca zaman boyunca neden elleri söz konusu olduğunda titreyip sustuğunu merak etmiştim ancak ilk anda bile öğrenirsem bir şeyleri yakıp yıkmak isteyeceğimi biliyordum. Bunun için hiçbir zaman duymaya hazır olmamıştım. Zaten böyle bir şeye hazır olunmazdı. Cehennem, Sima'nın çığlıklarını duyup da yardıma gelmeyen o halkın başına çökmeliydi. Kafayı tırlatacaktım. Ayrı dünyalarda oluşumuza, ona yardım edemeyişime ve yalnız başına yaşadığı her kötülüğe... Hepsi bitmek bilmeyen bir acının, öfkenin parçasıydı.

Evet Sima, etrafında kalbinin karardığını söylediği kişilere rağmen yüreğini temiz tutmayı başaracak kadar güçlü bir kadındı ve ben o yüreğinde bana yer verdiği için dünyanın en şanslı piçiydim ancak onu böyle güçlü kalmak zorunda bırakan hayatını elimde olsa parçalara ayırır, Sima'nın da zihninden silerdim ve bir kez olsun onun dünyasına adım atabilseydim, o dünyaya kıyameti getirirdim.

Annesinden bahsetmişti Sima. Ona olan bağlılığıyla mavileri ışıldamıştı. Sanki bir kış gecesi gözlerine ay tozları düşmüş gibi. Kışın varisiydi ancak güneş ancak onun dudakları kıvrılırsa doğuyordu. Kanından buz akıyordu ama biri ona bakınca yalnızca alevler arasında kalmış gibi hissedebilirdi çünkü öylesine sıcak bir kalbi vardı Sima'nın. Sevgisini ve şefkatini sadece sözleriyle değil parmaklarının ucuyla, gözlerinin içiyle, dudağının kıvrımıyla hissettiriyordu.

Bu kadın bana, benim yanımda evdeymiş gibi hissettiğini söylemişti halbuki bir yuva olan ancak kendisi olabilirdi. Tüm bunların üstüne, bu kadının bir daha asla yalnız hissetmesine izin vermeyeceğime dair söz vermiştim ona yine bilmese de. İstese bile yalnız kalmamalıydı bu saatten sonra. Daha önce söylemiştim, Sima gülümsemek için yaratılmış bir kadındı ve gözlerine ulaşan o gülümsemesi asla kaybolamamalıydı.

Uykusu varken esnediğinde gözleri dolan Sima, kar yağmış gibi duran kirpiklerini kırpıştırırken defalarca kez kendime hakim olmaya çalışmıştım. İçimi kasıp kavuran o hissin Sima'ya zarar verecek olması çok olasıydı zira Sima oyuncu bakışlarla bana bakıp oradan oraya sekerken ve aklından çeşitli planlar geçirirken de beni sınıyordu, bilmiş bilmiş konuşup çeşitli renklerdeki elbiseleriyle çiçek toplamaya çıktığında da. O sikik çiçeklerden daha güzel olduğuna dair en ufak bir fikri olmadan taçlar yaptığında da, içi boş romantizm hikayelerini okurken de.

Bu dünyaya ait olmadığına inanmak her şeyden zordu çünkü varoluşunun başından beridir benim yanıma aitmiş gibiydi. Onsuz geçen yılların hepsi kayıptan başka bir şey değildi. Her şey ne farklı olurdu, yollarımız daha önce kesişseydi.

Yıllardan beridir öfkeni içimde tuttuğum, ortaya çıkması için doğru zamanı daima sabırla beklediğim ve bir şekilde kendimi zamansız hareket etmekten hep alıkoyduğum doğruydu. Bekledikçe öfke kanıma sızmış, zihnimde dönen planları defalarca kez o kana bulamıştı ancak söz konusu olan bir halk vardı. Batı halkı. Canları bana bağlı olan askerler vardı. Pervasızca hareket etmeyi göze almazdım. Hiçbir zaman almamıştım. Savaşlar elbette ki verilecekti ancak bunu kayıpları en aza indirgeyerek yapmak benim yazılmış kaderimdi. Batı bir de benim öfkemle kan ağlamayacaktı.

Böyle düşünmüştüm.

Sima'ya kadar.

Daha önce hiç hissetmediğim türde bir öfke damarlarımda kol gezerken ağlayan kadına ifadesizce baktım. Kolları iki yandan zincirlenmişti ve mahzenin ortasındaydık. Kadın canı için mi ihaneti için ağlıyordu belli değildi ancak gözlerindeki suçluluğa rağmen yüzünde pişmanlık belirtisi yoktu. Ölüme giden kapıyı çoktan aralamıştı lakin yolu acı dolu bir hale getirdiğine dair en ufak bir fikri de yoktu.

"İhanet." Dedim dudaklarım soğuk bir şekilde kıvrılırken. Chelsie kafasını kaldırdı ancak gözlerimin içine lanet bir saniyeden daha fazla bakamadı. Sabrımın sonundaydık. Geçen her bir saniye Sima evden uzaklaşıyordu. Her bir saniye, tüm imparatorluğu ateşe verme ihtimalim de büyüyordu böylece.

"İhanetin yalnızca bana olsaydı da affedilmezdin ancak sen Chelsie Agiliva..." Diyip duraksadığımda dilimi dudaklarımın üstünden geçirdim. Gözlerinin içi ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. "Sana değer veren bir kadına ihanet ettin." Diye devam ettiğimde, artık gülümsemiyordum. "Benim kadınıma, ihanet ettin." Chelsie'nin hıçkırıkları tüm mahzeni inletirken kafa hareketimile bileklerine bağlı olan zincirler gerildiler. "Y-Yemin ederim Lordu'm, başta onun kim olduğunu bile bilmiyordum. Yüzünü hiç şahsen görmedim. Bana ailemin başına birini diktiğini ve Leydi Meyza'ya eğer ulaşamazsa anında onları öldürteceğini söyledi." diye kısılmış sesiyle konuştu.

"Senin sebeplerin benim gram umrumda değil, Chelsie." Kafamı yana yatırdım. "Ben kafanı uçurmadan önce, bana bir ipucu ver."

Kafasını dehşetle iki yana salladı. "Ailemi öldürür!"

Elektrikler yumruklarımın etrafında titreşmeye başladığında kafası havaya kalktı ve yeniden gülümsedim. Gördüğü delirmiş bir adamdı. "Sen beni sanırım anlamadın." Dedim tok bir sesle. "Sima'yı bulmak için yapmayacağım tek bir şey yok, Chelsie." Dedim sakince ancak elektrikler gözlerimin içinde titremeye devam ediyorlardı. "Eğer bu, lanet aileni seni konuşturmak için öldürmem gerektiği anlamına geliyorsa, ikinci kez düşünmez bunu yaparım."

"Siz böyle biri-"

"İnan bana Chelsie, nasıl biri olduğumu bilmek istemezsin."

Chelsie bu sefer yüzüme gözlerini kaçırmadan baktı. Blöf yapıp yapmadığımı görmek istiyordu ancak gördüğü şey sadece kızarmış gözlerinin ferinin solmasına neden oldu. Anlamıştı.

"Kardeşiniz." Diye mırıldandı yorgun bir edayla. "Veliaht Prens Kaisel, bunu yapmamı istedi. İçimin rahat olmasını, ona zarar vermeyeceğini ve güvende tutacağını söyledi."

Yerimden kalktığımda Chelsie'nin ela gözleri kocaman açıldı. Muhafızlar bana döndüğünde ise kapının önünde bekleyen Callisto, içeri doğru ifadesiz bakış attı. "Sima dönene kadar yaşatmaya bakın sadece. Gelince bu kadına ne olacağına o karar verecek."

Sonrasında ise sadece ateşe tutulmuş barut gibiydim. Işınlanma parşömeni kullanmaları başta yüksek soyluları ve düşmanlarımı tek tek gözden geçirmemi sağlasa da tahminim de yanılmamıştım.

Sima'yı kaçıran Kaisel'di.

Siktiğimin tahtı için olmasa bile sırf bundan öldürecektim onu. Belki, sadece belki demiştim. Kaisel adam akıllı babasını neden oradayken devirip tahta geçmediğini, halkını iyi yönetebileceğini kanıtlamadığını anlatırsa sikik tahttan elimi çeker ve Batı'da kalırım. İntikam döngüsüne Anfia'yı dahil etmek zorunda kalmam. Onu ailesinden üç kişinin ölümüne birden mahkum etmem. Ancak Kaisel, her zamanki gibi el uzatmaması gereken tek şeye elini uzatacak kadar beyinsiz bir piçti. Yaptığı şey sadece uzattığı eline mâl olmayacaktı. Asla sadece eline sebep olmayacaktı.

Kaisel, ana saraya geldiğimde baş başa kaldığımız ilk an kardeşi olmadığımı söylemişti. Sakın aksini düşünme, demişti. Bunlar gereksiz sözlerdi çünkü onun gözlerindeki nefretin ve hırsın hiçbir zaman silinmeyeceğini daha karşısında dikildiğim ilk andan beridir biliyordum. Birimiz diğerinin ölümü olacaktı çünkü geçen zaman, Kaisel'i öldürmemek için tek engel olarak Anfia'yı bırakmıştı. Konu tahtın dışında bir rekabete dönüştüğünde, on yaşındaydım. Ölmekten beter etmiştik birbirimizi. Bıçaklarımızın boğazımıza dayanmadığı kavgamız yoktu. Kanımızın dökülmediği bir lanet gün hatırlamıyordum.

İşler ne zaman fiziksel acı çektirmekten ruhsal çizikler atmaya gelmişti tartışılırdı çünkü sözlerimiz her zaman buna yönelikti ancak eylemlerimiz buna kaymaya başladığında, kıyametler kopmuştu. Yapılan her hamlenin ardından gelen sinir krizleri ya da sessiz kalınarak daha sonra karşılık verilmiş ölümcül hamleler. Yine de itiraf etmem gerekirdi, beni Batı'ya yollamak o şerefsizin en iyi hamlesiydi. Sima'yı kaçırmak ise sonuncusu olacaktı.

Batı ordusunun neredeyse yarısı bölünmüş, imparatorluk mülklerinde şüpheli bir topluluk veya hareket bekliyorlardı ancak ulaşılması gereken çok fazla yer vardı. Kaisel lanet bir delikte bile olsa onu bulacaktım fakat zamanımız yoktu. Aklımı kaçırmama ramak kalmıştı. Dört gün geçmişti bile. Sima'nın kayıp olduğu, dört sikik gün. Sadece üç saat, ayakta kalabilmek için uyuyabilmiştim ancak onda da nefes aldığım yoktu. Sima'nın iyi olduğunu görmeden de alamayacağımı biliyordum. Aklımda gerçek Meyza'nın ölmüş olma ihtimali dolanıyordu. Eğer ölmüşse Sima da hayata fazla tutunamaz demişlerdi. Kahrolası bir şakadan farkı yoktu çünkü eğer Sima yoksa benim yaşamaya öylece devam edebileceğimi mi sanıyorlardı? Yirmi üç yıldan beridir ilk defa yaşadığımı hissettikten sonra mı? Sikeyim, hayır.

Kuzey askerleri, efendilerinin kaybolduğun öğrendiklerinde isyan çıkartmaya kalkmışlardı ve onlara, Sima'ya bir şey olmayacağını söylemiştim. Onu geri alacağımı. Ya olursa, demişti sik kafalı biri. Böyle bir ihtimal yoktu.

Olmayacaktı da.

Anfia ikinci gün yanıma gelmiş, Prenses Liberta'nın burada olduğundan ve yardımını esirgemeyeceğinden bahsetmişti. Kadının ne halt için burada olduğuna ya da ne amaçla yardım teklif ettiğine kafa yorabilecek zamanım yoktu. Zaten Sima'nın kaçırılmasıyla onun geliş tarihinin yakın olması bile beni işkillendirmeye yetiyordu ve kalede kalmasına izin vermekten başka bir halt yapmayacaktım.

Bir gün daha geçti. Beşinci gün.

Sima olmadan kalenin bomboş hissettirmesi bir yana yatak odasında bir dakikadan fazla durulmuyordu. Çiçeksi tatlı kokusu her yerdeydi. Sanki her an bir kapının arkasından çıkacak, uzun bir saklambaç oynaşımız da kendisi kazanmış gibi bir ifadeyle kıkırdayarak yanıma gelecekti. Sanki her an, gülümseyip sarılacaktı kızmamam için. Sikeyim. Tanrı'ya yemin olsun ki kızmayacaktım. Gözlerimin önünden mavi harelerinin içi parıldayarak gülümsediği anlar silinmiyordu ancak çok da geçmeden, Sima bir türlü önümde belirmediğinde, o görüntü kararıyordu. Suskunlaşıyor, ağlamamak için zor duruyordu ancak kafasını dik tutmayı asla bırakmıyordu.

Çünkü bırakmazdı, biliyordum.

Acılara her zaman dayanabileceğini söyleyen ve benim yanımda bile canı yanarken sarsılmamaya uğraşan nişanlımın düşmanın önünde mağrur durmasına imkan yoktu. Dökülen göz yaşları kadar bir düklüğü yakacağım gibi dökülmeyen yaşları için de birer şehri yerle bir edecektim bunun için.

O kaybolduğundan beridir kalede kimse gözlerimin içine bakmıyordu. Rapor vermesi gereken askerler dahil hepsinin başı yerdeydi ve zaten ben de kimseye nazik davranmaya uğraşacak kadar sabırlı değildim.

Kılıcımı belimdeki kabzasına sokarken diğer elimde Sima'nın verdiği gülünç derece pembe mendil duruyordu. Birinin kendisi, diğerinin ben olduğumu iddia etmişti işlemelerinin. Kaşla göz arasında, ne ara işleme yapmayı öğrenmişti de küçük elleriyle bunu yapmıştı fikrim yoktu. Yerimde fazla bile durmuştum. Batı'yı yönetme işini geçici olarak Anfia'ya bırakacak, gerekirse ülkenin her yanını kendi başıma karış karış arayacaktım. Anfia'nın bunun üstesinden gelebileceğini biliyordum ancak Callisto da onun yanında olacaktı, gözümün bir de burada kalmaması için.

Kapının dışından gelen arbede sesi, bakışlarımın ifadesizce oraya dönmesine neden oldu. Kapı çarpılarak açıldı. Anfia'yı uzak tutması için görevlendirdiğim iki muhafız yerde baygın şekilde yatıyordu ancak adımları içeriye düşen kişi Anfia değil, Prenses Liberta oldu.

Esanil'in saklı prensesi, kaşları çatık bir şekilde göğsü hızla inip kalkarken "Prens Darien." diyerek durduğu yerde reverans yaptı. Bunu yaparken bakışlarını çevirmedi. Doğrudan gözlerimin içine bakıyordu. Donuk bir şekilde onu izlerken Anfia koşturarak içeri girdi. Belli ki üst kattan buraya koşmuştu çünkü o da nefes nefeseydi.

"Kelleni küçük krallığına yollamamam için bana sağlam bir sebep versen iyi olur, Prenses Liberta." Saygı eklerini kullanmamam kaşlarının daha çok çatılmasını sağlarken gururlu bir ifadeyle çenesini kaldırdı.

"En son birinin kellesini bir saraya yolladınız ve şimdi durum ortada, Prens Darien. Yine de denediğinizi görmek isterim doğrusu..." Kafasını eğdi ve dudaklarından belli belirsiz bir gülümseme geçti. Siyah saçları örgülü bir topuz yapılmıştı ve nasıl tutturulduysa elmaslarla örtülü tacı, yerinden bir santim oynamıyordu. Meydan okuyan bakışları telaşsız bir neşeyle doluydu ancak beline asılı duran küçük hançerler bana fazlası olduğunu söylüyordu. "Çünkü buna gücünüz yetmez." Diyerek devam etti Liberta

Kaşlarım havaya kalktığında "Liberta!" Diye uyarır bir tınıyla bağırdı Anfia. Peşinden Callisto da odaya girdi. Kahrolası bir toplantı yapacaktık da uygun zaman olarak şu anı seçmişlerdi? Çünkü değildi. Çünkü sabrımın zaten sınırındaydık.

"Boş işlerle uğraşmak için doğru bir vakit değil ancak bir daha haddini aşarsan krallığının başlatacağı savaş sikimde olmaz. Tüm hanedanının çöktüğünü görene kadar durmam, Prenses." Söylediklerimden sonra Anfia'nın bakışları bu kez bana çevrildi ve kaşlarını çattı.

"Abi!" Diye neredeyse bağırır bir tınıda konuştu. Callisto ise bir şey demese de bakışları prensesin yüzündeydi.

Liberta birkaç adım ileri çıktı. Gözleri üstümde dolandığında uzun uzun belimdeki kılıca baktı ve kafasını yana eğdi. "Koruman gereken toprakları savunmasız bırakıp nişanlını bulmaya çıkacaksın, değil mi?" Belli ki saygı eklerini o da bırakma kararı almıştı. Çıkarımının doğruluğa herhangi bir tepki vermedim. Ciddice baktı bu sefer gözlerimin içine. "Onu gerçekten bulmak istiyor olmalısın."

Bu an, ellerimden çıkan elektriklerin hızla prensesin boğazına kadar gittikleri, ancak onu çarpmadan önce durdukları andı. Liberta'nın vücudundaki her kas gerilirken bunun haricinde irkilme belirtisi göstermedi ancak hançerlerinden birini sıkıca kavramıştı. Yürüyerek tam dibinde durduğumda, ifadesizce bana baktı. Anfia'nın öfkeyle bağırdığını ve Callisto'nun bir şeyler söylediğini duysam da lanet tek bir kelime bile anlamıyordum. Bakışlarım sadece kadının üstündeydi.

"Ne biliyorsun?" Diye mırıldandım sadece. Tek bir soruydu ancak eğer gerçek bir cevap vermezse öleceğini gözlerime baktığı an anladı. Tereddüt etmeyecektim.

"Bu işte parmağım yok. Meyza'yı bulman için sana gerçekten yardım edebilirim ancak şu elektrikleri boğazımın dibinden çekmezsen cidden düşman olacağız ikinci prens."

"Ona adıyla hitap edebileceğini sana düşündürten ne?" Diye sordum bu defa gözlerim kısılırken.

"Kendisi elbette." Dedi hiç korkmadan garip bir ifadeyle.

Ah, elbette kendisiydi. Sima, soyluluğun esası olan çizgilerden her an millerce uzaktaydı. Prenses onunla iki gün geçirmişti ve Sima'nın ona ne derecede yakın davrandığını Tanrı bilirdi. Elektrikleri soğuk bir ifadeyle kestiğimde bir adım geriye gittim. Yine de prenses gardını düşürmek yerine dik dik bana baktı.

"Buraya kadar Batı'yı ziyarete geldiğimi düşünmedin herhalde?" Dedi aksi bir sesle. "Nişanlını kaçıran Kaisel ise bu lanet resmi bir savaşı sayılır ve Esanil bu defa tarafsız kalamayacak. Destekleyeceğimiz varis sensin."

Callisto kaşlarını çatarak Liberta'yı izlerken Anfia'nın bakışları bendeydi. Kız kardeşimin gözlerinin altı günlerdir uykusuz kalmış gibi mosmordu ancak aynı rengi paylaştığımız gözlerinin içi nasıl oluyorsa ışıl ışıldı.

"Liberta, Sima'yı bulmamıza gerçekten yardım edebilir, Darien." Dedi Anfia, uzlaşmacı ve yorgun bir ses tonuyla.

"Bence Prenses önce neden kendi ülkesinin dahil olmasını gerektirmeyen bir konuda öne atıldığını ve Darien'i desteklemek istediğini söylesin." Bu sefer konuşan ben değil, Callisto'ydu.

Liberta hafifçe dönerek ona baktı.

"Çünkü ülkenizi yönetim şekliniz doğrudan olarak bizim topraklarımızı da etkileyecek. Aptal mısın sen?" Dedi Liberta da öfkeyle. "Karilya'da kaderine terk edilen tek yerin Batı olduğunu mu sanıyorsunuz? Topraklarınızın çoğu, buna bizim sınır komşusu olduğumuz şehirler dahil olmak üzere, açlıktan ve hastalıktan kırılıyor! Halk oran olarak soylulardan daha çok vergi ödüyor resmen. Yapılan kadın ve köle ticaretinin, uyuşturucuyla zehirlenen ve kullanılan çocukların, soyluların zimmetine geçirdiği paranın haddi hesabı var mı sanıyorsunuz? Buna dur diyen birisi olmalı. Ne toprak komşularımın ne de masum insanların öldüğüne, hayatlarının ışıklarının söndürüldüğüne şahit olmak istemiyorum ben."

Callisto kafasını yana eğdi. "Kaisel de henüz tahta çıkmadı. Onun tüm bunları tahta geçince düzeltmeyeceği ya da Darien'in imparatorla aynı yolda yürümeyeceği ne malum?"

"Batı yıllardır lanetli ormanlar yüzünden uzaktan gözetimimiz altındaydı. Değişimin farkında olmayanlar sadece söylentilerle kandırılan halk. Ve Veliaht Prens'te biraz olsun insanlık olsaydı çoktan ailesinin kellesini almış ve tahta geçmiş olurdu. Amacım kazananın yanında durmak değil, yanımda duranın kazanmasını sağlayıp bu işleyişi kırmak. Düzen değişmeli ve artık sabrım kalmadı."

Prenses, öfkeyle bana döndüğünde, düz bir ifadeyle ona baktım. Annesinin doğma büyüme Karilya'lı olduğunu ancak soylu değil de sıradan bir vatandaş olduğunu biliyordum. Karilya'nın üstüne düşme sebebi anlaşılırdı. Bir görünüp bir kaybolan casusların ise ana saraydan geldiğini varsaymış peşlerine düşmemiştim ancak belli ki işte prensesin de bir eli vardı. Anfia, bana dikkatle bakarken yürüdü ve başından beridir elinde olan haritayı çalışma masasına serdi. Masaya iletledim. Haritada pek çok yer işaretlenmiş ve yanlarına küçük notlar tutulmuştu.

"Mavi olanlar imparatorluk mülklerinin olduğu yerler. Hiçbir eksiği yok. Hepsini hatırlamak biraz sürse de tamamı burada." Dedi Anfia sert bir sesle. Bunun için uyumamış olduğunu gözlerine baktığım an anladım ancak bir şey dememem için dik dik bana baktığında haritaya döndüm.

Kağıtta işaretli yüzlerce mavi sikik nokta vardı. Liberta ve Callisto da masaya doğru yürüdü. "Kırmızılar?" Diye sordu Callisto.

"Sadece Kaisel'e ait olan mülkler."

"Doğu ve Batı tarafında tek bir imparatorluk askeri yok. Bundan da emin olabilirsiniz." Dedi Liberta.

"Casuslarının ülkemizin dört bir yanında olduğunu mu söylüyorsun?" Dedim sert bir sesle. Prenses Liberta dik dik yüzüme baktı ancak cevap vermedi. Bakışları haritaya döndü.

"Sadece Karilya'nın kuzeyindeki ve güneyindeki kırmızı noktalara öncelik verirsek bu çemberi oldukça daraltır" Dedi Callisto. "Tüm askerleri götüremesek de öncü bir birlik ışınlanarak ilerleyebilir. Elimizde buna yetecek kadar parşömen olmalı." Sözleri bana yönelikti. Kaşları çatıktı ve şimdi fark ediyordum ki onun da göz altlarında mor halkalar vardı. Kahve saçları darmadağınık, yeşillerinin içi ise kızarmıştı.

Sima'nın yokluğunun etkilemediği tek bir canlı yoktu. Şaşırılacak anı çoktan geçmiştik.

"Prens onu da ışınlanarak kaçırdı değil mi? Kaisel'in elini uzatabileceği ışınlanma noktalarına öncelik vermek en doğrusu olur." Dedi Liberta bu kez düşünceli bir ifadeyle.

"Destek vermek derken, tüm ordunuz bizim arkamızda mı olacak?" Diye sordum ifadesiz bir sesle. Prenses, ne düşündüğümü anlamak ister gibi bana baksa da sonunda kafasını onaylar anlamda salladı. Callisto bana bakıyordu. Anfia da öyle.

"O halde ordunuz bugün hazır olsun prenses." Dedim daha fazla uzatmadan kapıya doğru yürürken. "Sima'yı aldıktan sonra doğrudan tahtı da alacağız."

"Abi." Dedi bu sefer Anfia titrek bir sesle. Duraksayarak omzumun üstünden ona baktım. Gözleri dolsa bile ağlamadan çenesini havaya kaldırdı ancak dudakları titriyordu. "Ya Sima'yı alamazsak?"

Yeniden. Olmaması gereken o ihtimal.

Ya Sima'yı alamazsak.

Prenses'in bakışları bana kilitlendiğinde Callisto tek bir an gözlerimin içine baktı. Daha sonrasındaysa gözleri sımsıkı kapanmıştı çünkü şerefsiz herif, çok iyi tanıyordu beni. ilk andan beridir geri dönüşü olmayan bir yolun içindeydik.

"O halde oturup kaçınılmaz olanı beklemeliler. Ben tahtı üstündekilerle birlikte diri diri yakarken imparatorluk başlarına yıkılacak."

❄️

SİMA'NIN ANLATIMINDAN

Yaşadığımız dünya, ne siyah ne de beyaz.

Ya da dünya değil, bize sunulan yaşam tam bir renk taşımıyor bana kalırsa. Gerçi bunu benim söylemem biraz komik sanırım. Ne de olsa hayatı ne zaman acıya bulansa herkesi, her şeyi gri görmeye başlayan o kızım ben. Hayatı yokuş aşağı kaymaya başladığında ve yolun sonuna bile varamadan paramparça olduğunda, yaşamının kanın kırmızısına boyandığını söyleyen o kız. Gerçi, suçlu muydum ki bu şekilde düşünüp bu şekilde etrafa baktığım için? Hayatımın parçalarının ellerimi ve dizlerimi kestiğini hissetmiştim ve kesiklerin rengi her zaman acının kırmızısıydı. Babam bana kızılca kıyameti yaşatırken çocukluğumun başka neye bulandığına inanabilirdim ki?

Sadece acılarıma değil kafamda şekillenmeyen her şeye bir renk vermiştim o zamanlar. Kötülere siyah, acılara kırmızı, annemin gözlerine şefkat dedim. Kanımı aleve veren altın rengi bir çift gözse yuva oldu sözlüğümde, ben ne olduğunu bile anlayamadan. Ama birkaç adım geriye çıkıp baktığımda şimdi, yanıldığımı görebiliyordum. Annemin her zaman sevgiyle andığım güzel gözlerinin içinde neredeyse her zaman dile getirilmemiş bir acı yok muydu? Kendimi nereye kadar kandırabilir ya da kendi hikayemden kaçabilirdim? Vardı. Şefkatiyle iç içe girmişti ancak ben sadece birini görmeyi tercih etmiştim. Babam bana vurduğunda ve acı içinde yere yığıldığımda burnumdan akan kan acıya kırmızı dedirtmişti ancak o gün gözlerimin iliştiği pencerenin ardında masmavi bir gökyüzü vardı. Aynı göğe ellerimi kaldırarak ölmeyi umut eden de ben değil miydim?

Hiç bitmeyeceğini sandığım korkunç bir hayatın içindeyken bile her zaman etrafıma bakınmıştım. Bir çıkış noktası görür ya da bu hayattan sıyrılıp kendi gerçekliğimi yaratırım diye belki, bilmiyorum. Gözlerim her zaman akıp giden hayattaydı. İş çıkışlarında yaşlıların koluna giren gençlere, fırtınalı bir günde evinden çıkıp miyavlayan kediyi bulmaya gelenlere, öylece yürüyüp geçtiğim kaldırımda açan çiçekleri sulamaya çalışan küçük çocukları gördüğümde aynı tınıyla çınlamıştı kalbim her seferinde. Hepsinin adı umuttu. İnsanlığa karşı umut. Yaşama karşı umut. Bağırırsam beni kurtarmaya gelirler sandığımdan acıyla haykırdığım zamandaki umut. Bütün hislerimin arasına sızan, soldu dediğimde bile solmayan o umut.

Sevmenin rengi neydi bilmiyordum mesela ancak sevmek tek bir his değildi. Mesela Darien'e bakmanın bile içimi sızlatan tatlı bir acısı vardı ve o acı kırmızı değildi. Onu öperken hayatı gerçekten yaşıyormuş gibi hissettiğimde ve kalbim daha fazlasını alamazmış gibi geldiğinde tohumlarını bir türlü içimden sökemediğim umut yüreğimde filizler açtırıyordu. Gök mavisi değildi açan çiçekler. Her renkti çünkü sevmek neredeyse her hisle bütündü.

Her şey bu kadar iç içeyken yaşamımız ne beyaz olabilirdi ne siyah kısaca.

Anlamam çok uzun sürmüştü ve bunu inkar etmiyordum. Belki Meyza'nın buz kestiği yazılmış gözlerinin cehenneme düşmüş gibi yaşlarla parıldadığını anılarında gördüğümde belki bir azize olduğunu okuduğum Aileen'in çarpıkça gülümsediğini gördüğüm sırada... Emin olmak zordu ne zaman olduğunu ancak öğrenmiştim.

En büyük yanılgım içinde bulunduğum duyguların da durumların da sonsuza dek süreceğine inanmamdı benim. O sabahlar gelmeyecekmişçesine ağladığım gecelerin sonunda güneş doğmuştu ve elimi ölüme uzattığım bir gecede yeni hayatım başlamıştı. Hiçbir şey sonsuza dek sürmüyordu ancak işin kötü yanı, bu sadece bitmeyeceğini sandığın azaplar için geçerli değildi. Güzel hikayelerin de bir sonu vardı. Annem bana beni kurtaracağını söyleyip sonsuza dek gitmiş, ben evden kaçacağıma inanıp o adımı dışarı atmaya çalışmış ve Darien ile bir ömür yan yana olabileceğimize dair bir hayal kurmuştum zihnimin gerilerinde.

Şimdiyse ayrıydık ancak bu ayrılığın sonumuz olduğuna inanmak kendime ihanet etmekten farksızdı benim için. En acı zamanlarımda bile göğe dönüp her şeyin içinde bir mavilik bulmuşken gizliden gizliye, şimdi en kötüsüne mi inanacaktım? Bana Meyza benim bedenimde değilse ruhlarımız bağlı olduğundan çok yakında benim de ölebileceğimi anlatmışlardı ancak bu ölüm evden millerce uzaktayken, ben soğukta kalmışken olmamalıydı. Darien'in gözlerine son defa baktığımı bilmeden onu ormana yollamış olmayı ya da Anfia ile son defa atıştığımı bilmeden onunla alay ettiğimi ve habersizce kahkahalar attığımı kabul edemezdim. Daha Callisto'ya tam anlamıyla kendimi sevdirememiştim bile. Gerçek beni görmesi lazımdı ve gördükten sonra da beni Aileen'i seveceğinden çok daha fazla sevecekti.

Pişmanlıklarım olmadan gideceğimi kendime defalarca kez söylesem de zamanı değildi hikayeyi bitirmenin.

Chelsie'nin ihaneti yüzlerce kez dönüp durmuştu aklımda, tüm bu işin nerede sonuçlanacığını ön görmeye çalışırken. Sonrasındaysa ağlamaktan kendimi alıkoymuş, belki de böyle herkesten uzaktayken ölmenin daha iyi olacağına karar vermiştim. Sonuçta Darien, benim öleceğimi kabul etmenin yakınında bile değildi ve ben öleceksem de ona hayatı boyunca unutamayacağı bir acıyı hediye edip gitmeyi istemezdim. Şimdi soğukta kalmışsam ne olmuştu? Yaşamın gözlerimin içinden silinip gittiğini görmesini ondan önce benim kalbim kaldırmazdı. Anfia gidişimden sonra belki biraz bocalar, sonrasında unuturdu beni ve Callisto ise en fazla kısa bir vicdan azabı duyardı, değil mi? Hayatlarını onların yakınındayken sarsmayacaktım en azından.

Yedi yaşımdan sonra bir ömür kaçırmıştım ve sevgiyi bir daha kimsenin gözlerinde görememiştim annemden sonra lakin Darien benim kalbime bir ömre sığmayacak kadar sevgiyi kondurmuş, kaçırdığım yılları telafi edecek kadar mutluluğu onlar sayesinde kısacık bir zaman diliminde yaşamıştım.

Anfia, belki benden küçüktü ancak bana çoğu zaman asla sahip olmadığım ablam gibi hissettirmişti. Başta beni düşmanca karşılayıp hayatımı tehlikeye attığı doğruydu ancak ne fark ederdi? Çoktan affetmiştim onu. Kaşlarını çatıp durmasına rağmen o arkasına sığındığı kitaba bakarken dudaklarını hafifçe kıvırdığını fark ettiğimde ve abisininkilere benzeyen gözlerinin artık bana bakarken yumuşamaya başladığını gördüğümde, affetmemem de elde değildi zaten. Çocukluğu korkunç bir annenin avuçlarının içinde geçmişti ve babasıyla arası da iyi değildi hırçın kızımın ancak Tanrı'ya şükürler olsun Darien'le birbirlerini bulmuşlardı bir şekilde.

İçindeki o savaşçı ruhun ne kadar güçlü olduğunu ve neler yapabileceğini yalnızca hissedebiliyordum. Bu hayat onu yerde bıraksa bile Anfia muhtemelen dizleri kanaya kanaya kalkar, gerekirse onu yere düşüren hayatına bir savaş açardı. Saklamaya çalıştığı hassas kalbini ise Darien'in sonsuza dek koruyamayacağını biliyordum çünkü Anfia, iki abisinin arasında bırakılmıştı ancak hayatın tüm ışıltısının o kızın yaşantısını kutsamasını diliyordum.

O, bu savaştan da sağ çıkacaktı. İnanıyordum buna.

Upuzun, dilediği gibi özgürce yaşadığı mutlu bir hayatı olmalıydı.

Callisto ise beni hala pek sevmiyordu ancak artık yanımda eli kılıcının kabzasını sıkıca kavramıyordu. Hatta esprilerime soğukça baksa bile içten içe gülüyordu bence. Kırmaya çok yakındık bir şeyleri. Yarattığı karakterle değil kendisi olarak karşımdaydı artık. Darien'e olan bağlılığı bana bir oyun oynamasını sağladıysa da onu da affetmiştim. Tüm yüreğimle hem de. Bu konuda şakam da yoktu üstelik. Darien'e neden bu kadar bağlı olduğunu bana bir bir anlatmışken nasıl kızgın kalabilirdim ki? Bir ailenin göz ardı edilen, kovulan çocukları. Kaderleri bir doğrultuda aynıydı ve bu onları dost yapmıştı, kaybedeceklerini sandıkları bir savaşta.

Bir de... Darien vardı tabii.

Yüreğimin ritmini yeniden yazan adam. Başta onu anlatan her satır içime işlediğinden merakla yanına yanaştığım ancak sonra bana yeni bir gerçeklik armağan eden adam. Yaşadığımız durum neydi ve ben gerçekten Meyza'nın yansıması mıydım ya da okuduğum romanı bu evrendeki birinin yansıması mı yazmıştı bilmiyordum. Tek bildiğim şey Darien'in daha çatık kaşlarla bana baktığı ilk zamanda bile her şeyden daha gerçek hislerin yüreğimin duvarlarını sardığıydı.

Tek bildiğin bu mu gerçekten Sima?

Zihnimdeki fısıltıyı görmezden geldim.

Daha ne kadar kendi gerçeğinden kaçacaksın? Anlamadın mı? Adımını attığın her dünya-

Darien, asla aşırı bir adam olmamıştı. Kararları her zaman net ve sesi belli bir düzeydeydi ancak öfkesi, öfkesinin yanında cehennem ateşi yalnızca bir kar fırtınasıydı. Karşısına çıktığım andan beridir bana ruhumu görür gibi bakmış, geçmişimde açılan yaralarıma farkında bile olmadan elini uzatmıştı. Onun yanında kendimdim. Hayatım boyunca olmadığım kadar kendimdim hem de. On dokuz sene boyunca bana kişiliğimi yansıtmak için zaman tanınmamıştı. Her zaman çok çalıştığımı bilirdim. Para kazanmak için. Kendi hayatımı kurtarmak ve yeniden inşaa etmek için. Gerçekte nasıl biri olduğumu burada, onlarla birlikte görmüştüm. Kitap okumaktan başka neleri sevdiğimi, zalimlerden başka nelerden nefret ettiğimi burada görmüştüm. Darien beni benimle birlikte tanımış, benimle birlikte sevmişti ancak ben onu sanırım ilk andan beridir seviyordum.

Yani, nasıl sevmeyebilirdim ki? Okuduğum satırlar bir yana, Darien bir gündüz düşü gibiydi. Bazen yüreğime sığmayacakmış gibi geliyordu ona olan sevgim ancak her nasıl oluyorsa her geçen saniye büyüyen bu aşk, içime sığıyordu. İnanılmazdı.

Ve tüm bunlarla birlikte, olayların bu şekilde gelişmiş olmasını kabul edemiyordum asla. Her şeyin bu noktaya gelmesinin de, benim bu cehennemvari zihin kuytularımda taklalar atmamın da yalnızca bir sebebi vardı.

Kafam yolumuzdaki her bir taş ile arabanın duvarına çarparken sinirle gözlerimi kıstım. Bana bakan adamın tanıdık renkteki gözleri ise soğuk bir alayla kısıldı. "Yerinde rahat değilsin sanırım?"

"Yok." Dedim kafamı dikleştirirken. "Çok rahatım." Diye homurdanarak devam ettim. Ardındansa gözlerimi devirdim. Sarı gözler üstümde ilk defa gördüğü bir canlıyı izliyormuş gibi dolanırken "Belli oluyor." Dedi kaşlarını kaldırarak, eğlenir gibi bir neşeyle.

Akabinde kaşlarımı çatıp tip tip ona baktım.

"Cidden çok klişe." Dedim sonunda onaylamazca, karşımdaki adamın gözlerine bakarak. Kendimi tutamamıştım ancak ne yapabilirdim yani? Hadi beni alıp bu yük arabasının içine sokmuştu da kendi neden benimle birlikte binmişti? Başıma dikecek adam mı yoktu? Oradan bakınca çok tehlikeli biri izlenimini mi veriyordum ona? Ne saçmalıyorsun dercesine bana baktığında kafamı yana eğdim. "Kız kaçırmak nedir yani? Ben de kendimi fazla roman okuyor sanardım. Meğer burada kendini hikayenin kötü adamı sanan ucube tipler varmış. İnanılır gibi değil."

Kaisel, namı diğer Karilya'nın veliaht ve meşru prensi, sonlara doğru sesim oldukça kısılmış olsa da söylediğim her şeyi duymuştu. Duyduğu şeyle beraber ifadesizce ya da anlamazca diyebileceğim bir şekilde bana baktı. Yine de gözlerindeki o şeytani parıltıları saklamaya uğraşmamıştı. "Kime ucube dediğinin farkında mısın?" Dedi yavaşça fakat sert bir tonlamayla.

"Sen ne yapıyor olduğunun farkında mısın?" Dedim ben de dalga geçer gibi, alayla dolduğuna emin olduğum gözlerimi ona kilitlerken. Kaisel gözlerini kısarken hafifçe gülümsedi.

"Ben her şeyin farkındayım da sen nasıl bir durumda olduğunun farkında değil gibisin, Leydi Meyza." Sesinden sızan o tehlikeli tınıyı sezmemek için aptal olmam gerekirdi.

"Nasıl bir durumdaymışım?" Dedim meydan okurcasına kaşlarımı kaldırarak.

Bu sefer gerçekten salak olup olmadığımı anlamak istiyor gibi baktı bana. Gözlerimin içine bakarak elini hafifçe oynattığında sarı hareleri kıvılcımlarla parladı ve Darien'in daha önce kullandığını gördüğüm büyü gücü gibi, ellerinden küçük sarı elektrikler çıktı. Ufak fakat can yakıcı olduğunu tahmin edebildiğim cızırtı sesleri. "Canın mesela-" Dedi tıpkı benim gibi kafasını eğerek. Elektrikler kaybolsada viski rengi gözleri hala ışıl ışıl parlıyordu. "Tehlikede değil mi sence de?"

Ona kilitlediğim bakışlarımda bir değişme olmadı. Kitap okumadığı nasıl da belliydi ama.

Omuz silktim. "Ne diye tehlikede olsun?" Dedim bayık bakışlarla. "Oturup Darien'i bekleyene kadar sana katlanmam gerekiyor o kadar."

Yani, romanlarda her zaman kahraman esas kızı kurtarırdı değil mi? Benim içinde bulunduğumuz hikayede kötü kadın olmamın ve Darien'in ise sonda kaybolan ikinci adam olmasının ne önemi vardı? Romanlara layık bir aşk yaşıyorsak klişeler de aynı şekilde işleyip bizi yarı yolda bırakmamalılardı.

Kaisel, bana bakarken az önce büyüyle arabanın içini aydınlatan gözlerine gölgeler düştü. Gülümseyişi bile karanlıkla örtülmüştü sanki ve bu ne kadar sakin kalmaya çalışsam da içimin sancımasına neden oldu. Ürperti, soğuk soğuk indi ensemden aşağıya. Gözlerimi kaçırmadım yine de.

"Kardeşimin seni bulmaya geleceğine ve kurtaracağına o kadar eminsin yani?" Dedi dudaklarındaki kıvrım kaybolmazken. Neden eğer emin olmamın daha kötü olduğunu söyler gibiydi bir fikrim yoktu ancak benim gülümseyişim onunkinin aksine silindi.

"Nereden kardeşin oluyormuş senin?" Dedim bu sefer saklamaya gerek duymadığım soğuk bir gerginlikle.

Kaisel sustu. Birkaç saniye boyunca. Kafasını arabanın duvarına yasladı. Yani, burada benimle bir yük arabasının içinde yerde oturuyor olması bir bana mı mantıksız geliyordu gerçekten? Adamlarından biri mi çıkıp dememişti ne alaka diye? Benim elbisem ve beyam saçlarım çamur içindeydi ancak onun arabanın duvarına değen kırmızı saçları bile bu dar yere yakışmadığını bağırır gibiydi. Bir bacağını kendine doğru çekmiş, kolunu dizine yaslamıştı.

"Haklısın." Dedi yalnızca bana bakarken. Soğuk bir kıvılcım dolandı bakışlarında. "İkimiz aynı amcığın kanına sahibiz yalnızca."

Gözlerim kısılırken dudaklarım kocaman açılmasın diye yutkundum. İmparator'a amcık mı demişti şimdi?

Canıma minnetti. Onu sevmediğim gibi annesini ve babasını da sevmiyordum. Yine de sesindeki soğuk tonda sanki... Bir şeyler vardı. Hayra alamet olmayan bir şeyler. Az önceki ürpertinin benzerini yüreğime konduracak cinsten. Araba yavaşlayarak durduğunda yerinden kalktı ve sorgulayan gözlerle ona baktım böylece. Sırıttı. Pek de iç rahatlatacak bir sırıtış olduğunu söyleyemezdim. "Yolun bundan sonrasını görmemen daha iyi, prenses." Dedi, yine eğlenir bir halde.

Elini dağınık kan kırmızısı saçlarının arasından geçirdiğinde ve onları tıpkı Darien gibi karıştırdığında siyah pelerininin altındaki pantolonuna asılı olan kılıcı gördüm. Bedenine tam oturan siyah gömleğinin birkaç düğmesi gelişigüzel şekilde açıktı ve iki kulağında da küpe vardı. Elmas mıydı o küpeler? Gözlerimi o taşlardan alarak yüzüne baktım ve o da gözlerindeki vahşi parıltıları saklama telaşına girmeden baktı yeniden. Hiçbir çekincesi yoktu.

"O ne demek şimdi?" Diye sordum şüpheyle. Yolu görmüyordum ki zaten. İçimden ne mal adamsın, tarzı cümleler geçse de ayağa kalkmışken onu kışkırtma riskine girmek istemedim. Klişelere karşı sağlam bir inancım olsa da ip üstünde sayılırdım. Adamın kılıcı ve muhtemelen beni yakmaya yetecek kadar elektriği vardı.

"At üstünde devam edeceğiz." Dedi dilini dudaklarının üstünden geçirerek. Yaslandığım yerden doğrularak anlamazca ona baktığımda, çamurdan yer yer birbirine yapışmış beyaz saçlarım darmadağınık şekilde yanıma salındılar. Kaisel'in bakışları omzumdan dökülüp giden kirli saçlarımı takip etti.

"Yani?" Diye mırıldandım bıkkınca. "Yolu görsem ne olacak, Darien'e mektup mu uçaracağım nerede olduğumu?" Onun da gözleri kısıldı ve yüzüme daha dikkatli baktı.

"Bir sorun yaratacağın yüzünde yazıyor." Dedi yarı yarıya dudaklarını kıvırarak. "Arabaya girerken bunu yeterince belli ettin."

Tamam, beni arabaya bindirirlerken onlara ve kendisine saldırmaya çalışmış olabilirdim ancak bu neyi değiştirirdi ki? Kocaman şövalyeler elimi kolumu tutmuştu ve ben sonuçta hiçbir şey yapamayıp yalnızca öfkeyle havaya tekmeler savurarak bağırıp çağırmıştım. Tamam... Fazlaca bağırıp küfür etmiştim. Bazı adamların yüzünü buruşturduğunu ve bazılarının şok içinde birbirlerine baktığını görmüştüm ancak ne vardı yani? Kaçırılıyordum. Susacak mıydım? Küfürü onlar değilse kim hak ediyordu?

Kör müsün dercesine bağlı olan ellerimi havaya kaldırdım. Kaisel gözlerini devirdi. "Buzun varisisin Meyza Isabel. Sence ellerinin bağlı olması sorun çıkarmayacağına inanmam için yeterli bir sebep mi?"

Kaşlarımı çattığımda, Kaisel daha fazla konuşmadan yanıma adımladı. Dibime kadar gelmesi dehşet içerisinde ona bakmamı sağlarken gülümsedi. Kırmızı saçları hafifçe alnına döküldüler. Sarı gözlerinden, aşinası olmayı reddettiğim tehlike vaat eden yıldızlar geçti yeniden. "İyi uykular prenses." Dedi ve benim çırpınmama kalmadan, düşmanca ona kilitlediğim gözlerim, boynumda bir noktaya yaptığı baskıyla kapandı. Son gördüğüm şeyse yüzündeki alayca gülümseyişin silinmesi ve soğuk bir ifadeyle bana tepeden bakmasıydı. Yine de yana devrilmem gerekse de kafam her nedense yere çarpmadı. Ya da çarptı da ben bunu hissetmedim.

Açıkçası o andan sonra ne kadar uyuduğumu bilmiyordum. Yolun nasıl geçtiğini ya da nerelerden gittiğimizi. Darien'den ne kadar uzaklaştığımı. Hiçbir şeyi ne görmüş ne duymuştum tüm bu zaman boyunca. Sadece üstümde büyük bir yorgunlukla açtım gözlerimi. Ne olduğunu anımsamam hiç de zor olmadığından, her şeyin bir rüya olmasını dileyen tarafım içimi tırmaladı ancak sarsak adımlarla uzandığım yataktan kalktığımda, ellerimin bağlı olmaması içimi umutla doldurmuştu. En azından zindana falan atılmamıştım. Kendimi daha kötü bir duruma hazırladığımı itiraf etmem gerekirdi.

Acele etmeden odanın içindeki kısa bir dolanmadan sonra ise odanın çatı katında olduğunu ve bahçede tonlarca muhafızın nöbet tuttuğunu görmüştüm. Ne hoştu. Odanın içinde bir dolap olsa da onu da açtığımda beni karşılayan şey yalnızca erkek kıyafetleri oldu. Bir süre düşünmüş, daha sonra odadaki banyoya girip kilit bulamayınca banyonun içindeki dolabı kapının önüne sürüklemiş, o şekilde hızlıca duş almış ve tüm çamurdan arınmıştım ancak hala tüm bedenim ağrıyla sızlıyordu. Kansız veliaht prens yoldayken beni tur dövdürtmüş falan mıydı? Ya da gelirken dağlar taşlar aşmıştık da oradan oraya mı savrulmuştum? Tüm kaslarım acı içindeydi resmen. Her tarafım uzunca bir süre hareketsiz kalmaktan tutulmuştu.

Söylene söylene içerde bulunan soğuk suyla duş aldıktan sonra büyük siyah gömleği ve siyah kumaş pantolonu da banyoda giydim. Gömleğin uzun kollarını kıvırmış, pantolona ise bulduğum kemeri iki kez dolamıştım ancak yeterince rahat olmuştu. Eşofman giymişim gibi yani. En azından, kaçarsam beni yavaşlatmayacaklardı. Ayrıca duş alma şansım olduğu için de mutluydum çünkü yıkanmadan önce berbat haldeydim.

Beyaz saçlarımı banyodaki havlulardan biriyle güç bela kurulamış, sonunda dolabı yeniden ittirip odaya girebilmiştim. Ancak hala kimseden ses çıkmıyor olması, şüpheye düşürmüştü beni.

Beni bilinmedik bir eve bırakıp kayıplara mı karışmıştı?

Geçtiğim her yeri dikkatle inceleyerek aşağı kata doğru ilerlerken, etrafta hiç hizmetçi olmaması gözlerimi kısmamı sağladı. Kaisel'in beni boş bir evde bırakıp gitmesine imkan vermiyordum. Yoldayken beni bağlamıştı ve kaçmaya çalışacağımı da biliyordu. Yolu görmemem için beni bayıltmış olması ise bambaşka bir konuydu. Onu boğacaktım. Gerçekten. Gözlerimi devasa köşkte gezdirirken iç çektim. Batı Kalesi'nden tamamen farklıydı ve evin bu kadar boş olması ya dışardaki muhafızların beni tutabileceğine kesinlikle inandığı ya da kaçmayı denesem de bir işe yaramamasını sağlayacak başka bir oyun kurduğu anlamına geliyordu.

Aslında pek çok durumda sakin kalabilirdim. Aşırı hareketlerim olduğunu bilsem de hayatımın başındaki insanlar ben istemesem bile bana sabırlı kalmayı ve sessiz durmayı öğretmişti. Bu şekilde evden kaçabileceğime inanıp bir sene boyunca sesimi yutarak sınava hazırlanabilmiştim zaten. Annem öldüğünde yüksek sesle bağırıp çağırmama da izin vermemişlerdi. Acım sessizliğe karışmıştı, yine istemeden. İnsan alışıyordu bir kere acısını saklayıp bağırması gereken her sözü yüreğinde zorla tutunca. Doğru olan buymuş gibi zihninizi ele geçirecek bir buhrana kapılıp gidiveriyordunuz. Dışarda ve görünürlerde yalnızca gülümseyişleriniz kalıyordu. Ne kadarı gerçekti ve kim gülümseyişlerinizin ardını görebilirdi, tartışılırdı tabii. Şanslıysanız biri elini uzatırsa gerçek size, tanırdı sizi.

Şimdiyse, o aşırı hararetli duygularımın bile ötesinde korkunç bir öfkenin kanıma sızdığını hissediyordum. Saklamamın imkansız olduğu türden yıkıcı bir öfke. Kanımdaki buzlar yüreğime işlemeye başlamış gibi. Parmaklarım, göğüs kafesim sızlıyordu bu öfke yüzünden.

Kaisel De Karilya, kaçmaya çalışsam da işe yaramayacağını neye dayanarak düşünmüştü? Herkesi buz küpüne çeviremez miydim? En son Vikalis bana saldırdığında ve Anfia ile birlikteyken gücümü kullanmanın bana iyi gelmediğini görmüştük ancak işin sonunda kendimi koruyabilmiş ve düşmanıma zarar verebilmiştim değil mi? Çift taraflı bir kumardı bu. Birine zarar vereceksem kendimi de kanatacağım türden bir kumar. Şu an alacağım zararı gözümün görmediği bir kumar.

Merdivenlerden iner inmez omuzlarımı dikleştirirken kendimden emin bir ifade yerleştirdim suratıma. Niyetim, tetikte durarak salona girmekti ancak ensemde hissettiğim ürpertiyle bir el omzuma kondu ve sıçrayarak arkama döndüm. Kelimenin tam anlamıyla gözlerim kocaman açılmış ve havaya zıplamıştım.

"Sakin ol Prenses." Dedi alaycıl bir ses. Daha sonra karşımda duran Kaisel, ürkmüş ifademe bakarak keyifle sırıttı. "Hiç uyanmayacaksın sandım bir ara. Ölü bir rehine pek işe yaramaz değil mi? İnsanları böyle endişelendirmemelisin." Dedi cıklayarak. Sonrasında gözleri baştan aşağı üstümde dolandı.

Son gördüğümden bu yana kıyafetleri değişmişti. Yine bordo işlemeli siyah bir pelerin takıyordu ve bu sefer kumaş gömleği de bordoydu. Gömleğinin önü bu kez fazlaca açık değildi. Kemerine asılı küçük hançerler dikkatimden kaçmamıştı. Kan kırmızısı saçları derli toplu görüntüsüne tezat şekilde gelişigüzelce alnına dökülmüşlerdi. Sarı harelerindeki vahşi parıltılar gündüz daha da ortadaydı. Dudak kıvrımındaki küçümseyici tını da öyle. Kaşlarımı çatarak bir adım geri gittim.

"Ya şimdi beni bırakacaksın ya da seni buza çevirip bin parçaya ayıracağım." Dedim kendimi bile şaşırtacak kadar ölçülü ve sakin bir sesle. O ise yüzüme bakarak yapmacık şaşırmış bir ifadeyle kaşlarını kaldırdı ve dilini dudaklarının üstünden geçirdi. Ukala bir şekilde harelerini gözlerimin içine diktiğinde kafamı eğdim ve tehdit edercesine bir elimi titremeden ona doğru kaldırdım. Gözleri elime sabitlendi.

"Çok ilginç." Dedi soğuk bir şekilde sırıtırken. "Küçük hizmetçin bana gücünü kullandığın her seferinde yataklara düştüğünden bahsetmişti. Beni dondursan bile kaçabilecek misin ki buradan? Kafanı gövdenden ayırmaları birkaç saniye sürecektir." Dedi bu ihtimalle ilgili hiçbir sıkıntısı yokmuş gibi omuz silkerken. Sonra bakışları yeniden yüzüme tırmandı.

Küçük hizmetçin bana gücünü kullandığın her seferinde yataklara düştüğünden bahsetmişti.

Ruhumun ışığı sönüyormuş gibi hissettim yine o an. Çok daha önce sönmedi mi Sima? Kailsel'in tehditi değil sözleri ruhuma bir kesik bırakmıştı çünkü ihanetin acı tadı kemiklerimi zangır zangır titretmeye, anılarımı kirletmeye hazırdı. Ancak, zamanı değildi bunun. Daha sonra Chelsie hakkında bol bol düşünmeye devam edebilirdim. Mahkum olmadığım, ona olan öfkemin ve hayal kırıklığımın beni parçalamayacağı bir anda. Kaisel, elbette ki yüzümdeki küçük değişimi gözden kaçırmadı. Yine de kafamı dik tuttum.

"Bunu söylediyse eğer neden yol boyunca elimi kolumu bağlı tuttun?" Diye sordum bozuntuya vermeden, hafif bir şüpheyle. Elimi indirmiştim.

"Tedbiri elden bırakmak acınası aptalların işidir." Dedi hiç duraksamadan, sarılarının içinde bir parıltıyla. Sesinde alay olsa da sözünde ciddi olduğu bir şekilde açıktı.

"O halde kendimden vazgeçip kafanı dondurma ihtimalime karşı aldığım önlem ne?" Dedim kaşlarımı kaldırırken.

"Denersen eğlenmiş olurum doğrusu."

Bir süre dik dik yüzüne baktım. Soruma cevap vermemişti ve tedbir alıp almadığı kesinlikle muallaktaydı ancak tahtın ilk sıradaki adayı olarak canını öylece ortaya atmayacağını düşünüyordum. Hem daha bir saniye önce tedbirsizliğin aptalların işi olduğuyla alakalı bir şey söylemişti. Bıkkınlıkla iç geçirdiğim sırada gözleri dikkatle yüzümde dolanıyordu. Oyuncağına bakan biri ya da avını inceleyen bir avcı gibi. İçimdeki sinir yeniden titreşirken Anfia'nın antrenmanlarında defalarca kez gördüğüm gibi sağ elim yumruk haline geldi. Dönecekmişim gibi arkamı döndüğümden "Akıllıca bir se-" diye alayla mırıldanıyordu Kaisel. Sözünü kesen aniden arkamı dönerken yumruğumu hızla yüzüne geçirmem oldu. Darien'e bunu yapacağımı söylerken gerçekten şakam yoktu.

Açıkçası elim yüzüyle buluştuğu an kırılacakmış gibi bir acı bileğime girdi ancak Kaisel'in kibirden sıyrılıp bir anlığına şokla aralanan sarı hareleri ve patlayan dudağı keyifle gülümsememi sağladı. Eli kanayan dudağını bulmadı bile. Öylece, anlamazca bana kilitlendiğinde "Bu Darien içindi." Diyerek omuz silktim.

"Kafayı mı yedin Kuzey Prensesi?" Dedi Kaisel baş parmağını dudağına sürtüp bulaşan kana delicesine parıltılarla bakarken.

"Acıktım." Dedim onu umursamadan bir kanepeye atladığımda. Şimdilik bu kadarı ile yetinecektim çünkü, başka ne yapabilirdim ki? Mantıklı davranarak buradan kaçmanın bir yolunu bulacaktım elbet. Öfkemin ağır bastığı doğruydu ancak nişanlımı görme isteğim çok daha yoğundu.

Kaisel, bir soylunun asla yapmayacağı şekilde karşısında bağdaş kurmuş olan bana baktı. Şeytani parıltılar içeren sarı hareleri kısılırken kaşlarımı çattım ve ona baktım. "Beni buraya kadar getirdiysen layıkıyla hayatta tutmalısın. Biraz sorumluluk al." Dedim gayet ciddi bir şekilde.

"Kardeşim ittifak niyetine yanına delirmiş bir kadın almış... Ne tatlı bir hikaye." Dedi kendi kendine kafasını sallarken. Sesindeki alay da soğuk tını da oradaydı. "Nereden buldu seni? Tanrı aşkına, ya güzelliğine ya da hakkındaki kusursuz soylu olduğuna dair alakasız söylentilere kanmış olmalı."

Kusursuz soylu.

Meyza yani. Gerçek Meyza. İçimden beklenmedik bir acı dalgası geçti.

"O beni bulmadı." Diye mırıldandım gözlerimi devirirken. "Ben onu buldum ve evlenme teklifi ettim." Kaisel hayatındaki en anlamsız şeyi duymuş gibi ifadesizce bana döndüğünde omuz silktim. "Aslında beni üç kere mektupla reddetti. Vazgeçecektim ancak dördüncü mektuptan sonra beni Batı'ya davet etti ve iki aylık bir anlaşma yaptık." Dedim olayları anlatmakta bir sakınca görmeden. Devlet sırrı değildi ya sonuçta. Ayrıca Darien'la olan hikayemizi herkese bağıra bağıra anlatabilirdim. Onun hakkında konuşmak içimdeki kıvılcımları titreştiriyordu. Hala onunla aynı dünyada olduğumu hatırlatıyordu. Kaisel'in bana garip bir bakışla bakmaya devam ettiğini görünce gülümsedim.

"Darien iki ay bile olmadan arkama bakarak kaçacağımı söyledi ve ben de altı ay boyunca bende bir sorun olmadığına inandığı takdirde evlenebileceğimizi söyledim. Anlaşmamız bu şekildeydi ve onu kendime aşık etme çabasını vermek deliceydi ancak anlarsın ya, hayatın bizi nereye savuracağı pek belli olmuyor. Aramızdaki şey gerçeğe dönüştü. Ben bile başta bunun olabileceğine inanmıyordum." Dedim engel olamadan hülyalı bir sesle. Ardından yine kaşlarım çatıldı. "Yani ilişkimize müttefiklik falan demeni ve kafanda gerzekçe komplo teorileri kurmanı istemiyorum. Özellikle de Darien'le alakalı şeyler kurmanı hiç istemiyorum. Anlıyor musun? Nişanlım hassas çizgimdir. Nişanlım demek için ve gerçekten nişanlım olması için verdiğim çabaya saygı duymalısın."

Kafasını eğdi hafifçe. Kırmızı saçları öylece alnına döküldüler. Ardından gözleri doğruyu söyleyip söylemediğimi ya da gerçekten deli olup olmadığımı anlamak ister gibi üstümde dolandı. Beyaz saçlarımda, mavi gözlerimde, giydiğim fakat bana büyük olan siyah gömlekte, iki kez doladığım kemerde ve bol kumaş pantolonda, en sonunda ise üşüdüğü için bacaklarımın altına sokmaya çalıştığım çıplak ayaklarımda. Aklından ne geçtiğini bilmesem de onun da sonunda kaşları çatıldı. Ardından, içeriye ne ara girdiğini bilmediğim hizmetçilere başıyla bir işaret verdi. Nereden gelmişlerdi?

Hizmetçiler anında gelip gitmeye ve ellerindeki tabakları kusursuz bir düzenle uzun masaya dizmeye başladılar. Kaisel masaya doğru ilerleyip patlayan dudağını ya da kanla lekelenen gömleğini ve çenesini hiç umursamadan kendine bir kadeh şampanya doldurdu. Deliydi, değil mi? Kesinlikle öyle olmalıydı. Açıklaması neydi çünkü bunun? Sürekli birileri dudağını mı patlatıyordu?

"İki gündür uyuyorsun." Dedi düz bir sesle bu kez, konudan tamamen bağımsızca. "Bunun için bugünlük hafif şeyler yemeye bak, Prenses. Rehine alındın ve burada kimse sana bakıcılık yapmayacak, aklından çıkarma bunu." Kalbim söyledikleriyle bir anlığına sıkışsa da gözümü kırpmadan ona bakmaya devam ettim. Söylediğim şeyleri öylece rafa mı kaldırmıştı? Sana inanmıyorum demek veya dalga geçmek yok muydu? Bir anda pislik olmaya dönmeye karar vermişti diyeceğim ancak belli ki bu rolden ayrıldığı başından beridir yoktu.

İki gündür uyuyorsam, iki gündür kayıptım demekti ve bu da Darien'in çoktan ormandan döndüğü, yüksek ihtimalle de kaçırıldığımı öğrenince delirdiği anlamına gelirdi.

Chelsie'nin suçu olduğunu öğrendiğinde... Ne yapmıştı? Gereken cezasının idam olduğunu elbette biliyordum ancak... Bu ihtimal yutkunamamamı sağlarken içim titredi. Yine bu konuyu düşünmekten kaçındım fakat Chelsie onlara bu işin arkasında kimin olduğunu söylediyse eğer, savaş bu sefer sandığımdan da yakın demekti. Bakışlarım karşımdaki adama odaklandı. Umursamaz bir halde, bana gözlerini çevirmeden şampanyasını yudumlayan ve tüm bu savaşın sebebi olacak adam.

"Veliaht Prens olan birine göre fazla boş zamanın var gibi duruyor. Hep burada, etrafımda mı olacaksın?" Dedim düşüncelerimin katranı sesime bulaşmadan.

"Eh, Küçük kardeşimle yeniden uğraşabiliyor olmak tüm zamana değiyor." Dedi gülerek. Diğer soruma ise cevap vermedi. Şerefsiz.

"Küçük kardeşinle yeniden uğraşıyorsun ancak yaptıkların diğer kardeşinin de nefretini kazanmanı sağlayacak, bilmem farkında mısın?" Dedim alayla ayağa kalkarken.

Belli ki öfkeyi zihnimin kuytu köşelerine atmakta pek başarılı olamamıştım. Anfia'dan bahsetmem Kaisel'in bir anlığına donmasını sağlamıştı ve bu tepkisi de bu sefer benim gözümden kaçmadı. Ancak o da bozuntuya vermedi ve gözlerinin içine ulaşmayan bir gülümseyiş dudaklarını süsledi. Tahmin ettiğim gibiydi. Ne şekilde olduğunu bilmesem de kız kardeşi hala umrundaydı. Masaya doğru yürüyüp kendime onun çaprazında duran sandalyeyi çektiğimde aldığım çatalı sıkıca kavradım.

"Eh, ailemiz her zaman çalkantılı ve patlamaya hazır bir yapıya sahipti. Kaçınılmaz olanı bekletmek de huyum değil." Dedi bundan eğlenir gibi. Artık, gözleri daha farklı bir şekilde inceliyordu beni. Anfia'nın adını öylesine anmadığımı anlamıştı. İçimden gözlerimi devirdim. Elbetteki anlamıştı.

"O halde merak etme, belli ki çok yakında patlayacak." Dedim ben de rahatça.

"Darien'in savaşı kaybetmeyeceğine oldukça emin gibisin?" Dedi kaşlarını alayla havaya kaldırırken.

"Darien'in onu içine attığın her savaşı kazanacağına eminim çünkü Kaisel, aksinin mümkün olmaması için elimden geleni yapacağım. Ayrıca bir diğer nokta ben bir şey yapmasam bile Darien'in senin gibi birine kaybedecek bir adam olmaması." Dedim ve kafamı küçümseyici bir şekilde kenara eğdim.

"Benim gibi biri." Dedi gözlerinden belirsiz fakat soğuk bir parıltı geçerken. O da sandalyeye oturdu sonra. "Detaylandırmak ister misin?"

Gülümsedim güzelce. Kaisel'in gözleri bu gülümseyişime konduğunda "Hiçbir şeyi olmayan bir adam." Dedim dudaklarımı üzücü bir şey söylemiş gibi bükerken. Gözleri gözlerime tırmandığında gülümseyişim büyüdü ve devam ettim. "Uğruna savaşacak elle tutulur hiçbir şeyi olmayan, arkasında sevdiği kimsenin durmadığı, yalnız ve saldırgan bir adam."

"Ne yapmaya çalıştığını anlıyorum Isabel Windfield." Dedi gülerek dilini dudaklarının üstünden geçirirken. Az önce Anfia'nın adını andığımda baktığı gibi bakıyordu. Hafife almaması gereken bir düşmanı izler gibi. "Ancak sandığının aksine, tutunacak çok fazla şeyim var ve bu aptalca kışkırtmaların benim üzerimde bir sikime yaramaz."

"Bu kabaydı." Dedim homurdanarak gözlerimi devirirken. Uyarımı hiç dikkate almadan bir yırtıcı edasıyla beni izlemeye devam edince ben de ona dik dik baktım. "Neymiş bu tutanacak şeylerin? İntikam? Hırs? Gurur? Bunların hiçbiri uzun vadede sana zaferi getirmeyecek ve arkanda kimsenin olmadığı gerçeğini de reddetmedin. Sandığının aksine bu savaşı çoktan kaybettin Kaisel De Karilya."

"Beni bu kadar sığ bir adam olarak düşünmen kırıcı." Dedi şampanyasından büyük bir yudum alarak. Kafasını yana yatırdı. Sırıtışı, yavaşça yüzünü kapladı. Özgüven, dalga dalga geziniyordu viski rengi gözlerinin içinde. "Ve bebeğim, sandığının aksine benim, arkamda kimsenin durmasına ihtiyacım yok."

Sessizleştiğimde, karşılık vermek yerine önümdeki sebze çorbasına baktım. Yemeğe salatadan başlarken masaya odaklanmıştım ancak Kaisel'in bakışları hala üzerimde olduğunun da farkındaydım. Bu ruh hastası, veliaht prens olmasına rağmen beni tutup da Karilya'nın dışına çıkarmış olamazdı herhalde değil mi? Yine de Darien'in nerede olacağıma dair bir fikri yoksa eğer, beni aramasının bir işe yaramayacağının farkındaydım. Karilya, en az Rusya kadar büyük bir ülkeydi. Kaisel'i kışkırtmak ya da duygusal manipülasyon yapmak da işe yarayacak gibi durmuyordu.

Ayrıca, Kuzey'in muhafızları Batı'daydı. Muhtemelen olan biteni duymuşlardı ancak durum Kuzey'deki amcamın kulağına kadar giderse işler kızışacak demekti. Çıkacak karışıklığı görmezden gelmeye, düşünmemeye çalışsam bile, gözlerimi kapatıp kulaklarımı tıkasam da öyle basit değildi işler. İçimde kopup duran ve çoğu zaman beni yıkan o korkunç fırtınalara her zaman yaptığım gibi öylece arkamı dönemez, son ana dek kaçamazdım. Ama kaçıyorsun işte.

Bir savaştan bahsediyorduk.

Basit bir savaş değil, taht savaşı.

Mümkünse bu savaşı hiç gerçekleşmeden bitirmek isterdim çünkü eğer gerçekten öleceksem bir de gözümün ardımda kalmasına ihtiyacım yoktu. Darien mutlu ve uzun bir hayat yaşamalı, tahta geçecekse eğer ülkeyi dilediği gibi yönetmeliydi. Anfia onun yanında olmalıydı ve başından beridir arzuladığı fakat annesinin asla ona sunmadığı özgürlüğü kendi topraklarında iliklerine kadar hissetmeliydi. Callisto ise, Darien'le yollarını ayırmayacaksa bile kendini mutlu eden bir şeyin peşine takılmalıydı. Biraz olsun kendini ön plana koymak için güzel bir adım olurdu ve bu da onun yolculuğu olurdu.

Ben olmasam da... Kalbim sıkıştı. Mutlu olmalılardı.

Kabul ediyor musun sonunda?

Kaisel, herhangi bir şey yemedi. Sadece oturduğu yere yaslanmış, kadehini yudumluyordu. Gözleri ne kadar Darien'inkilere benzerse beklesin, ikisinin bakışlarını birbirinden ayıran şeyler vardı. Darien'in gözleri güneşi anımsatıyordu ve içinde titreşen her duygu bir kıvılcımdan farksızdı. Beni aleve vermeye hazır, ama benim de yanmaya gönüllü olacağım tatlı bir ateş. Kalbime attığını hatırlatacak kadar yoğun, altın gözler. Kaisel'in ise her hareketimi takip eden harelerindeki vahşi parıltıları neye benzeteceğimi bilmiyordum. Saklamaya gerek duymuyordu. Belki de attığım yumruk yüzündendi bu ürkütücü bakışları ancak sanmıyordum. İçimden bir ses bana, onun normal halinin bu olduğunu söylüyordu. Her an tetikte. Herkes düşmanıymış gibi.

Gözlerimin içine baktığı o ilk andaki tehditkar ifadesini zihnimin duvarlarından kolayca kazıyamayacağımı bilsem de bana olan bakışlarını sindirmek yerine kafamı kaldırdım ve ben de ona dik dik bakmaya başladım. Bir yandan yemek yemeye devam ediyordum çünkü beni kafasına göre yeniden bayıltıp bayıltmayacağını, odama ya da bir mahzene kilitleyip kilitlemeyeceğini bilemezdim. Belki beni aç susuz bırakırdı, kim bilebilirdi ki? Ayrıca zihnimi çalıştırmaya ihtiyacım vardı. Hem de hararetli ve acil bir ihtiyaçtı bu. Üstüne limon sosu dökülmüş rokayı ağzıma tıkarken Kaisel gözlerini kıstı.

"Seni zehirleyeceğimden korkmuyor musun?" Dedi gözleri yüzümün her santiminde dolanırken.

Ağzımdakileri yuttuktan sonra soğukça ona baktım. "Öldürmek için bundan daha güzel fırsatların vardı."

"Zehrin sadece öldürebileceğini düşünmen çok tatlı snezhinka."

Snezhinka... Öylece ona bakarken yüzümü buruşturmaktan kendimi son anda alıkoydum. Ne demekti şimdi bu?

Sormak yerine iç çektim. Sormama mani olan şey bir bakıma sinirimi bozuyor olmasıydı. Çatala geçirdiğim rokayı aniden hafif aralık dudaklarına doğru götürdüğümde, Kaisel her ne kadar kaşlarını çatıp refleksle bileğimi sıkıca kavrasa da çatal hafifçe ağzına girmişti. Tamam, çatal ağzına girmemişti ama roka dudağına değmişti. Kaşlarımı kaldırıp ona baktığımda, kolumu bıraktı ve aksi bir ifadeyle rokayı çatalın ucundan alıp çiğnemeye başladı.

"Gördün mü?" Diye sordum sevimli bir ifadeyle gözlerimi kırpıştırırken. "Yokmuş zehir."

"Meyza Isabel Windfield." Dedi kafasını hafif bir açıyla ve keskin bakışlarla kenara yaslarken. Kim olduğumu ya da neyin nesi olduğumu anlamak ister gibi dursa da kat etmesi gereken çok yolu vardı. Aynı dünyaya bile ait değildik.

"Veliaht Prens Kaisel." Dedim ben de gözlerimi devirerek. "Gerçekten, tüm bu tantanaya gerek var mıydı? Ciddi soruyorum bunu."

"Darien elçinin kafasını kestiği an bir savaş başlatmayı göze aldı." Dedi soğuk bir tınıda. Dirseğini masaya dayayarak kafasını eline yasladı. Yüzünde düz bir ifade vardı. Pelerini kusursuzca omzundan sarkıyordu ancak üstünde herhangi bir silah göremiyordum. Kızıl saçları alnının tek yanından öylece döküldüler ve birazı da gözlerine girdi ancak onları düzeltmedi.

Kaşlarımı çatarak kayıtsız haline baktım."O halde savaşsaydın. Konu neden ve nasıl bana geldi? Savaş anlayışın kız kaçırmak mı senin?"

"Kuzey Muhafızları'nın Batı'da olduğunu bilmediğimi sanmıyorsun herhalde?" Dedi bu sefer o gözlerini devirirken.

"Ve sen benim peşimden gelecek bir ordu olduğunu bilmene rağmen mi beni kaçırdın?" Dedim kafamı hafifçe kaldırarak.

"Ordun, varisleri elimdeyken hiçbir sik yapamaz."

Küfürü gözlerimin kısılmasını sağlarken ona baktım. "Ben varis olabilirim ancak efendileri amcam ve amcam her zaman yeni bir varis yapabilir ya da bulabilir. Gözden çıkartılamaz değilim."

"Bunu göreceğiz." Diyerek kestirip attığında ve yine alayla gülümsediğinde, öfke yeniden içimde dolanmaya başladı. Ancak bunu göstermek ve ona zevk vermek yerine gülümsedim. Gülümseyişimin Meyza'nın çoğu zamanki soğuk tebessümünün aynısı olduğuna yemin edebilirdim.

Belki de savaş falan çıkmadan Kaisel ile birbirimizi boğardık. Kim bilirdi?

Bu düşünce zihnimin gerisinde yankılandığında duraksadım. Korkunç bir farkındalık, yavaşça ruhumun derinliklerinde karanlık bir ışık yaktı. Kaisel ölseydi... Savaş falan olmazdı değil mi? Taht direkt olarak ya Darien'e ya Anfia'ya kalırdı. O an gülümseyişimi korumam güç bir hal aldı. Omurgamdan inen ürpertiyle kıpırdanmamak için zor durdum.

Ben mi öldürecektim onu?

Annen bilir seni.

Boğazım düğüm düğüm olduğunda durgunca karşımdaki adama baktım. Ne düşündüğümü anlayamamış olsa da şüpheyle gözlerini kıstı. "Aklından hoş şeyler geçmediğini seziyorum."

"Snezhinka ne demek?" Diye sordum kendi bardağımın üstündeki yansımamın bulanık halime bakarken. Görüntünün bulanık olmasından bağımsız, buğulu soğuk mavi gözler. İç çektim. Kaisel dilini dudaklarının üstünden geçirirken boşalmış kadehine yeniden şampanya doldurdu. Su gibi içiyordu içkiyi ancak en ufak bir sarhoşluk belirtisi yoktu.

"Sana uyan bir lakap." Dedi kısaca, gözleri bende değilken.

"Yani ne demek?" Diye sordum hafif ısrarlı bir tonda.

"İlk seferde söylemediğim bir şeyi ikinci soruşunda söyleyeceğimi sana ne düşündürtüyor?"

Kaşlarım çatıldı yeniden. Böyle mi oynamak istiyordu yani? Önümdeki salata ve çorba bittiğinde iç geçirerek masadan kalkacaktım ancak Kaisel, benden önce kalktı. "Birkaç gün burada olmayacağım. Uslu durmazsan öldürülürsün. Bunun dışında evin içinde dolaşabilirsin."

"Sağol ya." Diyerek gözlerimi devirdim. Uslu durmazsan öldürülürsün ne halt demekti ve ne demekti birkaç gün? Zaten iki gündür uyuyordum. Birkaç gün daha kayıp kalmam bir savaş çıkartmadıysa bile benim delirmem kuvvetle muhtemelen olurdu. Kaisel, ben istemsizce masada oturmaya devam ederken salondan arkasına bakmadan çıktı.

O gün, akşama dek salondaydım. Korumaların her girişe yığıldığını görsem de hizmetçiler dahil, çoğu göz önünde durmuyordu. Hayalet gibilerdi. Her yer sessizdi. Konuşma değil, fısıltı sesi bile yoktu ancak bir şey rica ettiğim an saniyeler içinde isteğim önüne geliyordu. Bununla beraber yemeklerin yanına bıçak konmadığı da dikkatimi çekmişti. Aslında, evde herhangi bir keskin şey de yoktu. Tesadüf olmadığını anlamak için Sherlock olmam gerekmiyordu. Elime tehlikeli şeylerin geçmesini istemiyorlardı.

Kendime oyalanacak bir şey bulmayı denemiş, geceye kadar evde dolaşmıştım ancak bazı kapılar kilitliydi. Kendimi savunmaya yarayacak herhangi bir şeyi ise cebe atamamıştım çünkü sivri aletler olmasalar bile neye elimi götürsem alenen izleniyordum. İşin sonunda, uyandığım odaya dönmüştüm. Kafam karman çorman olmuş, düşünceler gece boyu beni boğazlamıştı. Oda pek de sıcak değildi. Elim defalarca kez göğsümü bulmuş, battaniyenin altına sığınırken o soluk kesici ağrıyla yerimde kıvranmıştım. Ayaklarım ve burnumun ucu buz kesmişti. Karilya'nın neresinde olduğumuzu bilmiyordum ancak buraya bahar gelmiyordu ya da gelmeyecekti sanki. Soğuktu. Gecenin ilerleyen saatlerinde, ısı iyice düşmüştü ve böylelikle gözlerim dolmuştu ancak bunun sebebi soğuğun kalbimi dondurmaya başlaması değil o kalbin özlemle sarsılıp durmasıydı. Gece, yalnızlığım daha çok yankılanmıştı içimde. Kendimi bir şekilde İstanbul'da, annemi kaybettikten sonraki hayatıma dönmüşüm gibi hissetmiştim.

Kısacık bir zamandı ancak Darien'i ne kadar özlediğimi, zihnim bile idrak etmekte zorlanıyordu. Üşüdükçe atışları vücudumu sarsan yüreğimin asıl dayanamadığı şey sanki ondan uzak olmamdı. Ondan uzakta ölecek olmak, gülümseyişini bir daha görememek ve son kez de olsun sesini duyamamak. Her biri onlarca göz yaşıma bedel olsa da sesimi çıkartmadan ağlamıştım. O gece, ağrılarla uyuyakaldığımda, hiç rüya görmedim. Uyandığımda yatağın köşesine kıvrılmış haldeydim ve elim hala göğsümdeydi. Odada bir süre boyunca öylece beklemiş, ardından kalkmıştım. Bir hizmetçi, elinde bir sürü şeyle kapıyı çalmadan açtığında kaşlarım çatıldı çünkü ardından dört hizmetçi daha girmişti. Her birinin elinde... Elbiseler vardı. Elbiseler, ayakkabılar, çeşitli kutular.

Hepsi, onları odadaki dolaba yerleştirmeye başladığında kimse bana bir açıklama yapmadı ancak gözlerim kalın yünlü çoraplara takılmıştı. Bir süre gelip gitmelerine rağmen işleri bittiklerinde yüzüme bir kere bile bakmadan odayı terk ettiler.

Böylece sorgulamadan gelen şeyleri inceledim. Elbiseler, nereden baksan lüksün de ötesiydi. Satenler ve kusursuz işlemeler. Bolca... Mavi ve beyaz renkler. Kim olduğumu bana hatırlatmak niyetinde falan mıydı yoksa topraklarımın rengini giymek isteyeceğimi mi düşünmüştü? Saçlarımla aynı renk, beyaz uzun kollu elbiselerden birini üstüme geçirdim. Bir tarakla uzun saçlarımı taramış, yün çorapları da giymiştim. Dün ayaklarımın üşüdüğü doğruydu ancak bunu ne zaman fark etmiş olabilirdi ki böyle kalın çoraplar yollamıştı? Daha doğrusu, neden umrunda olsundu ki? Hasta olup başına dert olacağımdan mı korkmuştu?

İç çekerek fazla sorgulamadan babetleri de giydikten sonra, kahvaltı yapıp yeniden evi turladım. Sonra bir daha. Ve sonra bir daha. Evde kütüphane olsa, belki biraz vakit geçirecek bir şeyler bulabilirdim ancak yoktu. Bunun yerine iğne iplik istemiş, yeni bir mendile nakış işlemeye başlamıştım. Akşama kadar hem de.

Akşam yemeğini de yedikten sonra, mendil bitmişti. Ben de gidip şömineyi yakmalarını rica etmiş ve koltuğu önüne sürükleyip oraya oturmuştum. Ayrıca battaniye de istemiştim ve mümkünse bu şekilde ateşin karşısında uyuyacaktım çünkü kaldığım oda benim ölümüme yol açabilirdi. Bir daha kalp sancıları istemiyordum. Yani, her türlü bir yüreğimin acı içinde kalacağını bilsem de soğukla alakalı olanı önleyebilirdim en azından.

Ertesi gün, önceki günün aynısıydı. Gece olduğunda, ben bir mendil daha dikmiştim. Düşüncelerim artık sadece zihnimi sarmalamakla kalmıyordu ve kendimi verebildiğim kadar uykuya vermeye çalışıyordum. Katlanılmazdı çünkü. Geceye doğru, aynı kanepede otururken gözlerim ateşe odaklandığında, kapı yine çalınmadan açıldı ve tok adım sesleri içeriyi doldurdu.

Gelenin herhangi bir hizmetçi olmadığını direkt anlarken kafamı kaldırdım. Kaisel De Karilya, yüzündeki o soğuk ifadeyle bana doğru ilerlemeye devam etti. Kan kırmızısı saçları, bu loş ışıkta alev gibi parlıyorlardı. Sarı hareleri ise yine tehlikeli kıvılcımlarla süslüydü. Üstünde siyah salaş bir gömlek ve siyah pantolon vardı. Kılıç takılı değildi beline. Doğruca gelip kanepenin başında dikildiğinde, gözlerim yüzüne tırmandı. O da bana bakıyordu. Bacaklarımı nasıl kendime çektiğimi, ateşin yüzüme düşen yansımalarını ve omzumdan dökülen saçlarımı izledi. Neredeyse bir dakika boyunca sürdü bu.

"Tahmin ettiğim gibi." Diye mırıldandı sonunda alayla, yanıma geçip otururken. "Beyaz sana yakışıyor Kuzey Prensesi."

"Seni oturman için davet ettiğimi hatırlamıyorum." Dedim aksi bir sesle dik dik ona bakarken. Rahatsızca yerimde kıpırdandım.

"Burası benim evim."

"Evet, ve ben buraya gelmeyi kendim seçmedim hatırlatırım."

Gözleri çatılmış kaşlarımda dolandı. Alaylı bir parıltı harelerine dolanmıştı. "Burada olmaktan pek keyif almıyor gibisin." Dedi kafasını eğerken.

"Taşak mı geçiyorsun benimle ya?" Diye sordum artık kendimi tutamadan. Kaisel'in kaşları anlık bir şaşkınlıkla havaya kalktı. "Kapattın beni eve, evde de yapacak tek bir şey yok. Ne konuşacak biri ne gezecek yer. Ayrıca hani yoktun birkaç gün sen? Niye geldin? Bir gün mü sürüyor işlerin? Ne biçim prenssin sen ya? Bir de ülke mi yöneteceksin bu halinle? Gerçekten ver tahtı Darien'e, ne sen uğraş ne biz uğraşalım."

Kaisel, birkaç saniye bana öylece baktıktan sonra öylece ona bakmamı sağlayacak bir kıkırtı dudaklarından çıktı. Güldü. Beklenenin aksine, ürkünç bir gülüş değildi bu. Keyifli gözüken halinin, Darien'in belirsiz tebessümlerine olan küçük benzerliği, bende bir elektrik çarpması hissi yaratırken gülmeyi kesti ancak dudakları hala kıvrımını koruyordu. "Sen çok garip bir varlıksın." Diye karşılık verdi yalnızca ve bu beni daha çok delirttiğinden kafamı koltuğa yasladım. Ardındansa derince iç çektim.

"Gezmek istiyorsan bu kadar, şimdi bahçeyi gezdirebilirim sana." Dedi sonra, kafasını eğerek bana baktığında. "Uyamayacaksan tabi." Diye ekledi.

Gözlerim o an şüpheyle kısıldı. Hava kararmıştı ancak bu fırsatı kaçıramazdım zira kaçmayı düşünüyorsam dışarıya da bakmalıydım elbette. Şüpheyle ona baktığımı gördüğünde eğlenir gibi bir ifadeyle, cevap bekler gibi kaşlarını kaldırdı ancak kafamı sallayarak onayladım onu. Ardından ayağa kalktı. Böylece peşinden ben de kalktım ve kanepenin dibine koyduğum ayakkabılarımı giydim.

Kaisel, öylece önden yürüse de kapıyı açtıktan sonra geçmem için beni bekledi ve ona kötü bir bakış fırlatarak geçtim kapıdan. Gören de centilmen falan sanırdı ama gel gör ki buradaydım. Kaçırıldığım evde. Kendi evimden uzakta.

"Dünden bu yana epey çekilmez olmuşsun." Diye ağzının içinde mırıldandığında, keskin bakışlarım daha bahçede dolanamadan ona çevrildi.

"Nişanlımı ve Anfia'yı, hatta o aptal Callisto'yu bile özledim. Ne zaman buluşacağımızı bilmiyorum ve onları göremeden ölüp gitmem kuvvetle muhtemel. Üzgünüm, tüm bunlara neden olan senin yanında pek neşe saçamadığım için."

Kaisel birkaç saniye sustuktan sonra, soğuk bakışları yüzümde dolandı. "Anlattığın o deli saçması hikaye gerçek miydi? Darien'e gerçekten aşık mısın?" Dedi öylece, alakasızca.

Deli saçması demesine kızmadım çünkü biraz... Öyleydi, kabul ediyordum. Yine de
duraksayarak ona baktım. "Elbette." Dedim fazla düşünmeden. "Hayatımda sorgulamaya açık olmayan yalnızca birkaç gerçek var ve biri, ona olan sevgim herhalde." Diyerek kaygısızca güldüm ardından.

Kaisel, sanki garip bir şey duymuş gibi bana baktıktan sonra kafasını eğdi. Gözleri çatılmayı bırakan kaşlarımda, Darien'in adını andığımda parladığını yüreğimde hissettiğim mavi harelerimde dolandı. Tasasızca kıvrılan dudaklarımda. Alaycıl ifadesi kaybolmuştu ancak yüzünden herhangi bir şey okunacak gibi de değildi.

"Ona ne zaman bu kadar aşık olmuş olabilirsin? Darien hayatı boyunca yalnızca birkaç defa Helefna'ya gitmiştir. Sen o sıralarda Helefna'nın veliaht prensesi konumunda değil miydin?" Dedi gözlerini kısarken. Yine de bu kez, o delici şüpheli kıvılcımlar yoktu. Gerçekten, meraktan soruyormuş gibiydi.

"Helefna'daki baştan itibaren yapılmaması gereken bir nişandı." Dedim omuz silkerek. "Elijah ve benimle alakalı tonlarca söylenti olduğunu biliyorum ve senin de birkaçını bildiğine eminim ancak işler, sanıldığı gibi değil."

Kaşları inanmazca havalandı. "Nasılmış peki işler?" Dedi tekinsiz bir sesle, bir adım bana yaklaşırken. "Helefna'nın tüm soyluları, senin Prens Elijah'a olan aşkını konuşabilir fakat Kuzey Prensesi, ben duyduklarıma değil gözlerimle gördüklerime inanırım." Dedi sertçe. "Üç sene önce, Helefna'daki bir baloda seni gördüğümü hatırlıyorum. Bana selam vermeden geçip giden arsız kadının kim olabileceğini düşünmüştüm ancak saçların ve buz rengi gözlerin sorgulamaya pek yer bırakmamıştı." Dedi sevimli olmayan bir şekilde gülümserken. Güçlükle yutkundum. "Sonrasında Meyza, geçip sevgilinin yanına gittin. Onun yanındaki kıza nasıl baktığını da gözlerinin içindeki alevleri görmemek de elde değildi. Tüm Helefna'yı tam da o an küle çevirebileceğini, gözlerinin içinde görmüştüm. Helefna Prensi'nin böyle bir kadını kendisine bağlamak için ne yaptığını düşünmemek elde değildi çünkü onun sana gözlerini çevirmeyişini de, senin ruhunun kırılışını da uzaktan izledim. Tüm bunların arasında kardeşime ne zaman aşık olmuş olabilirsin snezhinka? İşin aslında niyetin onu kandırmak mı? Sevgiline Batı'dan ve Karilya'dan haber mi yolluyorsun?"

"Ah Tanrı aşkına ya!" Diye konuştum inanamazca ve büyük çoğunlukla da bıkkınlıkla. Canıma tak etmişti artık. Bu cihanda, herkes mi Meyza'nın aşkına şahitti? Herkes mi biliyordu Meyza'nın kim olduğunu? O halde biri de tutup niye kurtarmamıştı o kadını? Bir ejderhaya kurban niyetine sunulurken bu sözde her şeyden haberdar insanlar nerelerdeydiler? Kimse mi dememişti bu kadın sadece aşıktı, aldatıldı, cezalandırılsa bile cezası hayattan koparılması olmamalı diye? "Callisto, Darien ve Anfia bitti ve şimdi de aynı sorgulamaları senden mi dinleyeceğim?" Diyerek kollarımı birbirine bağladığımda ve gözlerimi devirdiğimde, Kaisel, bu pervasızlığım karşısında duraksadı. Hatta neredeyse şaşırdı. Anlamazca çatıldı kaşları. Şimdi, bir şeylerin doğru olmadığını sezmiş gibi bakıyordu. Gözleriyle gördüğünün sorgulanabilir olup olmadığını düşünür gibi.

"Sence Darien, tüm bunları düşünemeyecek bir adam mı?" Diye devam ettim, elimi sokacak bir cebim olmadığından içimden küfrederken. Bu lanet olası yer, neden böyle soğuktu?

"Ortak bir amacınız olup olmadığını bilemem tabii fakat belki sadece sen, korkunç derecede iyi bir yalancısındır." Dedi Kaisel, öylece yüzüme bakarken.

"Elijah beni sevmiyordu." Dedim soğuk bir sesle. Sarı harelerinden anlam yükleyemediğim bir parıltı geçti. "Ne yapmamı beklerdin? Ömrüm boyunca beni sevmeyecek bir adamın peşinden koşmamı mı? Ah, sana bir haber daha vereyim." Gözlerimi kırpıştırdığımda onun gibi samimi olmayan bir tınıda gülümsedim. "Elijah, hikayenin sonunda başka bir kadına aşık oluyor. Sürpriz."

"Aldatıldın mı?" Dedi gözlerinde tehlikeli kıvılcımlarla.

Henüz değil ancak keşke sadece aldatılacak olsaydım, diye geçirdim içimden.

"Neyse ne. Dediğim gibi, bir de sana kendimi inandırmakla uğraşmayacağım. Ayrıca bu durumda olmamızın tek sorumlusu da sensin."

"Bu ne siktiri boktan bir saçmalık?"

"Eğer o yolladığın elçiler hadlerini bilmiş olsaydı ne Darien onun kafasını kesecekti ne erken bir savaş riskiyle karşı karşıya kalacaktık."

Soğuk gözleri ifadesizce bana baktığında "Ne yaptılar Darien'in savaş riskini alacağı kadar hadlerini aşacak merak ediyorum." dedi düz bir sesle.

Omuz silktim. "Bana gelmem için hadlerini aşacak kadar çok ısrar ettiler ve ben sinirlenip sana birkaç küfür edince elçi bana vurmaya kalkıştı."

"Sana vurdu mu?" Dedi Kaisel, sesine anlaşılmaz fakat tüyleri ürpertecek korkunç bir soğukluk inerken. Ona küfür etmeme değil de bu kısma takılması beni duraksatsa gözlerimi yüzünden çekmedim. Darien'den belki bir belki iki santim kısaydı ancak ona da başımı kaldırarak bakmak zorunda kalıyordum. Benim aksime, vücudunu saran ince siyah gömleğine rağmen üşür gibi bir hali yoktu. Rüzgar, tek tarafa atılmış kırmızı saçlarını dağıtmıştı. Teni, iki kardeşine göre çok daha beyazdı.

İç çekerek sorusuna cevap verdim. "Hayır çünkü Darien tam zamanında oradaydı. Yani, onu elçini öldürdüğü için suçlayabilir misin? Niyeti en başta onları sağlam şekilde ana saraya yollamaktı ama köpeklerin bir an olsun akıllıca hareket edemediler."

Kaisel kaşlarını çattı. "Darien sarayın sebepleri değil sonuçları değerlendirdiğini çok iyi biliyor." Dedi sert bir sesle. "Elçi öldürülmemeliydi, cezası başkentte verilebilirdi."

"Bu söylediğinin mümkün olduğuna sen bile inanmadın." Dedim gözlerimi devirirken. "Taht savaşı ne ayrıca? En başta iyi bir varis olsaydın, şimdi ne Darien taht için bir aday olmaya niyetlenirdi ne de tüm bu karmaşanın büyüme ihtimali olmazdı. Bunca yıldır veliaht olmana rağmen halkının geldiği hale bak."

"Benden imparatoru öldürmemi bekliyorsun." Dedi anlamlı bir sesle, sarı harelerinde minik şimşekler çakarken.

"Ah, sadece imparatoru değil, inan bana." Diye devam ettim. Annen de bu işin işinde.

Kaisel, sessiz kaldığında söylediklerime karşılık vermemesini garip buldum çünkü her şeye karşılık verebilecek türden bir adamdı ancak susarkenki bakışları bana ne düşündüğüne dair tek bir ipucu bile vermedi.

Dilini yavaşça dudaklarının üstünden geçirdi. "Yani sana göre Darien'in benimle taht için savaşacak olmasının tek sebebi, benim tahta uygun olmamam öyle mi? Fırsatım varken darbe yapmadığımdan?" Dedi sanki evrendeki en imkansız şeyi dile getirmiş gibi bir tınıda.

"Bir de seni öldürecek olması." Dedim dik dik yüzüne bakarken.

"Denemesi eğlenceli olacak."

"Mezarına kimse gelmeyecek." Dedim soğuk bir sesle ve o an sarı harelerinden vahşi, tehlikeli bir parıltı geçti. "Ne halkın, ne kardeşlerin. Muhtemelen hiç kimse." Diye devam ettim kendimi durdurmadan. Yine de yüzümde kayıtsız bir ifade vardı.

"Sana kimsenin desteğine ihtiyacın olmadığını söylediğimi sanıyordum, Snezhinka."

"Bahsettiğim destek değil, sevgi. Anlarsın ya."

"Öfkelendikçe sözlerinin keskinleşmesi çok tatlı ancak Meyza, ben o sözlerin saplanabileceği türden bir adam değilim. Anlarsın ya." Dedi bana göz kırparken.

"Hayır Kaisel Karilya, sen sandığının aksine egosundan ve kibrinden başka hiçbir şeyi olmayan bir adamsın."

"Yaa." Dedi ritmik bir şekilde, sözlerimi hiç umursamadan. Ardını görmesem tatlı diyebileceğim, eğlenen bir ifadeyle kafasını eğdi. "Devam et lütfen."

Devam etmemi mi istiyordu? Öylece ona bakarken ellerim beyaz elbisenin saten eteğini kavradı. Esen rüzgar, açıktaki saçlarımı arkama doğru dalgalandırıyordu ve yüzümün soğuktan uyuştuğunu hissediyordum. Niyetinin beni delirtmek olduğunu çok iyi bilsem de bunu yapabilecek olan tek kişi kendisi değildi. Kaldı ki bence o da bunun farkındaydı.

Bakışlarım, bana uymadığını bildiğim, küçümseyici ve soğuk bir alayla kaplandı. "Aynı zamanda annenin manipülasyonlarından ömrün boyunca kurtulamadığını da hesaba katmalıydım değil mi? Çok özür dilerim, hata bende. Düzeltiyorum. Olduğun şey bu. Düşünmekten aciz zavallı bir adam." Kelimelerimin sonunda ben de onun gibi kafamı hafif bir açıyla eğdim.

Kaisel'in gözlerindeki alay dalga dalga kaybolsa da dudaklarındaki kıvrım yok olmadı. Hatta daha tehlikeli bir hal aldı gülümseyişi.

"Darien sana çocukluk travmalarını anlattı, değil mi?" Dedi neredeyse yutkunmamı sağlayacak kadar soğuk bir tonda. Yine de, korkmayacaktım.

"Hayır." Dedim ben de tıpkı onun gibi gülümseyerek. "Anfia anlattı travmalarını. Gel gör ki resmin büyük çoğunluğunu sen kaplıyorsun."

İşte o an gülümsemesi kayboldu.

Bu sefer zaferi kazanan benmişim gibi hissetsem de dik dik yüzüne bakarken tek kaşımı havaya kaldırmaktan başka hiçbir şey yapmadım. Yine de gerilen yüz hatları, ne hissettiğimi açıkça bildiğini ortaya koyuyordu. Gözleri her bir duygumu yakalıyor gibi hızla yüzümde dolanıyordu.

"Bu beni Anfia ile ikinci kez vurmaya çalışışın, prenses." Uyarıydı bu.

"Ve ikinci kez işe yarayışı, değil mi?" Dedim gözlerimin parıldadığını hissederken.

"Sandığından daha az etkisi olduğunu bilmelisin." Dedi soğuk bir sesle. "Anfia'nın olası bir savaşta Darien'in yanında yer alması, en başından beridir beklediğim şey."

"Bekliyor oluşun verdiği acıyı azaltıyor mu yani?" Dedim alayla. O anda viski rengi gözleri, kısıldı. Yüzüme baktı öylece. Parlayan harelerime, kıvrılmış dudaklarıma, soğuktan kızardığını bildiğim yüzüme baktı. Dudakları işin sonunda yeniden korkunç bir tınıyla kıvrıldı. "Gözüktüğünden çok daha tehlikelisin, Leydi Meyza."

İç çektim. "Beni kaçıran adamlara karşı, evet."

"Sana her şeyi cidden Anfia mı anlattı?" Diye sordu bu sefer doğruyu söyleyip söylemediğimi anlamak isteyen, ölçüp tartar bir ifadeyle. Gözleri yüzümün her santiminde dikkatle dolandı. Bu şekilde ben de duraksayarak ona baktım. Darien'inkiler gibi hafif çekik parlak sarı gözlerinden o tehditkar kıvılcım asla silinmiyordu ancak bir şey vardı. Anfia'nın adını anarken sanki... Gözlerindeki kıvılcımlar çok kısa bir anlığına durgunlaşıyordu. Neredeyse fark edilmeyecek kadar kısa bir andı bu.

"Evet." Dedim bunu fark etmemiş gibi aksi bir sesle. Kızıl Prens'in de bir kalbi vardı. "İki abisinden birinin öleceğini bilmek, onu pek mutlu etmiyor tahmin edesin ki." Gözlerinden belirsiz bir gölge geçti. Yüz hatları yeniden gerilirken gözlerimi ondan alıp etrafa baktım dikkatle.

Gece her tarafı netçe görmemi engelleyen bir örtü gibi olsa da bahçenin devasa olduğunu anlamam için gündüz gözüyle bakmama gerek yoktu. Evin yakınlarından uzaklaşmak için ileriye doğru koşmaya çalışmam açık bir hedef haline getirirdi beni çünkü Batı'da olduğu gibi önümüzde uzayıp giden bir orman yoktu. Evin diğer iki yanında ise yüksek duvarlar vardı. Tırmanmayı elbette deneyebilirdim ancak her tarafta bekleyen şövalyeleri görmüştüm. Hepsi de zırhlıydı. Bu, güç kullanmamı gerektirirdi ve güç kullanırsam duvarı aştıktan sonra ne hale geleceğimi Tanrı bilirdi.

Gözlerim yeniden ona çevrildiğinde Kaisel hafifçe kaşlarını çattı. "Anfia bu olayın içinde yer almak zorunda değil." Dedi her kelimesini vurgulayarak. "Ne yaşanırsa yaşansın, güçlü bir kız o. Atlatacaktır."

Sözleri, zihnimin içinde beklenmedik bir uğultu yarattığında resmen dehşete düşmüştüm. "Atlatacaktır mı?" Dedim şaşkınca ve o dehşetin her bir zerresini sesimde yaşatırcasına. "Atlatacaktır mı dedin?!"

Bağırmamla beraber kaşları havaya kalktı ancak ciğerlerim sanki nefes almayı kesmemi istiyordu çünkü iç çektiğim her an bir kar fırtınasının başlangıcıydı yüreğimde. Parmaklarımın buz kestiğini hissedebiliyordum. Öfkeyi ve hiddeti.

Gücü.

"Sen kendini bu yalanları söyleyerek mi rahatlatıyorsun?" Diye sordum yüzümü iki yana sallayarak. "O kızın tek ailesi siz ikinizsiniz, farkında mısın bunun? Atlatacak dediğin şey ailesinin bir kere daha paramparça olması! O kız seni seviyor ve muhtemelen bunu evrende başarabilecek tek kişi de o zaten. Aptal değilsen bunu zaten biliyor olmasın ancak ne dedin? Atlatacak mı?" Histerik bir şekilde güldüğümde Kaisel, önümde kaskatı kesilmişti ve gözlerinde beni kül edeceğini vaat eden bir yangın vardı ancak yanmayacağımı biliyordum. Bu şekilde ancak benim soğuğum onu yakardı.

O kız, benim kollarımın arasında daha yapmadığı fakat eninde sonunda yapmak zorunda kalacağı seçimlerinin sonuçları için ağlamıştı. Hatta canı içinden çıkacakmışçasına ağlarken uyuyakalana kadar durmamış, uykusunda bile sayıklamaya devam etmişti.

Karşımdakinin ayak bastığım ülkenin prensi olmasını gram umursamadan onu göğsünden ittirdiğimde, Kaisel bir santim bile kıpırdamadı ancak kaşları karmakarışık bir ifadeyle çatılmıştı. Bana ve öfkeli halime bakarken içimde çalkalanıp duran hislerimin parmaklarımın ucuna akmasına izin verdim. O an esen rüzgar kalbimin teklemesine sebep olurken duraksamayıp yeniden onu göğsünden ittirecektim fakat buna izin vermeden bileklerimi yakaladı ve buzlaşmaya başlayan parmak uçlarıma baktı.

"Güç kullanmanın senin için iyi olacağını sanmıyorum, Snezhinka."

Bileklerimi ellerinden kurtarmak için çırpındığında öfkem o kadar korkunç bir hal almıştı ki beni hiç uğraşmadan böyle tutabildiğini görmek, en sonunda elbiseme rağmen ona tekme atmayı denememi sağladı. Başarısız bir girişim olsa da yerimde tepinmeye ve belli belirsiz bağırmaya devam ettim. Gözleri, yine ilk defa gördüğü bir canlıyı inceler gibi dikkatle üstüme çevrilmişti ve bu da sinirimi git gide daha fazla bozuyordu. Ancak sonunda, bu şekilde hiçbir yere varamayacağımı anladığımda durdum ve yalnızca "Pislik herif." Diye ağzımın içinde geveledim. "Geberteceğim seni çok yakında, bilgin olsun. Kaçamasam bile öldüreceğim seni."

Kaşlarını kaldırırken beni serbest bıraktı. "Birine zarar verebilecek bir kadın gibi durmuyorsun, bilmem farkında mısın?" Ardından başıyla bileğimi işaret etti. Az önceye kadar kolayca tuttuğu bileğim. "Ayrıca istesen de bir şey yapabileceğini sanmıyorum bu ufak halinle."

"Ne çabuk unuttun dudağını yamulttuğumu?" Dedim huzursuzca kaşlarımı çatarken.

"Dudağımı yamultmadın." Dedi gözlerini devirerek.

"Ne kadar daha beni yanında tutmayı düşünüyorsun?"

"Savaş bitene kadar belki." Dedi rahat bir şekilde omuz silkerek.

"Bir savaştan bahsettiğinin farkında mısın sen?" Dedim ellerim deli gibi üşürken. Onları yumruk haline getirdiğimde amacım titremelerini durdurmaktı. Ciğerlerimde deli gibi rüzgarlar esiyordu. "Satranç değil bu. Askerlerin ölecek. İnsanlar, sevdiklerini kaybedecek."

"Eh, savaşların olayı bu tatlım."

"İnanamıyorum." Dedim bu sefer kafamı iki yana sallayarak.

"Neye tam olarak?" Diye sordu gözleri ciddiyetsiz şekilde kısılırken.

"Senin gibi bir herifin imparatorluğun başına geçmeyi arzulamasına ve böyle bir ihtimalin gerçekten varolmasına. Cidden inanılmaz bir şey."

"Taht savaşı denince aklında ne canlanıyordu tam olarak, prenses? Darien'le bilek güreşi yapacağımızı ve kazananın tahta geçeceğini mi sandın?"

"Taht savaşı dediğin şey senin yüzünden var!" Diye bağırdım elimde olmadan oldukça aksi bir sesle, elim göğsüme giderken. "Sen doğru zamanda tahta çıkıp düzgünce ülkeyi yönetmeye başlasan Darien'in imparator olma isteği de, Batı'dan ayrılmasına da lüzum kalmazdı diyorum, anlamıyor musun beni?" Kaisel, adımları yavaşlarken ciddi olamazmışım gibi baktı bana. Yüzümden okunan öfke kıvılcımları gözleriyle takip etti. Her neredeysek artık, her şeyi yıkıp geçmek ister gibi esen rüzgar kan kırmızısı saçlarını öylece uçuşturdu. Benim aksime gözlerini bile kırpmadı. Korkunç bir uyuşukluk tüm vücuduma yayılırken bunun hayra alamet olmadığını pek ala biliyordum. Soğuğun verdiği zararı tanımaya başlamıştım. İstemezdim halbuki tanımak.

"Ciddi olamazsın." Dedi sadece Kaisel, nereyese mırıltıyla kafasını iki yana sallarken. Beklenmedik şekilde ciddileşmişti. Artık sakin durmuyordu az önceki gibi. "Darien'in gerçekten beni öylece hayatta bırakacağına inanman için ya aptal ya da akıl almaz derecede saf olman gerekir ki o da ilk kapıya çıkıyor."

Dudaklarımı bir anlığına birbirine bastırdım. İkimiz de birbirimize inanamazca bakıyorduk. "Darien'i özellikle tahtta gözü falan yoktu! Aptalca konuşan sensin. Farkında değilsin belki ancak söyleyeyim; Senin aksine onların Batı'da bir evi var. Bir aileleri... Anfia'nın korumak için seni karşısına alabileceği bir yuva söz konusu olan. Canavarla dolu ya da değil. Lanetli ya da kutsanmış, ne fark eder? Orası onların! Neden Darien tüm bunları bırakıp aptal tahtına geçmek istesin?" Sözlerim Kaisel'in üzerinde bir tesir bıraktıysa da yüzünden hiçbir şey okunmadı bu sefer. Kaşlarını çatmadı. Bağırıp çağırmadı. İğneleyici şeyler söylemedi. Sadece gözlerinin içinde kopan, elektrikli ve ürkünç bir fırtınayla bana baktı. Dudaklarım çarpık bir gülümsemeyle kaplandı böylece. "Yine de merak etme, haklısın. Bu saatten sonra Darien'in seni sağ bırakması mümkün değil." Sonrasında, mümkünmüş gibi o da tatsız bir şekilde gülümsedi. Bana doğru bir adın attığında, yüzündeki ifade havadan daha soğuktu.

"Darien'in suikaste uğradığı hikayeleri fazlaca dinledin, değil mi?" Dedi neredeyse sakin diyebileceğim bir tavırla. "Onun yemeklerine çoğu kez zehir katıldığını duymuşsundur elbet. Çocuktu henüz, değil mi?" Kafasını eğdi. "İmparatoriçe'nin düşmanlarının da bana aynı suikastleri düzenlediğinden haberdar mıydın? Pek eğlenceli hikayelerdir doğrusu. Ben de çocuktum, Snezhinka. Darien sana o meşhur kavgalarımızdan birinde elime kılıcını sapladığını anlattı mı? Gözüme nişan alıp fırlattığı oku? Omzuma hançer sapladığı zamanı? Dur, hayır mı? Şeyi duymuşsundur belki, Darien'in annesinin portesini yakmamdan sonra boğazımı kesmeye çalışması." Dedi sağ elini havaya kaldırarak uzun dikiş izini görebileceğim şekilde. Şifacılar iyileştirememiş miydi kesikleri? Ardından gülümsemesi daha da soğuk bir hal aldı. "Seni neye inandırdılar bilmiyorum, Snezhinka ancak ben Darien'i İmparator ve İmparatoriçe'nin kanını tahtın üstüne akıtacağını ve sonra sıradakinin ben olacağımı söylerken pek çok kez duydum. O çocuğun içindeki intikam hırsının Batı'ya gidince söndüğüne mi inanmamı istiyorsun? Sikerler."

Duraksayarak gözlerimi kırpıştırdığımda, tüm bedenim sarsılmak üzereydi ancak ben güçlükle ayaklarımın üstünde durmayı başardım. Zihnim uğuldadı. Ben de çocuktum.
Hayır, Tanrı aşkına, sadece hayır.

"Darien ne yaptıysa, hak etmişsindir." Diye konuşabildim yalnızca, dişlerim birbirine çarpmasın diye onları birbirine kenetlerken.

Gerçekte peki? Dehşete düşmüştüm.

Darien'e güvenim elbette sonsuzdu. Tek bir hayatta değil, her defasında onu sevmeyi gözüm kapalı seçebileceğim bir sonsuzluktu bu ancak Kaisel'in söyledikleri belli ki Anfia'nın hiç haberinin olmadığı şeylerdi. Darien ise ailesi hakkında gerekmedikçe konuşmazdı bile. Hikaye, git gide daha trajik bir hal alıyordu. Önce Darien yoldan çekilsin diye İmparatoriçe'nin ona yaptıkları ve şimdi de İmparatoriçe'nin düşmanlarının Kaisel yoldan çekilsin diye ona yaptıkları mıydı?

Tanrı aşkına. İçimdeki yıldızlar sönüyordu birer birer. Hissedebiliyordum.

Sönmüş başka şeyler de var.

İkisi de çocuktu. Yalnızca çocuk. Darien'in yemeklerine zehir katılırken ya da kim bilir Kaisel ne tür düşmanlarla boğuşurken, bunlarla mücadele etmek istemeseler de doğdukları hayatı kabullenmek zorunda kalmışlardı. Sonra ne olmuştu? Kaisel'i destekleyenler de Darien'i destekleyenler de onları korkunç bir düşmanlığın içine atıvermişlerdi. Damarlarında aynı kan akıyordu ancak o kan onları rekabete sürükleyen yegane şey olmuştu. Kimse durup da siz kardeşsiniz dememişti, neden desinlerdi ki? Taht kavgasıydı bu.

Anfia ölümüne kavga ettiklerini söylediğinde yumruk yumruğa kavga edip birbirlerine zarar verdiklerini tahmin etmiştim ancak birbirlerini bıçakladıklarını ya da ok fırlattıklarını düşünmemiştim. Yani, ikisini ele alınca belki de düşünmem gerekirdi. Ve Darien'in intikam isteği? İmparatoriçe'yi ben bile öldürmek istiyordum ancak o, onlara olan öfkesini asla tam anlamıyla bana yansıtmamıştı. Konuyu çoğu zaman kapatmış, ne yapmak istediği konusunda hiç konuşmamıştı. Nasıl bir intikam isteğiydi ki söz konusu olan?

Kaisel bir şey demeden, viski rengi gözlerinde ürkütücü bir ifadeyle bana bakmaya devam ettiğinde bir kere daha rüzgar esti.

Bu da son nokta oldu.

Elimi, onu oradan sökmek ister gibi kalbimin üstüne götürdüğümde, dizlerim de titremeye başladı. Gerçi, sadece dizlerim değil belli ki, tüm vücudum sallanıyordu.

"Neyin var?" Diye konuştu sert bir sesle Kaisel. O an kelimeler ağzımdan dökülmedi. Yüzüne bile bakamadım hatta. Sanki yüreğim çatlamıştı. O çatlaklardan zehirli sarmaşıklar çıkıyor ve tüm göğsümü sarmalayarak patlatmak istiyordu. Soğuğun acı verebileceğini öğrenmiştim ancak bu... Fazlaydı. Parmak uçlarım bile acıyla kasılmıştı. Binlerce iğne batırıyorlardı da hepsi kor gibiydi sanki. Soğuk ne zamandan beridir yakıyordu beni? Nefesim kesildi.

"Meyza? Bana bak." Dedi bu sefer Kaisel çok daha ciddi ve anlaşılmaz kıvılcımların titreştiği tok bir sesle. Bakışlarının üstümde dolandığını hissedebiliyordum ancak kafamı kaldıramadım. "Neyin olduğunu söylemen gerek. Yoksa sana yardım ede-"

Sözümü kesen şey bacaklarım beni taşımayı aniden bıraktığı için elimi refleks olarak koluna götürmem ve düşmemek adına tutunmam oldu. Tüm kasları anında gerilirken, düşmeden hemen önce elini dizlerimin arkasına götürdü ve diğeri sırtımın arkasında yerini bulurken hızla beni kucağına aldı. "Siktir." Diye mırıldandı ağzının içinde. Kafasını eğerek doğrudan gözlerimin içine baktı. "Bir tür hastalığın mı var Snezhinka? Konuşman gerek. Gözlerini kapatmayı aklından bile geçirme."

Hızla adım atıyordu ve yanağıma değer rüzgar bana tenimde kesikler açılmış gibi hissettiriyordu. Bunun için kafamı da dik tutamadım daha fazla. Yine de beyaz saçlarım salınarak istemsizce kafamı göğsüne yasladığımda, hissettiğim o ufacık sıcaklık için göz yaşları dökecek gibiydim. Aynı anda, Kaisel de benim ne kadar soğuk olduğumu hissetmiş olmalı ki irkildi ve o viski rengin gözlerine ilk defa dehşet benzeri bir ifade çökerken yüzüme baktı öylece. "Donuyorsun." Dedi. "Sikeyim, buz gibisin Meyza."

Her şeyi açıklayan tek ve doğru kelimeyi kullanmıştı. Donuyorsun. Yanlışı da vardı. Donan ben değildim, kalbimdi ve bu beni öldürüyordu.

Hiç bu kadar sancılı olmamıştı göğsüme yayılan bu ağrı. Nasıl tarif edebilirdim ki? Soğuk elleri olan korkunç bir yaratık kalbimde kuluçkadaydı da şimdi duvarları kazıya kazıya yüreğimi içten parçalayarak dışarı çıkmaya çalışıyordu sanki. Üstelik, öyle ürkünç bir soğuk falan da yoktu dışarda. Kara bir kış günü değildi. Sadece rüzgar biraz sertti. O halde neden bu haldeydim?

Nedenini bilmiyor musun sahiden, Sima?

Zihnimdeki fısıltıyı yine görmezden geldim. Tir tir titreyen bedenim, Kaisel'in tamamen kaşlarını çatmasını sağlamıştı ancak ifademden ne anladıysa artık, iki kere gözünü açıp kapattı. "Bu ilk defa olmuyor." Dedi sertçe, yine doğru bir tespit yaparak. Sessizliğimle bakışları yoğun bir hale geldi ancak bir şey söylemedi. Eve doğru resmen uçmuştuk. Kaisel, kollarımı öyle sıkı tutmuştu ki ne kadar sarsılsam da yere düşmeyeceğim kesin gibiydi.

"Şifacıları çağıracağım." Dedi düz ve net bir şekilde.

"Şifacılar bir şey yapamaz." Dedim karşılık olarak, güçlükle. Kaisel bana baktı yeniden. Titreyen dudaklarım, kaşlarının çatılmasını sağladı. "Tenin saçlarından daha beyaz gözüküyor ve dudakların mosmor olmuş, prenses." Dedi söylediğimin bir saçmalık olduğun anlamamı istercesine. Yine de söylediğim şey her bir kasının gerilmesini sağlamıştı. Bu ihtimal kabul edilemezmiş gibi "Ne demek şifacılar bir şey yapamaz?" Diye devam etti tehlikeli kıvılcımlar gözlerinde alev alev yanarken.

"Ateşe götür beni." Diyebildim sadece yorgunca. Kavga edip tartışacak enerjim asla yoktu. Tek dileğim buydu. Sıcak bir yer. Bu ağrının göğsümden sökülmesi. Kalbimin çıkartılıp parçalara ayrılacak olması gerekse bile sökülmesi çünkü aldığım nefes bile canımı acıtıyordu. Gözlerimin hissettiğim yoğun ağrıdan dolayı dolduğunu hissettim. Kaisel bunu gördüğü an dudakları aralandı ancak sadece daha da fazla kaşlarını çattı ve çenesi kasıldı. "Gözlerini kapatırsan prenses, gerçekten öldüreceğim seni snezhinka."

Ölüyorum zaten aptal herif, demek geçti içimden ancak bir şey demedim. Gözlerim onla alay edercesine bir saniye sonrasında kapandı. Bir bağırış, ya da bir kükreme duyuldu. Bir kapı açıldı. Hızlı adımlar. Kaisel, öfkeyle yeniden bir şeyler bağırdı. Bu bağırışlarla evin yerinden oynadığına yemin edebilirdim. Sonra nihayet, kulağımı ateşin ufak çatırtı sesleri doldurdu. Kaisel'in beni kucağından bırakmadan yere çöktüğünü hissettim. Ateşin aydınlığı yüzüme çarptı. Gözlerim kapalı olsa da içime sızan o küçük sıcaklık, dudaklarımdan çıkan kesik bir nefesle gözlerimden sicim gibi yaşların süzülmesini sağladı. Kaisel, kafamın ardından tutarak beni tamamen göğsüne yasladı. Tutuşu sıkılaştı.

"Onu hemen iyileştirmezseniz kelleleriniz uçmaz, her saniye ölmek için Tanrı'ya yalvarır hale gelirsiniz." Dedi Kaisel, muhtemelen bize yaklaşan birkaç kişiye. Şifacı olmalılardı. Kaisel'in sözlerinde blöf yoktu. Tehditi gerçekti. Bu gerilim benim bile bulunduğum yerde güçlükle yutkunmamı sağladı.

"Gidin." Dedim güçlükle.

"Ölmek istiyorsan bunu benim yanımda değilken yapmaya çalış Isabel." Dedi Kaisel aksi ve sert bir sesle. "Bırak yardım etsinler. Canın yanıyor."

Bu sefer gözlerimi zorla kırpıştırarak araladığımda, Veliaht Prens'in anlaşılmazca bakan hareleri ve çatılmış kaşları karşıladı beni. "Gitsinler, Kaisel." Dedim yeniden.

Kaşları daha da çatıldı. Reddedecekti. "Hay-"

"Lütfen."

Dudaklarımdan kısıkça çıkan sözcükle Kaisel bir anlığına duraksadı. Gözlerinden, tehlikeyi vaat eden o parıltılar geçip gitti. Mümkünmüş gibi kavrayışı sıklaştı. Şimdi bir eli omzumdan tutuyordu ve öteki eli boştaydı.

Gözlerini onlara çevirmedi. Bana baktı. "Gidin." Dedi yalnızca.

Şifacılar emrini sorgulamadılar bile. Hızlı adımlarla odayı terk ettiler. Kaslarımın gevşediğini hissederken, Kaisel sert bakışlarını üstümden çekmedi. "Çıkacak savaş sen ölürsen daha berbat bir hale gelecek. Umarım bunu unutmamışsındır gitmelerini isterken."

Gücüm yerinde olsa gözlerimi devirirdim. Savaş sadece onun yüzünden çıkacaktı. Aptal, gerçekten aptal herif.

Ateşin oldukça yavaşça tenime işlediğini hissederken sonunda net görmeye başladım ancak titremelerimin ardı arkası kesilmiyordu. Kaisel, ben hafifçe kıpırdanmaya çalışırken sustu. Sadece beni izliyordu. Zaten yaşanan şey oldukça garipti. Yani, beni kaçırmıştı değil mi? Ne halin varsa gör diyerek beni bahçede bırakmak yerine eve taşımış, ben titreme krizi geçirirken benimle yere oturmuş ve şöminenin önünde bekliyordu. Gözleri, hala göğsüne yaslı olan yüzümün her santimini dikkatle inceledi bu sessizlik anında. Gümüşi saçlarıma ve ne mavisi olduğunu son zamanlarda pek de anlamadığım gözlerime baktı uzun uzun.

Ben de ona baktım. Viski rengi gözlerinin içindeki kaybolmayan vahşi parıltılar sanki her an beni küle çevirebilecekmiş gibiydi. Bir ipin üstünde dengede durmaya çalışıyormuşum gibi hissettiren bir yönü vardı. Bunun haricinde karşımdaki adam Darien'in annesinden kalan elle tutulur tek şeyi düşünmeden yakan adamdı. Yakan ve onun Batı'ya sürülmesine yardım eden adam. Anfia'nın, ağlayarak ölümünü kabullenmeye çalıştığı adam. Dahası, kardeşinin annesi tarafından kilitlendiğini öğrendiğinde hiç sorgulamadan onu düşmanının, Darien'in, yanına gönderen adam da buydu.

Anfia'nın sözleri zihnimde çınladı o an.

"Annem benim kusursuz olmamı istiyordu ancak Kaisel'den beklentisi onun kusursuzluğun bile ötesine geçmesiydi." Kaşlarım çatılacak gibi oldu ancak ifadesizce duraksadım. Sessizce yüzüne bakmaya devam ettim böylece. Darien'le ne kadar benzedikleri, şimdi çok daha ortadaydı. Darien'in gece karası saçları gibi onun da kızıl saçları asi tutamlara sahipti ve ense kısmını biraz uzatmıştı. Darien'in belli belirsiz dalgaları varken onunkiler dümdüzdü ancak çene hatları neredeyse aynıydı. Düzgün burnunun üstünde birkaç çil olduğunu ise ancak şimdi fark ediyordum ve bu da Anfia ile ortak noktasıydı. Çiller, sert görüntüsünü kırmaya asla yardımcı olmamışlardı. Çenesinde bir dikiş izi ve kulağında parıldayan elmas küpesiyle, Tanrı şahit, kusursuzluğa çok yakındı.

"Darien ilk karşımıza çıktığı andan itibaren Kaisel'in düşmanıydı çünkü benim aksime o, annesinin sevgisini ancak onun istediği gibi bir oğul olursa alabileceğini çok iyi biliyordu." Hayal etmek sandığımın aksine zor olmadı. Darien'in annesine yürekten bağlı olan hizmetçiler her gün suikastçılarla boğuşurken İmparatoriçe, çocuğunun kundaktaki kardeşlerini öldürtmekle meşguldü. İmparator ise, belli ki ilk andan beridir olanı biteni umursamıyordu. Peki bu karmaşanın ortasında Kaisel ne istemişti? Darien gibi o da çok küçüktü, öyle değil mi? Prens olması bir yana, bir evlattı da. Ne tür öğretilerle yetiştiğini tahmin edebiliyordum ancak yaşananların tahminlerimden çok ötede olduğunu bir süre önce fark etmiştim. Kaisel, babası onu görmeye başlasın ve annesi, mutlu olsun istemişti. Çünkü bir zamanlar, o kadının çocuğu olduğuna inanıyor ve bunu bir şekilde hissetmek istiyordu belli ki. "İmparator onu görsün, annesi mutlu olsun isterdi çünkü o kadın sadece o zamanlarda kafasını okşardı abimin."

Tüm olan bitenin nasıl bir trajedi olduğunun farkındaydım ve bu farkındalık göğsümü soğuğun haricinde, ayrı olarak yarıp geçiyordu zaten. Kaisel ve Darien, ölümüne kavgalar etmiş iki kardeşti ve onlara sürekli, birinin diğerini öldürecek olduğu söylenmişti. Biri dışlanmış, öteki ise annesinin takdirini kazanmak için her şeyi yapmıştı. Elde ne vardı peki?Darien, lanetli ormana yollanmıştı. Kaisel, ailesinin nasıl insanlar olduğunu anladığında onların sevgisini arzulamaktan vazgeçmiş ve hizmetlilerin iki kez gözlerine bakmaya cesaret edemediği, korkunç bir adama dönüşmüştü. İşin sonunda ikisi de aile sevgisinden uzakta yetişmiş iki çocuktu. Bir de Anfia vardı. Arada kalan ve Kaisel'i seçmeyen Anfia. Evini, Batı'yı seçen Anfia. Belki de o andı, karşımda duran adamın hayatı boyunca yalnız kalmış, asla kendisi olduğu için ilk seçenek olmamış biri olduğunun yüzüme çarpıldığı an. Tıpkı Meyza gibi.

O da sadece toprakları ve gücü için Elijah tarafından kabul edilmişti. Kaisel'in ilk doğan olduğu için annesinin yanında tutulması gibi.

"Seni bu hale getiren şey, soğuk. Değil mi?" Kaisel her ne kadar sakince ve düz bir ses tonuyla konuşsa da kelimelerin gücü vardı. Ben kendimi irkilmekten alıkoyamazken o parlayan ateşe döndü. Bir elini kaldırdı ve sarı harelerinde küçük kıvılcımlar belirirken parmağından sıçrayan bir elektrik kıvılcımı, yanan odunlara gitti. Ateş harlanarak büyüdü. "Onun için seni ateşe getirmemi istedin." Diye devam etti Kaisel.

Kalbim, saniyelerde defalarca kez atarken doğruldum ve kollarının arasından çıktım. Kaisel bana doğru döndü ve gözleri kısıldı. Sözlerinin doğru olduğunu biliyordu.

Kuzey kanı taşıyan insanların kalbi, fazla soğuğa maruz kalırlarsa yavaşça donardı.

Hayır, sorun bu değildi. Sorun gerçeği henüz Darien'e bile söylememiş olmamdı. Sorun, Meyza'nın tek sırrını aşık olduğu adama fısıldaması ve karşılığında karanlık alevlerin arasına atılmasıydı. Sorun, o kadının kalbini gerçekten dondururken iki kez düşünmemeleriydi. Kimse bilmemeliydi gerçeği. Anfia, aptal Callisto ve Darien bile bilmiyorken düşmanım?

Kaisel, yüzüme dalga dalga yayılan paniği izledi. Kaşları çatıldı yavaşça. "Aklından ne geçiyor bilmiyorum ancak seni soğukta donmaya bırakmayacağım prenses." Dedi içinde kıpraşan duyguları yakalayamadığım bir sesle. Yüz hatları kasılırken kaşları tamamen çatıldı. Sarılarından az önceki gibi küçük kıvılcımlar geçti. "Seni öldürecek olsaydım bile, bunu acı çektirerek yapmazdım."

Bana baktı. O gergin ifadesinin yanında sesi netti. Aksi asla gerçekleşmeyecek der gibi. Bunu sana karşı kullanmayacağım der gibi. Sanki aslında bir söz veriyordu. Yüzüme baktı ve kafasını yana eğerken dudakları hafifçe kıvrıldı. "Belki seni hayal kırıklığına uğratacağım ancak sandığın gibi bir canavar değilim."

Kaşlarımı çattığımda doğrudan ona baktım. "O halde bu savaşa engel ol ve Darien'e zarar vermeyi içeren planlar yapmayı kes." Sözlerimin devamı vardı. Ateşin üstüne düştüğü harelerimin içindelerdi. Kaisel onlara bakarken, belki de dilimden dökülmemiş sözlerin hepsini anladı. Hayır, hissetti. Çünkü o planlardan birini bile gerçekleştirmeyi denersen, ölmek pahasına da olsa karşılık vereceğim sana.

Yine de... Her ne kadar içimden geçenler bunlar olsa da dudaklarımın arasından sadece yorgun bir nefes çıktı. Bakışlarım o bana oldukça düz bir şekilde bakarken yumuşadı. Tanrı aşkına. Bu korkunç ihtimal, en azından şimdiyi kapsamamalıydı. Ne olacağını gördüğümde, işler istediğim gibi ilerlemezse zaten verdiğim karardan dönmeyecektim.

Ama şimdi. Daha önce hiç verilmemiş şanslar, gün yüzüne çıkmamış kapılar vardı. Geleceğin potansiyel karanlığına kapılıp gitmemeliydim. Hele ki en sonunda ne olacağını bu kadar biliyorken.

"Sana inanıyorum." Dedim omuzlarım çökerken. Bu sefer irkilen Kaisel oldu. Öncekiler gibi değildi şaşkınlığı. Gözleri gerçeği söyleyip söylemediğimi anlamak istediğinden hızla yüzümde gezindi.

"Bana inanıyorsun?" Dedi sonunda gözlerini kısarken.

Arkamdaki kanepeye yaslandım. "Evet." Dedim sakince.

Kaisel dikkatle yüzüme bakmaya devam etti. "Bana inanıyorsun?" Dedi yeniden.

Kaşlarımı kaldırdım. "Derdin ne?"

"Neden?" Diye sordu bu defa. Anlamazca bakıyordu. Ya da aptal mısın sen der gibi.

Omuz silktim. "Her türlü bana işkence yapmanın yegane yolunu görerek öğrendin. Sana inansam da inanmasam da bu gerçeği değiştiremeyeceğimden inanmayı seçiyorum."

"Aptal mısın sen?" Diye sordu bu defa kızıl kaşlarını çatarak. Sesi beklediğimden de sert çıkmıştı. "Helefna'nın en güçlü varislerinden biri ve Karilya Prensi'nin nişanlısısın. Batı'nın düşesi sayılırsın. Her an tetikte kalman, herkesten her kötülüğü beklemen gerek senin."

"Gerek yok buna." Dedim kollarımı kendime çektiğim dizlerime sararken. Kaisel'in bendeki bakışları başka bir yöne döndü ve ne işaret yaptıysa saniyeler sonra biz hizmetli gelip bana kalın bir battaniye uzattı. Örtüyü alıp gelişigüzel şekilde üstüme örterken hizmetli çoktan ayrılmıştı. Kaisel benim bir şey dememe kalmadan sorarcasına gözlerimin içine baktı. Ben de ona baktım dikkatle. "Demek istediğim, bu soyluların dünyasıyla, tonla entrikayla ya da saçma sapan güç savaşlarıyla ilgilenmiyorum. Umurumda olan tek şey sevdiklerimle daha fazla yan yana durup mutlu kalabilmek. Gerisi pek önemli değil."

"Yani Darien'le." Dedi sorarcasına. Kalp atışlarım aynı saniye ilerlediği çizgiden ayrıldı. İç çektiğimde göğsüm sıkışmıştı. Kafamı sallayarak onaylarken Kaisel bana bakıyordu. Ben engel olamadan hafifçe kıvrılan dudaklarıma baktı. Yüreğime akın eden duygu seliyle kısılan gözlerime.

"Ona aşıksın." Dedi dudakları hafifçe aralanırken, tuhaf bir sesle. Kaşlarımı kaldırdığımda tek düze bir tonda devam etti. "Yani gerçekten aşıksın."

Dudaklarım alaycıl olmayan, içten bir gülümsemeyle kıvrıldı. "Bunu sonunda anlaman hoş."

Kaisel gülümseyişime ifadesiz bir yüzle baktı. "O da seni seviyor mu... Yani gerçekten?"

Gülümseyişim sıcacık bir hal aldığında kafamı eğdim. "Doğrusu buna inanmak benim için de zor hala."

"O kadar da inanılmaz değil." Diye ağzının içinde bir şey mırıldandı. Gözlerimi kırpıştırarak sorarcasına ona baktığımda "Cidden." Dedi sert bir tonda. "Nasıl yaşamak istersen iste, prenses. Daha dikkatli olmalısın."

Yutkundum yavaşça. "Öyle yapsam da, bu bir işe yaramayacak." Dedim anlaşılması güç, kısık bir sesle. Yine de beni duyduğunu biliyordum. Zaman donup kalmış gibi hissettim. Tüm gök üstüme çökmüş gibi. Hayır, tüm dünyam içime çok daha önce çökmüştü. Kütüphanede Anfia ve Darien bana gerçeği anlatırken. Gözlerimi yumdum. Tanrı şahit, içim titredi o an. Yani, nasıl titremezdi ki? Dilimin değil yüreğimin ucuna gelen yalanlar bir idam mahkumu gibi ipe dizildiler ancak altlarındaki tabureyi çeken ben oldum. Fısıltıyla konuştum. "Öleceğim çünkü ben."

Kaisel'in donup kaldığını anlamak için dönüp ona bakmama gerek yoktu. Aramızdaki hava bile gerginlikten buz tuttu o saniyeler içinde. Gözlerimi açtığımda, yine anlaşılmaz bir ifadeyle bana baktığını gördüm. Kaşları çatık değildi bu defa. Sadece gözlerimin içine bakıyordu. Karşımda bir ayna olmadığına şükrettim o an çünkü nasıl baktığımı görmek istemezdim. İlk defa kabul edişimdi gerçeği. İlk defa, dile getirişimdi. Bunun için kabullenişin tezahürü simamda nasıl duruyor bilmek istemiyordum.

"Sen-"

"Yansıma ruhları biliyorsun, değil mi?" Diye sordum ona izin vermezken, hafif titrek bir gülümseme ile. Kaisel kaşlarını çatsa bile kafasını sallayarak beni onayladı. Konunun, yansıma ruhlarla ne alakası olabileceğine dair binlerce ihtimali gözden geçiriyormuş gibi gözüküyordu. Tamamen gülümsedim. "O halde birbirine bağlı iki ruhtan biri ölünce ötekinin hayatta kalamayacağını da biliyor olmalısın." Kaisel'in bakışlarına gölgeler çökerken devam ettim. "Eh, hikaye biraz karışık ancak işin doğrusu o... O öldü."

Meyza'nın benim yerimde yaşamadığını, ruhumun derinliklerinde bir yerde biliyordum. Nasıl bildiğimi açıklayamazdım ancak onun anılarını gördüğümde, kalbim bir bütün gibiydi ve ne zaman uyansam korkunç bir kesikle nefes almaya çalışıyormuşum gibi oluyordu. Her zaman, uyandıktan sonra ruhumun ortasında hissettiğim o küçük boşluk, bana düşündürtmüştü. Meyza hayatta olsaydı, ruhunun ışığının içimde yankılanacağını biliyordum. Şimdiki boşluğun yerini önlenemez bir karanlığın doldurduğunu bildiğim gibi biliyordum. Bir masala inanmak istediğimin farkındaydım çünkü kendi mutlu sonumuzu yazmak gibi kati bir isteğim vardı başından beridir ancak gerçekliğin pençeleri belli ki beni bırakmayacaktı. Kaçamazsın, diye fısıldayıp duruyordu zihnimin gerilerinden, başından beri. Meyza öldü Sima. Kurban edildikten sonra, kalbi buz tutarken, yalnız başına öldü. Kaderleriniz bir olacak sizin, farkında değil misin?

Adımını attığın her dünya renklerini kaybedecek. Sen hep yalnız kalacaksın.

Hayır, hayır. Şu dünyanın en ücra köşesinde karlar altında ölsem ne fark ederdi? Yalnız başıma değildim. Bu dünya üzerinde bir evim, sevdiklerim vardı. Bu dünya, renklerini kaybetmeyecekti. O çukura bir kere daha düşmeyecektim.

"Bağlı olduğun kişinin öldüğünü mü söylüyorsun?" Dedi Kaisel sert bir ses ve allak bullak bir surat ifadesiyle. Elini kızıl saçlarının arasından geçirip onları geriye attı serçe.

Meyza ölmemişti öylece. Onu öldürmüşlerdi.

Gözlerimi yorgun bir edayla kapatıp açtığımda, battaniyenin üstündeki ellerime odaklandım. "Yani ölümümün sebebi sen mi olursun bir başkası mı ya da bir kaza mı bilmiyorum ancak yakında öleceğim kesin gibi duruyor."

"Böyle bir şey olmayacak." Dedi Kaisel kes artık der gibi. "Ağzından çıkan her bir şey saçmalık." Alevin yansımaları gözlerinin içinde parlıyordu. Kaşları çatık, sesi baritondu ancak o gözlerde, benim yalan söylemediğimle alakalı bir ihtimalin yattığını görebiliyordum. Bana inanmıyor değildi. Sadece, eh, reddetmek daha kolaydı. "Bağlı olduğun ruhun öldüğünü nereden bilebilirsin Snezhinka? Eğer geçmişteki insanlar gibi rüyalarında gördüysen öldüğünü, bu bir şey kanıtlamaz. Yansıma ruhlar hakkında onaylanmış çok az kaynak var. Aptalca hurafelere inanmak, senin için bile fazla."

"Onun yerindeyim ben." Dedim sakin bir edayla. Kaisel yavaşça yeniden saçına doğru götürdüğü elini indirdi. Bakışları bana sabitli kalırken dondu kaldı. Zaman da öyle. Alevlerin yansımaları üstümüze düşüp gölgelerimiz kıpraşmasa inanırdım dünyanın yerle bir olduğuna. Omuz silktim. "Ölen kişi Meyza."

Kaisel öylece bana bakarken ayağa kalktım. "Senin gördüğün Helefna Prensi'ne aşık olan oydu, ben değil. Şey, eğer inanmayı seçersen, benim gerçek adım da Sima. Şimdi izninle uyumaya gidiyorum." Elime, az önce üstümde olan battaniyeyi de aldım. Belki beni kaçırmıştı ve belki son ana kadar bırakmaya niyeti yoktu. Belki birkaç gün sonrasında ölümüne bir savaşın içinde olacaktık ve belki ölecektik de. Bilmiyordum ancak bir seferliğine de olsa, beni kurtarmıştı. Sandığım canavar değildi. Güçlükle yutkunurken gözlerinin içine baktım ve gülümsedim. "Ve teşekkür ederim."

Kaisel bir şey demedi. Ben odama doğru giderken ne düşündüğünü asla anlayamasam da arkamdan beni izledi. Hiçbir şey yapmadı. Durdurup daha fazla soru sormadı ya da delisin sen diyerek salonu terk etmedi. O şöminenin önünde oturmaya devam etti ben çıkıp giderken.

Odaya vardığımda ve hiçbir şey yapmadan kendimi yatağa attığımda, beklediğimin aksine hüngür hüngür ağlamaya başlamadım. Meyza'nın yaşamadığını kabullenmek, öleceğimi kabullenmekti, evet. Kalbim yine sadece soğuktan değil, özlemden de sızlıyordu. Kendi hikayemi yaşamak için bir şansım olmuştu. Asırlara bedeldi benim için geçirdiğim birkaç ay. Binlerce ömre bedeldi. Yine de Meyza'nın hikayesine olan kızgınlığım ve kırgınlığım asla bitmek bilmiyordu. Neyin nesi olduğunu anlamadığım azize Aileen'in göz göre göre nişanlı bir adamla sevgili olması ve buna rağmen herkes tarafından sevilmesine, Elijah'ın Meyza ile olan nişanı bitirmeye asla tenezzül etmemesine kızgındım. Meyza'nın ömrünün son anına kadar bir damla sevginin peşinden gitmesine ve o sonda karşılaştığı tek şeyin yaşamı boyunca dilediği sevginin bir başkasına armağan edilişi olmasına, üstelik o sevginin farkına bile varmadan onu zehirlemesine kırgındım. Chelsie'nin her şeyi beraber çözebilecek olmamıza rağmen bana ihanet edip zayıflıklarımı Kaisel'e anlatmasına kızgındım. O burada başından beri her anıma şahit olan kadındı. Kalbimi açmakta hiç sakınca görmediğim, benimle konuşması yasakken bile saatlerce hikayelerimi anlattığım arkadaşımdı. Yani... Öyle sanmıştım. Arkadaşlar birbirini öldürecek sırları sanıyorum ki düşmanlarına anlatmazdı. Kaisel'e de kızgındım. Kızgındım çünkü bu hikayede kötü adam olmasına gerek yoktu ancak lanet sebeplerini anlamıyor değildim. Kırgındım çünkü Darien'le öfkelerini kenara bırakmanın bir yolunu bulsalar belki de tüm her şeyin yokuş aşağı yuvarlanmasına gerek kalmazdı.

Ancak şimdi, neyi değiştirebilirdim ki? Hikayeye göre Meyza'nın öldüğü zamanda mı ölecektim yoksa birkaç günüm falan mı kalmıştı? Kim bilir, birkaç hafta belki...

Her şeyin mahvolduğunu hissederken, anmamam gereken dileğim zihnimin ardında çığlık çığlığaydı. Anarsam, sonum olurdu bu benim. Paramparça olurdum daha toprağa girmeden.

Pencerede, küçük bir tıklama ve tanıdık bir kuş ötüşü duyduğumda kalbim tekledi ve yattığım yerden inanamazca doğruldum. Çok iyi bildiğim bordoya kayan koyu kırmızı tüyler, gözlerimin anında dolmasını sağladı. Bu mümkün olamazdı.

Bu kuşun burada olmaması gerekiyordu. Tahminen, yuvasından millerce uzaktaydı. Lanetli ormandan buraya gelebilmek için saatlere kanat çırpmış olmalıydı. Darien, onun daha yavru olduğunu söylemesine rağmen hem de.

Ama işte buradaydı.

Beni bulmuştu.

Dolu gözlerimle koşarak pencereyi açtığımda, Bilye direkt olarak uzattığım elime çıktı. Kafasını parmaklarıma sürtmesine gerek kalmadan onu tutup göğsüme bastırdım ve boğuk bir ses çıkarttım. O dökülmeyen yaşlar genzimi yakıyordu. Uzun uzun tüylerini sevip anlamsız bir şeyler mırıldandım. Sakinleşip kuşu bıraktığımda, Bilye cam mavisi gözleriyle, beni anlıyormuş gibi bana baktı. Gerçekten artık ne sivri dişleri ve pençeleri, ne yeniden kan bulaştırdığı kanatları, ne de lanetli ormana ait olması umrumda değildi.

Bilye bu saatten sonra dünyanın en sevilesi hayvanıydı.

"Beni buldun." Dedim fısıldayarak. Bilye klasik "Grr." sesini çıkarttığında iç çektim. Aklıma gelen şey, parmaklarımın buz kesmesini sağlarken kuşuma baktım. "Buraya gelebildiysen... Geri dönüp Darien'i buraya getirebilir misin Bilye? Onlara yol gösterebilir misin?"

Bilye bana baktı. Elime sürtündü yavaşça. Gözlerimin içine baktığında, kalbim saniyelerde defalarca kez çarpıyordu. Bu bir onaylamaydı. Beni bulacaklardı. Tanrı aşkına, beni bulacaklardı.

Hissettiğim yoğun duyguların, elimden Bilye'nin kanatlarına akmasına izin verdim. Ne telaş yaptım ne de göğsüm sıkıştı. Etraf, mavi ışıltılarla dolarken üşüyen bedenime rağmen yüreğim sıcacıktı. Bilye'nin kanatlarına gözle görülür herhangi bir şey olmadı ancak elimi çektiğim anda öterek odanın içinde uçtu ve her kanat çırpışında kanatlarından kat taneleri süzüldü.

Darien, bunu gördüğünde, Bilye'yi takip edecekti. Onu benim gönderdiğimi bilecekti. "Git, Bilye." Diye fısıldadım.

Bilye açık mavi, cam gibi gözleriyle bana son kez baktıktan sonra pencereden uçup gitti. Giderken dökülen kar tanelerini izlerken, elimi göğsüme bastırmıştım. Belki son kez olacaktı, asla bilemezdim ancak kararımı vermiştim. Vedasız ayrılıkların nasıl da kanattığını en çok ben bilirdim.

Darien'e veda etmeden bu hayattan ayrılmayacak, bu savaşa da gitmeden önce tamamen son verecektim.

























Tiktok; aperioo
İnstagram; busrrw

 

Bölüm : 08.04.2025 23:15 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Elif Büşra Arslan / YAN SİMA / 12
Elif Büşra Arslan
YAN SİMA

212 Okunma

73 Oy

0 Takip
17
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...