Paylaştığım çizimlerin temsili olduğunu ve karakterleri istediğiniz gibi hayal edebileceğinizi unutmayın lütfen kar kuşlarım.
Bunun haricinde merhaba!!!
Merhaba, ve yine merhaba.
Yıldızlarınızı bölüme bırakırsanız ve fikirlerinizi yorumlarda belirtirseniz çok mutlu olurum.
Sessiz kalmak isteseniz de sorun değil, ama yıldızları atlamayalım, ben sizin için buradayım.
Keyifli okumalar.
☼
Kestane saçlı kız çocuğu, masmavi gözlerini göğe dikti. Bir süreliğine izledi göğü. Bir masal dinler, bir ilahiye kulak verir, en güzel hikayesini oraya bakarken görüyormuş gibi.
Bir ninni mırıldanmaya başladı ardından.
"Güzel Sima, güzel Sima, kapat gözlerini." Melodiyi mırıldandı ağzının içinde. "Gece oldu bak. Yıldızlar geceye düşüverdi." Yerinde sallandı pencerenin kenarında otururken. "Uyuma vaktin. Kapat hadi o güzel gözlerini.
Tek hazinem, gel yanıma uzan.
Sen benim kızım, sen benim canım
Sima'm, benim güzel çehreli sızım
Yarın gün doğacak, kapat gözlerini
Yıldızlar da seninle uyuyacak.
Sen uyurken ışıklarını üstüne bırakacak,
Uyumazsan bak, her şey yarım."
Annesinin önceden ona mırıldandığı ninniyi tamamen ezberleyebildiğini fark ettiğinde dudaklarında katıksız sevinç taşıyan canlı bir tebessüm filizlendi. Önceden çocuksu sesiyle kelimeleri yanlış, biraz da nakaratı eksik söylerdi. Tebessümü, göğe değil de camdaki yansımasına odaklandığında oldukça yavaş bir şekilde silindi yüzünden. Öyle ki; kıvrılmış dudakların yavaşça nasıl aşağı doğru büküldüğünü, kocaman gamzesinin nasıl hiçliğe gömüldüğünü izlemiş bulunmuştu.
Kocaman gözleri vardı Sima'nın. Gözlerinin mavisini annesi her zaman göklere benzetirdi. Hatta bir defasında demişti ki, umut da gök rengidir Sima, senin gözlerinde sadece gökler değil umudun tohumları da var. Sabah akşam dua ediyorum yeşerecekleri yeri bulman adına.
Tohumlar yeşeremeden gitmişti annesi. Şimdi üvey annesi ve üvey abisi, bir de her gördüğünde yerinde titrediği, sözde kanla bağlı olduğu babasıyla ayrı bir evdeydi. Sıcak olduğunu bildiği fakat yüreğinin daima üşümeye mahkum kaldığı dört duvar arası. Sima, yansımadan kendi yüzünü izlemeye devam ederken annesiyle olan ufak benzerliklerinin zihninin kıvrımlarında canlanmasına izin verdi.
Annesi gittiğinde eline ne bir fotoğrafını, ne bir eşyasını vermemişlerdi. Sima'nın anılara güvenmekten başka şansı yoktu. Zihnini annesinin ona küçükken anlattığı Pandora'nın kutusuna benzetiyordu. Kendisi asla kutuyu aralamayacak, anların kendini terk etmesine izin vermeyecekti. En büyük korkularından biri annesinin ninniler mırıldandığı sesini unutmaktı. Sonra bakışlarını ve gülüşünü.
Dokuz yaşındaydı ancak korkularının bir zamandan sonra boyunu aşmaya başladığını hissetmişti. Şimdi ucunu tutamıyordu hiçbirinin.
Dizlerinin üstünde doğrulmayı kesti ve döndü sırtını pencereye. Beyaz örtülü kanepeye gelişigüzel bıraktı kendini. Zeynep komşularının yanında, Selim ise arkadaşlarıyla kim bilir neredeydi. Onların olmadığı nadir zaman dilimlerinden birinde olduğundan, kendini kutsanmış gibi hissetmekten alıkoyamadı. Dizlerini kendine çektiğinde yırtık çizgili çorabıyla oynamaya başladı. Yakın zamanda annesi gibi dikiş öğrenmeyi umut ediyordu. Eskiden, yırtılınca elbiselerine annesi ya yama yapar ya yenisini alırdı elde tutmaya çalıştıklarıyla ancak şimdi, ne o söylüyordu birer birer kıyafetlerinin söküldüğünü ne de Zeynep ya da babası bunu görüp de bir şey yapma gereksinimi duyuyorlardı. Yeni kıyafetler hep Selim'e alınır, şanslıysa da bazen eskileri Sima'ya verilirdi. Belki önceden olsa biraz naz yapardı Sima. Annesine her zaman nazı geçerdi, bilirdi. Şimdiyse ağzından çıkacak yanlış bir cümle yanaklarını sızlatmaya yetiyordu.
Kelimeleri içine akmaya başlamıştı Sima'nın.
Bıcır bıcır konuşan, etrafta koşturan kız çocuğu da annesiyle beraber gitmişti.
Halbuki hala dokuz yaşındaydı. Hala çocuktu. Ne eksik, ne fazla.
Sima elleriyle oynadı. Çarpım tablosunun tamamını birkaç kere saydı. Kendi yaptığı ancak dikemediğinden sadece iplerle bağladığı kumaş bebeğiyle oynadı. Saçlarını taradı bebeğinin. Annesi de bir zamanlar onun soğuk kestane rengi saçlarını böyle tarardı. Aynaya bakarak gülüşürlerdi. Annesi tararken saçlarının arasından ellerini şefkatle geçirirdi.
Zaman geçti. Asırlara sığacakmış gibi duran dakikalar toplasan otuz etmedi.
Kapı tıkırdayarak, eşlik eden patırtı sesleriyle, zorla açıldı. Sima, nefesini tuttu. Gözlerini çok kısa bir an kapattı. Kaçabileceğini sandı. Bir ninni mırıldandı kendi kendine. İçinden. Sesi hiç çıkmadı. Annesinin ona söylediği, ezberindeki tek ninni. "Güzel Sima, güzel Sima, kapat gözlerini. Gece oldu bak, yıldızlar geceye düşüverdi."
Geceydi evet. İçinde, zihninde, ruhunda, uzun süredir sadece geceydi. Annesi gittiğinden beridir gün doğmuyordu. Ama biliyordu ki bir de gecenin zifire yaklaştığı anlar vardı. Öğretmeni demişti ki; "Gece zifire yakınken çocuklarım, bilinki gün doğacak. Gecenin en karanlığına söker şafak."
Öğretmeni yalancıydı. Gün daha ne kadar zifire batabilirdi?
Babası sallanarak girdi salona, başta kapıya tutundu ancak sonra sarsak adımlarla geçti, kanepede yanına bırakıverdi kendini. Tanıdık koku doldurdu Sima'nın burnunu. O kötü şeyden içmişti yine babası. Normalde de iyi biri değildi ancak bu şekilde geldiğinde eve, sözleri zehir oluyordu adamın. Sözleri zehir, eliyse olduğundan hayli ağır.
Çocuklar içkinin akılla oynadığı oyunu da kokusunu da bilmemeliydi, asla. Sima'ysa ninniyi bile ezbelemesinden önceden beridir biliyordu kokusunu. Babasına yaptıklarını. Annesi zıkkım diyordu babasının içtiği şeye. Zehir zıkkım olsun içtiği şey, burnundan da fitil fitil gelsin, diyordu. Sonrasında başını iki yana sallıyor Hayır Allah'ım, diyordu. Sadece sana havale ediyorum onu.
Ne yapması gerektiğini ölçüp tartarak derin bir nefes aldı Sima. Burnuna dolan koku ise kusmak istemesini sağladı. Kalkıp gitse, babasının aniden parlayıp saçlarına yapışma ihtimali vardı. Saç diplerinin geçmişin ışıklarıyla sızladığını hissetti. Oturup beklese, bir ihtimal varlığını sezmez, daha önce birkaç kere olduğu gibi uyuyakalırdı belki. Uyuma vaktin, kapat hadi o güzel gözlerini.
Kendisi nefesini bile tutmuş, kıpırtısızca otururken, umarken her şeyin son bulmasını, babasının bayık bakışları ona döndü. Alaycıl bir gülümseme kapladı yüzünü adamın. Kızının gözlerine baktı birkaç saniye. Sima'nınkinden çok ayrı gözler, bambaşka bir çehre. Aynı kandan aynı candan iki kişi. Biri zehrin sahibi, öteki zehirlenen. Zehrin şifasıysa toprakta şimdi.
"Aynı anana benziyorsun ha." Dedi adam kafasını iki yana sallarken. Eliyle kirli sakallarını sıvazladı. Bayık bayık baktı kızının gök mavisi gözlerine. "Gözlere bak hele. Anası neyse kızı o olmuş." Sesi giderek homurtu halinin aldı. "Kaltak karı..."
Bir süre gözünü kapattı adam. Kaltak kötü bir söz, diye geçirdi içinden yeniden Sima. Anneme hep böyle bağırırdı. Annem anlamını bana demezdi ancak hep ağlardı.
Bağırmak, karşısındaki adama karşı çıkmak istedi ancak sadece olduğu yere sindi. Bunu yaparsa ne olurdu? Hiçbir şey yapmıyorken bile bu noktadalarsa, ilerisinde ne olurlardı?
"Anası neyse kızı da o..." Diye devam etti adam yeniden. Birkaç saniye sessizlik. Kıyamet öncesi. Yüreğindeki teller korkuyla titredi Sima'nın. Adamın yumduğu gözleri aniden açıldı. "Sen de arkamdan, orospuluk mu yapacaksın!" Diye kükredi yerinden kalkarken babası. "Evden kaçıp gitmek için gün sayacak, babanı bok gibi ardında bırakmak için para mı toplamaya kalkacaksın?!"
Sen benim kızım, sen benim canım.
Gözlerini bile kırpmadı Sima. Kaşları çatıldı yalnızca. Adam ona doğru koca elini kaldırdı. Bir yanağında tokat patladı Sima'nın, hiç yoktan. Adamın sözleri zehir, elleri ağırdı. Hiç aksi olmuş muydu ki?
Babası Sima'nın saçlarını bir kere bile okşamamıştı, annesinin yaptığı gibi. Ona kızım dememişti, hiç. Ne beraber parka gitmişler, ne babası ona daha önce gülümsemişti. Öğretmenleriyle aile hakkında konuşmuşlardı. Sima sessiz kalsa da dersi pür dikkat dinlemişti. Annesi, annesiydi de, babası baba mıydı ki?
Babalar kızlarını incitirler miydi böyle? Canlarını yakarlar mıydı, hem sözleriyle hem elleriyle? Annesi annesiydi Sima'nın. Her şeyiydi, artık yanında değilse bile canının en iç parçasıydı. Babamsa hiçbir şeyim, diye geçirdi içinden Sima. Ben bu dünyada kimsesizim.
Huzuru otuz dakika etmişti Sima'nın. Elinin altındaki kumaştan bebeğe tutunarak yana devrildi. Hüzünden değil sadece canının acısından ağladı. Yine de sessiz bir ağlayıştı bu. Dişlerini sımsıkı birbirine bastırdı. Gözleri pencereye, oradan göğe çevrildi babasının bağırışları artarken. Ona hiç kulak vermedi.
Daha olmadı mı gecenin en karanlığı? Ağlarken gözlerini gökten hiç ayırmadı. Olmamıştı belli ki.
senin gözlerinde sadece gökler değil umudun tohumları da var demişti annesi ancak belki de sadece, acının tohumları vardı içinde. Umudun aksine onlar çoktan kök salmaya başlamıştı yüreğinde.
Sima daha fazla bakmadı pencereye de. Eliyle kulaklarını kapattı kıvrıldığı yerde cenin pozisyonu aldı.
Bilmiyordu fakat şafak sökecekti gerçekten.
Öğretmeni haklıydı. Sadece beklemesi lazımdı güneşi çünkü şafak yıllar yıllar sonra gelecekti ona. Umudun yeşermesini beklerken gözlerini bulutlara çevirdiğinde değil, ölmeyi dileyerek ellerini aynı göğe uzattığında.
❅
Meyza, ağlayarak uyandı uykusundan.
Nefesleri sıklaşmış, beyaz saçlarının dipleri terlemişti. Hızlı hızlı inip kalkan göğsü, uyandığı için bir gölge bulmuş gibi serinlemek yerine acı içinde kasıldı. Bu kaçıncı rüyasıydı bilmiyordu, Sima'yı gördüğü.
Sima, şu hayatta Meyza'nın kendine sakladığı tek sırrıydı. Elijah'a bile henüz anlatmamıştı gördüğü rüyaları. Tek bir ruha bile bahsetmemişti kestane saçlı kızdan, çektiği acılardan, onun acılarının kendisine de yük oluşundan. Rüyalarında Sima ve yanındakiler aslında anlamadığı bir dilde konuşurlardı ancak Meyza, nedense her denileni anlardı.
Gerçi anlamasaydı, ne değişirdi? Meyza kestane saçlı kızı, sessizken de anlardı. Bakışlarından, titrek iç çekişlerinden, elleriyle oynayışından anlardı. Onun hisleri, kendi göğüs kafesinde çağlıyordu. O kızın gözünden düşen yaş kendi içinde bir okyanus, gülüşleri ise evrendeki en dingin vaha gibiydi.
Başta kendi hayal ürünü sanmıştı Sima'yı ancak her gece görmeye devam ettiğinde, sessizce imparatorluğun kütüphanesine girmiş, saatlerce araştırıp durmuştu. Artık tanıyorum diyebileceği kadar izlediği, kaderinin bu denli benzediği kızın neyi nesi olduğunu anlamak istemişti.
Tarih yansıma ruh, demişti ikisine. Meyza ruhumun kayıp parçası diyordu.
Sima, Meyza'yla aynı özden yaratılmıştı. İki parçaydılar sahiden, ayrı yerlerde doğan. Canının değil, yüreğinin de bir parçası. Farklı dünyada doğan, farklı kan taşıyan kız kardeşi.
Meyza acıyla yerinde kasılıp kalmıştı okuduklarından sonra. Kızın çektiği acıların gerçek olmasındansa, onun zihninin bir oyunu olmasını tercih ederdi. Kendisi zaten yalnız kalmaya alışıktı. Hayatının bu denli benzediği bir kızı uzaktan, rüyalardan izlemese de yalnız kalmış gibi hissetmeyi aşardı kendi içinde ancak Sima'nın, bu denli çektiği acının asla gerçek olmasını istemezdi.
Sima, çok farklı bir dünyada yaşıyordu kendininkinden. Büyü yoktu mesela. Kadınlar kendilerinin giydiği gibi elbiseler giymiyordu genelde. Pantolonlar ve kolsuz üstler giyiyorlardı. Rahat gözüken şeyler. Mevsimler çok çabuk değişiyordu onların dünyasında. Büyüden doğmuş yaratıklar değil, kediler köpekler vardı her yanda. Kehanetler değil teknoloji denen ve anlayamadığı bir ilim vardı. Azizeler yoktu. Sihirle kuşatılmış bahçeler yoktu ancak kötülük, her yerde olduğu gibi o dünyada da vardı.
Yansımasının çoğu anını izlemişti Meyza. Annesinin onu kurtaracağını söylediği gün ölüm haberinin gelmesini, burada olsa Kuzey'in kurtlarına yemek edeceği babasının küçük kızın suratında patlayan şamarlarını, Sima'nın daima, hep yalnız kalışını, elinde oynayacağı düzgün bir bebeğinin bile olmamasını ancak göğe baktığında dudaklarının hep biraz kıvrılmasını, gözlerinin kendi mavileri aksine buzu değil umudu andırmasını ve bugün de, tıpkı kendi küçüklüğünde olduğu gibi onun da karanlıktan kaçmak isterken bir ninni mırıldanması.
Meyza, karanlığın bazen insanlar olduğunu yedi yaşında görmüş, saklanacak başka bir yer bulması gerektiğini anlamıştı ancak Sima, yaşadıklarına rağmen asla karanlıkla insanları aynı kefeye koymayacak bir kızdı. O, açan güneşe, yağan kara, cama vuran damlalara gülümseyebilecek kadar saf tutmuştu yüreğini. Kötünün yanında iyiyi de silmiyordu. Annesi, ona böyle öğretmişti. Annen bilir seni, demişti. Meyza'yı ise bilen, tanıyan kimsesi yoktu. Meyza'ya yalnızca, göz yaşlarının elmastan daha değerli olduğunu ve ağlamamasını öğütlemişlerdi. O kanından buz akandı. O varisti. O, buzun kendisi, Kuzey'in tek temsilcisiydi. Elbette ağlamamalıydı ancak bazen rüyasında Sima'yı gördüğünde, bazen uykuya dalmadan önce yatağının boş kenarını saatlerce izlediğinde öylece ağlardı.
Meyza, şimdi on dokuz yaşındaydı. Sima'nın yaşantısını ise on üç yaşından beridir izliyordu. Yine bazen, uykusunda gülümsediği oluyordu Kuzey Varisi'nin, aynı dünyaya yaşamadığı kardeşine, bilinçsizce gülümsediği saniyelik anlar. Kimse görmüyordu o anlarda Meyza Isabel'i, tıpkı onu ağlarken hiç görmedikleri gibi. Görselerdi eğer, herkes görürdü onun kalbinin de normal insalar gibi atıp, bazen duraksadığını.
Bazen Meyza, acaba Sima da benim hayatımı görüyor mu rüyasında diye merak ederdi. İki tarafın da kesin birbirinin hayatını gördüğüne dair bir bilgi yoktu, bu tek taraflı bir tanışma olabilirdi ve öğrenmişti ki; biri öldüğünde, hayattan ikisi birlikte silinecekti. Buz tutmuş kalbi biraz daha sancımıştı bu satırları okuduğunda. Hep üşüyen elleri bu defa soğuktan paramparça olacakmış gibi hissetmişti.
Meyza ölürse, Sima yaşayamayacak da ne demekti?
Sima, annesinin bahsettiği o tohumlar yeşerip çiçek verene dek yaşamaya devam etmeliydi ancak kendisi... Kendisi için aynı şey geçerli değildi. Yüreğine de gözlerine de ekilmiş tohumlar yoktu. Göğe bakınca dudakları kıvrılmaz, göğsündeki sancının geçmesi içinse artık uğraşmazdı. Soğukta kalmak onun en büyük alışkanlığı haline gelmişti. Halbuki soğuktu, içten içe öldüren kuzey Kızı'nı.
Buz mavisi sabahlığını üstüne geçirdi Meyza. Odasının bazı köşeleri, rüyasında kontrolden çıkan büyüsü yüzünden ya buz ya kırağı tutmuştu. Umursamadı. Odadan çıkıp, sabah saatlerine yaklaşırlarken Kelebek Bahçesi'ne adımladı.
Bahçede bir çiçek vardı. Kestane rengi. Sima çiçeği demişti kendi kendine Meyza. Ne zaman onu rüyasında görse, sabahın körü de olsa kalkıp çiçeğe su vermeye giderdi. Bu çiçeğin açtığı gibi Sima'nın kendi dünyasında çiçekler açtığını, gülümsediğini sakince umut eder, bazen kendi hayatı için bir şeyleri umut edebilmeyi de dilerdi. Dilekleri genelde kabul olmazdı. Olsaydı o ninniyi her mırıldanışında uyuyakalır, zihnini tırmalayan her anıyı unuturdu ancak işte, buradaydı. Her şeyiyle birlikte. İçten içe ölürken, öylece. Dimdik, ayakta.
Adımları bahçeye vardığında, bir kıkırtı sesi doldurdu kulağını.
"Elijah..." Dedi Aileen nazlı nazlı. Meyza yerinde donup kaldı. Eli göğsünün üstünü buldu kendiliğinden. Gözlerinden herhangi bir duygu geçmedi ancak dudaklarını birbirine bastırdı.
"Ne yapacağım ben senle Aileen?" Dedi Elijah, sarhoş olmuş gibi bir sesle. Meyza gözlerini kırpıştırdı. Nişanlısının tam o an gülümsediği, sesinden belliydi. Dünya üstüne çöküyormuş gibi hissetti. Dünya ve cehennem. Yerle bir olup üstüne yağıyordu. Elijah gülümsüyor muydu sahiden? Kendisine bakmayan, gözlerini daima farklı yerlere çeviren ve baktığında kaşları kendiliğinden çatılan Elijah.
Aileen'in ismini, bir ilahiyi, bir Tanrı'nın adını anar gibi söylüyordu Elijah.
Kendine nasıl sesleniyordu peki? Meyza. Bir lanetin ilk cümlesini zorla söyletmişler gibi. Gülümsemek istedi Meyza. Ağlamak. Yere çökmek ve haykırmak. Yattığı yerden hiç kalkmamak.
Ancak bunun yerine, tüm cesaretini toplayıp da her şeye rağmen bu anı kaçırmaması gerektiğine karar verdiğinde, güçlükle kafasını kaldırıp biraz uzağındaki adama ve yanındaki Azize'ye baktı. Ay ışığı üstlerine düşüyordu. İkisi de parlıyordu. Belki de Tanrı'nın bir kutsamasıydı aldıkları. Sonuçta kendisi daima, şimdi olduğu gibi gölgelere saklanmıştı. En fazla iblisin dualarını üzerine alabilirdi Meyza. Aileen'in saçları rüzgarla geriye doğru salınıyordu ve üstünde Elijah'ın beyaz pelerini vardı. Ellerini tutmuşlardı birbirlerinin. Meyza'nın midesi burkuldu. Aldığı nefes geçtiği her yeri yaktı. Dizleri titredi fakat dimdik, ayakta dikilmeye devam etti. Elijah, bir büyünün tılsımlarını izler gibi "Nasıl böyle güzel olabiliyorsun aklım almıyor. Everia aşkına. Hayatımdaki en güzel sanrı, sensin Aileen." diye mırıldandı dalgın bir sesle.
Elijah'ın hayatındaki en güzel sanrı, diye geçirdi içinden Meyza. Elijah her zaman, düşlerinin peşinden gitmeyi sevdi.
Aileen kıkırdadı. Ela hareleri kısıldıkça kısıldı, Elijah'ın yanaklarını iki yandan kavrayıp acele etmeden dudaklarını kendininkilere yavaşça bastırdı. Elijah'ın gözleri anında kapanırken ve sıkıca Aileen'i tutarken Aileen, gözlerini açıp tam karşısına baktı. Metrelerce ötesindeki Meyza'ya. Geri çekilmedi kadının nişanlısını öperken. Zaten Meyza da kalkıp ortalığı birbirine katmadı. Sersemce dikildi olduğu yerde. Elijah'ın hayatındaki en güzel sanrı, diye sayıklayıp duruyordu içinden. Bir sanrı. Bir hayal. En tatlı rüyası.
Bense ona gerçeklerden başka hiçbir şeyi sunamadım.
Halbuki onun bu hayattaki tek doğrusu, başkente sığındığında elini ona uzatan Elijah'dı. Ondandı tüm gerçekliğiyle onun yeşillerinin içine öylece bakışı. Duygularına hiçbir filtre kondurmayışı. Kalbine ona dair ne varsa ondan saklamayışı. Elijah belki bir defa uzatmıştı o eli ve Meyza tutmuştu çocukken ancak Meyza, yıllardır eli havada bekliyordu. Elijah bu gerçeğe yıllardır kördü. Kör kalmayı isteyen de kendisiydi. O eli asla uzatmayacak mıydı Meyza'ya? Meyza, ne yapacaktı sonrasında?
Yani, nasıl Elijah olmazdı ki o kişi? Meyza'ya hayatında başka kimse değil elini uzatmak, onu dinlememişti bile. Kimse ona buz cadısından başka biri olabileceği inancıyla bakmamıştı. Meyza olabildiğince yaralıydı. Öyle ki yaraları asla kapanmayacak da kendi kanında boğularak öleceğini sanardı. Elijah, yaralarını iyileştirmese bile sarmıştı. Belki kanamaya devam edeceklerdi ancak ne fark ederdi?
Lanetli hayatındaki tek ışık Elijah değil miydi?
Bir noktadan sonra kendi kanında boğulmaya da razı geldiğinde anlamıştı ki çoktan nefesi kesilmeye başlamıştı zaten. Kandan değil, aşktan.
Meyza, Elijah'ı izlemeyi severdi. Kalbi ancak o zamanlarda durulur, dinginleşirdi. Elijah'ın odaklandığı zamanlardaki o kaşlarını çatışını ezbere bilirdi. Annesine baktığında dudaklarının nasıl kıvrılmaya meylettiğini, uykusuzken şakaklarını iki parmağıyla ovuşturma şeklini, insanlara hep, daima kibar davranışını ancak bir noktadan sonra gülümsemeyi bırakışını. Meyza hepsini alır, zihnine hapsederdi. Bir gün inanırdı ki, Elijah da tutacaktı onun elini. Daha fazla havada kalmayacaktı. Sonrasında Meyza, içine akan ve yıllarca biriktirdiği her şeyi, bir bir anlatacaktı ona. Annesini ve babasını, üvey babasını ve yaptıklarını. Karanlığa sığınışını ancak ona kucak açmayışını, gördüğü rüyaları.
Sima'yı, kalan tek sırrını. Çocukluğundan beridir Elijah'ın, kendi hikayesindeki ışık olmasını. Elijah'ın habersizken bile onu kurtarışını...
Bu kadar yoğun hissetmekten acıyı kaçmak istedi Meyza ancak kaçamayacağını biliyordu. Rüyalarından birinde Sima'nın annesinden dinlemişti Pandora'yı. Kutu açılacaktı. Daima, açılırdı.
Elijah'ın dibine kadar sarı kirpikleri ve saçları, kemikli burnu, çizilmiş gibi duran dudakları. Solgun teni. Kalbi titredi Meyza'nın. Elijah'ın kendisini öptüğü ilk anı hatırlıyordu. Agresifti. Hızlıydı. Dudaklarını hırpalamıştı.
Şimdiyse yavaş yavaş öpüyordu Aileen'i. Canını acıtmaya korkar gibi. Göklere uzanmış da ona bir buse kondurur gibi.
Öperken bile azizeyi, yüzünden silinmemişti gülümsemesi. Aileen de gülümsedi. Rüzgar esti, Meyza'nın beyaz saçları geriye uçuştu ve kestane rengi çiçekten bir yaprak düştü.
Pandora'nın iki kutusu da açılacaktı. Biri, açılan kutuyu bambaşka anılarla doldursun ve neşeyle kalbinde saklayabilsin diye ve diğeri, yavaşça parlayacak alevin körüğü olması için ateşlere atılsın diye.
Kimse ellemeden yeniden, istediği yerde dilediğince açabilmek için.
***
Önümdeki satranç masasını tekme atarak devirdiğimde "Canım sıkıldı." Diye geveledim ağzımın içinde.
Kaisel, kaşlarını kaldırdığında yüzünde lakayıt bir sırıtış ve viski rengi gözlerinde zafer kıvılcımları vardı.
"Aynen." Diye mırıldandı keyifle yerine yaslanırken. Bacak bacak üstüne attı rahatça. Fark etmiştim ki siyah gömlekler, kızıl işlemeli pelerinlerden başka giydiği çok az tipte şey vardı. Bugün siyah pantolonuna eşlik eden bordo gömleğinin önündeki ipler biraz açıktı ve kızıl işlemeli siyah pelerini her zamanki gibi omuzlarından sarkıyordu. Saçları sık sık elini içinden geçirdiği için sabahın erken saatlerinin aksine dağınıktı. Gözlerinde ise capcanlı bir parıltı vardı. "Sıkılmasan ne yapardım? Mat edecektin beni neredeyse." Dedi hafifçe kendini belli eden küçümser bir tonda.
Kollarımı birbirine bağlarken ona baktıktan hemen sonra gözlerimi devirdim. O ise bu tepkimden zevk alıyormuş gibi daha da sırıtmıştı. Bu, Kaisel ile üç gün içinde yaptığımız dokuzuncu maç falandı ve ilk ikisinde şerefimle kaybetmiş olsam da diğer altı seferde, tıpkı şimdi olduğu gibi kaybedeceğimi anlayıp ya masaya içecek dökmüş, ya oyun tahtasını düşürmüştüm.
Çünkü aptal herifin, kazandıktan sonraki ifadesi zaten başından beridir kazanacağını biliyor gibiydi ve bu ifadeye iki kez katlanmak bile fazlaydı. Şimdiyse, oyun bitmeden sürekli masayı bozmama rağmen neden hala masayı satranç taşlarıyla önüme geldiğini anlamaya çalışıyordum.
Kaisel başını yana yatırdı. Kızıl saç tutamları birer birer o yöne doğru döküldü. "Sima Sima Sima..." Diye mırıldandı üç gündür yaptığı gibi alay eder tonda, elinde siyah camdan yapılma veziri tutarken. Gözleri de taşa odaklanmıştı.
Yaptığımız o konuşmadan sonra, bana Meyza demeyi kesmiş değildi ancak o kadar fazla Sima diye olur olmadık mırıldanıyordu ki boş boş yüzüne bakmaktan öteye gidemiyordum. Belki de adımı söylemekle hata etmiştim. Kulağına garip falan mı gelmişti de bu kadar tekrar ediyordu bir fikrim yoktu. İşin ürpertici yanı, çoğu zaman Sima derken yüzüme bakmamasıydı. Duygudan yoksun bir sesle mırıldanıyordu adımı.
Kaisel'i çözmek, Tanrı şahidim olsun ki zordu. Bir değil binlerce düğüm üst üste atılmıştı ve ben hangisini çözmekle başlayacaktım ki?
"Kaisel Kaisel Kaisel." Dedim ben de bezgince. Artık verdiğim karşılık buydu ve kendisi de bu karşılığa alışmıştı. Dudakları uçtan kıvrılsa da yine bana bakmadı. Vezire bakarken sarı harelerinden anlaşılmaz parıltılar geçti.
Kaisel, konuşmadan sonra sabah denk geldiğimizde, bana inanmadığına dair hiçbir şey söylememişti. Hoş, inandığına da öyle ancak bir sürü soru sormuştu ayrı ayrı. Geldiğim yer nasıl bir yerdi? Orada hangi büyüyü kullanıyordum? Dilimiz aynı mıydı? Silah teknolojisi ne denli gelişmişti? Moda nasıl ilerlemişti? Meyza'nın öldüğüne emin olmamı tam olarak nasıl açıklardım? Meyza'nın anılarının tamamını görüyor muydum? En sevdiğim yemek, en sevdiğim içecek neydi? Yemeklerimiz birbirinden çok mu farklıydı? Başka kadın isimleri sayabilir miydim. Neye benziyordum?
Nasıl bir hayatım vardı orada?
Açıkçası, her sorusuna cevap vermemiştim. Yani sonlara doğru en sevdiğim rengi falan sorması ona anlamaz bakışlar atmamı sağlamış, net cevaplar vermiştim ancak Meyza'nın öldüğüne neden emin olduğumu açıklayamamıştım mesela. Neye benzediğimi de öyle. Konuştuğumuz dilin aynı olmadığını ve buradaki dili nasıl bildiğimi bilmediğimi söylemiştim bunun haricinde. Ona kıyafet modasından, biraz da silah teknolojisinden bahsetmiştim ancak kadınların genelde pantolon giymesine ve pelerinin çok eskilerde kalmasına değil, en çok dünyamda büyü olmamasına şaşırmıştı. Yani, şaşırmış dediğim kaşlarını çatmıştı hafifçe. Sorulara verdiğim her cevaba yaptığı gibi. Büyü olmadan nasıl yaşanırmışmış? İnsanlar kendini nasıl korurmuş? Meşrutiyetle yönetilmek değil de seçimle yönetilmek akıl işi miymiş? Herkesin oy verebilecek zekaya sahip olduğu ne malummuş?
Onun meraklı bir çocuk gibi huysuzca her şeyi sormaya devam edeceğini anladığımda, fırsatını bulup kendimi kaptırmış, uzun uzun eskiden yaşadığım dünyayı, tükçenin nasıl bir dil olduğunu ve Sima'nın da kısmen Türkçe kökenli olduğunu söylemiştim. Benden Türkçe bir şeyler söylememi istediğindeyse ona herkesin yapacağı gibi küfür öğretmiş, anlamının teşekkür ederim ya da özür dilerim olduğunu söylemiştim.
Bunun haricinde, Kaisel soru sormadığım müddetçe konuşmamıştı hiç. Yani havadan sudan konuşmak gibi bir huyu yoktu. Ağzını sadece iğneleyici şeyler söylemek adına açıyordu. Sabahın köründe onu tıpkı Darien gibi bahçede antrenman yaparken görmüştüm. O da şans eseriydi. Sürekli mantık ve taktiklerle ilgili, kalın kitaplar oluyordu elinde ancak ben daha okuduğu kitabın kapağına alışamadan yeni bir kitaba geçiyordu.
Darien'in aksine acayip derecede yemek seçiyordu. Beraber yediğimiz yemeklerde, benim porsiyonlarımda olan çoğu sebze onunkinde yoktu ve yine Darien'in aksine, fazla diyebileceğim miktarda çikolatalı tatlı tüketiyordu. Öyle ki elinde şampanyası yoksa tatlı oluyordu. Bir keresinde sehpaya yemek için koyduğu tatlıyı çalmıştım ve ciddiyetle yüzüme bakmış, eğer istiyorsam hizmetçileri çağırmamı, onunkilerden kati suretle uzak durmamı söylemişti. Öyle aksiydi ki sen nasıl bir prenssin diye karnıma tutup yerlere çökerek kahkahalar atmıştım.
Oyuna dönmüştü sonrasına. Şimdi evin içindeki her çikolata aromalı her atıştırmalığı cepliyordum ve fark ettiği zaman daha da çekilmez hale getiriyordu Veliaht Prens.
"Kaisel..." Dedim bu sefer ciddiyetle.
"Hayır." Dedi kafasını tuttuğu taştan kaldırmadan.
"Bu vermemiş hali mi sence Snezhinka?"
Kaşlarımı çatarak ayaklarımı kendime doğru çektim. Buz mavisi uçuş uçuş elbisenin eteği o kadar kalın ve uzundu ki frikik falan vermiyordum. Kaisel bir şey demese de ona gerçek ismimi söylediğim ve Bilye'nin camıma geldiği günün sabahı, hizmetçiler bu kez kapımı çalarak odama girmiş ve tonlarca kışlık elbise bırakmışlardı. Elbiselerle uyumlu kalın çoraplar ve yün hırkalar da vardı. Hırkaların düğmelerinin elmas olduğunu fark ettiğimde içinde bulunduğum gerçekliği sorgulamıştım doğrusu. Sonrasında Kaisel satranç oynamayı teklif edip sorular sorunca ben de birkaç kez beni bırakmasını ve Batı'ya dönmeyi talep etmiştim.
Tamam, belki birkaç seferden fazla istemiş olabilirdim bunu ancak umut fakirin ekmeği değil miydi?
Daha neler, dedi içimden bir ses. Elim lacivert hırkamın elmas düğmesini buldu. Fakirmiş.
Sonuç olarak Kaisel, bu isteği dile getirdiğim seferlerde ya dik dik yüzüme bakıp cevap verme gereksinimi duymamış, ya alayla dudaklarını kıvırmış ya da şimdiki gibi hızlıca hayır demişti.
"Darien seni öldürecek." Dedim melodik bir şekilde, ayrıca da sırıtarak. Bakışları elindeki vezirden kalkıp bana döndü.
"Darien'in burayı bulması aylar sürecek tatlım."
Ah, hayır. Aylar falan sürmeyecekti.
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Kaşlarımı çatmamak çok güçtü ancak aptal aptal sırıtmamak, emin misin diye sormamak daha zordu. Ben de bakışlarımı kendi ellerime çevirerek sessiz kaldım.
Bazen, bana bir esir gibi davranmadığından konumumu unutuyordum ancak işin aslında biliyordum ki kaçırılmıştım. Zorla getirmişti beni buraya. Chelsie'nin ihanetini kazanmıştım. İradem dışında burada duruyorken ve bu gerçek değişmediği sürece Kaisel'e olan sonsuz öfkem sönmeyecekmiş gibiydi.
İşi yokuşa süren ise onun sandığım canavar olmamasıydı. Tamam, sarkastik bir yanı vardı, kardeşine karşı her ne hissediyor ya da düşünüyorsa asla belli etmiyordu ancak bana yapabileceği sayısız kötülük varken işte burada, satranç masasının başındaydık. Kaisel, soğuğun bana zarar verdiğini öğrendiğinden beridir evdeki tüm şömineler yanıyordu. Pencereler kapalıydı ve ince tül perdeler de kalın perdelerle değiştirilmişti. Amacının tam olarak ne olduğunu asla anlayamıyordum. İşin sonunda savaş kapıdaysa, Kuzey'in başındaki kadın bendim. Amcamın öfkesini mi istemiyordu başında? Beni öldürmek savaşta yıkıcı bir etki olurdu. O taktik kitaplarını okumama gerek yoktu bunu bilmek için. Bir ordu varissiz kalmış, bir düşman parçalanmış olacaktı. Darien'di parçalanacak olan. İntikam odaklı hareket ederdi belki sonrasında ancak öldüğüm anda, ne olacağını Tanrı bilirdi. Kazanbilirdi Kaisel.
Şimdiyse tüm bu ihtimalleri göz ardı ediyordum çünkü beni öldürmeyeceğini biliyor gibiydim Kaisel'in.
İnkar edilebilir yönü mü vardı bunun?
Her dakika düşünüp duruyordum. Savaşı çıkmadan nasıl engelleyebilirdim?
Bir noktada odadaki yastıkları yumrukladığımı, tekmelediğimi, bağırdığımı itiraf ediyorum çünkü ben ne savaş stratejisti ne de manipülatördüm. Böyle plan yapmaya çalışmak bana uymuyordu. Hayatımda yaptığım tek plan bir evden kurtulmak için bir sene çalışmak üzerineydi o ve planın sonunda işte, buradaydım.
Tek başıma iki prensin savaşını engellemem fazla mı ütopik bir hayaldi? Ancak içlerinden biri nişanlımdı. Darien'e ben impatoriçe olmak istemiyorum diye ağlasam olmaz mıydı? Darien geldiğinde bu sefer sahiden Kaisel'i öldürmemesi için nasıl ikna edecektim onu? Anlaşıp tahtı Anfia'ya devretseler ne olurdu?
Söylediği şeye tepki vermek yerine kafamı yana eğdim. Kaisel'in bakışları saçlarıma takıldı ve aynı anda kaşları çatıldı. "Bana mı öyle geliyor yoksa saçlarının tonu mu farklı bugün?"
"Saçlarımın tonu mu farklı?" Diye tekrar ettim anlamazca. Az önce zihnimde sıra olan düşünceler buhar olup gitti. Birkaç saniye boş boş yüzüne baktım ve o da benim saçlarımda dolandırdı bakışlarını. Kızıl kaşları çatıldıkça çatıldı. Elime aldığım beyaz tutama bir bakış attım. Her zaman beyazın en açık hali olan parlak tutam sanki şimdi biraz... Farklıydı. Kalp atışlarım hızlanırken gözlerimi kırpıştırdım. Bakıyordum öylece ancak gördüklerim değişmiyordu. Yani, saçlarım hala beyazdı ancak daha mı mat gözüküyordu, yoksa içinde koyu yansımalar mı vardı anlamamıştım. Gözlerimi kırpıştırdım yeniden. İçim sıkıştı bir an.
"Bir bu eksikti." Diye mırıldandım kendi kendime. Tutamı bıraktım elimden. Fantastik dünyanın içine girdik diye başıma gelmeyen kalkmamıştı. Beden değiştirmiştim, tamam demiştim. Kalbim donmaya meyletmişti defalarca, tamam demiştim. Ormanda canavarlar vardı, sevgilimin ellerinden elektrikler sıçrıyordu ve kardeşi de beni kaçırmıştı. Tamam demiştim! Karanlık büyü diye saçma bir şeyin varlığı söz konusuydu görmezden gelmeye çalışmıştım ancak şimdi de saçım?
Yerime geri yaslandım. Kaisel bana baktı kaşlarını çatarak. "Saçının rengi değişiyor ve tepkin bu mu, Isabel?"
"Başıma gelen her şeyi detaylıca düşünsem kafayı yerdim." Dedim moralimin bozulduğunu belli etmeyecek hafif alaycıl bir sesle.
"Bence şimdi de biraz kırıksın sen." Duraksadı. Sarı hareleri alayla canlanmıştı. Kızıl kaşları havaya kalktığında sırıtmaya çok yakın bir ifade vardı ancak sırıtsa bu kadar alay dolu durmazdı belki de. "Kafadan yani." Diye ekledi sakince.
Arkamdaki yastığı çekip sonunda ona fırlattığımda yastık yüzünü bulamadan tuttu onu. Cıkladı birkaç kere. "Ayrıca da şiddete meylin var." Dedi onaylamazca. Devirdiğim satranç tahtasını gösterdi. "Şu hale bak. Resmen her yere saldırıyorsun canım."
Belki de Darien'in onu öldürmesine sesimi çıkartmamalıydım.
"Bir gün seni boğacağım ve şiddete meylin ne olduğunu anlayacaksın. Nefesin kesilirken yani." Dedim kafamı oturduğum koltuğa yaslayarak.
"Git gide daha korkunç biri oluyorsun Meyza." Dedi gözleri kısılırken.
"Sense korkunçluğun son noktasındasın." Dedim bu defa gözlerimi devirerek. Kaisel'in devrilmiş taşları toplaması için birine işaret yaptığını gördüğümde kaşlarım çatıldı. Hizmetçi aynı saniye yanımızda bitmiş, taşları gözlerimize bakmadan dizmeye başlamıştı. Kızın ellerinin belirsizce titrediğini gördüğümde, bakışlarım yine önümdeki adamı buldu. Hizmetçileri korkuttuğu yalan değildi ancak çevresindekilere olan etkisinin farkında olmadığını da söyleyemezdim. Dudaklarının hafif bir alayla kıvrılması bunun işaretiydi. Görmezden geliyordu sadece. Kız taşları tek tek dizerek yanımızdan ayrıldığında kafamı eğdim.
"Umarım oynamayacağımı biliyorsundur."
"Daha iyi bir işin mi var?" Gözlerini salonda gezdirdi gelişigüzel şekilde. "Burada yapacak fazla bir şey de yok, Snezhinka."
"Oynamayacağım." Dedim bu kez kollarımı birbirine bağlarken. Kaisel, yüzüme dikkatle bakarken alayla kıkırdadı.
"Yenilmekten bu kadar nefret ediyorsan biraz çaba sarfetmeye ne dersin? Dokuz maçta da aynı teknikle yendim seni. Belki fark edersin diye farklı bir şey denemiyorum ancak sen kaybetmeye yemin etmiş gibi davranıyorsun."
Öyle mi yapmıştı? Anlamam gerekirdi! Bana da oyunlarımız arasında bir benzerlik var gibi gelmişti zaten. Yine de şaşkınlığımı yüzüme yansıtmadan ona baktım.
"Bu oyun, sıkıcı." Dedim kendimi tutamayarak, çizgimden şaşmadan. "İlgimi de çekmiyor. Daha güzel oyunlar oynayabiliriz."
"Satranç stratejinin temelidir." Dedi kaşlarını çatarak. "Bu sana nasıl sıkıcı gelebilir?"
Boş boş ona baktım. Bu prensler ve prensesler beni öldürecekti en sonunda.
"Bazılarımız savaşla ilgili konulara ilgi duymuyor olabilir." Dedim gözlerimi devirerek. "Benim oyunlarımdan birini oynayalım."
Kaisel bir süre meydan okurcasına kaldırdığım kaşlarımı, alev alev yanan bakışlarımı ve dudaklarımda dolanan hafif tebessümü izledi. Elini ateş kızılı saçlarından geçirirken sarı harelerinde soru işaretleri ancak aynı zamanda benimkilerin bir benzeri olan rekabete hazır yıldızlar vardı.
"Neymiş oyunun?" Dedi o da yerine yaslanarak tüm odağına beni alırken.
Omuz silktim. "Gayet basit. Birbirimize soru soracağız, cevaplayamayan shot atar, ilk sarhoş olan kaybeder."
Sorgulayan bir ifadeyle bana baktı. "Bu kadar mı?"
"Bu kadar." Dedim onaylayarak.
Bakışlarımı yüzümde dolandı. Yıldız ışığı dolu gözlerinde şüphe de vardı şimdi. "İçki ne olacak?"
Bu dünyada tekila olmadığını varsayarak "Viski." Diye yanıtladım sakince.
"Otuz küçük bardakta viski." Dedi Kaisel, gözlerini benden ayırmadan ancak arkadan gelen hareketlilik bu emrin uygulanmaya konduğunu gösteriyordu. Bu adamın hizmetçileriyle olan ilişkisi de ayrı öldürecekti beni.
Kaisel, oturduğum yerin kenarına vurarak ritim tutturduğum parmaklarıma baktı. Oradan da hala beyazın bir tonu olan fakat eski tonunu taşımayan dalgalı saçlarıma. Perçemlerimin yüzümü çevreleyişine. Kırpıştırdığım mavilerime. Bir anlığına, çok kısa bir anlığına ifadesizdi ya da ne düşünüyorsa, suratında hiçbir ipucu yoktu ancak hemen sonrasında keyifle dudaklarını kıvırdı. "İmparatorluk sırlarını bu şekilde öğrenmeye çalışmayacaksın değil mi hayatım?"
"İmparatorluğun batsın." Dedim net bir şekilde. Kaisel güldü. İlk zamandaki yapmacık gülüşüne benzemiyordu en azından. Biraz, derinden gelen bir sesti.
Yeniden Darien'le ne kadar aynı ve ne kadar farklı olduklarını düşünmek sırtımdan aşağı bir ürperti gönderdi. İkisi de bu şekilde gülerken gözleri kısılıyordu hafifçe. Tabi, Kaisel şeytani haline bürünüp tüyler ürpertici bir şekilde sırıtmaya başlamadığı sürece.
Önümüzdeki satranç tahtası kaldırıldı ve dibinde beş yudumluk viski olan otuz bardak önümüze kondu. Viskinin kokusu direkt olarak suratımı buruşturmamı sağladığında, yüzümü ifadesiz tutmaya çabaladım. Sarhoş olmayacaktım. Kaçacak hiçbir şeyim yoktu ancak Kaisel'in saklaması gereken çok şey vardı. Kaybetmeyi ise gururuna yediremeyeceği çok açıktı. Yani olabildiğince cevap vermesi gerekecekti ve zor durumda olacak olan oydu bu oyunda.
"Sen başla." Dedim yumuşak bir sesle. "Nasıl olsa kaybedeceksin."
Kaisel'in kaşları havalandı ve dilini dudaklarının üstünden geçirdi. Beni köşeye sıkıştıracak bir şeyler düşünmesi lazımdı ve ölçüp tartan bakışları tam olarak bunu yaptığının habercisiydi. Saklayacak bir şeyin yok Sima, Diye hatırlattım kendime.
Kaisel, bana baktı yine o ifadesiz haliyle. Ben de ona beklentiyle baktım. Kalbim hafifçe tekledi, çünkü merak edebileceği çok şey olmasa da ağır bir yerden gireceğini hissediyordum. Kaisel, oyunlarında pek de çekimser kalmıyordu. Bakışlarım bardaklara indi. Salonun ışıklarının altında parıldayan, gözleriyle aynı renk viskiler.
"Kendi dünyanda nasıl öldün?" Dedi Kaisel, anlaşılmaz bir sesle. Bakışlarım bardaktan kalkıp gözlerine çevrildi. Ona orada öldüğümü söylememiştim.
"Ölüp ölmediğimden emin değilim." Dedim yalnızca, küçük bir gülümsemeyle. Eğer duygusal bir tepki verirsem o noktada oyalanması çok olasıydı. Bunun için duraksamadan ben sordum.
"Darien'i bir kez olsun kardeşin olarak gördün mü?"
"Görmedim." Dedi sert ve kesin bir tonda.
İçimdeki çiçeklerin pek çoğu soldu ve ben kırılan hislerimin sesini işittim. Kaşlarımı çatmamaya çalıştım. Bu beklenebilirdi. Şaşırmamalıydım. Aksinin olduğuna dair hiçbir işaretim yokken umutlanmak benim aptallığımdı.
Sorumdan hiç de etkilenmiş gibi durmayan Kaisel, bu sefer iç çekti. Gözlerimi yumdum.
"Buraya gelmeden önce ne yaşadığını anlat."
Gözlerimi açtığımda Kaisel, küçük şeytani bir gülümsemeyle kafasını eğdi. Puşt.
Senin saklayacağın bir şey yok Sima. Onun var. Onun var.
Titremesin diye ellerimi yumruk yaptığımda gözleri ellerimi buldu ve ben de çenemi havaya kaldırdım. "Üvey abim ellerimi yakmıştı."
Kaisel'in bakışları, ellerimden kalkıp gözlerimi buldu. Şeytanın parmaklarını uzattığı gülümsemesi, duyduğu şeyle yavaşça soldu. Neredeyse kaşları çatılacaktı ancak bunu yapmak yerine ifadesiz bir şekilde bana baktı. Sarı hareler kıvılcımlarla süslendi ancak geceyi süsleyen ışıklar onların aksine gözlerinin içinde söndü.
"Üvey abin ellerini yakmıştı." Diye tekrar etti.
Boş bir ifadeyle ona baktığımda, boğazımdaki yumruyu görmezden gelmeye çalıştım. Duraksayamazdım.
"Neden anneni bu zamana kadar öldürmedin?" Diye sordum soğuk bir sesle.
"Abin ellerini mi yaktı?" Diye tekrar etti Kaisel, sorumu görmezden gelerek ölümden beter soğuk bir sesle.
Yavaşlayan zamanın okları göğsümü delmek için çırpınırken "Soru sırası bende." Dedim vurgulu bir sesle ve Kaisel bu defa kaşlarını çattı. Yüzüme baktı. Öncekinden bile daha dikkatli.
Karşısında oturan kadını tanımayı, görmeyi ister gibi baktı. İç çekti ardından.
"Annemi öldürmek babamı da öldürmek zorunda kalmam demek ve ülke henüz darbeye hazır değil."
Cevabıyla beraber gözlerimi kırpıştırdım.
Ülke henüz darbeye hazır değil.
Peki ne zaman olacaktı? Kaisel, halkı hazır olsaydı babasını indirecek miydi sahiden tahttan?
Cevabıyla beraber yüzünde hiçbir hareketlilik olmamıştı ancak bana bakarken çenesi kasıldı. "Üvey abin sana başka nasıl zarar verdi?"
Başımın döndüğünü hissettim. Titreyen sağ elim, kafamın sağ yanını bulmamak için daha sıkı bir yumruk haline geldiğinde Kaisel elbette ki bu hareketimi de fark etti. Selim solaktı. Bu yüzden saçlarımı hep kafamın sağ tarafından kavrardı. Bazen de ense kökümden. İşler istediği gibi gitmediğinde beni birkaç gün yemek yiyemez hale getirmemiş de değildi, aç susuz odama kilitlememiş de. Bu istismar döngüsü, çok uzundu. Tüm çocukluğumu, hayatımın yarısından fazlasını kapsıyordu ancak beni en çok yaralayan şey, bakışları olmuştu. Bana hiç dokunmadan, dokunmaya yeltenmeden, bakışlarıyla boğmuştu. Kanadığımı değil, nefessiz kaldığımı hissetmiştim pek defasında.
Elimin titremesini bastırmaya çalışarak viski bardağını aldım ve dikledim. Anında yüzüm buruştu. Boğazım yanarken birkaç defa öksürdüm. Kaisel, bu halime de ifadesiz gözlerle baktı ancak dikkati üzerimdeydi. Muhtemelen iki bardak sonrası benim için oyunun sonu demekti. Sarhoş olmamalıydım. Diğer sorulardan, kaçmamalıydım.
"Anneni hala seviyor musun?" Dedim çatlak bir sesle.
Duraksadı. Tehlike çanları birkaç kez kafamın gerisinde çalarken Kaisel de uzanarak bir bardağı aldı ve dikledi. Bir mimiği bile oynamadı benim aksime. Bardağı masaya sertçe koydu.
"Üvey abinin ebeveyni senin neyin oluyordu?"
Ah, tek bir soru, tonlarca cevap.
"Üvey annem." Dedim yalnızca. Ardından bakışlarımı üstüne diktim. "Ülkenin darbeye hazır olmamasının senin anneni öldürmeye hazır olmamanla bir alakası var mı, Kaisel?"
Kaisel, bana baktı. Dik dik. Gözlerinden anlaşılmaz bir parıltı geçti. Dudakları kıvrılacak gibi oldu. Uzandı. Bir bardağı daha dikledi.
O bardağı masaya daha yavaş koydu ve başını kaldırdığı an gözlerimin içine baktı. "Darien için ne kadar ileriye giderdin?"
Duraksayarak dikkatle yüzüne baktım.
"Gidebileceğim son noktaya kadar." Soğuk sesim aramızda çınladı. Kaisel kafasını yana eğdi.
"Ya gideceğin son nokta seni bekleyen ölümünse?"
Bana baktı. Darien'e olan bağlılığımın ne denli derinlerde olduğunu mavilerimden okuyabiliyormuş gibi baktı. Mümkün müydü ki? Bazen ben bile anlamıyor, anlatamıyordum. Darien'e dair hiçbir hissim göğsümün içine sığmıyordu. Parmak uçlarım, ona dokunma ihtiyacıyla içe doğru kıvrılırken dik durmaya çalıştım. Belki de yakında özlemden boğulurdum. Tüm bu işlere kafa yormama gerek kalmazken mezarıma kaçırılınca sevgilisini göremedi, biraz aşk hastasıydı, yazarlardı.
"Anfia için ne kadar ileri giderdiniz, Majesteleri?" Diye onun sorusunu, ona yönelttim bu kez.
Kaisel duraksadı. Yalancı bir tebessüm oturdu dudaklarına. "Anfia için gerekirse kalan herkesin yollarını yıkarım."
"Kendi yolun da dahil mi buna?" Diye sordum bu kez. Yine onun sorusu.
Sorusunun cevabı pek çok şeyi değiştirebilirdi. Ancak elbette, o da bunu biliyordu. Uzanıp viskilerden birini daha dikledi. Bakışlarını bana çevirdi hemen ardından.
"Sana şiddet uygulayan kişilerin isimlerini say. Sadece fizisiksel olanları değil, hepsini."
"Bunu ne yapacaksın? Tanrı aşkına!" Dedim öfkelenmekten alıkoyamazken kendimi. İrkildiğimin farkında olarak kaşlarını kaldırdı. "Oyunun kurallarını sen koydun Prenses."
Yani elbette, her şeyi cevaplayabileceğimi anlamıştı ve bunun için duygusal açıdan beni zorlamayı seçmişti.
Öfkeyle yanan gözlerim, bakışlarından kaçınmadı.
"Üvey abim, üvey annem, çalıştığım yerlerden birindeki patronum ve-" Duraksadım. Kafam yana eğildi. Yutkundum. "Öz babam."
Umarım mutlusundur şerefsiz herif.
Kaisel de ben de birkaç saniye sessiz kaldık. Herhangi bir hareketlilik yoktu, ateşin çatırtıları, salona inen gerilimin cızırtıları dışında.
Bir süre boyunca durdum öylece. Belki de bu sefer tenim ve kalbim değil zihnim buz tutmuştu. Ya da o buz çok daha önceden beridir vardı da yeni yeni kırılıyordu.
Küçük bir çocuk belirdi gözlerimin önünde. Pencerenin kenarında oturmuş, kendi kendine bir ninni mırıldanıyor. Korkuyor çünkü.
Meyza'nın çocukluğu gibi... Fakat ben miydim bu seferki?
Unuttuğum anılardan biri miydi? Pandora'nın kutusu açılmıştı da unutmak istemiyorum dediğim her şeyi bir bir unutmuş muydum sahiden? Annemin sesi. Gülümseyişi. Bana okuduğu ninni. Aynaya bakınca gördüğüm kişi...
Sonunda bakışlarım masadan kalktı. Bir fırtına yağmuruna tutulmuş olsam da ifadesizdi bakışlarım. Ne denli etkilendiğimi göstermeden, geçmişi şimdilik geri plana attım.
"Hayatında Anfia'dan başka değer verdiğin biri var mı?"
Kaisel duraksamadan sonra gözlerini benden ayırmadan bir bardağı daha dikledi. Annesi olmalıydı söz konusu olan.
Tabi cevap hayır değilse ve bilerek beni bir şeyleri var saymaya yönlendirmiyorsa.
"Peki senin Snezhinka, Darien'den başka?" Diye aynı soruyu bana yönelttiğinde, omuz silktim. "Var. Snezhinka ne demek?"
Kaisel'in dudaklarından belirsiz, alaycıl bir tebessüm geçti. Kollarını birbirine bağlarken suratında o eğlenen ifadesi belirmişti. "Kar tanesi." Dedi sakince.
"Kar tanesi." Diye tekrar ettim.
"Günlerdir bana kar tanesi diye mi sesleniyorsun yani?"
"Sanırım kavramada da problemin var. Kuzey'in haline acımaya başladım."
"Yani, ne diye kar tanesi? Sırf saçlarım beyaz diye mi?"
"Aklının sınırlarını zorlamaya başladın tatlım."
"Çok klişesin." Dedim bir anda türkçeye geçerek.
"Küfür mü ettin?" Kafasını iki yana salladı. Aklına gelen ilk şey benim küfür etmiş olmam mıydı? "Haddinin sınırlarını da zorlayacaksın demek." Diye devam etti ancak her nedense eğleniyormuş gibiydi.
Dik dik ona bakarken kaşlarımı kaldırdım. "Haddimin sınırı sen beni kaçırdığında ortadan kalktı."
"Bunu dile getirmeyi sevdiğine inanmak üzereyim."
"Bak. Yine bir tekrar. Beni haklı çıkartman çok hoş."
"Sus ve sorunu sor." Dedim bıkkın bir sesle. Yine de, tüm odağım onun üstündeydi çünkü insan düşünmeden edemiyordu. Bu adamla nişanlımın gözleri aynı renk, akan kanları aynı aynı kan, güçleri aynı güçtü. Peki Kaisel nasıl oluyor da benim içe dönük, çoğunlukla konuşmamayı tercih eden Darien'imden bu kadar farklı olabiliyordu? Anfia'yla Kaisel'in ise görünenden çok benzerlikleri vardı. Darien, annesine mi çekmişti acaba biraz?
"Susarsam nasıl soracağım?" Dedi bu kez Kaisel ve gözlerim bardaklara kaydı. Birini kafasında parçalasam ne olurdu? Yap gitsin Sima, dedi bir tarafım. Meşru müdaafa dersin.
"Aklından iyi şeyler geçmiyor, değil mi Prenses?" Bakışlarım yeniden ona çevrildi. Viski rengi gözleri sadece alayı değil, hafif bir rüzgarın taşıdığı neşe parıltılarını da taşıyordu. Zaten böyle bir oyundan eğlenen taraf anca o olabilirdi.
"Yakında öğreneceksin aklımdan ne geçtiğini." Diye homurdandım yerime sinerken.
Kaisel, içten bir kıkırdamayla bardaklardan birini öylesine eline alıp dikledi ve yerine koydu. Bir de gösteriş mi yapıyordu? Bana bakıp tek kaşını havaya kaldırdı. Bu herifin alkol toleransı neydi?
Niye sünger gibi içiyor, içiyor, ancak hiçbir şey olmuyordu?
Kaisel'in sarı harelerinde, tekinsiz bir yıldız kaydı o an. Bir şeylerin parıltıları, söndü.
"Darien, seninle alakalı-" Duraksadı. "Her şeyi biliyor mu, sevgili Sima?"
Gözlerimi kırpıştırdığımda, dudaklarım hafifçe aralandı. Dikenler içime batıp beni kanatmaya değil ruhumu nefessiz bırakmaya yeminler ederken Kaisel artık sırıtmayı bırakmıştı. Verdiğim her tepkinin, ifademdeki en ufak değişimlerin farkındaydı çünkü hiç ayırmıyordu gözlerini üstümden.
Kaisel, ne fark etmişti tam olarak? Hayır, doğru soru bu değildi. Nasıl anlamıştı?
Uzanıp istemsizce bir bardağı aldım ve nefesimi tutarak dikledim. Viski boğazımı yakarak geçerken ve ağzımda uğursuz bir tat bırakırken yine yüzüm buruştu. Kaisel'in dudakları cansızca kıvrıldı bu sefer. Ben susmuştum ancak o, belli ki cevabını almıştı.
"Anfia'yı savaşta bizim ordularımızdan birinde ve ön cehpede komutan olarak bulsaydın, savaşa devam eder miydin?" Diye sordum kaşlarım çatılı halde.
Beklenmedik sorum aniden, çok kısa bir anlığına irkilmesini sağladı. Gülümsemesi büyüdü. "Sen gerçekten tehlikeli bir kadınsın, Snezhinka." Uzanıp yeni bir shot attı. Attığı shotlara hiç tepki vermemesi neredeyse hile yapıyorsun diye bağırıp çağırmama sebep olacaktı çünkü benim başım dönmeye başlamıştı bile. Yüce Tanrım, bana biraz zaman ver.
"Simdi sen söyle." Dedi Kaisel, sık sık açıp kapadığım mavilerime bakarken. "Darien'in senle alakalı bilmediği şey, tam olarak ne?"
"Bilmiyor denemez." Diye geveledim ağzımın içinde. "Sadece tam açıklamasını yapmadım."
"Sorumun cevabının bu olmadığını biliyorsun Sima. Oyunu sen başlattıysan kurallara göre oynamanı öneririm." Dedi sesi hafifçe kısılırken ve ciddileşirken.
İç çektim ve bir bardağı daha elime aldım. Bardağa uzandığımı gördüğü anda bilmiş bir ifade belirdi suratında. Bense gözlerim ondan ayırmadan, içimden küfürler mırıldanarak dikledim bardağı. Elimin tersiyle de sildim ağzımı. Çıldıracaktım.
Darien tüm hikayeyi biliyordu ancak yalnızca, soğuğa karşı bilinmez şekilde ters bir tepki verdiğimi düşünüyordu. Kalbimi dondurduğunu ona henüz söyleme fırsatım olmamıştı. Meyza'yı Sair'e attıklarında kara alevlerin arasına konduğunu da. Batı'ya geldiğim ilk gün dahil, çoğu gece içimin sıkışmasıyla öldüğümü sandığımı da.
Meyza'nın hayatta olmadığını hissettiğimi de.
Midem bulanırken gözlerimi kırpıştırdım. Tek bir soru daha, Sima.
"Halkını seviyor musun, Kaisel?" Diye mırıldandım dalgınca.
Bakışları yüzümde dolandı. Zorla açıp kapadığım gözlerimde. Yutkundu ardından. Yüzünde hiçbir ifade yoktu yeniden. Bu maskeyi çok sık geçiriyordu suratına. Yavaşça koltuğun kenarına koydum kafamı.
"Seviyorum." Dedi Kaisel, ben gözlerimi neredeyse kapatırken. "Bugün on beş saat uyumadın mı sen?" Diye de ekledi, güler gibi bir sesle. Sanki az önce verdiği cevabın hiçbir önemi yoktu.
"Uyuduğum saatleri mi sayıyorsun?" Diye mırıldandım gözlerim kapalıyken.
"Kimin kafadan kırık olduğu belli oldu." Dedim bu kez alayla.
"Oyunu kaybettiğinin farkındasın değil mi?"
Kısık bir sesle güldüm. "İhtiyacım olan cevapları aldım."
"Hiç yalan söylemediğime eminsin yani?"
Gözlerim aralandı. Karmaşık kırmızı saçlar, yarım bir gülüş, bana odaklanmış gözler. "Yalan mı söyledin?" Diye sordum yavaşça.
Masumca gülümserken "Hayır." dedi. Sanki şeytanın gölgesi düşmüştü o tebessümün ardına. Ne denli absürt bir ifade olduğunun o da farkında olmalıydı ki bu ifadesi karşısında kendime engel olmadan kıkırdadım ve omuz silktim. "Bence de. Yalan söylesen anlardım." Dedim mırıltıyla.
Kaisel'in kaşları yavaşça havaya kalktı. "Nereden anlayacakmışsın?" Sesi dalga geçer gibiydi.
"Hissederim öyle şeyleri." Dedim elimi geçiştirircesine sallarken.
Annen geleceğini söylediğinde inandın ya Sima.
Sen anlamadın yalan söylediğini, o da hiç gelmedi.
"Kuzey'in Leydisi, lakabının hakkını verecek kadar cadı yani? Başka ne marifetlerin var? Kazanda iksir de kaynatıyor musun?"
"Meyza cadı değil." Dedim kafamı hararetle iki yana sallarken, aniden. Böyle konuya dalmam kaşlarının hafifçe kalkmasını sağladı. "O kötü yola düşmüş iyi biri. Özünde iyi yani. Biliyorum ben onu."
Kaisel duraksadı. Meyza'dan, başka biri gibi bahsetmem alışamayacağı bir şeymiş gibi bana baktı ancak ben sinir olmuş bir şekilde kaşlarımı çatmıştım. Yorgundum ancak öfkeliydim de. Hiç geçmeyecek bir öfke. Hep benimle kalacak bir parça.
Muhtemelen, yalnıza alkol biraz gün ışığına çıkmasına izin vermişti, gölgeler ardında kalan parçamın.
"Herkes, Elijah'ın masum olduğunu savunuyor. Aileen'in de tabii. Ancak o ikisi, Meyza ve Elijah daha nişanlıyken sevgili oldular! Bu aldatmak değil mi? Nasıl tüm suç Meyza'ya kalıyor? Elijah şimdi de tutturmuş, buraya gel özür dileyeceğim, hayatlıydım zart zurt diye mektuplar yazıyor. Hadi be oradan!"
"Helefna Prensi seni-" Kaşları çatıldı. "Meyza'yı gerçekten aldattı mı?" Diye sordu anlaşılmaz bir sesle.
"Evet, komik değil mi? Ama kime sorsan kötü kadın Meyza."
"Prens şimdi de sana dönmen için mektup mu yazıyor?"
İç çektim. "Meyza ona aşıktı sonuçta." Dedim dalgın bir sesle. "Eh bizi de aynı kişi biliyor. Ondan ayrılmamı da, Darien'le nişanlanmamı da beklemiyordu. Söylediğimde de gidene dek, belki de sonrasında bile inanmadı söylediklerime. Yani nasıl inanırdı sonuçta? Meyza ona ömrünü adamış. Bak şakasına söylemiyorum bunu." Dedim elimi dönen başıma götürürken. "O kadının hayatındaki tek güzel şey Elijah'mış. Anılarını gördüğümden biliyorum..." Sustum bir an. Biraz da kitaptan biliyordum. "Meyza çocukluğunda ışıksız kalmış, kimsesiz kalmış. Bakma insanların, Penelophe hakkında söylediklerine falan. Korkacak çok şeyi varmış Meyza'nın." Kafamı yine yaslarken iç çektim. "Sonra apar topar saraya yollanmış, tüm yaşadıklarından sonra, elini uzatan ilk kişi de Elijah olmuş ona. Meyza'nın gözünde öyle bir parlamış ki, izlesen kemiklerin kamaşır. Öyle ışıltı dolu gözlerle bakıyordu prense." Kafamı iki yana salladım. "Onu sevmiş sadece. Onu istemiş. Sadık kalmış. Aşkına, arkadaşına. Zorlama falan da yok aslında, Elijah kendi kabul etmiş nişanlanmayı. Hastayken Meyza başındaymış onun. İmparator kızdığında Meyza, çalışmaktan yorgun düşse Meyza, canı yansa Meyza, yolu şaşsa Meyza, ama sor şimdi; çocuğun gözleri hiç görmüş mü Meyza'yı?" Kafamı iki yana salladım, yeniden ve yeniden. Kaisel sessizce dinliyordu beni. Gözlerinde anlaşılmaz bir ifade vardı ancak ben yattığım yerden feryat ederken sanki devlet sırlarını anlatıyormuşum gibi ciddiydi suratı.
"Bir kez olsun bakmamış ya. Bir kez! Bir kerecik. Vefasızlık değil mi bu? İstemiyorsa istemiyorum demek yerine bunca acı... Meyza masum demiyorum tamamen. Ancak haksızlığa uğramış işte." Omuz silktim. "Düşünmek bile kalbimi kırıyor, biliyor musun Kaisel?"
Kaisel bir şey demedi. Bana ne anlatıyorsun sen diye çıkışıp kızmadı. Sadece kafasını yana hafifçe eğdi. Dudağı acı bir şekilde kıvrıldı. "Yani, hikayenin kötü adamlarının da bir hikayesi var, öyle mi Sima?"
Ona baktım uyuşuk bir şekilde. Bu sefer ben sessiz kaldım. Tatsız bir his doldurdu içimi. Bu savaş başlarsa 'kötü adam' o olacaktı.
Peki hikayesi neydi? Hangi savaş, hangi sebeple haklı çıkardı ki?
Gözlerimi yumdum. "Sen kötü adam değilsin." Dedim mırıltıyla. "Kötü olsaydın... Gözlerin bu kadar renkli olmazdı sanırım."
Kalbi kara insanların, bakışları da kara oluyordu, bunu Darien'e anlatmıştım. Ancak bu kez aynı sözler dudaklarımdan dökülmedi. Belki de her şey, benim Darien'in göz rengini taşıyan adama kötülüğü yakıştıramamış olmamdandı.
Her şeyin bir açıklaması olabilir mi ki, diyordu bir yanım. Bir çözümü? Çıkış yolu?
Yaşanmış bunca acı, bunca keder, geriye itilebilir mi?
Ancak imkansızsa eğer, ben nasıl buradaydım peki?
Orada çıkış yolum yoktu ve ben buraya gelmiştim. Tek dileğim tersine dönmüş, yaşamak istemiyorum derken beni yaşatmış ama bu hayatı arzulamamı da sağlamıştı. Şimdiyse ölmek istemiyorum diye sonsuz uykuya gömülmem olasıydı ancak... Belki her şeyin bir sebebi vardı.
Belki her şeyi düzeltip, ondan sonra gitmem için verilmişti bu şans bana.
Sevmeyi yeniden öğrenmem, başka birileri tarafından sevildiğimi de hissetmem için.
O kanepede uyuyakaldım. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Birkaç kıpırtı. Biraz sarsılma. Bir yerden taşınıp başka yere konduğumu, başım saten yastıkların arasına gömüldüğünde anladım. Yataktaki ağırlık bir süre boyunca gitmedi. "Bu dünyaya ait olmadığın her haliyle belli." Diye boğuk bir mırıltı çalındı kulağıma. "Tatlı rüyalar gör, Sima."
Açıkçası, deliksiz uykumda hiçbir rüya görmedim. Gördüysem de hatırlamıyorum. Kabuslara da sürüklenmedim böylece.
Uyandığımda hala yorgundum. Gözlerim acıyordu. Alkol çarpmıştı belli ki çünkü başım da ağrıyordu. Daha kötüsü, henüz geceydi. İnsan akşama doğru uyumamalıydı işte. Yine de kalkıp yüzümü yıkadım, saçlarımı tarayıp serbest bıraktım. Birkaç ihtiyacımı hallettim ve hırkamı yeniden üstüme geçirdim.
Odamda şimdi daha çok meşale, fazladan yorgan ve battaniye vardı. Üç kat yorganın altına girdiğimde artık titremiyordum. Gözlerim pencereyi buldu. Bilye hala yoktu ancak belki de yolu çok uzundu ve buraya gelecekleri süreyi de hesaba katmam lazımdı. Yoldalardı, biliyordum. Hissediyordum. Dudaklarım kıvrıldı hafifçe.
Biraz daha pencereden dışarı baktıktan sonra artık her köşesini bildiğim malikanede gezinmeye başladı ayaklarım. Amacım Kaisel'i bulup, ona bir teklif sunmaktı. Aklımı toparlamıştım. Onu Darien'le savaşmadan önce konuşmaya ikna edecektim. Sonrasında, buraya geldiğinde Darien'i. Konuşulmamış yıllar, unutulmamış sözler, yaralar vardı ancak her şey için çok geç olmamalıydı. Bu kadar yolu, Darien'e kötü bir son bıraktığımı bilerek gitmek için gelmemiştim herhalde.
Bir de, beni koltukta bırakmak yerine odama taşıdığı için teşekkür edecektim. Böyle bir şey yapma zorunluluğu yoktu sonuçta. Yeni bir düğüm daha. Onu tanıdıkça her şey birbirine giriyordu.
Arkadaş olmam gereken son kişi belki de Kaisel'di. Düşmandı. Beni kaçırmıştı.
Kaçırmıştı ve üşümeme izin vermiyordu. Ağlayarak gülmek istedim. Yünlü çoraplar getirtmiş, her yeri ısıttırmıştı. Kanepede uyumama müsaade etmiyor, her dediğimi dinliyordu. Suratındaki o sarkastik ifadeye rağmen, konuşuyordu benimle. Tam bir karmaşaydı her şey. Cidden.
Kaisel salonda yoktu. Hizmetçiler ve muhafızlar köşelerine çekilmişlerdi. Odasına gittim. Benimle aynı katta değil bir üst katta uyuyordu burada kalacaksa. Orada da yoktu. Belki de sonunda prenslik görevleri için gitmesi gerekmişti. Kaşlarım çatıldığında en alt kata indim ve fırsat bu fırsat, kimse yokken ofisini karıştırma kararıyla odaya daldım.
Beklemediğim şey, Kaisel'in çalışma odasında olmasıydı.
Beklemediğim şey, Kaisel'in üstünü değiştirmek üzere siyah keten gömleğini çıkartmış olmasaydı.
Beklemediğim şey, Kaisel'in sırtının bana dönük olmasaydı.
Beklemediğim şey, o sırtın yüzlerce yarayla dolu olmasaydı.
Kaisel ile, önümüzdeki pencerenin yansımasından göz göze geldik. Dudaklarım aralandı. Kapandı. Gözlerimi kırpıştırdım. Yumdum. Açtım. Kaisel hiçbir şey söylemedi. Elindeki beyaz geceliği kafasından geçirdi ve bana döndü ancak genzim delicesine yanmaya başlamış, gözlerimde tutmaya çalıştığım yaşlar boğazıma oturmuştu.
"Ö-Özür dilerim." Dedim, titrek bir sesle.
Şimdi yüzü bana dönüktü ancak, o yaraları nasıl aklımdan silecektim? Zihnime çivilerle vurmaya başladılar sanki gördüğüm şeyi. Sarsılmamak adına dişlerimi birbirine bastırdım. Hançer? Yanık?
"Kapıyı çalmalıydım." Dedim doğrudan arkamı dönerken. Döndüğüm gibi bir yaş atladı gözümden. Kaisel ne ara yanıma geldi bilmiyorum. Kolumu sertçe kavrayıp beni hızla kendine çevirdi. Bakışlarım doğrudan yüzünü buldu. Saçları sabaha göre dağınık, yüzü solgun, kaşları çatıktı. Sarı hareleri, tarif edemediğim, ürkütücü bir kıvılcımla kaplanmıştı ancak bakışları yanağımdan atlayan yaşı bulduğu anda, suratı allak bullak bir hal aldı.
"Bana acıyor musun?" Diye sordu, sert bir sesle. Dudakları kıvrıldı. Ölümün gölgesi o kıvrımın arasına yuva kurdu ancak görmediğimi mi sanıyordu? Ben kaç defa gülümsemiştim bu şekilde, acılarım gözükmesin diye? Kaç defa öfkemin arkasına sarılmıştım, onun gibi? Parça parça bir gülümseyiş ancak dudakların sahibini kanatırdı ancak o an, gözlerimiz birbirine tutulduğunda yaşlar gözlerimden hızla düşmeye başladı. Kolumu sertçe kendime çektiğimde bunu beklemiyordu ki zorlamadan bıraktı. Öylece, bomboş bir ifadeyle baktı sonrasında. Gözlerimden süzülen yaşlara, çattığım kaşlarıma baktı.
"Annen miydi?" Diye sordum yalnızca. Kafamı iki yana salladığımda sesim titremiyordu ancak ağlamamı durduramıyordum. "Annen miydi Kaisel?"
Kaisel gözünü yumdu. Bir adım geriye gitti. Onaylamadı.
Ancak ret de etmedi. Ben de çocuktum demişti. Çocukken mi olmuştu bunların hepsi?
"Ne zamandan beri?" Diye sordum bu defa, yerimde sallanırken. Bir tarafım kaçmak ve bağırmak istiyordu. İmparatoriçe, Darien'i öldürmeye kalkmıştı ancak bu Darien'in tahtın tek rakibi olmasındandı. Peki oğlu? Kızını sabaha dek dolaba kilitleyen imparatoriçe, veliaht olan oğlunu kendince terbiye etmek adına neler yapmıştı?
Neler yapmıştı ki, Kaisel Anfia'yı Darien'in yanına gönderirken tereddüt etmemişti?
Neden düşmanının yanının, annesinin yanından daha güvenli olacağına inanmıştı da, sarayda onu kendi başına korumaya kalkışmamıştı?
"Adım atmaya başladığımdan beri." Dedi bu defa, Kaisel soğuk bir sesle. Gözlerini kaçırmadı gözlerimden İçimde bir şeyler, paramparça oldu.
Kafasını yana eğdi. Bir elini kan rengi saçlarından geçirdi belirsiz bir öfkeyle. "Bana acıma, Sima." Dedi kafasını iki yana sallarken.
"Sana acımak mı?" Dedim inanamazca. "Sana ailemin beni istismar ettiğini söylediğimde senin yaptığın şey bu muydu?" Diye sordum ellerimle kendi yanaklarımı silerken. Öyle sertti ki hareketlerim, kendi elimin izinin yanağımda çıkacağına emindim.
Kaisel, kaşlarını çattı. "Öyle olmadığını biliyorsun." Dedi her harfin üstüne bastırırken.
"Biliyor muyum cidden?" Diye sordum hafif kırık bir tebessümle.
Kaisel'in kaşları daha da çatıldı. "Açık konuş, Snezhina. Neden buradasın? Ne için geldin?"
Tek kaşını kaldırdı. Burnumu çektim. "Konuşmak için."
"Konuşacağın şeyin umarım Darien'le, savaşla veya olacaklarla ilgisi yoktur çünkü bu nafile bir çaba." Dedi soğuk bir sesle.
"Daha dinlemedin bile." Dedim öfkeyle.
"Yani konu buydu." Dedi yine sırıtarak, küçümser gibi. O soğuk gülümsemesi en sonunda yüzüne bir yumruk daha geçirmemi sağlayacaktı.
"Kaisel, beni bu şekilde bastıramazsın." Dedim kararlı bir sesle. "Sadece kardeşlerini değil, beni de sürüklüyorsun bu şeyin içine ve bu gidişle işin sonu felaket olacak!"
O nefret ettiğim maskesi yine yüzünü buldu. Kafasını yana yatırdı yine yavaşça. Boyu dolasıyla yukardan bakıyordu bana. Alay sesinin her noktasındaydı. "Neden, artık beni öldürmek istemediğine mi karar verdin? İki gün sana iyi davranınca seni kaçıran adam hakkında fikirlerin mi değişti? Bu kadar mı sevmediler seni, kendi dünyanda Sima?" Güldü ve onaylamazca kafasını iki yana salladı. Ellerim yumruk oldu kendiliğinden fakat ben de ona dolu gözlerle ve gülümseyerek bakmaya devam ettim. Yapmaya çalıştığı şeyi başarmasına izin vermeyecektim. Ne derse desin. Kaisel durmadı, devam etti. "Kimse savaşta bulunmanı beklemiyor senden, Sima. Felaket dediğin şey başladığında Kuzey'e dönüp her şeyin bitmesini uslu uslu bekleyebilirsin. Sonrasında bir mektup uçururlar sana ve kazananı öğrenirsin. Duaların tutmuşsa eğer, Darien hala sağsa sonrasında mutlu mesut yaşarsınız. He eğer tutmamışsa, korkma hiçbir halt yapmam artık sana. Savaştan sonra seninle işim bitiyor."
"Kuzey'de her şeyin bitmesini bekleyeyim, uslu uslu oturayım yerimde, öyle mi?" Diye sordum delirmiş gibi gülerek. Neredeyse kahkaha atacaktım ancak tüm uzuvlarım titriyordu. "Prens hazretlerinin benimle artık işi de olmayacakmış, ne mutluymuş bana." Kıkırdadım. Kaisel'in kaşları çatıldı. "Sanki hayatı tehlikeye girecek olan sevdiklerim değilmiş gibi bir köşeye sineyim." Dedim tatlı tatlı, onun bana yaptığını yaparak. Çıldıran ben olmayacaktım.
"Bu dünyaya bile ait değilsin ki bu savaşa ait olasın." Dedi Kaisel kan donduran soğuk bir öfkeyle. "Siktiğimin savaşında hiçbir işin yok yani, sandığının aksine. Senin meselen değil bu, prenses."
En sonunda, durup yüzüne baktım. Sahiden. Elimi beyaz tutamların içinden geçirip geriye attım hepsini. Gözlerim kısıldı. Gülmeyi kestim ancak öfkem dinmedi. Gücüm buzdu, gücüm soğuktu. Yanıyordum.
"Ölüp gideceğim ben Kaisel..." Dedim kaşlarımı kaldırırken. Kaisel, engel olmadığı şekilde irkildi. Sarı gözlerinin içindeki göz bebekleri büyüdü bir anlığına ancak yine bu şaşkınlığın, karmaşanın izlerini sildi yüzünden. "Neyin beklemesinden, neyin meselesinden bahsediyorsun sen Tanrı aşkına?" Diye devam ettim.
Viski rengi, karanlık gölgelerle kaplanmış gözlerinden vahşi bir ifade geçti. "Saçmalıyorsun. Snezhinka." Dedi sertçe. "Sana inandığın şeyin, saçmalık olduğunu söyledim."
"Niye, şimdi de benim ölme ihtimalim mi seni rahatsız ediyor Prens Hazretleri?" Diye sordum alayla. Kaisel'in gözleri kapandı bir anlığına. Açtığındaysa dünyayı yakacakmış gibiydi.
"Çık dışarı." Dedi öfkeyle. "Bu saçmalığa ayıracak zamanım yok."
"Çıkmıyorum." Dedim bastıra bastıra. "Beni kovamazsın hiçbir yerden."
İnanamazca bana baktı. "Aklını kaçırdın gerçekten, değil mi?"
"Sen ne düşünürsen düşün, ne istersen iste Kaisel." Dedim öfkeyle. "Sadece yaslanıp izle. Sizin yapamadığınız her şeyi ben yapacağım. İmparatorla İmparatoriçeden intikam alacağım. Canını yaktıkları tüm masum çocuklar için. Ölen tüm o cariyeler, masumken hayatını veren çalışanlar için." Duraksadım. "Darien ve Anfia için." Dedim bastıra bastıra. "Senin için, aptal herif!" Dedim ve gözlerimi öfkeyle kırpıştırdım. "Öyle ya da böyle. Size yaptıkları her şeyi ödeteceğim gitmeden önce. Tanrı şahidim olsun ki bunlar olmadan son nefesimi vermeyeceğim ve Kaisel, tüm bunlar olurken sarayında oturup uslu uslu bekleyebilirsin gelecek haberleri. Şansın varsa ve duaların tutarsa, ölmüşsem eğer söz sana musallat olmayacağım ve yaşıyorsam da eğer, korkma. Sonrasında hiçbir işim olmayacak seninle. Şimdi izninle."
Kaisel, donup kaldı. Gözlerinde birkaç şehirin yıkıldığına, göğün içine çöktüğüne yemin edebilirdim. Öfkeyle kaynayan gözlerini bana dikmekten başka hiçbir şey yapmadı ancak suratında farklı düşüncelerin de gölgeleri vardı.
Arkamı döndüğümde ve odadan çıktığımda, beni durdurmadı. Buna yeltenseydi donmak pahasına kafasını buz küpüne çevirir, durmazdım zaten. İlk kez mantığını çalıştırmıştı.
Sonrasında odama kapandım. Öğlen de uyuduğumdan, gece boyunca uyanıktım ve gözlerim sürekli camdaydı. Bilye'yi görecekmişim gibi. Fakat Bilye o gece görünmedi etrafta.
Boyumu aşan laflar söylediğimi biliyordum ancak her birinde, sonuna kadar ciddiydim. Kaisel beni kırmış falan da değildi ayrıca. Sert konuşmuştu ancak öfkesinin neyden kaynaklandığını biliyordum. Yaralarını görmemdendi.
On yaşımdayken, evde kimse yokken kapıyı açıp bırakıp parka kaçmıştım bir defasında. Dönecektim evdekiler dönmeden ancak o gün, düşüvermiştim kendi başıma oynarken. Bir abla yanıma yaklaşıp da taytımı sıyırmak, dizlerime bakmak istediğinde yardım istemediğimi bağırarak kaçmıştım. Çünkü baksaydı, görecekti ki bacaklarım mosmordu. Görecekti ki, ben yaralı bir kız çocuğuydum. Eksik kalandım. Biri elini yarama sürse, yıllar sonra hissettiğim ilk iyi niyette dökülüp paramparça olacaktım.
Üstelik o zamanlar Zeynep yaralarımı birine gösterme konusunda tehdit de etmemişti beni. Kendi isteğimle saklanmıştım.
Bunun için Kaisel'i anlıyordum. Tüm kalbim alaşağı olsa da anlıyordum. Ben öfkemin ardında ne olduğumu o zamanlarda da biliyordum ancak o, belli ki çok fena inkar ediyordu. Çünkü, yüzleşmeyi bekledikçe yaralar soğumamıştı. Dağlanmamışlardı da. Yalnızca kanamaya devam ediyordu Kaisel. Dokunursam daha kötü olacak diye düşünmesi kaçınılmazdı. Bunun için o gece, aklımda Darien, Kaisel ve Anfia dönüp durdu yine. Bunun için, biraz da odamda, yastığımın üstüne akıttım sessiz gözyaşlarımı.
Sabaha karşı, hizmetçiler odama girmeden banyo yaptım ve çıktığımda, üzerime uzun kollu koyu mavi elbiselerden birini giydim. Göğüs kısmı kalp kesimdi ve kollar, omuzlarımı sarmak yerine kolumun üstünden başlıyordu aşağı inmeye. Islak beyaz saçlarımı, Darien sanki yanımdaymış da hasta olacağıma dair bir şeyler mırıldanıyormuş gibi havluyla uzun uzun kuruttum. Ardından perçemlerimi dışarda bırakarak uzun tutamları tek bir balıksırtı örgüde birleştirdim. Örgünün etrafına altın bir zincir dolayarak iç çektim. Mavi ve beyaz, Kuzey'in renkleri. Elbise biraz inceydi ancak sorun olmadığına karar verdim zira ev olabilecek her şekilde ısıtılıyordu. Yine de yün çoraplardan birini ayağıma geçirdim ve mor göz altlarımı umursamadan odadan çıktım.
Uyku düzenim de zihnimin içi gibi karmakarışık bir hal almıştı.
Meyza'yı rüyamda görmediğimden ise bahsetmiyorum bile. Neden görmüyordum artık onu? Buna da ayrı bir zamanda kafa yoracaktım çünkü ömrümde hiç canlı görmediğim bir kadını özlemiş olmam pek de akıl işi durmuyordu.
Çıktığımda, hizmetçiler beni görür görmez hafif bir şaşkınlıkla kahvaltılık bir şeyler koydular salondaki büyük masaya. Hepsini yavaşça yedim. Limonatayı uzun uzun yudumladım.
Bahar gelmişti ve yaz da gelecekti ama nedense bulunduğumuz bölge soğuktu. Karilya'nın sınırlarını aklımdan geçirmeye çalışırken karşımdaki sandalye çekildi ve bakışlarım Veliaht Prens'i buldu.
"Öfke nöbetin bitti sanırım." Dedim alaylı mırıltıyla.
Kaisel bugün, siyah işlemeli siyah bir gömlek ve resmi bir pantolon giymişti. Saçları darmadağınık, gözlerinin içi belli belirsiz kırmızı damarlarla süslüydü. Kırmızı kaşları inanmazca havaya kalktı. Bununla birlikte, ruh halimi anlamak ister gibi dolandı cansız sarıları yüzümde.
"Benim öfke nöbetim miydi?" Diye sordu düz bir sesle.
Sesimi kalınlaştırarak "Çık dışarı." Diye taklit ettim onu. Yüzünü buruşturdu. Tatsız bir şey yemiş gibi gözlerini benden kaçırdı. Ağzının içinde bir şeyler homurdandı. Bakışları sofraya değdi önce. Sonra pencereye baktı. Kollarımı birbirine bağlayarak onu izledim. "Bağırmamalıydım."Diye geveledi ağzının içinde. "Söylediklerimin bazıları da doğruyu yansıtmıyordu."
Kollarım çözülürken şaşkınlıktan dilim damağıma yapıştı sanki. Asla bana bakmıyor olsa da, kelimeleri zihnimin içinde sıraya dizildi ve bir şarkı mırıldandılar bana. Pişmanlıktı.
"Ne?" Diye sordum yine de anlamazca.
"Duydun ve tekrar etmeyeceğim."
"Bu senin özür dileme şeklin mi?" Dedim gözlerimi belerterek. Yaptığı şey buydu. Hatasını kabul mu ediyordu? Bunun için mi uyuyamamıştı?
"Hayal kurmaya devam et." Dedi sonunda bana bakıp geriye yaslanırken. Böylece ben de kafamı eğdim. Sanki binlerce yıldız aynı anda kaymıştı gökyüzünde. Öylesine beklenmedikti bu.
"Söylediklerimin hala arkasındayım ancak ben de sesimi yükseltmemeliydim." Dedim neredeyse neşeli bir sesle.
Kaisel suratını amaya devam ettiğinde ise gözlerimi devirdim. "Anfia da senin gibi." Dedim kısık bir sesle. Bakışları yeniden, ilgiyle yüzüme çevrildi. "İstemediği şeyler söylerken sesi kısılıyor ve göz temasını kesiyor."
"Onu da mı delirtiyorsun yani?" Dedi cansız bir alayla.
"Ha. Ha." Dedim yapmacık bir sesle."Kız kardeşin biraz agresif biri." Dedim bu kez düz bir sesle gülerken. "Sürekli, senin okuduğun gibi değişik kitaplar okuyor. Ona biraz romantizm okumasını söylediğimde ise deliriyor." Gülümseme kapladı suratımı istemsizce. "Bir defasında, Batı'nın merkezine gittik. Peşimizde tonlarca koruma varken Anfia onları atlatmamızı sağladı. O zamanlar beni pek sevmiyordu tabi ama yanımdaydı. Casus olup olmadığını falan anlamaya çalışıyordu. O gün haydutlarla karşılaştık ve Anfia kaçmak yerine ne yaptı dersin?"
Kaisel elini yüzüne çarptı. "Lütfen Snezhinka, aptal kardeşimin onlara saldırmadığını söyle." Dedi sonra elini yüzünden çekip, kan kırmızısı saçlarının arasından geçirirken.
"Aynen öyle yaptı." Dedim kardeşin umutsuz vaka der gibi bir sesle. Kaisel, gözlerimin içine saklamadığı bir merakla baktığından, devam ettim. "Adamlar bizden fazlaydı. Bıçakları vardı ancak Anfia karşılarında dikildi ve bana kaçmamı söyledi." Dedim gözlerimi devirerek.
"Ve sen de kaçmadın çünkü ikinizde de gram akıl yok, öyle değil mi?"
"Anfia orada dikilmeye kararlıyken ne yapsaydım?" Dedim ters bir şekilde.
"Nasıl kurtuldunuz?" Dedi bakışları yüzükün her bir santiminde dolanırken.
"Anfia az daha bıçaklanacaktı."Dedim ses tonum kısılırken. "Adrenalinin etkisiyle güçlerimi kullandım ve adamlardan birini öldürdüm."
Kaisel birkaç saniye yüzüme baktı. "Ne?" Diye katı bir tonda mırıldandı. Neye şaşırdığını anlamadım. Birini öldürmem mi Anfia'nın ölümden dönmesi mi.
"Duyduğun gibi." Dedim elimi sallayarak.
"Darien son anda yetişti diyelim."
Omuz silktim ve sırıttım. "İlk hançer kesiğimi aldım."
"Deli misin sen Sima?" Dedi sonunda kafasını iki yana sallayarak, gözlerinden öfkeli bir kıvılcım kayarken. "Kılıçlar ve hançerler, bıçak yaraları ve kesikler sana bir oyun gibi geliyor?"
"Ne münasabet?" Dedim bal sürülmüş kreplerden birini çiğnemeyi bitirince. Elimle örgümü sırtıma doğru attım. "Sadece, yaşanırken dram olan gelecekte güleceğin şeydir meselesi."
"Bu sözü kendin uydurdun." Dedi bir an bile düşünmeden. Gözleri kısılmıştı.
"Bunu bilemezsin." Dedim sırıtırken. "Belki de benim dünyama ait bir sözdür."
Kaisel, gözlerini devirdiğinde, kahvaltıyı bıraktım. Kaisel, yediklerime bakarken gözleri kısıldı. "Kahvaltılarda akşam yemeğinde yediğin kadarın çeyreğini anca yiyorsun." Yaptığı tespite karşı kafamı salladım.
"Uyanır uyanmaz bir şeyler yemeyi sevmediğimden." Dedim iç çekerek. Kaisel, yavaşça kaşlarını havaya kaldırdı ancak bu çok da sürmeden ayağa kalktı. "Halletmem gereken şeyler var. Okuyabileceğin tarzdan birkaç kitap bıraktım kütüphaneye. Muhafızlar eşliğinde bahçeye de çıkabilirsin ancak lütfen Sima, başımı ağrıtacak şeylerin peşinde koşma."
"Evini yakacağım." Dedim geriye yaslanıp kollarımı birbirini bağlarken. "Hiç şüphen olmasın."
Ağzının içinde bir şeyler daha homurdanıp kısa bir bakış daha attı yüzüme. "Soğukta fazla kalma." Diye kısık bir sesle konuştuktan sonra, arkasını döndü ve ayrıldı salondan. Bir süre boyunca arkasından izledim gidişini.
O andan sonra, açıkçası can sıkıntısından ne yaptığımı şaşırmıştım.
Kaisel, okuyabileceğim türde romanlar diyip sahiden strateji zırvalığı dışında türlü romanlar getirmişti ancak bunu ne ara yaptırdığı konusunda fikrim yoktu. Birine başladım. Hüzünlüydü biraz. Bıraktım ben de. Sonra çalışma odasına gidip şu strateji kitabını çaldım zırvalık olmasına rağmen. Üç sayfa sonra uyuklayıp uyanmıştım. Mutfaktakilere bir tatlı tarif edip yapmalarını rica ettim ve bana cevap vermeseler de anında dediğimi denemeye başladılar. Hiçbirinin bakışları üstüme değmiyordu neredeyse. Aptal Kaisel'le bu konuda bir konuşmam gerekiyordu belki de. Sonrasında yapılan vişneli tartı yedim.
Ardından bir kağıt kalem isteyip odama çıktım.
Biraz resim çizmeyi denedim. Olmadı.
Biraz yazı yazmayı denedim. Yazdım da. Sürreal bir şey denebilirdi. Özlemekle alakalıydı. Şömineye attım yazdığımı. Biraz da yatakta dönüp durdum.
Zihnimin duvarları aşınıp durdu. Aklımda sürekli aynı görüntüler, aynı bedenlerden aynı sesler uçuştu.
Sonunda, elimde farklı bir romanla odamda otururken, tahminen ön bahçeden, değişik bir kargaşa sesi doldurdu kulağımı. Anlamazca ve baygın bakışlarla yerimden doğrulduğumda, odamın arka bahçeye bakıyor olmasına neredeyse sövecektim. Bundan dolayı yalnızca seslere odaklanmaya çalıştım.
Kılıçlar çekiliyordu. Bu sesi nerede duysam tanırdım. Aynı sesi Darien'in antremanını izlerken pek çok askeri pozisyon alırken duymuştum ancak şimdi çıkan ses, asla tek bir kişiye ait değildi.
Yüzlerce kılıç çekildi aynı anda.
Kalbim sanki daha önce hiç donmamış ve asla da donmayacakmış gibi saniyede defalarca kez atarken önce bir kuş cıvıltısı duydum. Artık kendi sesimden daha iyi bildiğim kuşun sesi. Kalbim de kanatlandı onunla birlikte.
Kanatlarından karlar süzülen Bilye, bana geri dönmüştü. Pencerenin önünde, kışı tüylerinde taşırmış gibi uçarak dönüyor ve bana bakıyordu. Biraz sarsılarak ve sersemce, ancak yine de büyük bir coşkuyla koşarak pencereyi açtığımda, Bilye doğrudan odaya dalarak çevremde uçmaya başladı.
Çevremde bir çember çizdi. Etrafıma karlar yağdı. Benim büyümdü bu. Kendime zarar vermeden yaptığım ilk büyümün nimetiydi. Zararsız ve güzeldi. Soğuktu, ancak öldürecek kadar değil. Kalbimeyse güneşi kondurmuştu.
Ben lanetli ormandan çıkıp gelen, kan rengi kanatlı kuşuma bakarken ve ihtimaller kafamın içinde bir girdap oluştururken, etrafı çok kısa bir anlığına derin bir sessizlik kapladı. Çok kısa. Kıyamet öncesi gibi.
Tüm köşk, sökülüp gidecekmiş gibi yerinden oynadı.
Ben şifonyere tutunarak ayakta kalmaya çalışırken, bir kükreme doldurdu kulaklarımı. Neredeyse dünyaları aleve vermek üzereymiş gibi öfkeli, herkesi önünde diz çöktürebilecek kadar gür ve dehşet verici. "Sima!"
Bir atış. İki atış. Üç atış. Kalbim çarpıyor, ben yaşıyordum. Bakışlarım yaşlarla süslendi.
Gelmişti. Her şey çok geç olmadan, ben gitmeden önce gelmişti. Neredeyse ben de dizlerimin üstüne çökecektim.
Eteklerimi elimde toplayıp koşmaya başladım. Ömrüm boyunca susuz kalmışım da, sonunda bana bir vaha vaat edilmiş ve yetişmezsem onu da kaybedecekmişim gibi koşmaya başladım. Muhafızlardan birkaçı daha kendi odamın eşiğinde, önümde belirdiğinde, ve beni durduracaklarını anladığımda, Bilye garip bir şekilde hırlamaya başlarken aklımda ön kapıya ulaşmaktan başka hiçbir şey yoktu. Resmen her düşüncem buz tutmuştu ve uzuvlarım tek bir amaç uğruna bütün olmuşlardı. Ellerim kalbimin her atışıyla birlikte parçalanacakmış gibi buz tuttular ve aynı anda onları ne yapacağımı içgüdüsel olarak biliyor gibi yavaşça önüme savurdum. Muhafızlar, büyü kullanacağımı anladıkları anda geri çekilmeye yeltenseler de çok geçti, önümde dikilenlerin hepsi ağzılarını bile açamadan hızla duvara çarpılıp bedenlerinin etrafını saran buzla oraya yapıştılar, ve ben durmadan koşmaya devam ettim. Ne büyümü nasıl kullandığım, ne damarlarımın uğuldayıp bana mırıldandığı melodi umrumdaydı. Uzaklardan gelen ses, zihnimin gerisinde kalan kapılar. Hepsini görmezden geldim.
Önüme çıkan muhafızların her biri, içim parçalanacakmış gibi donarken ellerimden çıkan ve buzlaşan karlarla sağa sola çarpıyor, don içinde kalıyordu. Kapıya ulaştığımda ve açtığımda, önümde sıralanan asker topluluğundan hiçbir şey göremedim ancak "Sima'yı bana sağ salim teslim etmezsen Kaisel..." dediğini duydum Darien'in. Bir ilahi gibiydi sesi. Ancak vaat ettiği tek şey ölümdü. "Tanrı şahidim olsun seni de, başkentini de diri diri yakarım."
"Sakin ol küçük kardeş." Diye mırıldandı Kaisel, ondan hiç duymadığım kadar soğuk bir tonda. O yapmacık neşesi, küçümser alayı oradaydı. "Bu şekilde kapıma gelip havlamak, sana yakışmıyor."
Benim bildiğim alay eder gülüşü ya da içten gelen tok tondaki kahkahası değildi. Delirmiş gibiydi. Bu sana verdiğim tek şanstı der gibi.
Daha fazla konuşma sesi doldurmadı kulaklarımı. Sadece yoğun, elektrik çatırtıları. Yer bir kez daha elektrikler içinde kalarak sarsıldı. O an, ikisini de göremesem de, gözlerinin içine bakamasam da ne olacağını biliyordum. İlk çıkmazdaydım ancak belki de aynı zamanda sonuncusu olacaktı. Dövüşeceklerdi. Hayır, dedi zihnimin gerisindeki ses. Savaşacaklar. Can havliyle ileriye doğru atıldım.
Tonlarca askerin bakışı bana çevrildiğinde önüm kapalıydı ancak hepsi, efendilerinin beni görebilmesi için yol açtı. Kimse benimle ne yapacağını bilmiyor gibiydi çünkü efendileri oradaydı ve henüz benimle ilgili bir emir vermemişti. Denizin Musa'ya açtığı yol gibi ikiye ayrıldıklarında ve ben hızla ilerlediğimde, önce arkasını dönen Kaisel'le göz göze geldim. Uzaktaydı ancak açılan aradan ona doğru yürürken, bir ordunun arasından geçtiğimi fark etmek kanımı dondurmuştu. Herkes hazırdı bu savaşa. Katliama. Akacak kan ve verilecek yaralara.
Kaisel, bana bakarken gözlerini kıstı. Evden çıkıp giden adamla alakası bile yokmuş gibiydi bakışları. Onları buraya benim getirdiğimi biliyor gibi. Belki de biliyordu. Gözleri alev alevdi.
Sonrasında kalbim ağırlaştı ve bakışlarım, bizim daha ilerimizde duran Darien'e çevrildi. Çevrildi ve orada kaldı.
Çevrildi ve kalbim aynı saniyede paramparça oldu.
Darien'in yumruklarının ve yıldızlarla dolu gözlerinin etrafında elektrik haleleri dolaşırken, çok sevdiğim siyah saçları darmadağınık, gözlerinin içi kızarmış ve göz altları ise mosmordu. Günlerdir uyumuyormuş gibi. Hayır, gibisi yine fazlaydı. Günlerdir uyumuyordu ancak bana sanki aynı günlerde nefes de alamamış gibi baktı. Çok kısa bir andı.
Sonrasında yaptığı ilk şey baştan aşağı vücudumu ve yüzümü incelemek, herhangi bir yaram olup olmadığını anlamaya çalışmak oldu ve iyi olduğumu anladığı anda, derin bir nefes verdi. Sanki yüz yıllık bir yük omuzlarının üstünden kalkmış gibi.
Gözlerini açıp kapadığında bakışları anında Kaisel'e döndü ve ben de ağlamamak adına dişlerimi birbirine bastırdım. Çünkü koşmak istiyordum. Kollarına atılmak. Sarılmak ve Tanrı şahidim, başka da hiçbir şey yapmamak. Kulağıma fısıldayacağı sözlerden başkasını duyamamak. Ancak benim güzel sevgilimin gözlerini benden ayırdığı anda vahşetle sarmalandı. Kana susamış bir ifade. İntikama aç bir çağrı. Baktığı kişi kardeşiydi ve bu gerçek, ona olan özlemimin kemiklerimi sızlattığı kadar canımı acıttı. Felaketin dibindeydik. Uçurumunsa ucunda.
Hemen ardından, en az Darien kadar darmadağınık duran Callisto'yla göz göze geldim. Bana değil, düşmanına odaklanmıştı ve sonrasında, onun yanında duran Prenses Liberta'yı odak aldı bakışlarım.
Prenses'in ordusu da buradaydı, Batı ordusu da.
Dahası, bir emir bekler gibi gözlerimin içine bakan Kuzey'in Şövalyeleri'nin ancak o zaman farkına vardım. Kuzey'in sancağını taşıyorlardı. Onlar da savaşa hazırdı. Ölmeye hazır.
Senin ordun dedi zihnimin gerisindeki ses. Dilersen senin için can verecek olan ordun.
Her biri bana bakıyordu askerlerin. Senin askerlerin, dedi içimdeki ses çağlayarak.
"Uslu uslu bekleme konusunda gerçekten kötüsün, değil mi Snezhinka?" Diye sordu Kaisel. Bana doğru bir adım atacaktı ancak ikimizin arasına bir mızrak saplanan yıldırım, buna engel oldu ve Kaisel, kardeşine döndü. "Ona bir adım daha yaklaş ve sonraki yıldırım beynini dağıtsın, Kaisel." Dedi Darien, saf bir vahşetle.
Kaisel, kararan yere ve çıkan dumanlara bakarak neşeyle gülümsedi ve cık cıkladı. Kardeşine döndü yeniden bakışları. "Bu agresifliğine bir son vermelisin."
"Buraya gel Sima." Dedi Callisto, bana bakmadan. Sadece Kaisel odağındaydı yine. Elindeki kılıcı sanki zihninde defalarca kez ona saplamıştı.
"Tek bir adım ve hepsi aynı saniye içinde bir cesede dönsün, Prenses." Dedi Kaisel, yerimde donup kalmamı sağlayacak bir tınıyla. Şakası yoktu. Tanrı aşkına. Şakası yoktu. Gözlerimi kırpıştırarak baktığımda yüzündeki o alaycıl ifade değişmedi. Bu bir meydan okumaydı. Bir şeyleri değiştiremezsin. Sadece yerinde kalıp beklemeliydin.
"Buradan ölüsü çıkacak olan tek kişi sensin." Dedi Liberta, tıpkı Kaisel gibi kafasını alayla eğerken. Gri gözleri öyle bir nefretle parlıyordu ki dudaklarım aralandı. Burada kendi askerleri dışında herkesin Kaisel'den nefret eder bir tavrı vardı ancak Liberta'nın gözlerindeki ölçülür biçilir değildi. Dipsiz bir kuyuya dönmüştü grileri. Kaisel ona yandan bir bakış attığı anda, suratındaki ifade bozulacak gibi oldu ve bunu toparladı. Sonrasında gözlerini Prenses'ten çekti.
"Bir kere daha..." Dedi Darien, sakin kalmak ister gibi iç çekerken. Kafasını yana eğdi. "Bir kere daha Sima'yı tehdit etmeyi dene, kardeşim." Dilini dudaklarının üstünden geçirdi Darien. Haline bakarak yorgun olması gerektiğini söylerdiniz ancak vahşice parıldayan güneş rengi gözlerinde yorgunluktan eser yoktu. Yalnızca öfke. Katıksız, acımasız bir öfke. Kan dökülecek. Kan dökülecek.
"Bu tehdit değil Darry." Dedi Kaisel gülerek. "Olacakları söylüyorum." Ardından gözleri kısıldı ve Liberta'ya döndü yeniden. "Sen kimsin?" Diye sordu ilgisiz fakat sert bir sesle. "Siktir et, cevap verme ve gördüğün üzere, burada yeterinde konuşan kişi var, tatlım. Sesini kıs ve geride kal. Sinirime dokundun."
Ortamda çıtırdayan elektrik bu sefer ne Darien'den ne Kaisel'den geldi. Var olan bir ses bile değildi. Anlık bir gerginlik. Neler yaşanacağını öngörmek için kahin olmama gerek yoktu. Liberta'nın nasıl biri olduğunu birlikte geçirdiğimiz iki günde ziyadesiyle anlamıştım. Bana gösterdiği tarafını tabi ancak o kısım da yetmişti. Haksız çıkmadım. Liberta'nın keskin uçlu dört tane bıçağı ne ara fırlattığını bile göremeden Kaisel'e doğru uçtu. Kaisel, ani bir refleksle sağa kayıp üçünü elinden çıkan ışıltılı sarı elektriklerle toza dönüştürse de biri pelerine saplanıp bir parçayı yırttı ve gitti.
Kaisel Liberta'ya döndü. Liberta gülümsedi. "Bence de konuşmayalım." Dedi yüzünü şu zamana dek hiçbir soyluya göstermemiş gizli Prenses.
Kaisel'in gözleri alayla ve meydan okumayla kısılırken Darien, bana doğru baktı. "Yanıma gel, kar tilkisi." Dedi sert sesine rağmen yumuşak bakışlarla.
"Sima, yerinde olsam-" Diye konuşmaya girdi ki Kaisel, Darien "Sen neden ona Sima diyorsun?" Diye sordu aniden ona dönerek. Gözlerinden, iç titretecek bir ifade geçti aynı saniyede. Bir yıkım. Yine de bu bakışının odağına beni almadı bu defa. Yavaşça gözlerini kapatıp açtı ve daha fazla düşünmedi. Son noktasına gelmiş gibi boynuna bağlanmış siyah-sarı pelerinini çıkartıp yere fırlattı ve ardından kılıcını da bir kenara attı.
Darien antrenman alanında gördüğüm gibi lakin bu defa hiçbir şakası olmadan pozisyon aldığında ve yumruklarını havaya kaldırdığında bunun bir davet olduğunu anlamıştım. "Bitirelim şu işi, abi." Dedi, alevlerde dövülmüş bir alayla. Öyle bir küçümseme vardı ki abi diyişinin içinde, Kaisel'in harelerinden yırtıcı bir parlaklık geçti.
O da kılıcını çıkartıp bir kenara atarken sırıtmaya başlamıştı ve hareketlerinde ne bir anlık duraksama, ne de tereddüt vardı. Savaşacaklardı. Hayır, hayır. Birbirlerini öldürmeye çalışacaklardı. Biri ölecekti. Biri, ölecekti. Ordular gözlerini kırpmadan üç adım geri çekilirken ikisi ortaya geldi. Callisto ve Liberta Darien'i durdurmadı. Kaisel'i ise durduracak zaten kimse yoktu. Sanki yıllar önce birbirlerinin canlarını çıkartmaları gerekiyordu da buna sadece geç kalmışlar gibi davranıyorlardı.
Ellerim ve yüreğim korku içerisinde titremeye başladığında, bunu durdurmam gerektiğini biliyordum ancak Callisto'nun parlak yeşil hareleri bana döndü. Güven verir gibi gözlerini açıp kapattı. Darien kazanacak der gibi. Şüphen olmasın Sima. Liberta, yüzünde demirden bir ifadeyle kollarını birbirine bağladığında, daha gece olmamasına rağmen etrafı yoğun sarı parıltılar doldurdu. Kimsenin böyle bir büyü gücüne sahip olduğunu hayal edemezdim. Sadece o ışıltılarla birlikte ortam ağırlaştı. Büyüleri öyle kudretliydi ki nefes almak bile güçleşmişti ancak ben zaten korkudan içime çektiğim nefeste boğulmaya başlamıştım. Aklım buzullar içinde kaldı, yüreğim korlar. Hayır, yüreğim buzlar içinde yanıyordu.
Bir anlığına hiç hareket yoktu. Bir an sonra, gökten fırlamış gibi gelen bir yıldırım Darien'in üstüne uçtu.
İkisinin de gözleri, hem bir lütfu hem bir laneti taşır gibi parlıyordu ve öyle aydınlıktı etraf zar zor görebiliyordum onları. Kalbim duracakmış gibi oldu çıkan sesle. Darien o şimşekten kaçarken bastığı her yerde, parmaklarının ucunda, gözlerinin içinde, yumruklarının ve kollarının etrafında elektrik yılan gibi kıvrılarak hareket ediyordu. Kaisel, o gülümsemesini hiç bozmadı Darien'e bakarken ancak onun gözlerinde, beklediğim nefretten fazlası vardı. İstediği her şeye ulaşmış bir adamın bakışı. Gözlerimi kırpıştırırken, dizlerim titremeyi kesti ve ben de yerime çakılıp kaldım. Yavaşça bir şeyler yerine oturmaya başladı.
Kaisel'in asıl istediği şey savaş değildi.
Bu denklemde bir şeyler en başından beridir yanlıştı.
Kazanmayı dileyen biri burada Darien'le birebir dövüşmezdi. Garantiye alırdı zaferini. Üstünlük onda sayılırdı. Askerler bizim askerlerimizle savaşırken gidip kat kat destek getirebilirdi. Ön cephede olmak zorunda bile değildi. Bu ölüm davetini geri çevirmemesinin sebebi sadece gurur olabilir miydi sahiden? Ya da çok mu güveniyordu, Darien'i zarar almadan, kusursuz Veliaht olarak öldürebileceğine?
Her şey sahiden, bir elçinin kafası kesildi diye miydi yani?
Kaisel tahtı önemseseydi, ilk öldüreceği Darien mi olurdu babası mı? En büyük sıkıntı hangisiydi?
Ben yerimde dikilirken Darien ellerini iki yana salladığında, yeri yaran kıvılcımlar, bahçeyi ikiye yararak Kaisel'e gitti ve Kaisel bundan havaya fırlayarak kurtuldu. Darien'in tam önüne sıçramıştı. İndiği anda, yumruk yumruğa kavgaya giriştiler. İlk kimin vurduğunu da, sonrasında kimin kime geçirdini de algılayamadım. Gözle görülür bir hızda hareket etmiyorlardı ve ten ne zaman tene çarpsa, etraf elektriklerle aydınlanıyor, kim kime vurduysa onu aynı zamanda uyuşturuyordu da. Kaisel Darien'in çenesine dönerek tekme attı. Darien Kaisel'in karın boşluğuna sert bir yumruk geçirdi. Kaisel'in ağzından kanlar dökülürken Darien çenesini sıvazladı. Durmadılar. Elleri yüzleri kan içinde kalsa da durmadılar. Kaisel sırıtıyordu. Darien ise öfkeliydi. Bir şeyler mırıldanıyorlardı birbirlerine. Duymadım da.
Ne zaman ikisinden biri eğilip ya da sıçrayıp tekme atsa diğerine, içim karıncalandı. Midem bulanıyordu ve parmaklarım titrerken her vuruş, kalbimin teklemesine yol açıyordu. Korku kalbimin buzlar içinde kalmasını sağlamıştı ancak zihnimin gerisinde bana seslenen ve tüm gün benle konuşan kadim varlık aksini söylüyordu.
Artık korkma güçlerinden. Bedeninden ve sana getirdiklerinden.
"Yeter." Diye mırıldandım kısık bir sesle. Bilye tepemizde uçarken geçtiği her yere karlar dökülüyordu. Senin büyün, dedi o ses. Senin gücün, senin ordun. Korkma kendinden. Sana verilen bedenden, sana getirdiklerinden.
"Durun." Dedim bu kez. Ne zamandan birinden biri bir darbe alsa, iki taraftaki ordu da her an saldıracakmış gibi hareketleniyordu. Herkesin eli kılıcının kabzasındaydı. Kuzey'in askeri ise dövüşü değil, beni izliyorlardı. Bir emirdi, istedikleri.
Hayır, diye ben geçirdim bu sefer içimden. Böyle olmamalıydı. Yapacağımı söylediğim şey bu değildi. Verdiğim söz bu değildi. Olmasını dilediğim bu değildi.
Kadim ses yeniden hiddetlendi. Sözlerini gerçeğe sen kazı o halde, yalnız kalmış ruhun yansıması.
"Durun." Dedim yeniden ancak sesim onlara ulaşmadı.
Eline aldığın, önce okuduğun sonra yaşadığın kitapta bile engel olamadın kadere.
Ne yaptığımı pek bilmesem de ellerimle eteklerimi toplayıp dizime kadar çektim. Darien, Kaisel'in üstündeydi. Delicesine geçiriyordu yumruklarını abisinin yüzüne. Kaisel, gülümsüyordu. Bir an sonra Kaisel ayaktaydı. Darien'e vuruyordu. Darien'in çok sevdiğim güneş rengi gözleri nefret içinde yanıyordu. Bir daha vuruyordu abisine. Kaisel kardeşine bakarken aldığı hasara rağmen gülmeyi bırakmıyordu.
"Durun dedim!" Ayağımı sertçe yere çarptığım anda, bastığım yerden itibaren onlara doğru olan her yer, Darien'in yardığı toprak dahil tüm alan buzlarla kaplandı ve ikisinin de adımını basacakları yer, kavga ettikleri alanla beraber tamamen buz tuttu. Aynı anda kayarak yere düştüler. Şaşkınlık dolu anlamaz bakışları yerde dururlarken beni buldu aynı anda. Ordulardan gelen küçük fısıltılar bile kesilmişti. Darien hızla fırladı yerinden. Ardından da Kaisel. Darien, kaşlarını çatarak öylece bana bakarken dudakları aralanmıştı ve tüm yüzü, üstü kanlar içindeydi. Kaisel'in ise ondan hiçbir farkı yoktu. İkisi de hızlı hızlı soluk alıp veriyordu.
"Bir dakika, yalnızca bir dakika orada oturup beni dinleyeceksiniz!" Dedim delirmiş gibi. "Ya bu saçmalığa bir son verir, içeri girip adam akıllı konuşursunuz ya da-"
"Benimle taşşak mı geçiyorsun, Snezhinka?" Diye sordu Kaisel bu defa alayı sesinden silerek. "Bu yaptığın asla barışı getirmez!"
"Bağırma ona!" Diye bağırdı bu sefer Darien bana bakıp kaşlarını çatmayı keserek. "Siktiğimin boğazını parçalattırma bana."
Kaisel yüzünü buruşturdu bir anlığına. Gözlerimin içine baktı.
Kafamı iki yana sallarken Callisto buzun üstünde dikkatle yanıma adımladı. "Delirdin sonunda değil mi, Sima?" Dedi kafasını iki yana sallayarak. Onun da gözlerinden alevler çıkıyordu. Daha önce olduğunu hiç görmediğim kadar öfkeliydi. "Ne yaptığını sanıyorsun sen? Neyi konuşacaklar Tanrı aşkına? Savaş bu! Aklın basıyor mu senin!"
"Bağırma ona!" Aynı cümle bu sefer sadece Darien'den değil, Kaisel'den de geldi. Böylece kısa bir sessizlik çöktü ve herkes birbirine baktı. Anlamsız bir andı ancak Liberta da dehşet verici bir öfkeyle yanımıza adımlıyordu. Elinde kılıcını tutuyordu. Siyah bir pantolon siyah bir pelerin giymişti ve uzun siyah saçları taç şeklinde örülmüş, her yandan toplanmıştı. Yine de gelip yanımızda durduğunda, bağırıp çağırmadı. Öylece bekleyerek kollarını birbirine bağladı ve bir açıklama bekledi.
"Konuşacaklar." Dedim net bir sesle, Callisto'ya ve Liberta'ya hitaben fakat iki kardeşin gözlerinin içine bakarak. "Savaşacaklarsa da, öncesinde oturup, yılların ardından bir kez olsun, konuşacaklar."
"Bu sikik saçmalığın içine dahil olmayacağım." Dedi Kaisel, dişlerini birbirine bastırarak, öfkeyle. Bakışlarım Darien'e döndüğümde, göğsü hala hızla inip kalkıyordu. Elleri yumruk halindeydi. Ne öfkesi sönmüştü, ne uzlaşmaya yanaşacaktı.
Darien bana baktı. Gözlerinin içinde bir karmaşa hüküm sürerken kaşları çatıktı. "Hayır, Sima." Dedi düz bir sesle. "Bu olmayacak."
Demek birbirlerini öldürmek istiyorlardı. Kafamı salladım ikisine de bakıp onları çok iyi anladığımı göstermek ister gibi. Darien'in kaşları daha da çatıldığında gerçekten, sınırımdaydım. Darien, bakışlarımdan bir şeylerin yolunda gitmediğini anladı.
"Kar tilkisi, aklından her ne geçiyorsa-"
"Snezhinka aptalca şeyler düşün-"
"Demek bu bir savaş." Dedim ikisinin de sözünü kesip soğukça gülümseyerek.
"Meyza-" Dedi Liberta kaşlarını çatarak.
"Öyleyse-" Dedim onun da dinlemeden gülümsemeye devam ederken. Elimle Kaisel'i gösterdim. "Sen beni kaçırıp alıkoydun ve sen-" Dedim öfkeyle Darien'e bakarken. "Nişanlının isteğini bir saniye olsun dinleyemedin. Bunları ele aldığımızda ben de istediğim gibi davranmak için fazlasıyla sebebe sahibim." Duraksayıp bakışlarımı oldukça kalabalık olan askerlere çevirdim.
Eteğimi kavrayıp yere sertçe bir kere daha geçirdiğimde, öncekinden daha hızlı bir şekilde birkaç kilometrelik alan buzullarla çevrildi. Ardından, yavaşça, Batı'nın şövalyeleri de, Veliaht Prens'in ve Prenses Liberta'nın getirdikleri askerler de ne olduğunu anlamadan, boyunlarına kadar hızla buz tuttular. Tepki verme şansları bile olmadı.
Dilimi dudaklarımın üstünden geçirdiğimde gülümsedim ve herkesin şaşkın, dehşetle karışık bakışlarının arasında Kaisel ve Darien'e bakmaya devam ettim.
"Hadi, lütfen savaşmaya devam edin." Dedim tatlı tatlı gülümseyerek.
Callisto şaşkınlıktan kılıcını yere düşürdü.
Kaisel, gülmekle gülmemek ya da öfke krizi geçirip geçirmemek arasında kalmış gibi öylece bana kilitlendi.
Liberta'nın yavaşça dudakları aralandı.
Darien ise sadece, yaptığım şeyi bitirmemi bekler gibi kaşlarını çattı. İşimin burda sonlanmadığını bilecek kadar tanıyordu beni. Aynı zamanda muhtemelen büyü kullandığım için, bir sorun çıkıp çıkmayacağını anlamak ister gibi baştan aşağı süzüp duruyordu vücudumu. Bayılma ihtimalime karşın beni tutmak için atlamaya hazır gibi tetikteydi. Birkaç adım bana yaklaşmıştı.
Onu bu tür bir endişeye sürüklememinse güneşle dolu gözlerine gölgeler indirdiğini görebiliyordum. Kızgındı.
Üzgünüm Sevgilim, diye geçirdim içimden. Bu sefer benim kurallarıma göre oynacağız.
Kalbim teklerken kendi askerlerime döndüm. Herkesin arasında, gözleri parıltılarla dolu beni izleyen Kuzey'in askerlerine. Buzum bir tek onlara değmemişti. Başımla iki prensi işaret ettim binlerce kişilik orduya ve bağırdım. "Sokun şunları içeri!"
AYNI SIRALARDA, HELEFNA SARAYI
İnsanlar, berrak gözlerle bakarlardı dünyaya, geldikleri ilk an. Bakışlarının saflığından, yüreğinin dokunulmamışlığındandı her şeyi olduğu gibi görüşleri. Kulakları gerçekleri duyar, yargılarını tarafsız tutarlardı. Evet, tam da bu yüzden çocuklar, her şeyin katıksız halini çıplak gözlerle görüp bilirlerdi. Çünkü terazi, henüz kurulmamış olurdu içlerine. Doğru yanlış ayrımları olmazdı. Ne varsa onu görür, onu duyar, onu alırlardı kendilerine.
Ancak yıllandıkça insan, kirlendikçe kalbi; yüreğinin kiri izlediği yollara, dinlediği satırlara ve kalbine sızan her his parçasına bulaşırdı.
Doğduğun anda gözüne ilişen berrak ve canlı renkler kalmazdı etrafında. Dinlediğin ninni, tattığın süt, bağırışların tınısı ve fısıltıların sızısı, her şeye çöken sis senden doğrularını çalardı.
Dümdüz bildiğin çizgi yana doğru eğilirdi. Senin tarafına. Senin yanına.
Gözlerine inen buğu, baktığın yerde istediğini görmene yarardı. Büyürken yüreğine kurulan terazi artık hep senin olduğun tarafta ağır basar, kulaklarına yerleşen perde kelime süzgecin olurdu. O perdenin inceliği, o buğunun rengi ve o terazinin hassaslığı, senin yargın olacaktı.
Perden çok mu kalın? Sadece istediğini duyacaksın. Gerçekleri çığlık çığlığa anlatsalar da sana, senin duyduğun yalnızca kendi mırıldandığın bir melodinin parçası olarak kalacak.
O buğu katran siyahı mı? Baktığın yerde gördüğün tek şey zihninin sana sundukları olacak.
Terazin fazla mı gevşek kaldı? Haklı olan her koşulda sen olacaksın. Bildiklerinin doğrultusu istediklerinden asla şaşmayacak.
Gerçekmiş, değilmiş, doğruymuş, yanlışmış, ne önemi var? Kendi istediklerinden başka hiçbir şeyi bilmeyecek, canını hiç sıkmayacaksın. Her zaman göklerde uçmuş gibi hissedecek, hayal aleminde en büyük huzuru yaşayacaksın. Yalandan cennetin her an çevrende gezinecek, elini uzattığın an onu dibinde bulacaksın.
Tabi, bu sisteme çıkıntılar dahil değildi.
Ancak her sistemde bir pürüz olduğunu da unutmamak gerekirdi. Bir çıkıntı, bir pürüz, tüm kurulumu paramparça edecek bir aracı. Bu sistemin iyi yanı, parçaların tamamının insanı kapsamasıydı ve kötü yanı, istisnasının da yine yaşayanlardan geçmesiydi.
Çünkü insanın en büyük zaafı, ya insanlığa özgü his karmaşaları ya da insanların kendisi olurdu. Düzen hiç şaşmazdı. Algısı kapanmış birinin üstüne çöken sisi, yüreği saf kalmış başka birinin yanında dağılabilirdi. İzin verirsen... Dahası, fark edersen.
Helefna'da bahar geliyordu şimdi.
Kelebek bahçesi her zaman cıvıl cıvıldı ancak adını almasını sağlayan her renkten kelebeklerin sayısı daha yeni artmaya başlamıştı. Kutsal bir alana, ulu bir haberin varlığına çekiliyormuş gibi fazlalardı bu sene. Herkes, aynı coşku çılgınlığını taşıyordu içinde. Belki o gelen kelebekler, bahçede açan çiçekler bile...
Mevsim baloları, yılın en sevilen balolarıydı. Güz varken Evaria'nın kutsanması, kışın Avlanma Eğlencesi, bahar geldiğinde Şenlik Ateşi ve yazın Sahil Pikniği.
Tüm kademeden soylular geliyordu bu etkinliklere. Tüm imparatorluk ailesi. Hatta, öbür krallıklardan davetliler, küçük ada ülkelerinin elçileri bile.
Azize'nin gelişini taçlandırmak için daha iyi bir zaman olamazdı.
Tüm Helefna Halkı'na duyurulacaktı çok yakında, Aileen Sivesta'nın varlığı.
Şenlik Ateşi'nde, tüm soylularla beraber halk gerçeği öğrendiğinde, asrın kutlaması dönecekti ülkede. Kurbanlar kesilecek, yetimler doyurulacaktı. Tapınak rahiplerinin içi içine sığmıyordu. İmparator'un, hatta İmparatoriçe'nin de durumu aynıydı. Gerçekleri bilip de yüzü gülmeyen kimse yoktu.
Korkulacak hiçbir şey kalmamıştı Helefna için. Kehanetteki kutsal kadını bulmuşlardı. Yıllardır beklenen, Yüce Evaria'nın soyundan, kutsanmış olan, yanlarındaydı. Onun ortaya çıkmamış olması herkesin kafasını yastığa koyduğunda gördüğü bir kabusken gelişi, tarih kitaplarında sayfalarca anlatılsa bile yetmeyecek bir neşeye ve huzura öncülük ediyordu.
Aileen tapınağa gitmiş, kutsal güçlerinin varlığını ve ne denli güçlü olduğunu göstererek kimliğini kanıtlamıştı. Oradan da apar topar saraya getirilmiş, Veliaht Prens'le tanıştırılmış ve ertesi gün kutsal kayıtlara adı yazılmıştı.
Geldiğinden beridir sarayda başka hiçbir şey konuşulmuyordu. Aileen'in sarıya çalan kumral saçları ve ela gözleri, neredeyse tüm imparatorluğu aydınlatmaya yetecek olan gülümseyişi, güneşte hafifçe yanmış teni, engin denizlerin en dingin anlarını anımsatan sakin halleri...
Azize'leri, kelimenin tam anlamıyla ışıl ışıldı.
Utangaçtı ve tanıştığı tek tük soylular iltifat ettiğinde yanakları kızarıyor, saçını kulağının arkasına sıkıştırıyordu. Şatafata ve gürültüye alışkın değildi, imparatoriçe Şenlik Ateşi'ne kadar temel etikleri öğrenebilmesi adına sayısız özel öğretmen tutmuştu ve onu yormayacak bir program hazırlanmıştı.
Elijah ise, son zamanlarda biraz daha iyiydi.
Daha az kırık. Daha çok gülümser halde.
Ancak içten içe farkındaydı, tüm bu cıvıl cıvıl kutlama telaşına, herkesin mutluluktan bayılacakmış gibi durmasına, ailesinin gülen gözlerine rağmen bir şeyler çok fena eksikti. Ya eksik, ya da olabildiğince yanlış.
Aklı önceki mevsim kutlamalarına gitti Elijah'ın.
Meyza saatler öncesinden hazırlanmaya başladığından o günlerde Elijah'ın çalışma odasına damlamaz, yeşil çay getirmezdi. Elijah, huzursuz olurdu ancak bu huzursuzluğun kendisini bekleyen akşam gürültüsünden ve bakışlardan olacağını düşünürdü. Gerçi bu ağrı, Meyza etrafındayken hep hüküm sürüyordu. Bakışlarından, diyordu o zaman da Elijah. Meyza'nın, bana ruhumu görür gibi bakıp durmasından.
Meyza, her kutlamadan önce öylesine güzel olurdu ki, insanlar bunun ruhani bir şey olduğuna inanırlardı bazen. Elijah onu hazırlayan çalışanları fısıldaşırken duymuştu. Nişanlısının insan üstü bir görüntüsü olduğuna dair konuşurlardı ve ardından kaşlar çatılır, yakışıksız sözler söylenirdi. Cadı derlerdi. Kanından buz akan, Kuzey'in lanetlisi derlerdi. Elijah, Meyza onlara bir kez olsun içtenlikle gülümsemediğinden olayların böyle ilerlediğine inanırdı ancak şimdi, Meyza'nın güzelliğini hiçbir kalıba sığdıramayıp saf kötü niyetle konuştuklarını biliyordu.
Geçen seneki Şenlik Ateşi'nde Meyza; bembeyaz, ipekleri çağrıştıran saçlarıyla, kar taneleri düşmüş gibi duran kirpikleriyle, insanın dokunmaya korkacağı solgun, yumuşak teni ve mavinin her notasını taşıyan gözleriyle, gerçekten ruhani gözüküyordu mesela. Asla karanlık bir yönle değil, göklerin içinden çıkıp gelmiş gibi. Bir ışık tanrıçası gibi. Bulutlar ve karlar gibi. Çiy taneleri gibi.
Ancak her Mevsim Balosu'ndan önce, aynı hikaye yaşanırdı. Ne o güzelliğin bir önemi olurdu, ne parlak bakışların. Şimdi hizmetlilere ve içinde bulunduğu dünyanın tamamına kızsa da Elijah hiçbir zaman, onlardan farklı olmamıştı.
O kutlamalardan önce Elijah, Meyza'nın kapısının önünde durur, can sıkıcı bir protokol gibi onun çıkmasını beklerdi. Her zaman Kuzey renklerini giyen Meyza, o odadan istisnasız şekilde kimsenin fark edemeyeceği küçük bir tebessüm ile çıkardı. Gözleri buz gibi olsa da daima ışıl ışıldı. Elijah, ona bakmazdı. O gülüş ise günün sonunda istisnasız solardı.
Kırılamaz lanet bir döngü gibi.
Meyza'nın mavilerinin içindeki şeyin adı umuttu gerçekte. Belki de Elijah, ona girebilsin diye kolunu uzatırken bu yüzden nişanlısının yüzüne bir saniyeden fazla bakmazdı . Sunabileceğinden fazlasını isteyen kadına hayır diye mırıldanmanın bir yoluydu sadece. Direnmenin bir yolu.
Yine de bazen, Meyza yanından ayrıldıktan sonra, kimse de bakışlarını takip etmiyorsa eğer, Meyza'ya bakardı.
Meyza bir nevi, çocukluğuna bakmak gibiydi.
Hayatının yarısından fazlasında yanında olan sessiz kızın ne denli büyüdüğünü görmek Elijah'ın yeşil gözlerini her daim ufak bir şaşkınlıkla sarmalardı ancak Meyza'nın, yanından ayrıldığı andan itibaren suratının düştüğünü, yavaşça solduğunu, gözlerini kırptıkça ışığının söndüğünü görür ve bakışlarını yeniden başka bir yöne çevirirdi.
Şimdiyse Mevsim Kutlaması'nın hazırlıkları normaldekinden çok daha önce başlamıştı ve saraydaki gürültü asla dinmiyordu. Aileen'i hazırlayacak olan çalışanların ona baktığında cadı demeyeceklerini de, Aileen'in odadan yüzünde kocaman bir gülümsemeyle çıkacağını da biliyordu.
Azize'nin etrafında belki de hiçbir zaman dokunulmaz soğuk bir hava olmayacak, kalan soylularla tanışırken onların gözlerinin içine içtenlikle bakacaktı.
Ne Meyza gibi herkese uzak, ne Meyza gibi... Soğuk.
Aileen geldiğinden beridir ise ilgilenecek çok şey olduğundan, sürekli çalışıyordu Elijah ve bazı sabahlar, ilk günki gibi, Aileen çalışma odasına geliyordu akşama kalmadan. Onun geldiği ilk zamandan beridir Meyza ile ilgili düşüncelerinin üstüne sis çöküyor gibi hissediyordu Elijah.
Zaten, çocukluğundan beridir gelecek olan Azize hakkında düşünür dururdu ve birden karşısında beyaz elbiseli, saçlarına çiçekler konmuş, güler yüzlü, utangaç ve cıvıl cıvıl bir kadın çıkmıştı. Azize'ydi. Tam anlamıyla küçüklüğünden beridir hayal ettiği Azize'ydi hem de.
Gücünü gösterdiğinde Aileen'in ellerinden çıkan saf ışığı konuşuyordu hala rahipler.
Elijah, tanışırken Aileen'in elini tuttuğunda... Biraz daha hafif hissetmişti kendini. Günlerdir kendisini bırakmayan baş ağrısı azalmıştı. Kalbinin sızısı ise azalsa bile asla silinmemişti.
Ancak, yalnız kaldığında, Meyza ile ilgili her şey yavaşça gün yüzüne çıkıyordu işte. Meyza, gerçeklere bakmak gibiydi. Doğrularla yaşamak. Başını hep dik tutmak. Sadece kendine dayanmak. Kaçmamak. Kaçmaya gerek bile duymayacak olmak.
Meyza başlı başına bir mücadeleylen Aileen, bir gündüz düşü gibiydi. Ona çekilmek çok kolaydı. Onunla durmanın ne bir ağırlığı, ne bir sızısı vardı.
Elijah anıları ile hisleri puslar içinde kalmış gibi hissederken ve tersine ruhu bir anlığına ferahlamış gibi gelirken, tüm bunlara zıt şekilde geceleri uyanıyor, Meyza'nın evleneceğini düşünüyordu. Kaçmak için mi evleniyordu ya da evlenmek için mi kaçmıştı bilmese de son konuşmaları her zaman yankı yapmıştı zihninde. Batı'nın varisinden bahsetmesi, gerçekten lanetli topraklara gitmesi, dönmemesi, dönmeyecek olması, özür bile istememesi.
Elijah özür dilemezse nasıl yaşayacaktı peki?
Çalışanlar, Prens'leri artık kendisini odaya kapatmıyor ve yeniden herkesle konuşuyor diye mutlulardı. Elijah ise sadece, karmakarışık ve ne hissedeceğini bilmediği bir haldeydi işin aslında.
Yavaşça bahçenin içine adımladı. Üç gün önce, Aileen utanıp sıkılarak ve teni kıpkırmızı kesilerek birlikte çay içip içemeyeceklerini sormuştu ve sonuç olarak üç gündür öğlen saat ikide Kelebek Bahçesi'nde çay içiyorlardı.
Genellikle kızarıp bozarmasına rağmen soruları soran genç Azize oluyordu ancak Elijah bir şey sorduğu zaman o kaygılı ifadesi yüzünden siliniyor, açık yüreklilikle sorulan her şeye cevap veriyordu.
Aileen, Helefna'nın güney tarafındaki küçük bir köyde yaşamıştı ömrü boyunca. Bir erkek kardeşi vardı ancak onu bir sene öncesinde bir kaza ile kaybetmişti. Bunu anlatırken sesi titremiş, gözleri dolmuştu Aileen'in. Elijah, o titrek sesi duyduğunda yüreğini sıkmışlar gibi hissetmişti. Kızın elini tutmak, bir şekilde onu teselli etmeyi dilemişti içinden ancak hiçbir harekette bulunmamıştı. Bunun üstüne Aileen kafasını kaldırmış, anlaşılmaz gözlerle Prens'e bakmıştı.
Aileen bakılmaya dayanılmayacak kadar güzeldi esasında. Can yakacak bir güzelliği vardı hatta. Elijah şu bahçeye girdiği her seferinde olduğu gibi bu sefer de nefesinin kesildiğini hissetti. Yüreğini çevreleyen duman yoğunlaştı ve kalbi kendini içten yakmaya başladı.
"Prens'im." Diyerek yarım bir reverans yaptı Aileen. Kendisine yakışan bembeyaz, kolları dantel bir elbise giymişti. Eteği belinden itibaren güzelce dökülüyordu. Elbisenin üstünde ise altın dantellerden çiçek işlemeleri vardı. İlahi biri gibi kutsanmıştı sahiden Aileen. Çabasızca üstelik.
Elijah masaya geçip otururken Aileen gülümseyerek sarıya çalan kumral saçlarını kulaklarının arkasına sıkıştırdı ve gözlerini kırpıştırdı. "Bugün daha iyi gözüküyorsunuz sanki." Dedi çekingen bir ses tonuyla.
Elijah onun güneşle beraber parlayan ela gözlerini izlerken kaşlarını kaldırdı. "Önceden nasıldım tam olarak, Azize?"
Aileen dingin bir surat ifadesiyle kafasını yana eğdi.
"Dağılmış gibi." Dedi yalnızca.
Elijah için zaman bir anlığına çatırdı. Başlarındaki muhafızlar, servis yapan hizmetliler, bile bir anlığına dondu.
Elijah'ın Dük Fedor ile konuştuktan sonraki durumunu kimse ağzına almıyordu. O zaman bile almamışlardı. Kimse, Prens'in neden dağıldığını sormamıştı ona. Ne annesi ne babası, ne yardımcıları ne de dostları. Sanki hepsi bunun, bozulan nişanla bir ilgisi olduğunu biliyordu. Belirli bir ikaz yoktu ancak gittiğinden beridir kimse Leydi Meyza hakkında konuşmaya da cesaret edememişti.
"Peki şimdi?" Diye sordu Elijah hafif bir alayla. Ailen, Elijah'ın bebek sarısı gür kirpiklerinin çevrelediği cam yeşili gözlerine baktı. Genişçe gülümsedi ardından.
"Daha iyi." Diye cevapladı yalnızca Aileen.
Elijah, yeniden yüreğinin etrafını sarmalayan baskıyla gelen kaşlarını çatma dürtüsünü, Azize'nin şefkatli gözlerine bakarak bastırdı. Gözlerini kapatıp açtı birkaç kere. Kalbinin aksine zihni oldukça sakindi.
Baş ağrısı sahiden Aileen'in yanında azalıyordu ancak o ağrıyı dindirenin artan pus olduğunu hissediyordu Elijah. Buna karşı neden direndiğine dairse bir fikri yoktu.
Sonuçta, Elijah hayatı boyunca sisler içinde yaşamıştı ve ömrü boyunca o sisi dağıtan tek bir kadın tanımıştı. O sisi gözlerinin önünden çektiği, kulaklarının etrafından sildiği için daima kaçındığı, gözlerini bile değdirmek istemediği kadın... Dudaklarını öperken, eliyle terasın demirini sertçe kavradığı ve hayatının en berrak anında olduğunu hissettiği, düştüğü dehşetin ardından ondan ayrılınca ve kalabalıktan kurtulunca duvarları yumrukladığı ve günlerce yüzüne bakmadığı kadın. Meyza'ydı.
Çünkü Meyza'yı öpmek, gerçeklikle sarmalanmaktı. Meyza'ya bakmak, geçmişle iç içe olmak, kendine inandırdığı her şeyden sapmaktı.
Başı Meyza'yı aklına getirdiği her anda olduğu gibi yine ağrıyacak gibi oldu. Kendi gerçekliğinden kaçmak için Meyza'dan da kaçmış, içten içe her şey için onu suçlamış ve tüm bunlara rağmen kadının sevgisinin sonsuza dek süreceği yanılgısına kapılmıştı. Ardından, sadece nişanlısını değil, çocukluk arkadaşını kaybetmişti.
Evet, Meyza'ya bakmak çocukluğuna bakmak gibiydi ancak çok mu kötüydü ki bu? Çocukluğu nasıl dogmalarla geçmiş olursa olsun, Meyza'nın yanında durduğu, her şeyin düzeleceğini fısıldadığı anlar yerine ona bakınca sadece çektiği acıları anımsası tamamen haksızlıktı. Bu haksızlığı ise görmezden gelmişti kalan her şey gibi.
Yıllarca dibinde durup kendisini tüm yüreğiyle seven kızın tek bir ruha duyurmadan çektiği acıları öğrendiğinde, ne olmuştu?
Kaçıp durdukları, suratına çarpılıp tüm doğrularını kaydırdığında ne olmuştu?
Evet, Aileen dışında kimse bu gerçeği fısıldamaya cesaret edememişti bugüne dek ancak o da gerçeği eksik anmıştı. Elijah dağılmamış, parçalanmıştı.
Ve yine şimdi karşısında oturan kadın ise sadece varlığıyla bile tüm bu yürek sızını dindireceğini vaat ediyordu sanki.
Bir kaçış. Her şey için, bir kaçış. Yeniden.
Hayatı boyunca yaptığı gibi, kapılıp gidebileceği, kalbindeki ağrıyı ve zihnindeki kırıkları unutabileceği, oldukça tatlı bir rüya.
Azize'nin gözleri ise zaten ondaydı. Dikkatle bakıyordu Prens'e. Ellerini çenesinin altında birleştirirken dirseklerini masaya dayadı. Gülümsemesi tatlı bir melodi gibiydi. Elijah'ın göğüs kafesi sıkıştı. Aileen'in bir meleğinkini andıran huzurla karışık bir beklentiyle sarmalanmış parlak elalarına baktı. Baktı, baktı, baktı.
Ancak bu defa, rüyaya dalmayı değil günahlarında boğulmayı seçti.
Göğüs kafesindeki ağırlık kalktı. Baş ağrısı ise çoğaldı.
Aileen tebessümünü bozmadan kafasını kenara eğdi. Derince iç çekti.
"Batı'nın Dükü, nişanlısı için bir davet verecekmiş." Dedi anlaşılmaz bir tekerlemeyi dile getirir gibi. Elijah dişlerini birbirine kenetlememek için zor dururken elleri masanın altında yumruk halini aldı.
"Bana ondan bahsetsenize..." Dedi Aileen tatlı bir eda ile. Gözlerinden bir anlığına, gölgeli bir ifade geçti ancak ona bakanlar yalnızca parıltılar gördü elalarının içinde.
Elijah bir şey söylemezken Aileen devam etti. "Sanırım siz de ondan bahsetmek istersiniz zaten. Sonuçta gördüğüm kadarıyla-" Bir anlığına duraksasa da elalarına tereddüt bulaşmadı. "Hala onu seviyorsunuz."
Tüm dünya titreyerek donarken ve gezegenlerin ekseni kayarken Aileen, Elijah'tan ya da onun bakışlarının buz tutmasından korkmadan gülümsedi.
"Haksız mıyım Prens'im?"
❅
tiktok hesabımız; @aperioo
SEVGİYLE KALIN...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |