

Yer: Bulgaristan – Sofya / Eski Bir Dağ Evi – Geçmiş
Zaman: 12 yıl önce – Saat: 03:17
Gece... Siyahın en koyusu. Dağların yamacında, ışıksız bir taş ev. Rüzgâr, ahşap pervazlara vurdukça inleyen bir hayvan gibi ses çıkarıyordu. Evin en dip odasında, duvarların ardına saklanmış, küçük bir kız vardı. Nefes almaya korkuyordu.
Pelin.
Gözleri kocaman açıktı. Elini ağzına bastırmıştı. Titriyordu. Dizlerinin üstünde çökmüş, karanlığın içindeki en sessiz köşeye sığınmıştı. Odadan gelen her ses, bir çığlık gibi beyninde çınlıyordu.
Bir çatlama sesi.
Sonra kısa bir boğuşma.
Ve ardından...
Silah sesi.
Sonra bir bağırış. Tanıdığı bir ses. Ezberinde olan.
"Baba!"
Ama bu defa, o ses acıyla doluydu. Boğuktu. Ve sondu.
Kapının aralığından gözüyle gördü. O adamı. Babasını. Alexander’ı. Yere düşerken bile dik bakıyordu. Omzundaki kırmızı işlemeli arması – Gehenna Muhafızları – parlıyordu. O an, Pelin’in yüreğine o arma işlenmişti.
Karşısında iki siluet vardı. Kumandan gibi dimdik duran bir adam – Timur Aksungur – ve gözleri öfke kadar soğukkanlılıkla bakan bir kadın – Kumru.
Kadının tetiğe bastığını gördü. İkinci kurşun babasının göğsünü delip geçti. Babasının gözleri ona döndü bir an. Sanki onun saklandığını biliyor gibi.
Ve o gözlerle birlikte, Pelin’in çocukluğu öldü.
O an kapı kırılarak açıldı. Karanlık silüetlerden biri daha geldi – annesi. Yüzü korkuyla bembeyazdı. Küçük kızını kucakladığı gibi kaçırdı oradan. Araba, lastiklerini yakan bir çığlıkla uzaklaşırken, evin arkasında Gehenna Muhafızları’nın sembolü yanan bir flamayla birlikte yavaşça küle dönüyordu.
Geçiş – Birkaç yıl sonra / Gehenna Eğitim Tesisi – Bilinmeyen Konum
Pelin artık çocuk değildi.
Sözde bir “akrabada” kalıyordu. Ama o kadın, annesinin kardeşi değildi sadece. Valeria, Alexander’ın kız kardeşiydi. Ve Pelin’in içindeki boşluğu öfke ile doldurmayı çok iyi biliyordu.
“Onlar babanı öldürdü, Pelin.”
“Onlar, onun inşa ettiği düzeni yıktı.”
“Ve sen... Gehenna’nın son varisisin.”
Duvarda babasının silueti vardı. Yanında meşhur sözlerinden biri:
“Korku, doğru kullanıldığında bir halkı diz çöktürür. Sevgi asla yeterli değildir.”
Pelin bu sözleri ezberledi. Onlarla büyüdü. Silah eğitimi aldı. Kriptoloji, kimya, dil bilgisi… Her şey. Ama en çok ezberlediği şey şuydu:
Kumru.
Timur.
MİT.
O gece... karanlıkta, saklanırken gördüğü öldürülüş anı, rüyalarına kazınmıştı. Her gece tekrar izlediği bir film gibi. Her gece tekrar öldü babası. Her gece o çığlık... her gece o sessizlik.
Ve her sabah yeniden doğdu içindeki tek şey:
İntikam.
…
Zaman: 04:37 – Sabaha karşı
Otel odasında yalnızca bilgisayar ekranının yaydığı soluk mavi ışık vardı. Pelin, loş ışıkta ekrana yaklaştıkça yüz hatları daha sert görünüyordu. Saçları düzgün toplanmıştı. Dudaklarında dikkatli ama yapay bir gülümseme vardı.
Ekrandaki konferans ekranında dört ayrı kare vardı. Valeria dışında diğer üç kişi karanlık yüzlerle, gölgeli ışık altında konuşuyordu.
“VIP bölge sabitlendi,” dedi sol üstteki ses. “Sergide kullanılacak özel alan tamamen bizim kontrolümüzde. Dışarıdan kimse giriş yapamayacak.”
“Yasemin o bölgeye nasıl yönlendirilecek?” dedi Pelin, sesinde hiç heyecan belirtisi olmadan.
“Batuhan ilgilenecek. Uygun anda onu o alana çekecek. Sahte bir ödül daveti hazırlandı.”
Sağ alttaki kullanıcı söze girdi. “Maskeli ekip hazır. Bayıltma dozu güvenli ama etkili. Yaklaşık 14 dakika tepkisiz kalacak. VIP geçiş kapısında hareket edilecek.”
Pelin başını salladı. Soğukkanlı bir onaydı bu.
“14 dakika yeter. Devamını sonra ben hallederim.”
Valeria ekrana daha net çıktı. “Güvenlik kameraları?”
“Geçici blackout için şifre hazır. 17 saniyelik görüntü kopması yaratılacak. Teknik ekip de bizimle.”
Kısa bir duraksama oldu. Pelin monitöre eğildi.
“Plan değişirse herkes eş zamanlı reaksiyon almalı. Kimse tek başına hareket etmeyecek.”
Diğer kullanıcılar birer birer ekrandan çıktıktan sonra geriye sadece Valeria kaldı.
Kadının yüzü netleştiğinde, bilgisayar ekranından yayılan ışık, ifadesini buz gibi aydınlattı.
“Bu gece çok iyi yönettin,” dedi. “Tıpkı seni yetiştirdiğim gibi. Temiz, kontrollü, tereddütsüz. Alexander görseydi seni...”
Pelin’in gözleri bir anlık titredi ama yüzü değişmedi.
Valeria devam etti:
“Ben seninle gurur duyuyorum Pelin. Gerçekten. Bu noktaya kolay gelmedin. Ama geldin. Ve şimdi bu oyun bizim. Tamamlamak sana düşüyor.”
Pelin, sadece başını salladı.
“Tamamlayacağım.”
Valeria son kez gülümsedi, ardından ekran karardı.
Pelin derin bir nefes aldı. Ardından yatağın yanındaki siyah ceketi giydi. Saçlarını hızlıca topladı. Aynaya şöyle bir baktı. Göz altındaki yorgunluk çizgileri yerli yerindeydi. Ama ifadesinde tek bir sarsıntı yoktu.
Sessizce odadan çıktı.
Otel Koridoru / Aynı Zaman Dilimi
Batuhan’ın kapısına geldiğinde, bir saniye bile tereddüt etmedi. Tıklattı. İçeriden kısa süre sonra kapı aralandı. Batuhan şaşkın ve uykuluydu.
“Pelin?”
“Uyandım. Uyuyamadım. Seninle biraz... konuşabilir miyiz?” dedi. Sesi yumuşaktı ama içinde bilinçli bir titreme vardı.
Koridorda birkaç adım uzaklaştılar kapıdan. Işık loştu dokundu.
“Ben gerçekten seni önemsiyorum. Bunu hep hissettirdin bana. Ama bazen... bilmiyorum, bana hâlâ geçmişini taşıyor gibisin.”
Batuhan başını eğdi. “Geçmişi taşımak istemesem de... bazen insan alışkanlıklarını bırakamıyor Pelin. Ama bu gece seni karşımda görmek... iyi hissettirdi.”
Pelin ona baktı. Gözleri yumuşaktı ama bilinçli.
“Ben senin yanında olmak istiyorum Batuhan. Sadece şimdi değil... belki yarın da.”
Batuhan o an hiçbir şey demedi. Sadece kapıyı açtı.
Pelin usulca içeri girdi.
Aynı Anda – Koridorun Diğer Ucunda
Temizlik arabasının başında genç bir kadın eşyaları topluyordu. Beyaz forma içinde yüzü hafifçe gölgelenmişti. Saçları gelişigüzel toplanmış, hareketleri sessizdi.
Ama gözleri – dikkatliydi.
Kâinat.
Gözleri Pelin’in odaya girişini izledi. Batuhan’ın kapıyı kapatışını. Sonra birkaç saniye daha bekledi. Ardından yavaşça koridoru terk etti.
Merdiven boşluğunda telsizi açtı. Kısa ve net konuştu:
“Odanın içinden hiç çıkmadı. Her şey kontrol altında.”
Karşıdan kısa bir onay sesi geldi. Kağan.
Sonra telsiz sessizce kapandı.
…
Alarm sesiyle uyandım.
Hayır… daha doğrusu alarm beni sabahın duvarına çiviledi.
Beynimin içi çekiçle dövülüyor gibiydi. Bir yandan göz kapaklarım betondan yapılmış gibi ağır, bir yandan kulaklarımda çınlayan o ses…
Ah Allah’ım!
Bu sesi icat eden her kimse, ömrü boyunca cehennemin kapı ziline mahkûm kalsın.
Eğer bu sesin bir rengi olsaydı kesinlikle katran siyahı olurdu.
Elimi gözlerime koydum, içimden bir küfür ettim. Uyanmak istemiyordum.
Bugün…
Bir dakika.
Bugün…
Bugün sergi günü.
Gözlerimi bir anda açtım.
Kalbim, göğsümün kafesini kırıp dışarı çıkacak gibi çarpıyor.
Yatağın içinde doğruldum ama başım…
Başımda uğultular var.
Sanki gece uyumamış da bütün gece kafamın içinde kendimle kavga etmişim gibi.
Ama olsun.
Bugün değer.
Bugün… belki de hayatımın kırılma noktası olacak.
Gözümün önünde hayal gibi bir sahne belirdi:
Geniş, beyaz duvarlı bir salon.
Duvarlarda tablolarım.
Benim renklerim.
Benim acılarım.
Benim umutlarım.
İnsanlar sessizce yaklaşıyor, bakıyor, bazıları ağlıyor, bazıları tebessüm ediyor.
Birisi “Bu kızda iş var.” diyor.
Bir diğeri belki bir tablo satın alıyor.
Bir eleştirmen not alıyor köşede.
Ve sonra… belki gerçekten başlıyorumdur.
Ama tam o an…
İçimdeki o karanlık ses yine kendini hatırlattı.
“Her şey mahvolacak. Senin yüzünden. Masum insanlar zarar görecek. Yine.”
“Hayır,” dedim sessizce. “Bu sadece bir sergi.”
“Hiçbir şey ‘sadece’ değildir senin hayatında Yaz. Sen kaosa yürüyen bir çığ gibisin. Unutma.”
“Sus… sus artık.”
“Sen sadece resim yapmazsın. Sen kanı tuvale taşırsın. O çocuk… o çığlık…”
“YETER!”
İçimden haykırdım.
Ama gözlerim dolmuştu bile.
Yastığa bastırdım yüzümü. “Ben suçlu değilim,” dedim içimden fısıltıyla.
“Ben… suçlu değilim.”
Tam o an…
Kapı hızla açıldı.
“GÜNAAAAYDIIIIN UYUYAAAN GÜZELLİİİİK!”
Cemre.
Yani benim sabah panik atağıma sabah melodisiyle giren kişi.
Yatağa zıpladı, ben neye uğradığımı şaşırmıştım ama…
Ama iyi ki gelmişti.
O neşesiyle resmen odanın havasını değiştirdi.
Yastığımdan başımı kaldırdım.
Hemen gözlerimi sildim.
Hızlıca gülümsedim.
Zorla ama içten… yarım ama gerçek.
Cemre bana baktı, sonra klasik Cemre haliyle kendini yanımdaki yastığa attı.
“Yaz’ııııııım! Yazımın alın yazıııııııııııııııııım! Bu kız sergi günü hâlâ yatakta yaa. Bi’ insan hiç mi heyecanlanmaz? Beni heyecandan dört kere tuvalete götürdü otel, sen hâlâ yorganla sarmaş dolaşsın!”
Kahkaha attım.
Sahi, ne zaman böyle içten güldüm en son?
Cemre’yle her şey mümkün oluyordu.
İçimdeki karanlığı bir süreliğine bile olsa susturuyordu.
“Ne bileyim… sanırım stres yaptım,” dedim gülerek.
“Yok aşkım, sen stresin bile havalı halisin! Ressam hanımefendi Yaz Doğan bugün ışığıyla Foça’yı değil, komple Türkiye’yi yakacak vallahi!”
“Saçmalama!” dedim ama gülümsüyordum.
Tam o sırada kapı tıklatılmadan açıldı.
Ardından Batuhan ve Pelin içeri girdi.
Gözüm ister istemez ilk Batuhan’a kaydı.
Yüzünde o alışık olduğum gülümseme.
Ama o gülümsemeyi ben artık… başka yerlerde de gördüğümden midir bilmiyorum, içime tam sinmiyordu.
Yine de kendime bunu hatırlatmadım.
“Yaz…” dedi. “Bir tanem… Bugün senin günün. Ne olursa olsun hep senin yanındayım. Sen harika bir insansın. Harika bir ressamsın. Ve ben seninle gurur duyuyorum.”
Gözlerim doldu.
Ama bu sefer duygudan.
O an içimdeki ses bir süreliğine susmuştu.
Belki de gerçekti söyledikleri… belki de gerçekten yanımdaydı.
Adımlarımı attım.
Yavaşça yaklaştım ve yanağından hafifçe öptüm.
“İyi ki varsın…” dedim, kısık sesle.
Tam o anda Pelin konuştu.
“Gerçekten Yazcım… tebrikler. Bugün senin için büyük bir gün. Umarım her şey gönlünce olur. Ama gönlün benim kadar geniş değilse de sorun değil yanii…”
Yüzümde kocaman bir tebessüm oluştu.
Cemre tam zamanında araya girdi.
“Kızlaaaar! Duygusallık tamam da, benim midem bebek gibi ağlıyor. Ben açlıktan ölüyorum. Haydi kahvaltıya inelim! Hem Yaz’ımın kutlama kahvaltısı var!”
Herkes toparlanmaya başladı.
Ben de yavaşça ayağa kalktım.
O sırada telefonum çaldı.
Ekranda annemin adı.
“Cemre, siz inin. Annem arıyor, biraz konuşup gelirim,” dedim.
Cemre beni gözlerinden öptü gibi bir bakış attı. “Tamam bebişim, seni restoranda bekliyoruz,” deyip çıktı. Ardından Pelin ve Batuhan da…
Kapı kapandı.
Kaldım.
Telefonu elime aldım, ekrana bir an daha baktım.
İçimden bir his vardı… ama bu sefer o his kötü değildi.
Cevapladım.
“Anne?”
“Canım… günaydın. Nasılsın?”
Sesindeki kırılganlık boğazıma oturdu.
“İyiyim… yani heyecanlıyım. Ama… sen nasılsın?”
“Ben iyiyim yavrum. Yani… Ankara işi biraz… hızlı gelişti ya. Sadece onu düşünüyordum.”
O ses… beni hala korumaya çalışan bir anne.
Kendi korkularını içine gömen bir kadın.
“Anne, bu benim için büyük bir fırsat. Sadece İzmir değil artık. Belki başka bir şehirde de sesimi duyurabilirim. Belki başka hayaller, başka yollar…”
Bir durdum. Sonra gülümsedim.
“Senin kızın artık yol alıyor, değil mi?”
Karşıdan derin bir nefes geldi.
“Tabii ki canım. Sana güveniyorum. Ama… dikkatli ol. Sadece bunu istiyorum.”
“Söz. Dikkatli olacağım.”
“Peki… hangi resimleri götürdün?” dedi.
Bu sorusu, anneliğinden çok içimdeki sanatçıyı önemsediğini gösteriyordu.
“Bana özgürlük tanıdılar. Ben de içime en çok sinenleri seçtim.
Çiçekli olan var ya… pembe arka planlı.
Yalnız kadın figürlü olan.
Ve… şey…
‘Çığlık atan yüzler’i de koydum.”
Bir sessizlik oldu.
Sanki o tablonun ismi bile içimizi deldi geçti.
“Tamam canım. Harika geçecek. Seni seviyorum.”
“Ben de seni anne.”
Telefonu kapattım.
Bir süre elimde tuttum.
Sonra derin bir nefes aldım.
Bugün sergi günüydü.
Bugün… Yaz Doğan sahneye çıkacaktı.
Ve bu kez sadece renkler değil, yıllarca içimde susturduğum çığlıklar da orada olacaktı.
Kapıyı açtım.
Yüzümde gülümseme, içimde savaş.
Ama bu sabah, ilk defa, savaşan taraf bendim.
…
Yer: Araba içi ve sergi salonu
Zaman: 15.45 – 16.00
Bakış Açısı: Hakim bakış (üçüncü şahıs)
Arabanın içinde radyo açıktı ama çalan müzik yalnızca arka planda bir uğultu gibiydi.
Akın, direksiyona hakim, gözleri yolda, dikkati ise yan koltukta oturan kız kardeşindeydi. Hazal camdan dışarı bakıyor, parmaklarını dizinde hafifçe ritimle oynatıyordu. Sessizdi ama gözlerinin içi konuşuyordu. Uzun zamandır bu kadar canlı görünmemişti.
“Abii...” dedi Hazal birden, sesi her zamanki gibi hafif ürkek ama bu defa içinde bir ışıltı vardı. “Sana bir şey söylemek istiyorum.”
Akın gözlerini yoldan ayırmadan, kısa bir bakış attı.
“Hı?”
“Beni buraya getirdiğin için… teşekkür ederim.”
Akın’ın yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluştu. Küçük, neredeyse fark edilmeyecek kadar kısa… ama gerçekti.
“Ne teşekkür edeceksin kuşum, sen istedin. Ben de getirdim.”
Hazal omuzlarını hafifçe kaldırıp gözlerini kaçırdı. “Ama ben… hani normalde böyle şeylere gitmem. Kalabalık… yabancı insanlar… falan. Ama bu sergi... bilmiyorum. Merak ediyorum. Heyecanlıyım.”
Akın’ın yüzünde o gülümseme bir an daha kaldı. Onun için sıradan görünen bir cümleydi ama Hazal’ın ağzından çıkması başkaydı. Çünkü Hazal genelde içini kimseye açmazdı. Bu kadarı bile büyük bir adımdı.
“İyi yaptın,” dedi Akın. “Kendini kapatmana gerek yok. Sen iste yeter, gerisi kolay.”
Hazal başını eğdi.
Gözleri parlıyordu ama saklamaya çalıştı.
Abi-kardeş arasında öyle büyük laflar gerekmezdi.
Bu birkaç cümle… onlar için koca bir hikâye demekti.
Sergi salonunun önüne geldiklerinde, kalabalık yavaş yavaş toplanmaya başlamıştı. Akın arabayı park etti. Hazal heyecanla çantasını düzeltirken, gözleri salonun cam kapılarına takıldı. İçerisi sessiz ama etkileyici bir ışıkla aydınlatılmıştı. Duvarlarda tablo gölgeleri seçiliyordu.
İçeri girdiklerinde, kapının hemen içinde tanıdık iki yüz karşıladı onları: Kâinat ve Kağan.
“Hoş geldiniz,” dedi Kâinat sakin sesiyle. Gözleri önce Akın’a, sonra Hazal’a kaydı. Gülümsemesi nazikti, alışıldık sakinliğini taşıyordu.
Kağan ise her zamanki gibi hazır cevaptı. “Aaaa Akın reis! Bu genç hanım da bizim tazecik yeğen mi yoksa gizli silah mı?”
Hazal, utanarak abisinin koluna dokundu.
Başını yana eğdi, sesi neredeyse duyulmayacak kadar hafifti.
“Abi... gezebilir miyim biraz?”
Akın başını eğip kulağına fısıldadı. “Kuşum, tabii ki. Ama çok uzaklaşma olur mu?”
Hazal başını salladı. Kâinat kibarca “Merhaba canım,” diyerek merabeleştı. Hazalda ‘ Merhaba ‘ anlamında başını salladı.
Kağan ise hafif bir sırıtmayla: “Yalnız dikkat et, güzel olduğun kadar utangaçsın da. Sergi seni çalmasın ha!” dedi.
Akın döndü.
Sakin ama net bir sesle konuştu:
“Kușumla uğraşma Kağan. Zaten pek dışarı çıkmaz, daha ilk adımını atıyor.”
Kağan ellerini kaldırdı, teslim olurcasına.
“Tamam tamam abiciğim. Şaka yaptık, şaka. Gezsin tabii. Buyursun efendim, sergi sizin.”
Hazal gözlerini kaçırarak uzaklaştı.
Kısa bir süre sonra kalabalığın arasına karıştı ve gözden kayboldu.
Üç eski dost bir süre salonun girişinde kaldı.
“Bu sergi işi… enteresan,” dedi Kâinat. Gözleri tabloların yerleşimini inceliyordu.
Akın içeri doğru bir adım attı.
“Ne zamandır buradasınız?”
Kağan gülümsedi. “Az önce geldik.”
“İkinizi de burada görmek ilginç,” dedi Akın, bakışlarını ikisinin arasında gezdirerek.
“Gerçek sebebi söyleyecek misiniz, yoksa sivil halimizle sanatseverliğe mi başladınız?”
Kağan başta kaçamak bir kahkaha attı ama Akın’ın ifadesi ciddi kalınca sustu.
Kâinat hafifçe araya girdi:
“Sadece bir tabloya bakmamız gerekiyor. Önemli bir durum yok. Dediğin gibi… sadece bir göz atmamız istendi.”
Akın’ın kaşları çatıldı.
“Kim istedi?”
“Yukarıdan,” dedi Kağan. “Ama panik yapacak bir şey yok. Biz de ne olduğunu bilmiyoruz henüz.”
Akın, kısa bir süre sessiz kaldı.
Sonra başını salladı.
“Peki. Bakarsınız. Ama gerekirse önce ben bakarım.”
Kâinat, “Zaten o yüzden birlikteyiz,” dedi.
Birlikte yavaşça sergi salonunun içine ilerlediler. Tabloların arasındaki ışık oyunları, gölgeler… her şey estetik bir hesapla yerleştirilmişti. İnsanlar sessizce geziyor, kimileri telefonlarıyla fotoğraf çekiyordu.
Serginin atmosferi dingin ama etkileyiciydi.
Üçlü, tablolar arasında sessizce yürürken, Akın'ın gözleri başka bir şeyi arıyor gibiydi.
Sonunda bir an durdu.
Bakışları salonun sol köşesine takıldı.
Orada…
Hazal.
Kısa saçlı, esmer tenli bir kadınla konuşuyordu.
Kadının yüzü tam görünmüyordu ama beden dili güçlüydü.
Ellerini konuşurken kullanıyordu.
Gözleri parlak, anlatışı etkileyiciydi.
Ve hemen arkalarında… o tablo.
“Çığlık atan yüzler.”
Akın bir adım öne çıktı.
Gözleri kadında takılı kaldı.
Kalbinde bir şey kıpırdadı ama ne olduğunu kendisi de bilmiyordu.
Yüzü hâlâ aynıydı.
Sert, mesafeli, ölçülü.
Ama içindeki bir şey...
bir anlığına durdu.
Sanki zaman o köşede yavaşladı.
Kâinat ve Kağan, onun ardından baktılar.
“Oraya mı gidiyoruz?” dedi Kağan.
Akın cevap vermedi.
Sadece adımlarını oraya doğru yönlendirdi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |