6. Bölüm
Elif Naz Erkılıç / Geçmişe Dönüş / 4. BÖLÜM: Kurtuluş

4. BÖLÜM: Kurtuluş

Elif Naz Erkılıç
elif.naz07

Yer: Kandil Dağları – Terör Sığınağının Derinlikleri

Zaman: Sabahın ilk ışıkları – Saat 05:30

Timin son temizliği tamamlamasından sonra Kağan, elindeki termal gözlükle karanlık dehlizin sonuna baktı. Yanlarında sessizliğe gömülmüş, kan içindeki bedenin başında çömelmiş olan Kâinat vardı. Gözleri duvara sabitlenmiş, ses çıkarmıyordu.

Kâinat, huzurlu bir şekilde “Yaşıyor... ama nabız çok zayıf.” Fısıldadı.

Kağan derin bir nefes vererek “Albay seni bekliyordu Akın... Dayan be adam, daha birlikte içeceğimiz birer çay borcumuz var.” Dedi.

 

Kâinat, zincirleri çözdü. Akın'ın zayıf bedenini yavaşça sırtına aldı. Kağan bir an durdu, eski dostuna baktı.Yıllar önce birlikte mezun olmuşlardı, onlarca operasyon geçirmişlerdi. Ama bu hâli… İçine bir şey oturdu. Sesi çatallanarak konuştu “Beni böyle görse gülerdi. Hadi gidelim, yoksa duygusallaşmaya başlayacağım. Midem kaldırmaz...” Ardından kısa bir sessizlik… Sonra gülümsedi Kağan, Kâinat’a bakarak “Bir de taşırım diyordu. Hadi baba, düş önüme, Ayılar Timine yakışmaz bu tempo.” Dedi .

 

Yer: Askeri Nakliye Uçağı – Dönüş Yolculuğu

Zaman: Aynı gün – Saat 07:15

 

Uçağın içinde loş bir ışık hâkimdi. Ortam sakindi ama duygular kıpır kıpırdı. Kumru, sessizce Timur’un yanında oturuyor, elini tutuyordu. Timur hâlâ bitkin ama bilinci yerindeydi. Gülümseyerek “Senin böyle operasyonlara katıldığını bilseydim… daha erken kaçırırdım seni, Kumru.” Dedi.

Kumru, göz devirdi ve söylenmeye başladı büyük bir keyifle “Kaçırmadın mı zaten? Hem düğünden, hem hayattan…” İkisi de güldü. Ardından kısa bir sessizlik. Sadece uçağın motor sesi duyuluyordu.

Kağan, Akın’ın yanına geldi. Akın sedyede yatarken, yüzü hâlâ morluklarla doluydu ama kaşları çatık şekilde bir şeye odaklanıyordu. “Ne oldu lan? Devlet sana özel uçak ayarlamış, hâlâ surat asıyorsun.” Dedi biraz uğraşmak için.

Akın, utanç ve korku karışık bir şekilde “Annem… Beni böyle görürse var ya… önce ağlar, sonra da kemiklerimi kırar. Ne olursunuz... sakın anneme haber vermeyin. Hastaneye ben girmeden ambulansın içinde bayılayım. Belki öyle yırtarım.” Dedi.

 

Kâinat, kaşlarını kaldırarak döndü ve “Sen Mavi Vatan’da kurşun yedin, Afrin’de el bombasıyla dalga geçtin... ama Asiye teyzenin tokadından korkuyorsun?” dedi klasik durgun hali ile.

Kağan 6 aydır yaşadığı sıkıntının acısın çıkarırcasına keyifliydi bu keyifide sonuna kadar kullanıyordu. Eğlenerek “Ulan... adam Karayılan’la çatıştı, ama annesi görünce ‘öldüm ben’ diyecek hâle geliyor. Vallahi bu timin psikolojik dosyasını ben yazsam Nobel alırım. O kadar diyorum yani.” Dedi.

Akın hafif bir tebessüm ile “Bilmiyorsunuz siz. O kadın son nefesini verirken bile terlik fırlatır...” dedi ardından hafifi bir gülme sesi çıktı ağzından.

Timur uzaktan gülerek başını salladı. “Asiye teyze değişmemiş anlaşılan. Kadın değişmedi, ama oğlunu hâlâ çocuk sanıyor. Seni bu hâlde görse kendini suçlar.” Dedi.

Akın gözlerini kapadı. Dudakları yavaşça kımıldadı ve küçük bir ümit ile “Umarım bana sarılmakla yetinir de... kırık yerlerimi daha da kırmaz.” Dedi.

 

Yer: Askerî Hastane Pisti – Yaklaşmakta

Zaman: Sabah 08:00

 

Pilot telsizden konuştu “Hedef üsse iniyoruz. Hazırlıklar tam. Sedye ekibi kapıda.”.

Kâinat, gözlerini uçağın camından dışarı çevirdi. Gökyüzü turuncuya dönmüştü. Sessizce mırıldandı “Eve dönüyoruz…”.

Kağan, Akın’a yanaştı ve hafifçe omzuna vurdu ve son derece eğlenerek “Hadi bakalım. Annene dayak yemeden kurtulursan... çaylar benden.” dedi.

 

 

Yer: Kumru’nun evi – Mutfak

Zaman: Sabah – 08:37

 

Mutfaktan gelen kahve kokusuyla gözlerimi açtım. Bir an neredeyim diye düşünmeden edemedim. Dün gece yatarken annemin odasına kaç kere bakmıştım hatırlamıyorum bile. Yoktu. Ne bir not, ne bir mesaj… sadece yoktu.

Cemre mutfakta zıplayarak kahvaltı hazırlıyordu tabii. Kızın enerjisi hiçbir zaman tükenmiyor. Her sabah uyanır uyanmaz çalan jenerik gibi, o da neşeyle şarkı söylüyor.

Ben ise... cama dikilmiş, dışarıdaki gri gökyüzüne bakıyorum. İçim de dışarısı gibi gri.

Kendimi biraz toparlamam gerek. Cemre fark ederse, başlar “Hayat çok güzel be Yaz!” moduna. “Günaydın” dedim usulca, sesimi normalleştirmeye çalışarak.

Cemre tabakları masaya bırakırken döndü “Yaa Yaz’ım alın yazım, iyi misin sen? Dünden beri bir garipsin. Hadi gel kahvaltı edelim. Sana kahve de yaptım, moral verir!”

Gülümsedim. Yarım. Eksik. Zoraki.“Teşekkür ederim.”

Tam masaya geçecektim ki kapı zili çaldı. Cemre “Ben bakarım” diye fırladı.Bir kargo görevlisi. Elinde sadece bir zarf. Ne kutu ne koli. Küçük, ince, beyaz bir zarf.Cemre kapattı kapıyı, geldi yanıma uzattı “Yaz, bu sana geldi. Üzerinde adın yazıyor ama gönderen kısmı boş.”

 

Elimi istemsizce uzattım. Zarf... hafif ama ağırlığı vardı. Sanki içine kurşun koymuşlar.

“Kimden geldi acaba?” diye sordu Cemre, zarfı incelerken. “Bilmiyorum” dedim sadece. Hemen zarfı avucumun içine alıp odamın yolunu tuttum.

 

Arkamdan Cemre’nin sesi geldi “Sen kahvaltıya gelene kadar ben her şeyi yerim ona göre!” İçeri geçtim. Kapıyı yavaşça kapattım. Zarfa son bir kez baktım. Derin bir nefes aldım ve dikkatlice açtım.

İçinde sadece küçük bir not:

-Timur Aksungur yaşadı. Ama seni izleyen gözler var, Yaz. Dikkatli ol.-

Bir anda dünya sessizleşti. Kalbim mideme indi sanki. Bunu kim yazmıştı? Ve neden şimdi? Kimdi bu gözler? Ayağa kalktım. Annemin odasına yöneldim. O, yoktu. Ama belki… bir şeyler bırakmıştır. Çekmeceleri, dolapları karıştırmaya başladım. Her şey yerli yerindeydi. Sanki gitmemiş gibi. Ama o yoktu. Defteri aradım. Yoktu. Bir iz, bir not… hiçbir şey yoktu.

Ama… aynanın köşesinde daha önce dikkat etmediğim eski bir kart. Üzerinde çok solmuş bir MİT logosu.

Ve altında küçük harflerle bir not: “Yedek kart. Sadece acil durum için.”

Ne acili? Ne zaman koydu bunu buraya? Elim titredi. Kartı aldım, cebime koydum.

Tam odadan çıkacaktım ki, Cemre kapıdan kafasını uzattı. “Kahvaltı taş gibi oldu. Yani sanırım taş gibi oldu. Çünkü hâlâ masaya oturmadın!”

Sustum.

Ona bir şey söylemek istemedim. Ne zarfı, ne kartı, ne Timur’u… hiçbir şeyi. Gülümsedim sadece. “Geliyorum şimdi.”

O an Cemre’nin yüzündeki ifadeye takıldım. O da garipti. Bir an duraksadı, sonra döndü gitti.

Yoksa…?

Hayır. Kafam dolu zaten. Cemre’yi kurcalayamam şimdi. Ama biliyordum. Bir şey oluyordu. Ve her geçen dakika biraz daha yaklaşıyordu.

 

 

Yer: Bodrum – Otel Odası

Zaman: Aynı sabah – 09:30

 

Oda, sabah güneşinin loş ışığıyla dolmuştu ama içindeki hava ağırdı. Yasemin’in sesini duymamıştı Batuhan, ne kahkahasını ne de serzenişini. Sessizlik kulağını tırmalıyordu. Başını yastıktan kaldırdı. Yanında boş bir yorgan… ama sıcaklığı hâlâ hissediliyordu. Gözleri yavaşça odayı taradı. Pelin camın önündeydi. İnce saten sabahlığı, tenine yapışmış gibiydi. Elinde bir fincan kahve, camın önünde çıplak ayakla durmuş dışarıyı izliyordu.

 

Batuhan, gözlerini ondan alamadı. Bir şey söylemek istedi ama sesi çıkmadı. Sanki boğazında düğümlenmişti her şey. Pelin arkasını dönmeden konuştu “Uyandın mı sonunda?” Sesi hem yumuşak hem de dikenliydi. Öyle bir tondu ki, içinde hem şefkat hem tehdit saklıydı.

Batuhan doğruldu yatakta. “Evet… bir an düşündüm de… acaba doğru mu yapıyoruz?” dedi, gözlerini kaçırarak. Pelin usulca dönüp ona baktı. Gözlerinde o bildik parıltı. Yavaş adımlarla yürümeye başladı. Her adımı bir cümle gibi yankılandı odada.

“Ne açıdan?” Dedi, dudaklarının ucuyla. Sesi tıpkı parfümü gibi – tatlı ama boğucu.

Batuhan başını eğdi, ellerini birbirine kenetledi. “Yasemin. O… iyi bir insan Pelin. Ne yapıyoruz biz?”

Pelin gülümsedi. Gülümsemesi, içten değildi. Keskin bir cilaydı. Yavaşça yatağa yaklaştı, Batuhan’ın tam karşısına geçti. Yüzüne eğildi. “O mu?”

Sesi fısıltı gibiydi. “Yasemin sana ne veriyor, Batuhan? Sessizlik mi? Güvensizlik mi? O dondurucu bakışları mı?”

Parmağını Batuhan’ın göğsüne hafifçe bastırdı. “Yoksa şu an burada, bana ait olmanın verdiği o sıcaklığı mı istiyorsun?”

 

Batuhan nefesini tuttu. Gözleri Pelin’in gözlerine takıldı. Kaçamadı. “Bu doğru değil…” diyebildi sadece. Sözleri zayıf, ikna gücü olmayan cümlelerdi.

 

Pelin yavaşça onun dizine oturdu. Sabahlığı dizinden kaydı. Elleri Batuhan’ın boynuna süzüldü. “Doğru mu? Yanlış mı? Onları konuşmamız için çok geç artık. Sen bana geldin. Kendi isteğinle. Hatırlıyorsun değil mi?”

Yanaklarını onun yanağına yaklaştırdı, nefesini hissettirdi. “Bana geldiğinde titriyordun. Yasemin’le bir kere bile böyle heyecanlandın mı?”

Batuhan başını çevirmeye çalıştı. Ama Pelin izin vermedi. Yanağından dudaklarına doğru hafifçe yaklaştı. “Ben seni ne istediğimi bilerek sevdim Batuhan. Sen de beni öyle. Yasemin... o hep yarım kalmış bir hikâye senin için. Ama ben seni tamamlıyorum. Bunu sen de biliyorsun.”

 

Batuhan gözlerini kapattı. İçindeki sesler çarpıştı. Ama Pelin’in sesi hepsinin üzerine bastı. “Bak, sevgilim... Yasemin güçlü biri. Her şeyin altından kalkar. Ama sen... sen bu yalanla yaşayamazsın. O yüzden bırak, bu hikâyeye biz yazalım sonu.”

 

Elini Batuhan’ın kalbinin üzerine koydu.“Sen zaten çoktan seçtin... ben oldum o seçim.”

Bir anlık duraksama.

Sonra Batuhan’ın eli, Pelin’in beline gitti. Gözlerinde hâlâ bir tereddüt vardı ama... o dokunuş karardı. Pelin, içinden ‘Zayıf noktayı bulmuştum. Batuhan artık benimdi. Hem bedeni hem vicdanı. Artık ona istediğim her şeyi yaptırabilirim.’ Diye geçirdi.

 

 

Yer: Kumru’nun evi

Zaman: Gece – 23:41

 

Kapı kapandı.

 

Cemre gitti.

Ev... artık tamamen bana kalmıştı.

Sanki onun sesiyle bastırdığım her şey şimdi uğuldamaya başladı. Ayaklarım salonda geziniyor ama kalbim yerinde durmuyor.

Nereye baksam bir eksik, bir fazlalık.

Bu ev... artık annemin değilmiş gibi.

Sıcaklık yok. Güven yok. Sessizlik var. Ama bu sessizlik, sessiz değil.

Pelin’in gülüşü…

Batuhan’ın elleri…

Annemin gözleri…

Babamın “Korkma kızım…” diyen sesi...

 

Ve o çocuk.

O çığlık atan çocuk.

Yedi yaşındaydı belki… belki sekiz.

Tam önümdeydi. Canlıydı. Sonra cansızdı.

Benim kurşunlarım… Benim ellerim…

O çocuk benim elimde öldü.

“Kes…” dedim kendime.

Ama ses susmadı.

“Sen koruyamadın. Sen sustun. Sen baktın sadece.”

Pelin’in o bakışı. O iğrenç ‘masum’ tavrı. “Yaa Yazcım Batuhan’a haksızlık etmeyelim amaaan.”

O ses beynimde yankılanıyor.

“Kes!” dedim daha sert.

Ama ses yükseldi.

“Sen sevildin sandın. Oysa kullanılmaktaydın.”

“Herkes gitti. Ve sen hep geride kaldın.”

Kalbim... Bir şey bastırıyor sanki göğsüme. Nefes alamıyorum. Boğazım yanıyor.

 

Elleriyle boğuyormuş gibi içimde biri. Ayaklarım güçsüz. Gözüm kararıyor.

Duvarda annemle olan bir fotoğraf. Babamın gençlik resmi.

Ve o çocuk... gözümün önünde hâlâ!

“Sen yaşamayı hak etmiyorsun.”

“Sen bir katilsin.”

Dizlerimin üzerine çöktüm. Elleri kulağıma bastırdım. Ama ses içeriden geliyordu.

“Sus artık... SUS!”

Ağlamıyorum. Bu ağlamaktan başka bir şeydi. Bir çığlık. Sessiz ama içimi delip geçen bir çığlık.

 

Sonra bir an… Bir an, nefes geri geldi. Sanki biri içeriden yüzüme su serpmiş gibi. Ama ellerim hâlâ titriyordu.

 

Ayağa kalktım. Yavaşça atölyeye yöneldim. Tuvallerin durduğu köşe… fırçalar, boyalar, bezler. Her şey yerli yerindeydi. Ama benim içim… darmadağındı.

 

Hiç düşünmeden boş bir tuval çektim önüme.

Siyah.

Kırmızı.

Gri.

Beyaz.

Sarı.

Fırçayı elime aldım. Fırça... değildi artık o. Bir tür bıçak gibiydi elimde. Ruhumu kazıyan bir bıçak.

 

Yüzler...

Bağıran, çığlık atan, bana bakan yüzler çizmeye başladım.

Hepsi çığlık atıyordu.

Gözleri yoktu. Ama bakıyorlardı.

Biri Pelin’e benziyordu.

Biri Batuhan’a.

Biri o çocuğa.

Ve en başta… ben vardım.

Kendime benzeyen bir yüz çizdim. Ağzı açık. Gözleri boş. Bir şey söylemek istiyor ama söyleyemiyor.

 

Fırçayı elimden attım. Geriye çekildim. Sırtımı duvara yasladım.

Nefes...Ağır ağır düzene giriyordu.

Ama o yüzler bana hâlâ bakıyordu. Bende olara…

Bölüm : 29.06.2025 22:34 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...