
Kısa kesmek istiyorum, kitabı hayatını vatanın her bir karış toprağına sahip çıkmak için feda eden asklerlere, ülkesindekiler rahat uyusun diye evladını bombaların yağdığı sınıra, dağa, bayıra gönderen ailelere ve feda etmenin ne demek olduğunu iliklerine kadar yaşayan herkese ithaf ediyorum.
Bizim size hakkımız sonuna kadar helal olsun. Vatan sağolsun!
İyi okumalar
28 Ekim 2023
Kalp, acı kadardır. Yaşadığın acı ne kadar büyükse, o kadar kalbin vardır derdi annem.
Lise sonuna kadar bu cümleyi hayat felsefem haline getirerek yaşarken, eğitimlerimin bir anda ağırlaşıp gerçeklerle yüzleştirdiği anda kalbimin olmadığını öğrenmiştim.
Benim bir kalbe sahip olma lüksüm yoktu.
Eğer birileri için can vereceksem, bunu göze almalıydım. Benim vatanımda, benim memleketimde masum insanlar huzurla uyusun diye benim her şeyi geride bırakmam gerekiyordu.
O gün, o kazada annemi bile karşıma aldığım gibi.
Hikayem nerede ne zaman başlayacak, ya da başladı mı bilmiyorum. Ama bu hikayenin sonunda kanımın vatan için akacağını biliyorum. Ve bunun için her gün dua ediyorum. Babam gibi vatanı uğrunda olan Kahraman bir Türk olmak için her gün dua ediyorum.
Neden mi bunun için bu kadar hırslıyım?
Babam çıktığı operasyonda uçak yolculuğu yaparken, uçağa saldırarak uçağın düşmesine neden olan bir örgütün geride bıraktığı pisliği temizlemek için. Ne babamın, ne de adı on saniye alt yazıyla geçilen silah arkadaşlarımın kanını yerde bırakmamak için.
Benim milletimin şanlı hiçbir askeri, polisi, doktoru, öğretmeni... Sayamadığım daha onlarca meslek personeli işi başında şehit düştüğünde saçma bir televizyon haberinde alt yazıyla adının geçilmesini hak etmiyordu.
Bu vatan asker Halis Sayınkar, öğretmen Aybüke Yalçınlar, polis Şeyda Yılmazlar, doktor Koray Arslanlar gibi nice kahramanları sayesinde ayaktaydı.
Şehadet şerbetini içmek herkesin yüreğine nasip olmazdı, her yürekte şehadeti kaldıramazdı.
Bir de isimsizlerimiz vardı.
Adı hiç geçmeyenlerimiz.
Öldü bilinenlerimiz.
Ben onlardan biriyim. Bir kuyuda bir köşede, adı bilinmeyen ama koruyup kollayanlardanım. Bunun için yetiştirildim, eğitilmeye de devam ediyorum.
Ben Milli İstihbarat Teşkilatı Ajanı, istihbaratçı Elfida Türkeç.
Yüzbaşı Hakan Türkeç'in yavru kurdu, yazar Feyza Türkeç'in prenses kızıydım.
Şimdi ise, çalıştığım birime bağlı olan tüm üstlerimin aslanı, göz bebeği, umudu.
Ben Elfida Türkeç, feda etmeyi iliklerine kadar öğrenen o kadınım. Yirmi sekiz yaşımın bana getirdiği en büyük şey, yine feda etmek oldu. Yirmi üç senedir her yaş günümde kafama kazınan tek şey, feda eden olacağım.
İsmimi babam koymuş benim, feda etmeyi bilen babam. Elfida feda etmek demek. Gözden çıkarılan demek. Gözden çıkarılan kısmını bilmem ama hayatım boyunca feda eden olduğum doğruydu.
Çünkü biliyorum, babam beni izliyor. Çünkü biliyorum annem bana kızsa da benimle gurur duyuyor.
Gökyüzü onlarla bir bayrağın altında buluşacağım günü bekliyor.
Dalıp gittiği yerden, düşüncelerimden sıyrılmama neden olan şey kulağımdaki minik kulaklıktan gelen sağır edici bir füze sesi olmuştu. Tepki vermeden kulaklığa sağ elimin orta parmağı ile hafifçe dokundum. "Ben İsimsiz 1, durum ne?"
"Etraf temiz, efendim. Dönüyoruz."
Karşımdaki koca ekrandan F - 16'nın kamerasıyla çekilen görüntüleri izlerken başımı bir kez salladım. Kulaklığımdan elimi çekerek sağ elimi yine arkamda birleştirdiğim elime attım. Rahat pozisyonunda bir süre beklerken bulunduğumuz yönetim odasının otomatik kapısından girerek "Elfida Hanım, başkanım sizi emretti." hızlı bir şekilde konuşan Büge'ye baktım.
Ellerimi bağladığım yerden açarken topuklu ayakabılarımın zemine sert bir şekilde çarptığında çıkan yok seslerini dinleyerek kapıdan çıktım. Ortamın profesyonellik seviyesi oldukça yüksekken, balım dik bir şekilde Başkan'ın odasına girdim.
"Beni emretmişsiniz, başkanım."
Başını salladı. Elinde mavi kapaklı bir dosya olduğunu görüyordum. Bir elini kaldırarak karşısındaki iki koltuktan birisini gösterdi. Birkaç adımda ilerleyip koltuğa saygı çerçevesisinin dışına çıkmadan oturarak ellerimi dizime bıraktım.
Başkanım elindeki dosyayı bana uzattığında sorgular bir bakış atarak dosyayı elime aldım. "Atanma tarihin erkene alındı." Dedi tekdüze bir sesle.
Dosyanın üzerinde, yalnızca bir tim ismi yazıyordu.
İsimsizler 2021-2024
Tarihten anladığıma göre tim 2021 yılında kurulmuştu. Dosya kapağını açarak ilk sayfada yazan kendi ismime ve CV'me göz attım. Başkanımdan bir sayfa daha çevirmem gerektiğinin emri geldiğinde sayfayı çevirdim.
Tim üyelerinin isimleri, soy isimleri, aileleri, kısa özgeçmişleri ve onlar hakkındaki önemli şeyler burada yer alıyordu. Dikkatimi çeken şey iki sene önce Kale'den atanarak Hatay'a giden çocukluk arkadaşım Buğra'nın ismini de burada görmem olmuştu. Başımı kaldırdım. "Bir timde iki istihbaratçı?" Dedim sorar sesle.
Gözlerim başkanımın tek tük beyazlamış olan gri saçlarından inerek kahverengi gözlerine indi. "Buğra sahacı, onların sana ihtiyacı var, Elfida. Senin gibi işinde iyi olan bir operasyon uzmanı ve siber uzmana ihtiyacı var." Dediğinde duruşum dikleşti.
Bu övgüyü almak hayatımda en çok sevdiğim üç şeyden birisiydi.
"Ne emrediyorsunuz, Başkanım?" Dedim sadede gelerek.
O da bu soruyu bekliyor gibi sırtını yasladığı yerden ayrılarak dirseklerini masaya yasladı. "Yarın sabah uçağın kalkıyor, Hatay'a geçiş yapıyorsun. Her zaman olduğu gibi evin, atandığın birim belli. Oturduğum çevrede yaşayan insanlarda tut, iki mahalle ötende yaşayan insanlara kadar gözden geçirildi." Önlemlerden bahsettiği sırada sıkılıyordum bundan hep nefret ederdim, babam öyle bir vaziyette bulunmuştu ki sanki bu Kale'deki en önemli insanlardan birisi benmişim gibi hissettiriyorlardı. Ve ben bundan nefret ediyordum.
Yalnızca Özel Kuvvet Komutanlığına bağlı olan bir yüzbaşının kızıydım. Babamın şehit düştükten sonra kilitli çekmecesinden çıkan evraklarda büyük bir vasiyetinde benim özel olarak yetiştirilip korunmaö yazıyordu.
Babam giderken bile beni düşünmüştü.
Gerekli konuşmaları yaptıktan sonra tam olarak merak ettiğim yere getirdim konuyu. "Uçağım sabah kalkacaksa, izninizle babamın mezarını görebilir miyim, Başkanım?"
Gülümseyerek başımı salladı. Normalde fazlasıyla sert birisiydi. Aslında bu birimde çalışan herkes fazlasıyla ketumdu. Gülümsediklerini çok az görürdünüz. Ama diyorum ya, bunun için yetiştirildik. "Korumlar kapıda, istediğin zaman çıkabilirsin."
Başımla onaylayarak dosyayı kapatıp ayağa kalktım. Saygı amaçlı minik bir baş selamı vererek geriye doğru birkaç adım attıktan sonra arkamı dönüyordum ki, isminin sesleniylesiyle tekrar o tarafa baktım.
"Buyurun başkanım?"
Tedirgin bir halde baktı yüzüme. "Evin hep burası. Unutma. Senin doğrun burası, cevapların burası, soruların burası, ailen de burası."
Gülümsedim burukça. "Teşekkür ederim, başkanım. Minnettarım bunun için sizlere."
Aynı şekilde o da gülümsediğinde çıkabilirsin der gibi eliyle kapıyı gösterdi. Otomatik kapı açıldığında dışarı çıktım. Burası daha çok genel kullanılıyordu. Arkamdan kapı kapanırken hızlıca yürüyüp bölmelere ayrılan çalışma masallarından bana ait olan kısıma geçtim. Masamın üzerinden telefonumu alarak zaten üç kişinin numarası kayıtlı olan rehberine tıklayarak Büge'yi aradım. Yönetim odasına olduğu için oraya kadar gitmek hiç cazip gelmemişti.
"Alo?"
"Büge, odama gelebilir misin?"
"Tabiiki."
Telefonu kapatıp elimdeki dosyayla birlikte koridorun sonunu yürüdüm. İlk sağa dönerken kartımı kaşıya okutarak açılan kapıyı ittirip kapatmadan içeri girdim. İçeride pek bir eşyam yoktu. En fazla bir valizim dolardı. Hızlıcc bazanın altından boş siyah valizim çıkarıp yatağın üzerine bıraktım. Bu esnada kapı sesi geldi. O tarafa bakmadım zaten Büge'nin geldiğini biliyordum.
"Nasıl?" Dedi inanamayarak. "Gidiyor musun?"
Olduğum yerde dikleştim. Başımı salladım. Büge sarı saçlarından küçük kahküllerini geriye atarak bak rengi gözlerindeki bakışı üzerimden çekip yatağın üzerindeki bavula dokundu. Bir şey diyecek de diyemiyor gibiydi.
Büge, Buğra ve ben çocukluk arkadaşıydık. Hepimiz o lojmanda yaşamış, asker çocuklarıydık. Buğra sahacıydı. Çok nadiren ailesine gidip gelir, bazen hiç gitmezdi.
Büge ona nazaran daha çok ailesi ile görüşürdü. Her fırsatta ailesinin dibinde biterdi. Emine Abla -annesi- çalıştığı yerden haberdar değildi, kızını bir şirkette asistan olarak biliyordu.
Bense hepsinden ayrıydım.
Ben ölüydüm.
Bir ailem yoktu, akrabalarım ise zaten devlet adamlarından ve kadınlarından oluşuyordu. Baba tarafından çok sayılı kişiler olduğu gibi anne tarafından kimseyle görüşmüyordum, İstihbarata girmeden önce.
Aslında her şey, o gün annemle kaza yaptığımda başladı. Annem uyarmıştı, yapılır mı, gidilir mi diye tutturmuştu. O konuşmanın arasında karşıdan gelen tırı ikimizds fark etmemiştik. Annem o kazada babamın yanına giderken, ben bir başıma kalmıştım.
Yaş günümde annemi kaybederken, 20. Yaş günümde yeni bir kimlik kazanmıştım.
istihbaratçı olarak çalışırken, kullanmam için verilen bir kimlik.
Polis olarak geçmişti yeni kimliğim. Polis Elfida Türkeç.
Soy ağacım farklıydı, her şey farklıydı. Sadece ismim vardı.
Çünkü ben her versiyonda feda edendim.
"Buğra da gitti..." Dedi Büfe üzüldüğünü belli eder bir ses tonuyla. "Ne yapacağım ben tek başıma?" Yürüyüp kendini yatağa bıraktı.
Burnumdan bir nefes vererek sıkıntıyla sıkışan kalbimi es geçip onun yanına oturdum. Sarı saçlarından bir tutam alarak kulak arkasıına sıkıştırdım.
Aramızda üç yaş vardı. Lojmanda yaşadığımız sıralarda bana abla diye hitap ederdi. Bunun için kendisini çok uyarmıştım hatta belli zamanlarda ağzından kaçırıyor, abla diyordu. Aramızda kan bağı yoktu, ben ikisine de can bağıyla bağlanmıştım.
"Çok kısa sürecek." Dedim onun sıkıntısını hafifletmek adına. "Hemen geleceğim. Dosya 2024'te kapanıyor." Başını kaldırdı. O çocuksu gülümsemesini gördüğümde başımı hafifçe sağa yatırdım.
"Düğünüme de geleceksin değil mi?" Diye sorduğunda sinirimin bozulmasıyla ellerimi yüzüme kapatarak güldüm. O da benden yüz bulmuş olacakki, kahkahayı bastı. Ellerimi yüzümden çekip başımmı salladım. "Geleceğim tabiiki, Ankara beşlisi sözü verdim. Tutarım." Dilimle kuruyan dudaklarımı ıslatarak tekrar konuştum. "Bilirsin."
Başını salladı. Gülümsemesi yüzünde solarken bavuluma baktı. "Toparlayalım mı eşyalarını?"
"Olur." Dedim yalnızca. Ayağa kalkıp yatağın sağında duvara sabitlenmiş gardrobumu açtım. Elime ilk gelen askıdaki kıyafetleri almayı es geçerek eğildim. İlk önce kasanın şifresini girerek kurumu oradan çıkardım.
Kutuyu yatağa bırakıp kıyafetleri almak için geri döndüm. Belirli şeyler aldım, zaten orada da benim için hazırlanmış kıyafetler olacaktı. Bavulu hazırladığımda en son kutuyu aldım elime. Ahşap kapağı açarak en üstte duran babamla olan fotoğrafımı aldım.
Babam benim hizama gelmiş, yerde benimle birlikte oturmuş, minik ellerime oje sürüyordu. Fotoğrafta bu tam olatak belli değildi, ama anısı çok netti aklımda.
Sayılı anı, sayısız sevgi vardı.
Çok az şeyi hatırlatdım.
En az hatırladıklarımda bile babam bu evrenin en iyi babası, annem en iyi annesiydi.
Eşyalarını toparlama işim bittikten sonra Büge'ye haber vererek korumalarla birlikte mezarlığa yola çıktık. Yolda aklıma geldiği için telefonumu açarak WhatsApp'a girdim.
Buğra Aksoy, yazan sohbete tıklayıp hızlıca klavyeyi açtım. İki elimin de baş parmakları hızlıca hareket etti.
Siz: Hatay'a geliyorum. Atamam erkene alındı.
Saniyeler içerisinde mesajlardaki tikler maviye dönerken ekrana bakmaya devam ettim. Lüks bir arabanın arka koltuğunda oturuyordum, önde uzun süredir tanıdığım Serhat Abi vardı. Beni yarın havalimanına da o götürecekti.
Buğra Aksoy: Ciddi misin?
Buğra Aksoy: Sonunda.
Buğra: Seni çok özledim.
Mesajlara bakıp tekrardan cevap yazdım.
Siz: Evet.
Siz: Bende öyle.
Buğra Aksoy: Ne zaman geliyorsun? Yolda mısın?
Siz: Mezarlığa gidiyorum.
Siz: Yarın sabah çıkacağım, orada görüşürüz.
Buğra Aksoy: Tamam, görüşürüz. Bekliyorum seni. :)
Telefonu kapatarak kucağıma bıraktım. Geriye yaslanıp camdan dışarıyı izlemeye başladım. Araba hızla Ankara'nın gri sokaklarından geçerken gördüğüm her bir nesneyi aklıma kazıdım.
Yıllarım burada geçmişti. Belirli operasyonlar dışında pek Ankara'dan çıkmamıştım.
Türkiye şehirlerinin dörtte ikisinde işimi yapmıştım. Ama yine de Ankara farklıydı. Ankara'nın havası suyu ayrıydı. Gri şehir derdik biz Ankara'ya. Ne kötü, ne iyi. Ortada. Ne mutlu, ne üzgün. Ortada.
Araba o mezarlığa girerken boynumda duran ince siyah şalı başımın üzerine, kızıl turuncu saçlarımın üzerine geçirdim. Araba durduğunda kapımı açan korumayla arabadan inerek topuk seslerimden başka bir ses olmayan o sessizlikte mezarlığa girdim.
Şehitlikte, siyah bir mezar taşında adı okudum.
Bir yerde okumuştum, mezar taşı okumak unutkanlık yapıyormuş. Aslında böyle şeylere inanmazdım, hâlâ da inanmıyorum. Çünkü öyle olsaydı, ben babam ve annemin mezar taşlarını okumaktan kendi adımı bile unutmuştum.
Yavaşça eğildim. Mezar taşının üzerinde ellerini gezdirdim. Sanki yine babama sarılıyor gibi dokundum.
PYD. Yzbş. Hakan Türkeç.
"Sözlerimi tutuyorum, Hakan Türkeç. Gözün hiç arkada kalmadı, kalmayacak."
Mezarın üzerine korumalardan aldığım papatyaları bırakarak oradan ayrıldım. Son kez annemin mezarını da görmek için diğer tarafa yürüdüm. Bu esnada birçok mezar taşında gezindi gözlerim.
Bir bebek mezarı dahi vardı.
Küçücük bir mezarda yaşanmamış koca bir ömür vardı.
Ölümdü işte. Acımıyordu.
Annemin mezarının başına geldiğimizde, elimi göğsümük üzerindeli rozete attım. Çıtçıtlı rozeti çıkarıp bir süre ona baktım.
Milli İstihbarat Teşkilatı yazıyordu.
Rozet elimde bir ağırlıkmış hissiyatı uyandırmaya başladığında eğilerek toprağın küçük bir kısmını elimle eşeledim. Rozeti çukur yaptığım yere bırakıp üzerini tekrar toprakla kapattım. Bu yeterliydi. Konuşmamıştım ama giderken sanki içimde bir şeyler kopuyordu. Durdum. Başımı arkaya çevirdim. Bir fısıltı döküldü dudaklarımdan. "Anne."
Derin bir nefes alarak korumalarla birlikte tekrar arabaya bindim. Uçağım sabah beşte olduğu için şimdi karargaha geçip odamda uyuyacaktım. Tabii uyku ilaçları kotamı doldurmadıysam.
Karargaha tekrar giriş yaptığımız anda yağmur indi. Bulutlar şiddetle ağlamaya başlarken, sanki ağlayacakmışım da kendimi sıkıyormuşum gibi hissettim. Ama hayır, ağlamak istemiyordum. Odama girdim kapıyı kilitleyip dolabından kıyafetlerimi çıkardım. Üzerine hızlıca rahat bir şeyler geçirdim.
Bol bir eşofman ve tişört işte. Yine de olası bir uyanma durumunda gerekli oluyordu.
Yatağa uzanmadan önce komodinin üzerindeki dijital saate baktım.
23.00
Sabah beşte uçak kalkacaktı. Üçte uyanırsam herkesle vedalaşabilir uçağa da yetişebilirdim. Bunu göze alarak gözlerimi kapattım.
İkiye kadar uyuyamadım.
Zorla kendini uykunun kollarına teslim ederken kurduğum saatin gıcık sesiyle gözlerimi açtım. Birbirine yapışmış kirpiklerini ellerimle gözlerimş ovuşturarak açarken saate dokunup ötmesinş durdurdum. Ayağa kalkıp üzerime siyah dar bir kot ve beyaz, mavi yatay çizgileri olan üzerimi saran bir kısa gömlek geçirdim. Notlarımı ayaklarıma geçirdikten sonra siyah kabanımı da giyip bavulumla beraber odamdan çıktım.
Karargahın asıl siber uzmanlarının toplandığı yerdeydi hepsi.
Büge en önlerinde duruyordu. Yürüdüm, tam karşısında durdum.
"Kardeşim." Dedim ona uzun süre sonra ilk kez.
Ben hislerini belli edebilen birisi değildim. Yapamazdım. Duygusuz muydum bilmiyorum ama gerçekten sevdiğim insanlara bile en ufak sevgi gösterisinde bulunamazdım.
"Ablam." Dediğinde sinirlerim bozularak güldüm. Bal gözlerinden yaşlar damlıyordu. Tedirgin oldum bu haline. Birisi karşımda ağladığında ne yapacağımı bilemezdim ben.
Direkt sarıldım. O da bana sarılırken saçlarıma bir öpücük bıraktım.
"Ama abartma." Dedim dalgaya vurarak. Ondan geri çekildim. "Geleceğim hemen."
Onunla vedalaştıktan sonra iş bizim ikizlere geldi.
Bulut ve İlkay.
İkiz değillerdi. Ama birbirlerine çok benziyorlardı. İkisi de en kuvvetli siber uzmanlarımızsan biriydi. İlerledim. İkisine de aynı anda sarılıp birkaç saniye sonra geri çekildim. En son sıra Demir'e geldiğinde karşısında durup elimi uzattım. Gülerek elimi sıktı.
Başımı yana çevirip arkamda olduğunu bildiğim Büge'ye omuz üzerinden baktıktan sonra tekrar önüme döndüm. "İyi bak ona falan demeyeceğim, benim kızım kendine iyi bakar zaten." Dedim.
Bu Demir'i güldürdü. Başını salladı. "Emin ol."
Herkesle vedalaşmam bittiğinde başkanım odasından çıktı. Hepsi bir kenara dizilirken ben arkamdaki iki koruma ile birlikte Başkanımın karşısında durdum. Elinde bir kutu vardı.
"Yolun açık olsun." Dedi.
"Sağ olun, başkanım." Dedim.
Kutuyu bana uzattığında çatık kaşlarla kutuya baktım. "Bu nedir?" Kutunun kapağını açtığım anda gördüğüm şeyle başımı aniden kaldırdım. "Alıyor muyum?" Dedim önüne duramadığım heyecanım ile.
Başını salladı. "Alıyorsun."
Kutuda babamın silahı vardı. Silahın kabzasında bir ayyıldız işlemesi vardı. Sağlam bir tabancaydı. Anlattıklarına göre bu silahtan iki tane vardı. Aynı Ayyıldız işlemesi iki silahta da bulunuyordu, babam bir silahını hep kasasında tutarmış. Diğer silahla da yalnızca bitirilen operasyonlardaki elebaşları, liderler gibi asıl teröristleri öldürürmüş.
Babam diye demiyorum, işini gerçekten iyi yapıyormuş.
4 Nisan 2000 yılında kalkan uçakta babamla beraber olan iki asker daha varmış. Öyle verilmişti bilgi. Geri kalanlar birkaç mühendis, birkaç polis, avukat vesaire. Hepsi de o gün şehit düşmüştü. Yapılan hain saldırıyla o uçak araziye düşmüş, onlarca can yok olmuştu.
İstemsizce titreyen elimi kutunun içine atarak silahın ağırlığını elimle sıkıca kavradım. Ve sıkıca tuttuğum o silah, sanki bir zırh gibi kuşattı bedenimi. Mutluluğum tarif edilemezdi. O silah artık bendeydi.
Sağ elimle kabzasından, sol elimle ucundan tuttuğum silahtan bakışlarımı kaldırıp başkanıma baktım. "Teşekkür ederim, başkanım. Her şey için."
Başını salladı. "Söylediklerimi unutma. Görevini en güzel şekilde yap, sana yakışır şekilde. Ve yine buraya gel."
Onaylar bir mırıltı çıkardım. Silahı belime taktıktan sonra kabanımı düzelttim. Arkamı dönüp o karargahtan çıktım. Her şeyim geride kaldı.
Bir Gün Sonra
"Karşındaki siyah Mercedes model arabaya bin. Onlar seni askeriyeye götürecek." Telefonu kapatıp karşıma baktım. Siyah gözlüklerimi çıkarıp başımın üzerine astıktan sonra bavulumun tekerlerini yerde sürüyerek araca yürüdüm. Bavulup araçtan inen birisi tarafından alınıp bagaja konuldu. Bende arka koltuğa yerleşip bana aynadan bakan şoföre baktım.
"Hoşgeldin."
"Hoş buldum."
Siyah araba havalimanından çıkarak şehrin asıl kısmına, bir yıl önceki depremde dağılan o kısmına ilerledi. Molozların altında yatan şey yalnızca ev eşyaları değildi, biliyorduk bunu. İnsanların hayalleri, istekleri, küslükleri o enkazın altında kalmıştı. 6 Şubat depreminde tüm Türkiye aynı yerden yaralanmıştı. Karargahtan olanları takip ederken durumun ne kadar vahim olduğunun farkında olmak bile korkunçtu.
Bir süre şehri izledim. Ankara'nın griliğinden sonra Hatay gibi bir uzak şehire gelmek değişiklik yaratmıştı. Farklı bir havası vardı.
Başımdaki gözlüğü çıkarıp üzerimdeki gömleğin küçük göğüs dekoltesine astım. Saçlarımı salmıştım. Her yeni başlangıçta salık olurdu saçlarım. Onun dışında açmak istemezdim. Aslında annem küçükken hep şapka takardı, küçük çocuklar saçlarımın rengiyle çok alay ederdi, ben çok üzülürdüm. Şimdiki aklım olsa saçlarıma asla sahip olamayacaklarını söyleyerek geçiştirirdim ama çocuk aklı işte.
Araba geniş bir arazide durduğunda, bakışlarım ön cama döndü. Saydığım üç katlı askeriye karşımda duruyordu. Araçtan inip kabanımın cebinden telefonunu çıkardım. Hızlıca kayıtlı bir numarayı tuşladım.
"Alo?" Dedim telefon açılır açılmaz. "Geldim, dışarıdayım."
"İçeri gel, seni bekliyoruz."
Telefonun kapatıp tek başıma içeri girdim. Güvenlik ayaklanıp bana kim olduğumu sorar şekilde bakarken kotumun arka cebine sıkıştırdığım cüzdanımı açıp polis rozetini ona gösterdim. Başıyla onayladığında içeri geçtim. Kapının direkt karşısındaki kalabalığın arasında Buğra'yı gördüğümde bu kalabalığın beni bekliyor olması pek şaşırtmamıştı.
Yolda gelirken dosyaya uzun uzun bakmıştım. Hepsinin silüetleri biraz olsun aklımdaydı, isimleri de.
Buğra gülümsedi. Onu canlı canlı ilk kez kamuflaj içinde görüyordum. Karargahtayken operasyon kıyafetleri dışında kıyafet giymezdi.
Bana doğru yürüdüğünde ben adımlarımı durdurdum. Karşımda durduğunda başımı biraz kaldırıp ona baktım. "Hâlâ aynısın." Dediğinde gözlerimi devirdim.
"Sende hâlâ cıvık insanın tekisin."
Öyleyim der gibi omuz silkti. Daha sonra yanıka geçerek eliyle ileridekileri gösterdi. "Tanıştırayım, yeni timin." Hepsinin bakışlarının üzerimde olmasının rahatsızlığını yaşamadım, buna zaten her asker ya da askeri personel alışılmıştı. Başımla küçük bir selam verip aralarında Buğra'dan sonra dikkatimi çeken kadına çevirdim. Masmavi gözleri yeşil kamuflajıyla daha da belli olmuştu. En az benim kadar duygusuz duruyordu. Onunla iyi anlaşır mıydım bilmiyorum ama yollarımız bir yerde kesişecek gibi hissetmiştim.
İlk önce birinci sırada duran esmer erkek elini bana uzattı. "Üsteğmen Akın Aslan. Hoş geldin." Elini sıktım. Başka bir el uzatıldığında ben olduğum yerde duruyordum, onlar ilerleyip bemimle el sıkışıyordu. "Teğmen Yaltı. Hoş geldin." Sesi fazla kalın gibiydi, ciddi anlamda bir ürperti geliyordu o sesi duyduğunuzda.
Birisi son sırada olmasına rağmen ileri atladı. "Kerem ben!" Dedi gereksiz mi bilemediğim ama fazla olduğundan şüphemin olmadığı neşesiyle. "Hoş geldin, saçların çok güzelmiş bu arada." Nefes bile almıyordu, şaka gibiydi. Diğerlerine yalnızca baş selamı vermiştim ama bu neşeyi bir basit selamla geçiştiremez gibi duruyordum. "Hoş buldum." Dedim şaşkınca.
İsimlerini biliyordum. Ama hepsiyle tekrardan tanışarak ilerledim. Alper, Ömer, Emre ve soğuk mavi gözlü kız Asya.
Biz öylece dururken arkamızdan gelen ağır adım sesleriyle beraber gür ve net bir sesle ben arkamı döndüm. "Yüzbaşı Barın Alp Yıldırım." Dedi. "Hoş geldin, Elfida Türkeç."
Gözlerim heybetiyle buluştu. Koca, iri yarı bedeniyle beraber karşımda dururken bunlardan sonra dikkatimi çeken şey yine gözler oldu.
Deniz mavisi gözler.
Bir yerden ısırıyor muydum yoksa bir bir dejavu muydu bilmiyordum. Ama o gözler çok güzeldi. Fazlasıyla.
Karşı karşıya duruyorduk. Onun mavi bakışları, benim yeşil bakışlarımla çakıştı. Kaşlarım bilindik bir hissi tatmadın şaşkınlığıyla çatılırken onu süzmeye devam ettim.
Başı yana çevrildiğinde sağ kulağının arkasında çok net olmayan ama görebildiğim küçük bir şerit halindeki yaraya baktım. Bir bıçak yarası gibi duruyordu. Yarısını analiz etmeme kendisi izin vermeyerek bana tekrar baktı. "Sabaha kadar bakışmayı mı planlıyorsun?"
Gözlerimi kırpıştırdım. Bir an kendime gelerek onun dosyada gördüğüm yüz olduğunu hatırladım. Belkide tanıdıklık hissi bundan dolayıydı.
Barın. Alp. Yıldırım.
İsimsizler Timi'nin komutanı oydu.
Arkada dönen fısırdaşmaları duyduğumda boynumu sağa eğerek kütlettim. Komutan ise boğazını temizleyip fısırdaşmaları kesti. "Tanışma faslınız bittiyse, yarbayın odası ileride. Beni takip edin, özellikle yeni gelenler." Göz ucuyla bana bakıp yürüyüp gitti. Buğra biraz tilt olduğumu anlamış gibi yanımda kulağıma eğilerek "Takma, o öyle." Dedi.
Takacak değildim zaten. Omuz silkerek onun arkasından tüm tim ilerledik. Yarbayun odasına birkaç dakika içinde doluştuğumuzda ciddi konuşma kısmına gelmiştik, en sevdiğim kısım burasıydı.
"Yarın sabah erkenden belirli şeyleri öğrenmeniz için operasyon odasına toplanacaksınız." Dedi Yarbay. Masasındaki yazıya göre ismi Sinandı. Sinan Özen. "Şimdilik çıkabilirsiniz. Ama sakın unutmayın, kalkıştığınız iş çok büyük."
Bu hiç sorun değildi. Çünkü zoru seviyordum. Diğerleri konusunda bir fikrim yoktu ama o mavi gözlü kız ve yine mavi gözlü komutanın en az benim kadar gaddar olduğuna emindim.
Odadan çıktığımız esnada bir çift Deniz gözleri üzerimde hissettim.
Beni inceliyor gibi bakıyordu. Bende ona bakmaya başladığımda gözlerini kıstı.
"Evli misin?" Dedi bir anda. Yüzüne boş bol bakarken neye uğradığımı şaşırmıştım. Dudaklarım aralandı. "Anlamadım?" Dedim sadece.
"Basit bir soruydu, evli misin?"
Kaşlarımı çattım ama soruyu cevaplamadan da edemedim. İki elimin de üst yüzeyini ona göstererek başımı sağa sola salladım. "Hayır." Dedim sanki bu evlilik denen şeyden tiksiniyormuşum gibi.
Dudakları yukarı kırıldı hareketimle. "Güzel." Dedi. Başını benim hizamdan kaldırıp gerisindekilere baktı. Yarım bir şekilde gülümsediğibi görebiliyordum. İleri bir adım attı. Yine bana baktı. "Memnun oldum." Dedi yine bir anda. Sesindeki tonun alaycı mı yoksa gerçekten ciddi mi olduğunu ilk kez anlayamamıştım.
Bu iyi değildi. Normalde tak diye anlardım ama bunu çözememiştim.
"Tim dağıl." Dedi kendini toplayarak. "Yarın sabah dokuzda buradasınız." Arkasını dönüp giderken ben ciddi anlamda melül melül sırtına baktım. Buğra'nın yine dalış gittiğim o uzak yerden sıyrılıp gerçek dünyaya döndüm.
"Efendim?" Dedim.
"Evlerimiz karşılıklı. Seni ben bırakayım." Dedi Buğra ilgiyle. Başımı salladım, arabam sabah gelirdi muhtemelen. Onunla beraber çıkış yaparken arabaya çevirdiğim adımlarımın durmasına neden olan bir ses duydum.
Bir silah sesi.
Ne olduğunu anlamaz bir şekilde Buğra'ya baktığımda o çoktan arabanın diğer tarafına geçmiş arabaya yerleşmek için bekliyordu.
"Şanslısın." Dedi kolunu kapıya yaslayarak. "Şafak vakti sıkılan kurşunlar genellikle başlangıç deriz biz. Öyle yaparlar."
Şafak vakti, Şafak saçlı bir kadın için bir kurşun. Gelecek ve geçmiş arasında sıkışıp kalarak yaşamaya çalışırken o kurşuna inanmak pek bana göre değildi. Yine de geldiğim günün şafağında sıkılan bir kurşun, yeni başlangıcımın sembolü olabilirdi.
Bavulumu diğer arabadan alarak Buğra'nın arabasına yerleştirdikten sonra eve geçtik. Beş katlı bir binanın dördüncü katındaydık, karşılıklı kapıları olan dairelerde oturuyorduk bu iyi gibiydi. Ben ondan aldığım anahtarla içeri gireceğim sırada o bavulumu içeri taşımak için eğilmişti ki kapıyı açıp elimle durmasını işaret ettim. Bavulu iki elimle kaldırıp tekrar içeri bıraktım.
"Bir şeye ihtiyacın olursa, kapıyı çalman yeterli. Buradayım."
Başımı sallayıp teşekkür ettim. O eve girdiğinde bende içeri geçerek kapıyı kapattım.
Sade bir evdi, göz yoracak hiçbir şeye yer verilmemişti. Tam istediğim gibi. Sanırım 3+1 idi. Salon ve mutfak birleşikti, yerde Krem tonlarda ince bir halı vardı. Ayakkabılarımı çıkarınca ağrımaya başlayan ayaklarım halıyı pek hissetmiyordu. Kendi odamın neresi olduğunu anlamak için bavulun üstünden ittirerek içerideki odalara girdim. Bir kapıyı açar açmaz içerideki yatak, dolap ve masa ile karşılamam bir olmuştu. Odam burasıydı.
Derin bir nefes alarak bavulumu kenara bıraktım. Üstüme astığım gözlüğü çıkarıp masanın üzerine bıraktıktan sonra eğilip bavulu açtım. İçinden ilk önce bilgisayar çantamı ve dosyalarımı aldıktan sonra onları masaya bırakarak geri kalan kıyafetleri dolaba yerleştirdim. Masanın rahat koltuğuna oturup bilgisayarımı açıp tim için verilen dosyayı elime aldım.
İkinci sayfada yer alan komutanın ismi ve özgeçmişini incelemeye başladım.
05.05.1990
Ailesinden kimse sağ değildi. Anne ve babası bir yangında ölmüştü. Kendisinin sadece bir MİT personeli tarafından yetiştirildiği yazıyordu.
Bizim komutan baya dişli çıktı, desene.
Geri kalan tim üyeleri hakkında da yeteri kadar bilgi edindikten sonra asıl olay bu timin peşinde olduğu örgüte geldi.
Yıllar önce o uçağın düşmesinde rol oynayan örgüte.
Bu konu hakkında yeteri kadar bilgi almak için ilk önce karargaha yazmam gerekiyordu. Bulut benim için bir çizelge hazırlayabilirdi. Telefonumu aramaya başladığım sırada, aptal kafamın o telefonu yarbayın odasından çıktıktan sonra koltuklara bıraktığı geldi. Sinirli sinirli yerinden kalkıp çıkardığım kabanı tekrar giydim. Arabam gelmiş miydi bilmiyordum, telefonum da yoktu.
"Aptal kafam!" Diye söylene söylene hızlıca evden çıktım.
Karşı dairenin kapısını çaldığında kapıyı açan Buğra üzerini değiştirmişti.
"Ne oldu?" Diye sormasıyla elimi uzatıp "Telefonunu verir misin? Benimki askeriyede kalmış." Dedim. Şaşkın şaşkın bana bakıp içeri girdi. Telefonuyla beraber dönerken üzerine de kahverengi deri bir ceket geçirip elindeki araba anahtarını tutarak kapıyı çekti. "Sen nereye?"
"Seni bırakacağım."
Gözlerimi kırpıştırdım. Başımı sağa sola olumsuz anlamda salladım. "Hayır, gerek yok."
"Var. Yürü."
Gözlerimi devirdim. "Emir verme bana."
Omuzlarını silkip bir nefes verdi. "Elfida, yürür müsün lütfen?"
Önünden gidip anansöre bindim. Tekrar aşağı indiğimizde arabaya yerleşip askeriyeye döndük. Araba askeriyenin otoparkı yerine bahçesinde durduğunda hızlıca inip içeriye girdim. Bu esnada Buğra arabadan yeni iniyordu. Ben koridor koltuklarının üzerine yaklaşarak telefonumu aradım ama bulamadım. Elimle saldığım için önüme gelen saçları geriye atıp güvenliğe yürüdüm.
"Pardon, benim koltuklarda telefonum vardı. Acaba..."
Arkamdan bir ses geldi. "Bunu mu arıyorsun?"
Aniden arkama dönüp elinde telefonumu sallayan Barın Alp Yıldırım'a baktım.
İleri birkaç adım atıp "evet." Dedim. "Teşekkür ederim, alayım." Elimi telefona uzattığımda elini yukarı kaldırdı. Dolaylı yoldan telefon da yukarı çıktı.
"Ben senin komutanınım, önce selamda dur."
Yutkunarak kendime gelmeye çalıştım. Kaşlarım biraz çatık halde hazır ola geçip elimi alnıma götürerek selamda durdum. "Kusura bakmayın, komutanım."
Hoşuma gitmiş gibi gülümsedi. Elini indirip telefonu bana uzattığında almak diğer komutunu bekledim. "Rahat." Dedi emir veren bir sesle. "Al."
Selamdan çıkıp telefonu elime aldım. Ekranı açarak gelen birkaç bildirime kısa bir göz atıp telefonu tutan elimi serbest bırakıp aşağı indirdim.
"Tekrardan kusura bakmayın." Dedikten sonra hızlıca yanından geçip gitmeyi planlıyordum. Tabii böyle olmadı.
"Elfida." Dedi. Ona baktım. Işık benim arkamdan onun yüzüne vuruyordu.
Yüzü biraz şeydi... Yakışıklı.
"Tekrardan, hoş geldin." Dedi sakin bir sesle.
Başımı salladım yapacak bir şey bulamayarak. "Hoş buldum."
Ardıma dönüp bu sefer arabanın kaputuna yaslanarak bekleyen Buğra'nın yanına gittim. Tam olanı anlatmak için ağzını açmıştım ki telefonumun klasik zil sesi cümlelerimi ağzıma tıkadı. Başımı indirip ekrana baktım.
Yabancı uyruklu numaraydı. Kayıtlı bile değildi.
Hızlıca açarak telefonu kulağıma yasladım.
"Hoşgeldin, Türkeç."
Buğra hoparlöre almam için yaklaşarak telefonumu elinden çekti. Bileğimi sıkıca tutarken telefona doğru "Lan orospu çocuğu! Nasıl öğrendin?" Diye bildiğin kükredi.
Tanıyordu.
Kim olduğunu öğrenmek amacıyla ona bakarken o cevap vermeyip cebinden telefonunu çıkarıp bana uzattı. Bu esnada konuşmaya devam ediyordu.
"Ecdadını silerim senin bu dünyadan!" Onun telefonundan karargaha bildirim gönderip telefonn sinyali için yönlendirirken Buğra'nın telefonuna mesaj geldi.
Konuşma kayıt altında. Sinyal karıştırıcı kullanıyorlar.
Buğra benim telefonumu kapatırken içeri der gibi bir baş işareti yaptı. İkimizde hızlı hızlı yürüyüp içeri girdik. O sırada dışarı çıkan komutanımla karşı karşıya geldiğimizde bize ne olduğunu sorar gibi baktı.
"Akgün." Dedi Buğra tak diye. Peşinde olduğumuz örgütün lideri. Benim telefonumu havaya kaldırdı. "Onu aradı."
Komutanımın bakışları tamamen sertleşip çok kısa bana dokunduğunda ürperdiğimi hissettim. O bakışlar öyle düz ve korkutucuydu ki, için titredi. Buğra'ya baktı sadece.
"Karargah ilgilenecektir. Ama..."
"Ama?" Dedim.
"Aması yok."
Bu adamın benimle ne ilgisi vardı? Neden on iki kişi varken beni aramıştı? Onu da geçtim, bu derece gizli bir numarayı nasıl bulabilirdi?
Kafamın içi sorularla doluyken üçümüz o kapının önünde birbirimize bakmaktan başka bir şey yapamadık.
Ve anladım ki benim tüm cevaplarım, geldiğim bu şehirde. Bir kurşun başlattı, bir kurşun bitirecek.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 44.1k Okunma |
2.97k Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |