8. Bölüm
Elif Naz Erkılıç / Geçmişe Dönüş / 6.BÖLÜM: GELİYOR

6.BÖLÜM: GELİYOR

Elif Naz Erkılıç
elif.naz07

Yer: Ankara – Akın’ın Evi
Zaman: İzmir’de Yasemin’in sergisiyle aynı günün sabahı

 

Evde huzur denen şey, sabahın ilk çayı gibi... var ama sıcak kalmaz. Hele ki Asiye Acar mutfaktaysa.

Akın, bir eli saçında öbürü çay bardağında salona süzüldü. Gözleri hâlâ uykulu, yüzü hâlâ yorgun. Kağan da karşısındaki koltukta, Asiye'den saklanmakla meşguldü. Anlaşılan gün erken başlamıştı. “Anne... ne olur bu sabah susarak kahvaltı edelim. Bunu bir gün başarabilir miyiz?” dedi Akın, ilk yudumunu içmeden.

Asiye, dolaptan çıkardığı tereyağını tavanın kenarına bırakırken döndü “Susarak mı? O neymuş? Biz Karadenizli değil miyiz? Biz susarsak fırtına kopar!”

Kağan elindeki zeytini sessizce çiğnerken Akın’a fısıldadı “Benim fikrim, biz direkt orduya başvuralım. Anneyle iletişimi devlete havale edelim.”

Asiye kaşığı tıngırdattı “Ha siz bana devlet diyorsunuz ha? İyi o vakit... ben de size gelin getiririm, bakın devlet nasıl kuruluyormuş görürsünüz!”

Akın başını eğdi, gözlerini kapadı. O “gelin” kelimesi yine mutfağın tavanından yankılandı. “Bismillah sabah sabah gene başladık...”

Asiye hızını aldı, anlatmaya devam etti “Bak Akın... ben dün gece yattım. Tam gözlerim kapanacak, bi gelin indi rüyama! Uyyy allahım ne güzel kızdi! Saçı örülü, gözü sürmeli, eli oklavalı... Hem güzel, hem edepli. Sana çay getiriydi. Elini tutuydu. Beni ‘anneciğim’ diyoydu!”

Akın sabrını zorladı, çayı bir dikişte bitirdi. “Anne bak... sen çok tatlı bir insansın, valla. Ama o rüyadaki gelin varsa, ben o kızın yerini alıp kaçayım daha iyi.”

“Kaçamazsın! Bu kez ben buradayım. Ne Trabzon’a dönerim ne bu işten vazgeçerim! Torunumun kokusunu alacağum ben!”

O sırada Hazal içeri girdi. Elinde spiral kapaklı defteri vardı, gözleri yerdeydi. Sessiz adımlarla Akın’ın yanına geldi, bir şey demeden defteri uzattı. Akın hemen toparlandı, ona kucak açar gibi yaklaştı. “Ne oldu kuşum? Ne çizdin bu kez bakalım...”

Hazal defteri açtı. Karakalem çizilmiş bir kadın yüzü. Gözleri kapalı, yüzünde ağır bir yorgunluk ama altında direnç. Arka fonda ufuk çizgisi, belirsiz bir siluet... zamanın dışına taşan bir duygu.

Akın bir süre çizime baktı. Hiçbir şey demedi. Sonra elini kız kardeşinin saçlarına götürdü. “Sen bu işi çok iyi yapıyorsun kuşum... Ama bu çizdiğin, senin içindeki şeyler mi?”

Hazal yavaşça başını salladı. “Biraz rüyamdan... biraz da ne hissettiğimi bilemediğim zamanlardan.”

Akın başını eğdi. İçinde bilmediği bir şey dürtüldü. “Kuşum... sen istersen, bu koca dünyanın gürültüsünü bir kalemle susturursun. Ben hep buradayım. Tamam mı?”

Hazal hafifçe gülümsedi. Ardından sessizce odasına gitti.

Asiye elinde reçel kavanozuyla geri döndü “Bak, Hazal bile büyüdü. Kız kaç yaşına geldi. Ee sen hâlâ gelinsiz, düğünsüz. Vallahi kapı kapı dolaşır bakarım!”

Akın, Kağan’a göz kırptı. Kağan ne demek istediğini anladı. İkisi de aynı anda ayağa kalktı. “Anne çok özür dileriz ama Kağan'la... şey... biz... acil bir istihbarat görüşmesine gidiyoruz!”

“Ne görüşmesiymiş ha? Geçen sefer istihbarat deyip kafenin arkasında tavla oynamışsınız!”

Kağan kapıya yönelirken savunmaya geçti “Tavla oynarken bile vatana hizmet ettik biz Asiye teyze!”

Akın ayakkabısını giyerken arkasını döndü “Anne bak... ne olur geri dön Trabzon’a. Bahçene dön. Hani şu karalahana yetiştirdiğin balkon var ya... seni çağırıyor! Biz buradayız, merak etme. Hem yakında büyük bir operasyon olacak, belki aylarca görüşemeyeceğiz...”

Asiye direndi “Yok! Bu kez gitmem. Ne zaman dönsem siz bir çılgınlık yapıyruz! Burda kalacağum, ha bu evde gelinlik göreceğum!”

Kağan artık dayanamadı, Akın’ı kolundan çekiştirdi “Hadi abi yoksa bu iş nişana kadar gider. Ben seni çıkaramam!”

İkili kahkaha atarak kapıyı kapattı. Asiye arkalarından bağırdı “Kaçın kaçın! Ama bir gün biri çıkar karşıma, ben de sizi kıskaç gibi kıstırırım! O zaman göreceğuz kim gelinsiz kalacak!”

Merdivenlere inen Kağan başını salladı. “Yemin ederim, senin anneni askerî brifinge alsak düşman çözülür. Psikolojik harp uzmanı gibi konuşuyor kadın.”

Akın sadece güldü. “Ben o kadından sadece bir şeyden korkuyorum.”

“Neymiş o?”

“Gerçekten birini bulursa...”

Kağan ,“ İşte o zaman ; ABİM DANAT OLUYOR SIRADA BANA GELİYOR…” dalga geçti. Ardından Akın’dan ensesine bir şamar yedi. Sonra beraber kafeye gittiler.

 

 

Yer: İzmir – Foça Kültür Sanat Merkezi
Zaman: Akşam üzeri – Saat 18.03

Sergi salonunun camlarından süzülen gün batımı ışığı, içeriyi turuncu-pembe bir örtüyle kaplamıştı. O anın sıcaklığı gibisi yoktu. Elimde şampanya değil, plastik bardakta limonata vardı ama inanın hiç fark etmezdi. İçimde taş gibi bir mutluluk vardı. Sonunda...

İnsanlar tablolarımın önünde duruyordu. Fotoğraf çekenler, sorular soranlar, bir şey hissedip hissetmediklerini tartışanlar vardı. Birileri sırf renk paletimi sordu, biri bir tablodaki gri lekeyi rüya olarak yorumladı. Ama en güzeli... annem yanımdaydı. Ve gülümsüyordu.

İnanılmaz bir şeydi bu. Kumru Doğan’ın öylece bir koltukta oturup gülümsemesi. Yüzünde yıllardır görmediğim bir huzur vardı. Onu en son böyle gülerken... sanırım babamlayken görmüştüm.
Yıllar önce. Lübnan’da.

Sanki... o Kumru’ydu. İçinden ne geçiyordu bilmiyorum. Ama yüzündeki o mutluluğun sebebi ben değildim. Bu kesin.
Ama sormadım. Gülümsemesine baktım. İçime kazıdım.

Cemre yanıma geldi, gözleri yine ışıl ışıldı.

“Yaaaaaa Yaz! Bi tabloya bu kadar mı bakılır? Şu adam ne zamandır orada dikiliyor farkında mısın?”

Gözümle tarif ettiği kişiye baktım. Takım elbiseli, gözlüklü, ortalama yaşlarda bir adam. Kalabalığın içinde sıradan ama duruşuyla farklı. Gözünü "Geç Kalmış Kadın" tablomdan ayırmıyordu.

Az sonra yanımıza geldi. Cemre refleksle dikleşti. Adam nazikçe başını eğdi.

“Siz Yaz Doğan olmalısınız. Ben Orhan Karaduman. Ankara Sanat Derneği’nin başkanıyım.”

Kalbim hopladı ama yüzüm sakindi. Elini sıktım.

“Memnun oldum.”

“Bu eserler… fazlasıyla özgün. Özellikle kadın temsiline getirdiğiniz sessizlik yorumu... etkilendim. Bizim üç hafta sonra Ankara’da büyük bir sergimiz olacak. Sizi de orada görmeyi çok isterim.”

Sözlerini bitirmeden önce cebinden bir kartvizit çıkardı ve elime uzattı. Cemre hemen kendini tutamadı:

“AYYYYY. YAZ SEN DUYUYOR MUSUN? ANKARA DİYOR. S E R G İ D İ Y O R!”

Ben şaşkınlıkla güldüm. Gerçekten güldüm. Sonunda biri beni görmüştü.
Sadece tablomu değil... beni.

Cemre hemen annemin yanına koştu, koluna yapıştı.

“Kumru abla! Duydun mu? Yaz artık Ankara’ya taşınıyor resmen!”

Annem de gülümsedi. Gerçekten içten... ama farklı bir şey vardı yüzünde.
Bir eksik sevinç.
Sanki seviniyordu ama... başka bir yerdeydi. Sanki aklı bir başka şehirdeydi.
Bir başka adama gidiyordu gözleri.

Göz göze geldik.

Ben de sadece gülümsedim.
Bir şey demedim.

Sergi saatleri ilerledikçe kalabalık azalmaya başladı. Cemre çantasında kalan kuruyemişleri avuçlayıp bana uzattı, “Bu başarı ayakta aç kalmaz!” diyerek.

Ben ise elimde hâlâ kartviziti tutuyordum. Ankara mı?
Yeni bir şehir, yeni bir sergi.
Ama… bir şey eksikti.

Telefonumu çıkarıp Batuhan’ı aradım.
Çaldı. Açmadı.

Tekrar aradım.
Yine yok.

Kaşlarım çatıldı. Cemre’yi etrafta göremeyince bu sefer Pelin’i aradım.
O da açmadı.

İçimde bir şey sıkıştı.

Tam o anda... o tanıdık ses geldi.
O ses.

“Görüyorsun işte. Ne oldu şimdi? Ankara dediler, ne fark etti? Yanındalar mı? Değiller. Her zaman olduğu gibi yine yalnızsın, Yasemin.”

“Bak şimdi kendine. Güzelce süslenmişsin, boya badana içinde duvarlara duygularını asmışsın, ne işe yaradı?
Batuhan nerede?
Pelin nerede?
Hani dostlarındı onlar? Hani seviliyordun?
Kimse açmıyor telefonu bile.
Çünkü sen yoksun Yasemin.
Sadece ihtiyaç duyuldukça var oldun.
Onlar seni değil, işine yarayan halini sevdiler.
Senin içindeki kırıklarla kimse uğraşmak istemedi.
Kabul et... sevilmedin.
Kabul et... bırakıldın.”

Damarlarımdan bir buz geçti. Ama sonra...
Birden fark ettim.
Aynı cümleler.
Yıllardır aynı.

O aynı yıkıcı tekrar.

Yavaşça içimden mırıldandım. Sessizce ama sertçe:

“Çok konuşuyorsun.”

Ses gülmeye başladı, boğuk bir kahkaha gibi:

“Elbet konuşurum. Çünkü benden başka kimsen yok.
Herkes giderken kalan sadece benim.
Başarı? Boş.
Aşk? Sahte.
Anne? Kırık.
Sen ise... içi boş bir tablo.”

Gözümü yerdeki loş ışığa diktim. Kafamı hafifçe yana çevirdim, dudaklarımı oynattım ama sesim çıkmadı.

“Sen sadece bir fısıltısın. Seni yıllarca büyüttüm ama artık seni duymuyorum.”

Ses inatla devam etti:

“İyi rol yapıyorsun ama gece yatağa yattığında yine bana kalacaksın. Hep ben geleceğim. Çünkü ben sensin. En gerçeğin.”

Ve ben... sadece gülümsedim.
İçimden bir kahkaha yükseldi. Alaycı değildi. Acımasız hiç değildi.
Kurtarıcıydı.

“Hayır. Sen bendin. Ama artık değilsin.”

Telefonu kapattım. Cevapsız çağrılara bakmadım.
Spot ışıklarının altında yürümeye devam ettim.

Arkamda hâlâ duvarlarda asılı karanlıklar vardı. Ama artık o karanlık bana ait değildi.

 

 

Zaman: Sergiden beş gün sonra – Akşam
Yer: Ankara – Gizli Üs / Foça – Kumru’nun Evi

Salon sessizdi. Yasemin dışarı çıkalı bir saat olmuştu. Cemre'yle kafeye gitmişlerdi. Kahkahalarını duymuştu çıkarken. Normalde bir anne için bu neşeli bir andı. Ama Kumru için sessizlik bile çığlık gibiydi. Elindeki çay bardağı soğumuştu. Gözleri pencerede değildi. Zihni Ankara'daydı.

Timur.

Yasemin… Ankara’ya gidecekti. Sergi için. Orhan Karaduman’dan gelen daveti büyük bir mutlulukla kabul etmişti. Ama Kumru, sevincin ardındaki gerçeği görüyordu.
Yasemin Ankara’ya giderse... Timur dayanamazdı.

Derin bir iç çekti. Ayağa kalktı. Elinde telefon. İçinden “Yapma” diyen sesi susturmaya çalıştı. Ama bu sefer kendi iç sesi kazandı.
Aradı.

-

Beton duvarlı bir oda. İçerisi loş. Dosyalar, ekranlar, eski uydu kayıtları.
Timur Aksungur, masanın başında, gri poları ve yorgun gözleriyle Bahadır Albay’la harita üzerinden konuşuyordu. “Altı ay... mağarada kaldığım o süre boyunca onlarla yaşamadım. Onlara sadece ‘veri’ idim. Ama bana ait olmayan sorular soruyorlardı.”

Bahadır kaşlarını çattı. “Ne tür sorular?”

“Türkiye’de bir şeyi arıyorlar. Ama ne olduğunu bilmiyorlar. Onlara göre ben bunu biliyor olmalıydım.Ama bilmediklerimin içinde bir şey vardı. Ve o ‘şey’ için beni kaçırdılar.”

Bahadır düşünceliydi. “Yani seni terör unsurları değil, bu karanlık yapı kaçırttı... Onlar mı emri verdi?”

“Evet. Bu artık net. Hatta... oradaki lider bile bunu bilmiyor olabilir. Yalnızca emir alıyorlardı. Zincirin en başı görünmüyor. Ama zamanımız kalmadı.”

“Artık dosya değil, saha zamanı,” dedi Bahadır. Ceketini düzeltti.
“Şafak Timi’ni aktif hâle getiriyoruz. Ben ekibi hazırlayacağım. Sen prosedürü hallet.”

Timur tam başını sallayacaktı ki... cep telefonu çaldı.
Ekranda “Kumru” yazıyordu.

Sessizlik.
Bahadır bir şey demeden odadan çıktı.
Timur derin bir nefes aldı. Açtı. “Kumru...” Kumru’nun sesi titremiyordu. Bu, en tehlikeli hâliydi. Kararlıydı.

“Yasemin Ankara’ya geliyor, Timur.”

Timur gözlerini kapattı. Zaten hissediyordu. Biliyordu. Hissetmişti ama bir annenin ağzından duyunca acı bambaşka vuruyordu. “Görmeyeceğim,” dedi sessizce. “Yalnızca uzaktan...”

Kumru sesiyle onu susturdu “Hayır. Karşısına çıkmayacaksın. Göz göze gelmeyeceksin. Sesini bile duymayacak. Ama onu... koruyacaksın.”

Timur’un boğazı düğümlendi. Bu, hem emirdi... hem vedaydı.

“Söz veriyorum Kumru. Ona yaklaşmayacağım. Sadece birini yanına göndericem. Sen bana ne zaman ve nereye geleceğini söyle.”

Kumru sadece “teşekkür ederim” diyebildi. Ne gözyaşı döktü. Ne iç çekti. Bunlar çoktan bitmişti. Telefon kapandı.

“Ne oldu?” dedi Bahadır.

“Kızım Ankara’ya geliyor.”
“O zaman zamanlama doğru. Görevi onun gelişiyle kesiştirmeyeceğiz. Koruma çevresi çizilecek. Takibi sen yapacaksın. Şafak Timi hazırlanacak.”

Timur başını salladı.Gözleri kararlıydı artık. “Bu... sadece bir operasyon değil. Bu, içeriye sızmış olan karanlığı açığa çıkarma savaşı.”

Bahadır gülümsedi. “İlk hedef: Onların ne aradığını öğrenmek.
Sonrası... onların yok olduğunu izlemek.” Sonra sustular. Ve gece, bu kez sessizliğin içinden geçerek başladı.

Bölüm : 13.07.2025 20:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...