Yaz sıcağı Ankara’yı kavurup yakarken, herkesin kalbinde ayrı bir yangın vardı.
Askeri Lisesi’nin izin gününde, koşa koşa onun için hazırlanan arabaya binip sevdiği kadını görmeye giden Barın Alp’de buna dahildi.
Nisan ayının ortalarıydı. Elfida, fen Lisesi’nin en iyi öğrencilerinden birisi olarak birinci sınıfını okurken, Barın Alp, İstanbul’da Kuleli Askeri Lisesinde eğitim alıyordu.
Bu yıl son senesiydi. Bu şekilde giderse okul birincisi olarak mezun olacaktı. Onunla beraber okuyan Akın ve Asya’da onunla peş peşe gidiyordu.
İstanbul’dan, Ankara’ya bir şekilde gitmeyi başaran Barın Alp, soluğu fen Lisesi’nin bahçesinde aldı. Tam vaktinde gelmişti, gülümsedi yetiştiği için. Üzerindeki kıyafetleri bile çıkarmamıştı. Hâlâ okulunun üniforması ile duruyordu. Elinde çantası vardı. Çıkış saatinin kalabalığına gözlerini dikti. Onu aramaya başladı. Bir süre izledi herkesi. Geçen giden herkes ona bakarken, o yalnızca bir kişiyi aradı.
Üst sınıf öğrenciler onun dış görünüşü karşısında şaşkınlık ve birazda hayranlık ile ona bakıyordu.
Herkes geçip giderken, okulun kapısından üç kişi çıktı.
Fakat sadece birisi ile ilgilendi, Barın.
Gözleri turuncu düz saçlarda gezindi. Aralarında metreler olmasına rağmen belli olan yeşil gözlerde gezindi. Küçücük bir kız çocuğuydu ama şimdiden belliydi büyüyünce ne kadar alımlı bir kadın olacağı. Bembeyaz teni, iri gözleri, uzun kirpikleri, minicik burnu, dolgun yanakları ve uzun boyuyla her türden etkileyiciydi.
On beş yaşındaydı daha o, Barın ise on dokuzundaydı. Bazen suçluluk hissediyor, aralarındaki yaş farkından dolayı kendine kızıyordu. Fakat hiçbir sebep ona olan aşkını değiştirmiyordu.
Arkadaşları ile yürüyüp gelen kız, yanındaki erkeğin kolunun altındaydı. Kaşları çatıldı, Barın Alp’in. Yanındaki çocuğu tanıyordu. Buğra’ydı adı. Uzun süredir yakın arkadaşlardı. Buğra, kolunu Elfida’nın omzuna atmış yürüyordu. Elfida ise önüne bakmadan elindeki telefon ile ilgileniyordu. Gülüşerek geliyorlardı ama Elfida da tık yoktu. O sadece bir şeyler ile ilgileniyordu. Elindeki telefonu ise, yanındaki arkadaşları Büge ve Buğra’nın birbirini kovalaması ise bıraktı. Bıkkınlık içinde onlara bakarken, çokta hızlı olmayacak şekilde arkalarından yürümeye başladı. Git gide Barın Alp’e yaklaşıyordu. Buna karşılık tanımadığı genç adamın kalbi hızlanırken, onun bundan haberi yoktu.
Yürüdü yürüdü, tam ileride durduğu sırada arkasından koşan Büge’nin ona çarpması ile ileriye doğru yalpalandı. Elindeki telefonu yere düşerken kendisini dizlerinin üzerine düşmekten kurtaran kişiye baktı.
Masmavi gözler, buğday ten, kumral kısa saçlar, askeri üniforma...
Gözleri bu detaylara takıldı. Daha sonra ileriye düşen telefonunu hatırlayıp olduğu yerde kendini topladı. “Te-teşekkür ederim.” Dedi yalnızca. Barın Alp, yıllardır sevdiği kadının sesini ilk kez bu kadar yakından duruyordu, ilk kez bu kadar yakındı ona.
“Önemli değil,” dedi. Elfida toparlayınca Barın Alp geriye düşen telefona eğilip ekrana baktı. Kırılmıştı. Üzülerek telefonu ona uzattı. “Kırılmış.”
Derin bir nefes aldı, Elfida. Ona uzatılan telefonu aldı. Bu sırada Buğra, yerdeki Büge ile ilgileniyordu. Ergenlik işte, bir nevi ondan hoşlandığını sanıyordu.
“Önemli değil, kullanabilirim.” Dedi Elfida gülümseyerek. Başını kaldırıp karşısındaki adama baktı. Kendi boyu çok kısa değildi ama o da çok uzundu. “Şey kardeşinizi falan almaya mı geldiniz?” Diye sordu merakla.
Barın Alp onun gülümsemesini karşılık olarak gülümsedi. “Hayır,” dedi. “Yolumu kaybettim bende tek yolum olana geldim.”
Anlamadı Elfida çocuk aklıyla. Anlamış gibi yaparak başını salladı. Daha fazla heyecana tutulduğunu fark edince, hızlıca arkasına dönüp eğlenen arkadaşlarına seslendi. Onlarla birlikte okulun bahçesinden çıkarken, birkaç kez arkasına dönüp onu izleyen subaylık öğrencisine bakmayı da unutmadı.
O anı, ikisinin de aklına kazındı.
Birisi hep hatırladı, birisi adını bile bilmediği bir adam için heyecanlandı.
Barın Alp çocukluktan aşıktı ona.
Elfida ise o günden sonra tanımadığı adamım yıllar sonda aynı time geldiği adam olduğunu biliyordu.
🔗
“Elfida,” odanın kapısına doğru yaklaşan sesi işittiğimde, hızla bilgisayarın içindeki dosyayı kapatıp bilgisayarı önümden çektim. Kapı açıldığında o tarafa döndüm. Barın başını içeriye sokmuş bir bana bir önümdeki bilgisayara bakıyordu. Boğazımı temizler gibi yaparak gülümsedim. “Efendim?” dedim sakince.
Çokta şüphe etmemiş gibi kapıyı açıp içeriye girdi. Ayaklarını yerde sürüyerek gelip kenardaki sandalyeyi yanıma çekti. Oturup geriye yaslandı. “Özledim.” Dedi keyifsiz bir şekilde. Bu kez gerçekten gülümsedim. Gözlerimi kırpıştırıp onun suratsız bir şekilde kollarını göğsünde bağlayıp dudak büzmesine karşılık, oturduğum koltuktan kalkarak onun kucağına yerleştim. Başını hiç beklemeden boynuma yaklaştırıp gömdü. Derin bir nefes alıp saçlarıma ellerini attı. Uzun parmakları saçlarımı koşarken, parmak uçlarını hissediyordum.1
“Sen hep böyle özleyecek misin beni?”
“Bana hava hoş,” dedim gözlerimi kapatırken. Bacaklarımı iki yana açıp oturduğum için rahatça kollarımı beline sarabiliyordum. “Kocaman adamı kendime aşık etmişim, bir de itiraz mı edeceğim?”
Gülme sesini duydum, ve yemin ederim ki onun gülüşünden daha çok hayata bağlayan az şey vardı.
“Kocaman adam yaptın beni, ben sana aşık olduğum gün adam oldum, Elfida.” Diye romantik kanala geçiş yaptı, sevgilim bey. “Sekiz yaşında her şeyden habersiz bir çocuk, dört yaşına bile girmemiş bir kızla konuşurken ne olduğunu anlamadı. Ama okul çıkışlarında, dakikalarca yol gidip gördüğü kızı tekrar görmeye giden Alp, adam olmuştu. Ben on beş yaşında da kocaman adam gibiydim, yirmi beş yaşında da, şimdi otuz üç yaşında, yine senin sayende kocaman adamım. Senin sevdan büyüttü beni.”
Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmiyorum, tek bir doğrum var. O da sevdiğim adam. Bundan eminim.
“Ben hep yaramaz bir kızdım,” dedim başımı göğsünden kaldırıp ellerimi yanaklarına koyup kirli sakallarıyla uğraşırken. Beni onaylar bir mırıltı çıkardı. Ellerini belime kenetledi. “Ve hâlâ yaramaz bir kızım,” dedim gözlerimi gözlerine dikerken. “Yalnızca sana.”
“Hm hm,” diye mırıldandı yine ve yine. Başını geriye yaslayıp bana bakmaya devam etti. “Nasıl bir sevap işledim de Rabbim seni bana ödül olarak verdi, Elfida?” dedi bu kez. Tabiki imanına olan bağlılığını çok iyi biliyordum. Birkaç gecedir, belli saatlerde kalkıp sabah ezanından önce namaz kılıyordu. Muhtemelen görevi olduğu günler namaza vakti olmadığı için vicdanı rahat olmuyordu. “Sen hangi sevabın, ödülüsün?”
Ellerimi yanaklarından çekip yakasına attım. Bir süre orada oyalandıktan sonra ellerimi boynuna bırakıp orada kaldım. “Bilmem, belki bir günah işlemişsindir. Onun cezası olarak bu kadar aşıksındır bana.” Dedim şakaya vurarak. Güldüğümde son derece ciddi bir şekilde “Senden ceza olmaz, Elfida. Senden zarar olmaz, ziyan olmaz. Senden yalnızca ödül olur. Senden ancak bu dünyada cennet olur.” Derin bir nefes aldı. Elini saçlarıma atıp kulağımın arkasına sıkıştırdı. “Sen müslüman bir adamın her gün duymak istediği ezanı olursun. Dilinden düşmeyen duası olursun. Sen aşktan öte, sevda olursun.”1
Nefesim kesildi o konuşurken, bir kuşun ilk kez uçtuğu anda hissettiği duygular gibiydi içim. Yavaşça yaklaştı bana. Başını boynuma gömdü. Bir süre öylece kaldı, sonra beni göğsüne çekip başımı oraya yaslamamı sağladı. Anında ellerini başımda hissettim. Saçlarıma hafif hafif dokunup dudaklarını başıma bastırdı. Ben ise, kalbinin üzerine, yasladığım yere odaklandım.
Fazla hızlıydı, benim için heyecanlanıyordu.
Gerçekten bir başkası olsa ciddi bir durum olduğunu düşünürdüm.
“Barın,” dedim sakince. “Yavrum,” dedi o.
Gülümsedim. “Kalbin hızlı atıyor.”
“Kalbim yaklaşıp 23 yıl sekiz aydır hızlı atıyor.”
Cümlesini duyduğumda, başımı hafifçe kaldırıp dudaklarımı kalbinin üzerine yasladım. Bana birkaç gün önce, avuçlarımı öpüp, ‘insan sevdiğinin kalbinden öpemeyince, avuçlarını öpermiş.’ Demişti. Ben bugün onun kalbinden öptüm.
Atması için yine kendimi feda edeceğim kalbinden öptüm. “Fazla mı romantiksin bu sıralar?”
Bozulmuş gibi baktım başımı kaldırırken. Ters bakışlarımla onu süzerken o bir kahkaha attı. “Kurban olurum sana!” dedi heyecanla. “Esmene de gürlemene de kurban olurum ben!”
Aynı bozuntu ile bakmaya devam ettim. Omzumu silkip kucağından kalktığım sırada o da kalktı. “Yalnız bir ara şu sabahki yarım kalan işimize devam edelim.”
Tam yürürken arkama dönüp elimde nah işareti yapıp gözüne sokacak derecede gösterdim.
“Senim gibi koskoca Yıldırım’a basit bir teklif yakışmıyor.” Dedim bir hayal kırıklığı ile.
Elimi indirip kapıdan çıkarken onaylayan bir mırıltı çıkardım. Aklıma dolanan şarkının ritmine uygun adımlar atarak odaya yürüdüm. Daha sonra dolabı açıp içinden siyah bir eşofman ve siyah bol tişörtümü çıkardım.
Kasıklarımda hafif ağrılar hissettiğimde hızlıca takvime baktım. “Ya hayır ya.”
Ellerimdeki kıyafetleri giyip çıkardıklarımı kirli sepetine bıraktım. Banyoya girip malum işlerimi hallettikten sonra saçlarımı en tepede bir topuz yapıp odadan çıkıp karşıdaki odaya girdim. Narin yerdeki halıda yuvarlanıyor, Barın ise onun başının ucunda ona gülerek eşlik ediyordu. Dillerinde bir şarkı dolanıyordu.
“Elfida! Bir belalı başımsın, Elfida!”
“baba! Sakalların batıyor!” demiştim babama. Hep derdim bunu. Göreve gitmediği uzun süreli izinlerinde, sakalları uzardı. “Kızım ister de kesmem mi ben!” diye cevap veriyordu babam. Koca kahkahalar atarak, önümdeki radyonun düğmesini çevirerek sesi açıyordum.
“Elfida!” diye başlamıştım şarkıya. “Bir belalı başımsın, Elfida.” Daha sonra babam eşlik ediyordu. “Beni fark etme sakın, omzumda iz bırakma...” kucağında oturduğum babam turuncu saçlarıma derin bir öpücük bırakıyor, sanki yıllarca yanımda olamayacakmış gibi öpüyordu.
Nereden bilebilirdim ki bir daha öpemeyeceğini.
Annem gelirdi hızlıca. Bilgisayarını kapatıp yazdığı kitaba ara verirdi. Babamın yanına oturur başını omzuna yaslardı. İçli içli bizi izler, baba olan düşkünlüğüm için hayıflansada çok mutlu olurdu.
Yakında buluşacağız inanıyorum.
Onların bu hallerini yüzümde bir gülümseme ile izlerken, regl döneminde olmamdan dolayı gelen saçma duygusallık gözlerimin dolmasına yetmişti. Onlar beni fark etmeden bu aptal duyguyu bedenimden defederken yanlarına geçip oturdum. Etraf dağılmıştı, Barın genel olarak dağınık birisiydi, bunu kimse inkâr edemezdi. Ama birlikte yaşamaya başladığımızdan beri sanırım temizlik konusunda daha dikkatli davranıyordu. Odamdan çıktığım anda girip arkamı topluyor, Narin her oyuncaklarıyla oynamayı bitirdiğinde onunla birlikte oyuncakları topluyordu. Sanırım hayatını düzene sokması konusunda Büyük rol oynuyordum.
Kendisinin imalarına göre evlenmemiz çok yakındı. Tabiiki sevdiğim insanla bir yuva sahibi olmak istiyordum. Fakat bunun zamanı hiç değilmiş gibi duruyordu. Düğün dernek işlerinden hoşlanmazdım, evlenme fikri bu zamana kadar hiç aklıma gelmemişti, gerçekten sevdiğimi ve sevildiğini hissedene kadar.
Gerçi, düğün yapsak da ne evinden çıkacağım bir babam ne de dolu gözlerle gelinlikler içindeki beni izleyecek bir annem vardı.
Akrabalarım, hepsi beni öldü olarak biliyordu. Zaten çoğu da devlet işleri ile uğraşıyordu. Babam şehit olduktan sonra yalnızca cenazede durmuşlardı. Ondan sonra ne gelen ne de giden olmuştu.
Bir şehit, üç kelimeye sığdırılmıştı. “Vatan sağ olsun.”
Babamdan sonra her şehit haberini izlemiştim. İnatla geçmez, onları kaç saniye anlattıklarını hesaplardım.
En fazlası dört dakika sürmüştü.
Vatan için güneş olup doğan, sonra güneş gibi batan Mehmetçikler, Asenalar kısacık haberlerle anılıyor unutulup gidiyordu.
“Elfida!” diyerek elindeki bebekle etrafımda gezinmeye başladı, Narin. Bu aralar abla demeyi bırakmıştı. Neden bilmiyorum ama sanki her an anne diyecek gibi geliyordu. Bu beni mutlu ederdi ama onu doğuran kişinin yerine geçmek hem beni hemde onu yıpratırdı. “Kızım!’ diye aynı ses tonu ve heyecanla elimi siyah saçlarına attım. Aslında Barın ile bir kızımız olsa Narin’den çok farkı olmazdı.
Narin fazla hiperaktif bir kızdı. Sürekli bir şeyler sorar, koşturur dururdu. Çocukluğum gözlerimin önüne geliyordu, aynı heyecanla babama sorduğum sorular gelirdi aklıma. Bende böyle bir çocuktum. Belkide bir gün, canımı feda ettiğim insan sayısı bir artacaktı.
Narin dakikalarca oyun oynadıktan sonra en son yorulup koltuğa kıvrıldı. Gözleri pes ederken o inatla kapatmamak için savaşıyordu. Sonunda o da pes etti. Çizgi film izleyerek uyudu.
“Düşünsene,” Barın’ın sesi kulaklarıma dolduğunda bakışlarımı oturduğum yerden izlediğim Narin’den ona çevirdim. Koltuğun kenarında, yerde oturuyorduk. “Neyi?” dedim fısıldayarak. “Çocuklarımızı...” dediğinde istemsiz gülümsemeye başladım. Gözlerindeki ışıltı o kadar belli oluyordu ki, kalbim titredi. “Çocuklarımızı?” dedim mutlu bir tavırla. “Futbol takımı mı kuruyoruz? Bir tane yeter.” Dedim.
O ise dirseğini koltuğa yaslayıp başını da eline koydu. Eğdiği başıyla bana bakarken dilini damağına vurarak net bir ses çıkardı. “İki tane, birisi kız birisi erkek.” Diye başladığında sanki gerçek bir şeymiş gibi anlatmasından devam edeceğini anladım. “Bak bir kız, bir erkek.” Dedi. “Kızımızın saçları seninkiler gibi, turuncu, gözleri benimkiler gibi mavi. İnadım inat bir kız. Tam annesi. Çatmış kaşlarını her dediğimize yükseliyor.” Dedi kaşlarını çatıp hayalindeki kızımızı taklit ederken. Sonra gururla olduğu yerde doğruldu. “Oğlumda saçları, karizması aynı ben.” Dedi kendisini unutmayarak. Gözleri seninkiler gibi, tam yosun yeşili. Asker olacak babası gibi. Kız kardeşini koruyor, kerata. Sonra bir villada, kocaman bir bahçede onlar koşuşturuyor. Ben arkalarından koşuyorum sen bizi izliyorsun...” Hayali o kadar güzeldi ki. Derin bir nefes aldım. Son kurduğu cümleye kaşlarımı çatıp cevap verdim. “Ben niye izliyormuşum? Ben neden sizinle koşmuyorum?” dedim trip yapar gibi.
Bilmiş bir tavırla “Sen o sırada karnında üçüncü çocuğumuzu büyütüyorsun o yüzden.”
Gözlerim şaşkınlıkla açıldığında olduğum yerde yaslandığım yerden ayrılıp dikleştim. “Pes ya,” dedim inanamayarak. “Futbol takımı konusunda şaka yapıyordum. Sen aştık kendini.” Alt dudağını ısırıp bıraktı. “Fena mı olur, kocaman aile işte. Hem üç çocuk fazla mı? Bizim zamanımızda her ailede yedi sekiz çocuk olurdu.”1
“O o zamandı, onu da geçtim ben ailemin tek çocuğuyum. Ayrıca benim zaten bir tane çocuğum var. Bir tane daha olsun tamam işte.”
Başını olumsuz bir şekilde salladı. “Ya hatun, ben bu kadar vücudu iki çocuk taşımak için yapmadım. Bol bol yapalım hem bende formdan düşmem.” Alayla daha ne kadar saçmalayacağını izledim bir süre. Kolunu kaldırıp tişörtünün kol kısmını omzuna kadar sıyırıp kolunu sıkmadan dahi belli olan kaslarını sıkıp gösterdi
Avuç içimi alnıma bıkkınlık ile vurup başımı sağa sola salladım. “Sen iflah olmazsın.” Dedim elimi çekip ona bakarken. “Valla sen yola getir, olmazsam en adi...” bir anda yükselerek kurduğu cümlenin küfrüne devam etmemesi için ileri atılıp dört parmağımı dudaklarına bastırdım. Diz kapaklarımın üzerinde dururken o oturuyordu. Eliyle, ağzını kapattığım elimi tutup parmaklarımı öptü. Boşta kalan elini belime atıp yanına, karşı karşıya oturmamızı sağlamak için beni kendine çekti. “Çocuk uyuyor.” Dedim bakışlarım gözlerinde oyalanırken. “Uyuyor işte.” Dediğinde gözlerimizi birbirine kilitledi. “Yola getirecektin hani, getirsene.” Dedi olduğu yerde kıpırdanıp bana yaklaşırken. Birkaç saniyede bir koltukta uyuyan Narin’i kontrol ettiğimi fark edince kendime gelmeye çalışıp geriye çekildim. “Bu ara iyi soktun aklına şu işi. Çok istiyorsan kıyarsın nikâhı.” Dedim ayağa kalkıp. Dakikalardır uyandırmamak için çabaladığım Narin ortamda yayılan yüksek sesli bir zil sezi ile uyandığında bakışlarımı ona çevirdim. Bu ensada Barın telefonunu çıkarıp bir süre ekrana baktı. Sıkıntı ve endişeli ifadesi ile telefonu açıp kulağına dayadı. “Alo?”
Olduğu yerden kalkıp bana baktı. Telefonda konuştuğu kişiyi onayladı. “Emredersiniz, komutanım.” Dedi son kez. Daha sonda telefonu kapatıp eliyle ensesindeki saçlarını karıştırdı. Anlamıştım zaten ne olduğunu.
Narin kısa süreli uykunun etkisini atlatmaya çalışırken Barın yalnızca bize bakıyor, konuşmuyordu.
Sınır ötesi operasyon demekti bu. Çünkü biliyordum. Babam ilk sınır ötesi operasyonunu bize haber vermemiş, gelince durumu izah ettiğinde annem çıldırmıştı.
Gidecekti ve belki de gelmeyecekti.
“Görev geldi.” Diye mırıldandım sorar gibi.
Uğruna öleceğim mavi gözlerini gözlerime dikti. Uzun kirpikleri ve hafif çekik gözleri her şekilde büyüleyiciydi. “Evet, görev geldi.” Dedi. Gülümsedim.
Bir gülümseme, belkide bir şehit
Her şey bir kelimeye bağlıydı. Belki.
“Bekle demeyeceğim,” dedi omzunu silkerken. “Beklersin biliyordum.” Gözlerim dolarken, başımı salladım şiddetle. “Ne zaman gideceksin?”
Bu gece. Ne zaman gelecekti? Muamma.
“Gidecek misin, Alp abi?” diyerek Barın’ın bacağına sarıldı Narin. Barın eğilip onu kucağına aldı. Yanağına bir öpücük bırakıp “Gideceğim abiciğim.” Dedi şevkat dolu bir sesle.
Uzun bir süreyi beraber geçirdik. Geceye kadar vaktimiz vardı.
Çok fazla öptüm onu, çok fazla sarıldım, çok fazla saçları ile oynadım. Olurda o da babam gibi gider diye, ondan hiçbir şey istemedim. Tenindeki barut ile karışıp amber kokusunu içime çekerek sarıldım ona. Saat sekiz oldu, yemek yedik, film izledik. Saat on oldu, Narin uyudu, biz oturup öylece durduk, sonra ben odaya yürüdüm o da geldi arkamdan. Ben yatağa kıyafetleriyle girerken o üzerindeki tişörtü ense kısmından tutarak çekip çıkardı. Yorganın altına benim yanıma sokulup beni göğsüne çekti. Burnunu saçlarımın arasına yerleştirip, dudaklarını başımdan çekmedi. Eli belimde, bir eli omzumdaydı. Belimdeki eli yavaşça karnıma kaydı. “Elfida,” diye fısıldadı. İyice sokuldum ona. “Barın,” dedim. “Alp’im.” Dedim bu kez büyük bir cesaretle. Hafif gülme sesini duydum, alay eder gibi değil sanki daha fazlasını duymak istiyor da, kalbindeki avı yetmiyor gibiydi. “Benim Elfida’m, benim kadınım, benim askerim, güzelim, bebeğim...” her hitapta bir öpücük bırakarak ilerledi tenimde. Boynumdan gerdanıma, oradan her bir milimime.
Bilmiyorum kaç kez adını söyledim, kaç kez ona onu sevdiğimi söyledim, kaç kez bedeninin altında dudaklarından öptüm Bilmiyorum.
Ama doymaya çalışana dek tenini tenimden ayırmadı onu biliyorum.
Elfida, ilk kez o gece adını bir kenara bırakıp Barın’ın Elfida’sı oldu.
Ne feda eden, ne gözden çıkarılan, ne de ölüme yakın olan kadın oldum o gece. Ben sadece ona teslim olan bir kadın oldum.
Saatler ilerledikçe onun gitme vakti yaklaştı. Sabaha karşı çıkacakları sınıra saat üçte hazırlanmaları gerekiyordu. Kapıda, üzerimde sadece onun bol sweatshirt’ü ile onu uğurlarken, elindeki çantayı yere bırakıp üzerindeki kamuflajlarıyla karşımda durdu. Asalet böyle bir şeydi.
“Ağlamayacağına söz verirsin değil mi?” dedi çaresizce.
Başımı salladım. “Ağlamayacağım.” Dedim. “Sende dikkat et, olur mu? Burada benim olduğumu hiç unutma.”
Yaklaştı, dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Derin bir öpücükten sonra başını boynuma gömüp ellerini belime sardı. Bende boynuna sarıldım. “Geldiğim an nikahı basmazsam, namerdim.” Dediğinde güldüm. Böyle bir geceden sonra zaten nikah çoktan şart olmuştu.
İstemeyerek ondan ayrıldım. O bana ben ona baktım. “Allah’a emanet ol.” Dedim küçükken babama dediğim gibi. “Yolun açık olsun, Bir tanem.” Elleri kendi boynuna gitti. Ensesinde oyalandı bir süre. Boynundaki zinciri başından çekip çıkardı. Bir künyeye bir bana baktı. Yavaşça künyeyi başımdan geçirip zincirin altında kalan saçlarımı çıkardı.
O ise tek bir cümle kurdu. “Narin sana, sen Allah’a emanetsin. Sizin için gidiyorum, sizin için geri döneceğim. Seni seviyorum.”
Ona bu kez seni seviyorum demedim. Gelince söylemek istedim çünkü. Öyle emin değildim geleceğinden ama umuttu işte. O giderken gözlerimin önünden kaybolana kadar kapıyı kapatmadım. Artık tamamen gittiğinde kapıyı ses çıkarmadan örtüp, boynuma taktığı künyenin demir kısmını elimle tuttum.
05.05.19901
Arh+
Doğum günü, beş Mayıs. Bunu biliyordum. Yıllardır çıkarmadığı künye şuan benim boynumdaydı. Kim bilir belkide bu künye bir urgan olup ölümüne sebep olurdu. Fakat ben buna da razıydım. Onunla ölüme bile.
Bedenimin her bir zerresinde hissettiğim adamı, sınıra gönderdim. İlk kez, feda eden olmayacak acıyı tattım. İlk kez sevdiğini ateş altına kendi ellerinke bırakmak neymiş onu hissettim. Annem gibi.
Ve artık kararım netti. DNA raporu çıkarıp Sara ve onun kardeş olup olmadığını kanıtlayacaktım.
Ya bu başladığım bu hayatta, babam gibi devam ederek bir aile kuracaktım, ya da hayalini kurduğum o aileyi, ortaya çıkmayan sırlar yüzünden kaybedecektim.
🔗
“İşimin ne kadar süreceğini bilmiyorum. En kısa sürede gelmeye çalışacağım.” Kapıdan Ayliz ile konuşurken Narin onun arkasından bana bakıp dudaklarını büzdü. “Geleceğim güzelim, hemen geleceğim.” Diyerek onu yatıştırmaya çalıştım. Ayliz hanıma dönüp “Dolapta sarma var, eğer isterse yanında bir çorba falan yaparsanız çok iyi olur. Ve lütfen abur cubur konusunda bonkör olmayın. Narin hanımlar çok sever şekeri çikolatayı fakat, zararlı.” Diyerek Narin’in de anlayacağı şekilde uyarımı yaptım. Gerekli olan şeyleri de söyleyip binadan çıktım. Siyah botlarım, uzun siyah kabanım, jilet gibi keskin olan düz turuncu saçlarım, siyah kumaş pantolonum ve beyaz body üzerine giydiğim koyu renkli süveterim ile fazlasıyla asil ve güzel duruyordum.
Siyah botlarım, ıslak zeminde takır takır sesler çıkarırken Barın’ın gitmeden kullanmam için tembihlediği kendi arabasını es geçip arkasındaki kendi arabama yürüdüm. Kendi koltuğuma oturup siyah gözlüklerini taktım. Bu sırada, arabanın içindeki ekrana tıklayarak Büge’nin aramasını kabul ettim. “Alo? Büge.”
“İş tamam, kayıtları sildim. Ve sadece iki saatin var sakın unutma. Eğer fark edilirsem, biterim.”
Arabayı çalıştırıp evin bahçesinden çıkarken sokak arasını hafif düzeyde bir hızda geçip caddeye çıktığımda olabildiğince yüksek hızda gitmeye çalıştım. “Hiçbir şey olmayacağını biliyorsun. Yalnızca önlem aldım. Benim bu işi çözmem gerekiyor, Büge.”
“Anlıyorum ama sanki Barın’a haber vermen gerekiyordu.”
Direksiyonu tek elimle sola kırıp yol ayrımından döndüm. Bu esnada kendi evime yaklaştığımı biliyordum. Birkaç dakika içinde orada olacaktım. “Büge, canımdan çok sevdiğim adamı böyle bir şeyin içine atamam. Onu da geçtim, eğer böyle bir şeyden şüphe ediyorsam netleştirip haber vermem gerek.” Diye açıklamamı yaptım. “Ayrıca yoksa bile haber vereceğim. O durumu anlayacaktır.”
“Hep arkandayım asla unutma ama olayları da en dibine kadar kurcalama. Yavaş yavaş boynuna bir ip dolanıyor ve senin umurunda bile değil.” Derin bir nefes aldım, arabanın camlarına sertçe çarpan yağmurla karışık kar tanelerinin sesi içimi biraz da olsa rahatlatıyordu. “Göreve gitti.” Dedim. Sol dirseğimi, sol camın kenarına yaslayarak elimi başıma koydum. Ağrımaya çoktan başlamış başımı ovalarken Büge’nin sesi geldi. “Gelecek. Emin ol.”
“Başka bir çaresi yok. Gelecek, benim yanıma gelecek.”
Gözlerimin önüne dün gece geldiğinde, yüzüme utançla karışık aptal bir sırıtış yerleşti. Gelecekti, gerçekten ailem olmuşken gidemezdi. Dediği gibi o nikahı kıyacaktı biliyordum.
Büge’yle konuşmamızı kesmemiz gerektiğini evin önüne geldiğimde fark ettim. Hızlıca aramayı kapatıp arabadan indim. Arabanın kapısını kapatırken, gözlerindeki siyah gözlüğü çıkarıp koluma astığım çantama attım. Siyah botlarımın yüksek topukluları ile hızlı hızlı yürüyerek binanın içine girdim. Asansörle yukarı çıkarken gözüme çarpan hiçbir şey yoktu. Kendi evimin katında durduğumda hızlıca kapıya yürüyüp çantamdan çıkardığım anahtar ile kapıyı açıp ayakkabılarım ile eve girdikten sonra kapıyı kapattım.
Hızlıca koltuğa çantamı bırakıp kabanımı da kenarına koydum. Odama yürüyüp çıkabilecek her şeyi incelemeye başladım. Bu esnada çıkmadan taktığım minik hoperlörüme tekrardan Büge’nin sesi ilişti
“Bir saatin kaldı.” Diye bilgilendirmesini yaptığında ben odamın içini talan etmiş, bulabileceğim en ufak şey için dua ediyordum. Odadan bir şey çıkmayınca son hızda mutfağa ilerledim. İlk önce uyuşturucu içerebilecek bir şey arayacaktım daha sonra bilgisayarımdan sisteme sızıp Sara hakkında daha detaylı bilgiler edinecektim.
Mutfağın tezgahı bomboştu. Dolabı açıp içeriye baktım. Birkaç kutu yemek dışında hiçbir şey yoktu. Dolabı kapatıp mutfak dolaplarına ilerledim. Aradım ama nafile. Hiçbir şey yoktu.
Sinirlerim her an artarken kendimi çalışma odama attım. Bilgisayarımı açıp hızlıca yapabildiğimin en iyisini yaparak sisteme girdim. Adını arattığım kişi ile önüme çoktan bir çok dosya çıkmıştı.
Gözlerimi dosyalarda gezdirdim.
Okuduklarıma göre, Sara Akgün’ün öz kızıydı. Bu beni ne kadar rahatlatırdı bilmiyorum fakat o tarihler benim şüpheye düşmem için yeterliydi. Tek bir şey düzeltebilirdi bunu, o da DNA raporu. Sara’yı daha dikkatli izlemem ve göz önüne almam için onun tutulduğu odanın içindeki gizli kameralardan birisine bağlandım.
Çok kısa bir sürede beni fark edebilirlerdi.
Ekranıma bir anda yataktan başka hiçbir şey olmayan, yatağında bir sağa bir sola sallanan Sara düştüğünde kaşlarımı çatarak izlemeye başladım.
Sarı saçları, dağılmış kirden rengi değişmişti. Gözlerinin altıdaki torbalar buradan bile belli olacak dereceye gelmişti. Ara ara elini başına atıp, sanki acı çekiyor gibi başına sertçe vuruyordu. Yine aynısını yaptı. Bu kez iki elini aynı anda başına atıp saç diplerinden çekmeye başladı. Öyle güçlü de çekemiyordu, tırnakları yoktu. Hepsini bir bir sorgu odasında konuşturmak için çekmişlerdi. Sanırım başındaki ağrı, onun ağrısını unutturuyordu. Sık sık etrafına bakıyor, sanki birisi varmış gibi başını sağa sola yatırıp bir şeyler mırıldanıyordu.
“Annem hastaydı, son doğumu çok riskli olacaktı. Ya bebek ölecekti annemle beraber ya da annemin hastalığı yüzde yüz kardeşime geçecekti. Biliyor musun? O hastalığın kardeşime geçmesini çok istedim. Onlar öldükten sonra, hep keşke dedim. Keşke o hastalık genden geçseydi ama onlar bu şekilde can vermeseydi.”
Onun sözleri yankılandı beynimin içinde. Bomboş bir odada çığlık atarcasına
Onun sözleri yankılandı beynimin içinde. Bomboş bir odada çığlık atarcasına sesi düşüyordu beynime.
Gözlerim bulduğum şeyin şaşkınlığı ile şok içine açılırken mikrofona dokunup konuştum. “Büge, DNA raporu çıkart bana. Sara’nın saç telini al, kanını al bir şekile onun DNA raporunu ver bana.”
“Elfida, çık oradan. Şu doktor kız, binanın içinde. Kendi evine gidiyor. Dikkat çekmeden sanki bir şeyini almaya gelmiş gibi çık evden. Onunla konuş ve asıl evine git.”
İnatlaşma en sonunda bittiğinde bilgisayarıma bir flaş takıp ele aldığım tüm belgeleri o flaşa yükledim. Bilgisayarı kapatıp kapıya yürümeden önce koltuğa bıraktığım kabanım ve çantamı aldım. Sanki hiç haberim yokmuş gibi kapıdan çıkıp anahtarla kapıyı kilitledim. Bu sırada arkamdan onun sesi geldi. “Elfida,” dedi heyecanlı sesi. “Toparlamışsın.” Dediğine gülümseyerek sahte bir şaşkınlık ile ona baktım. “Ah, evet.” Dedim ona doğru yürürken. “Sayende,” diye konuştum. Başını salladı utanarak. “Neden geldin?”
Evime geldim, neden geldini mi var?
“Evde birkaç eşyam vardı. Malum, pek geri geleceğimi sanmam. Artık bir kızım olduğunu da unutmazsak, sevgilimle aynı evde yaşıyorum.” Bu kez gerçekten mutlu olduğun hissediliyordu. Ben Barın Alp’ten ne zaman bahsetsem gözlerim parlardı, heyecanlanırdım, hiç olmadığım kadar mutlu olurdum. Anlamayanın gözlerinde kulaklarında net sorun vardı.
“Eve geçelim, bir kahve içelim beraber.”
“Teşekkür ederim, güzelim. Narin evde, bakıcıya da çok güvenemiyorum. Onun yanına gitmek gerek.” İleriye uzanıp kolunu sıvazladım. “Başka zaman İnşallah.”
Başını olumlu bir şekilde salladı. “Sorun değil, halüsinasyonların ne durumda?”
Derin bir nefes aldım. “Bu aralar sık sık görmüyorum. Bir anda atak veriyor. Ama kabuslarımda son gaz devam.”
Başını salladı yine. “Anladım, tekrar bir hastaneye uğrasan iyi olacak. Bir de yazdığım ilaçları kullanırken kanının pıhtılaşmasını önlemek için iğne vermiştim. Onu kullanmayı ihmal etme.”
Onu onaylayıp bir süre daha konuştuktan sonra asansör ile aşağı inip kapının önündeki arabama ilerledim. Range Rover kadını olmak cidden başkaydı.
Arabayı hızlıca eve sürerken, yolda gelene kadar Sara’nın çırpınışları aklımdan çıkmadı. Sıkıntı ile tuttuğum nefesi bıraktım. Olaylar iyice karışmıştı.
Tek sorun, ben Barın’ın DNA raporunu nasıl alacaktım?
Hastaneye girmekten başka şansım yoktu, Barın gibi bir askerin DNA raporunu MİT’ten istersem çok dikkat çekerdim. Büge’de bende yanardık. Buradan direkt hastaneye geçemezdim zaten bendeki takip mevzusu yeterince kafamı karıştırıyordu.
Onlar kötü istihbaratçı değillerdi fakat unuttukları bir şey vardı;
Ben fazla iyi bir istihbaratçıydım.
Eve girerken telefonuma düşen bildirim ile cebimden telefonumu çıkarıp ekrana baktım. Mesaj kutuma girip mesaja tıkladım.
Alp’im: Günaydın demek için geç kaldım biliyorum. Ama burada güneş geç doğuyor. Bende senin uyanışını göremediğim için güneşim hâlâ doğmadı.
Alp’im: Dolapta sarma var, onları bitir. Sakın yemek yememezlik yapma. İlaçlarını iç, hepsinin sayısını biliyorum. Gelince tek tek kontrol edeceğim. Sakın art arda ağrı kesici içme. O yeni gelen ilaçlardan bir tane içsen yeterli. Sonda midene zarar verir. Tüm gün tavanı izleme, sonda başın ağrıyor. Bizim odanın balkon kapısının altından soğuk sızıyor, onun altına çıkmadan havlu sıkıştırdım. Gelince bir ustaya gösteririz, çıkarma üşütürsün. Sakın çorapsız gezme, karnı ağrır. Yakında geleceğim merak etme, sen kendine iyi bak yeter o bana.
Alp’im: Seni seviyorum, çok seviyorum Elfida. Asla unutma.
Mesajları muhtemelen daha önce atmak istemişti ama hat yeni düştüğü için mesajlar da yeni geliyordu. Gülümsememe engel olamayarak cevap yazdım.
Siz: Gel de, esmen de gürlemen de başım gözüm üstüne. Hepsini yapacağım emin ol.
Siz: En çokta seni sevdiğimden emin ol
Siz: Kendine iyi bak, komutan. İyi bak ki, buradaki ailen de iyi olsun.
Siz: Seni seviyorum Barın, çok seviyorum.
Mesaj kutusundan çıkıp eve girdim. Mesajları tekrar açıp açıp okudum. Aynı cümleleri beş kez, on kez, on beş kez...
🔗
“Komutanım,” diyeyerek baktı, Kerem komutanına. Gözleri şiş yorgundu. Herkes aynıydı fakat onların tek bir an bile şikayetçi olmaya niyeti yoktu. Onların, buna hakkı da yoktu.
Karlı dağlarda pusuya yatmışlardı, sınır ötesi bir operasyondu. Her an dikkatli olmaları gerekiyordu.
Öylece yürüdüler karın üzerinde. Zaten etraf evlerle kaplıydı. Aralardan kolayca geçiyorlardı. Dünden beri defalarca çatışmaya girmişlerdi. Burayı temizleyip gideceklerdi.
Bir koku tüttü Barın Alp’in burnunda. Sevdiği kadının kokusu. Belkide birkaç gün, belkide birkaç hafta görmeyecekti. Özlemişti şimdiden. Çok özlemişti.
Sanki yirmi üç sen beklememiş gibi
🔗
“Alp abi...” Dedi Narin titreyen sesiyle. Telefonun diğer ucunda, zar zor açtığı aramaya karşılık “Narin? Ne oldu kızım?” Diye konuştu Barın Alp. Elfida birkaç saat önce eve gelmiş, ilaçlarını içtikten sonda Narin’e biraz uyuyacağını söylemişti.
Odadan gelen acı dolu ağlama ve birkaç eşyanın duvarlara vurulup tuzla buz olmasının sesleri telefona da gidiyor, fakat Narin sesleri duydukça iyice köşeye çekilip korkudan ne yapacağını şaşırıyordu. “Narin? Ne oluyor?’
“Elfida abla ağlıyor.” Dedi Narin gözlerini açık kapıdan dışarıya dikerken. Elfida yere çökmüş, avazı çıktığı kadar bağırarak ağlıyordu. Zaman zaman bazı cümleler kuruyordu.
“Narin, çabuk telefonu Elfida ablana ver güzelim.” Dedi Barın Alp. Yeni bir görevleri vardı, yaklaşık iki gündür sınırdalardı. Yeme içme sıkıntısı zaten çekiyorlardı ve birilerine ulaşmak çok zordu. Zaman zaman silah sesleri yükseliyor, çatışma çıkıyordu. Barın Alp ise bu karışıklığın arasında sevdiği kadını düşünüyordu. Anlamıştı atak geçirdiğini, şimdi yanında olabilmek, sarılarak onu sakinleştirmek için her şeyini verirdi. Yine bu atakların patlak vermesini anlamıyordu ama. Daha yeni ilaç kullanmaya başlamıştı. Atak geçirmesi konusu fazla ileri gitmişti.
Narin hızla ayağa fırlayıp kapıdan dışarı çıktı. Oturma odasında duvarın köşesine çöken Elfida’ya yaklaştı ama Elfida’nın sesinden irkilerek geriye çekildi. Aklıma gelen şeyi yapıp telefonu hoparlöre aldı.
“Elfida, Elfida beni dinle.” Barın Alp, sınırda ölümden değil, uzağındaki sevdiği için korkuyordu.
“Elfida sakin ol, dinle beni. Hiçbir şey gerçek değil. Yalvarıyorum sana sadece sakinleşmeye çalış.”
İmkanı yoktu, bedeni burada olmadığı sürece Elfida sakinleşmeyecekti. Alp hızla, sınırdan elindeki telsizle, ev adresine ambulans gönderme işini tamamladıktan sonra tekrar telefona dönüp Narin’e seslendi.
“Narin, telefonu olduğu yere bırakıp odana geç. Kapını sıkıca kapat sesler bitene kadar sakın açma. Anlaştık mı?”
Narin hızlı bir onay verip telefonu Elfida’ya yakın bir yere bıraktıç Elfida elleriyle yüzünü kapatmış ağlıyordu. Narin hızla odaya koşup kapıyı kapattığında artık sesler daha az geliyordu.
Elfida kulağına dolan sesi ilk önce idrak edemeyip ellerini yüzünden çekti. Sakinleşmiş gibi durmuyordu, ama önceki gibi de değildi.
Hala yaşlar alan gözlerini, karşısında oturan hayali anne ve babasına çevirdi.
Ölüme yakın olan kadın, ölüme mi gitmek istiyordu?
“Elfida, yalvarıyorum güzelim hadi konuş benimle.”
Elfida, kendini kaybetmiş gibi parmaklarını saçlarının arasına geçirdi. Upuzun saçlarının diplerinde bekletti parmaklarını. “Anne,” dedi. “Baba,” dedi yine. Art arda başına vurdu. Acı çekiyordu, ve ruhsal acıyı dindirmek için fiziksel acı istiyordu.
Konuştu, sanki annesi ve babası karşındaymış gibi.
Alp ise, sınırdaki bir operasyonda Elfida’nın seslerini duydukça, kendi canını hiçe sayarak çıldırmış gibi Elfida’nın yanında gelmek istiyordu.
Eve birkaç asker ve doktor girmişti. Elfida’ya doktor yaklaştığı sırada Elfida bağıra çağıra gitmelerini söylemişti, Alp bunu da duydu. Elfida’yı sakinleştirmek için yaptıkları iğne onu yavaşça uyuturken, bilincini kaybedene kadar Alp’in ismini sayıkladı. Alp bunu da duydu. Doktorlardan birisi durumu kötü dedi. Alp bunu da duydu.
Çünkü, Alp’ler Elfida’ları hep duyardı.
Cılız bir inleme sesi. Hastane yatağının üzerinde, uyanmaya çalışan Elfida gözlerini zar zor aralayıp etrafa bakarken, karşısında tanımadığı birkaç doktordan başka kimse yoktu. Doktorlar hızla yaklaşıp gerekli kontrolleri yaptıktan sonra geriye çekildi. “Elfida hanım, sakin kalmamızı istiyoruz. Öncelikle bir atak geçirmişsiniz ve tam vaktinde geldiniz, hiçbir sorun görünmüyor.” Konuşan erkek domtor yanındaki kadın doktora baktığında tekrar Elfida’ya döndü. “Fakat...” diye anlatmaya çalıştı. Elfida ise korkuyla değil, büyük bir ifadesizlik içinde bakıyordu onlara. Yorgunluk, bıkkınlık, bitmişlik...
“Fakat kanınızdaki düşmesi gereken uyuşturucu miktarı aynı kalmakla kalmayıp, artık göstermiş. Bu şekilde giderse, yakında tüm saatleriniz kabuslarla geçecek. Bazen gerçek olmayan şeyleri gerçekmiş gibi hatırlamaya başlayacaksınız. Ve biz bunun olmaması konusunda çalışıyoruz.”
Gözlerini kırpıştırdı Elfida. Aklına evdeki kızı geldiğinde olduğu yerde hızla doğruldu. Fakat ani kalkışla dönen başı ayağa kalkmasına izin vermedi.
“Kızım,” dedi elini başına koyarken. “Evde o, yalnız.”
Hemşire yaklaşıp elindeki telefonu, Elfida’ya uzattı.
“Eşiniz sanırım, kendisi size açıklayacaktır. Biz tekrar geleceğiz.”
Elfida ona uzatılan telefonu alırken, doktorlar ve hemşireler odada onu yalnız bıraktı. Elfida kendi telefonunun ekranına baktı.
Arama başlatılmıştı. Bir ses geldi telefondan. “Ses ver, korkutma beni...” O kadar çaresizdi ki sesi, telefondan bile anlaşılıyordu içinin ne halde olduğu. “İyiyim.” Dedi Elfida.
İyi mi? Konuşacak kadar iyiydi işte.
“Yalancı.” Dedi karşıdan burnunu çeken Barın Alp. “İnanacağım mı sandın?” diye ekledi. Güldü, gülüşü yüzünde soldu. Elfida ise üzerindeki hastane kıyafetlerine baktı. Derin bir nefes aldı, konuşmaya başladı.
“Ölmek istedim.” Dedi Elfida tek nefeste. Dudakları titrerken, aynı şekilde konuştu. “Canım yanıyor.” Dedi. İçi içine yiyip bitiriyordu. Sanki ölse, her şey sona erecek, o kurtulacaktı. “Yapma,” dedi Barın Alp. “Yanında değilim, yapma.”
Barın Alp Yıldırım’ın sesi titriyordu.
Elfida’nın uyanmadığı beş saat boyunca sınırda kaldıkları evde zar zor sakinleştiricilerle sakinleşmiş, uyandığı gibi defalarca onu aramıştı.
Eksi yirmi derece bir soğukta donmaktan değil, başının üzerinden geçen mermilerden değil, yanıbaşında patlayan bombalardan değil, sevdiği kadına zarar gelmesinden korkuyordu.
“Çok çocukça biliyorum.” Dedi Elfida. Burnunu çekti, burukça gülümsedi, bu gülümseme sesi bir kıkırtıya dönüştü. “Yıllar önce babam gittiğinde arar, baba gelsen olmaz mı derdim. Babam onu söylediğim gün gelmedi.” Gözlerinden akan yaşlar, bacağına düşerken o tekrar konuştu. “Barın, gelsen olmaz mı demeyeceğim. Ben seninde gitmene dayanamam.”
“Elfida, ağlama. Ağlama yakma canını, yakma canımı.”
Ağzını açtı Elfida, o sırada telefondan büyük bir ses yükseldi. O sesin ardından gelen bağırış sesleri ile kalbi hızla atarken, Elfida titreyen elleri ile tuttuğu telefona yaklaştı. “Alp,” dedi endişe ile. “Alp ses ver.”
Ses gelmedi, bunun yerine hat kesildi.
Gelen ses, bir patlama sesiydi.
Ne yapacağını bilemeyerek karşısındaki televizyonu açtı. Tüm haber kanallarında birkaç dakika gezindikten sonra telefonunu alıp karargahı aradı. Bulut telefonu açtı. “Elfida,” dedi. Haberleri vardı. Operasyonu onlar yönetiyordu. “Bir şey olmadı de.”
O sırada gözleri televizyona takıldı. Hızlıca haberin sesini açarken Buluttan ses yoktu.
“Sayın seyircilerimiz, bir son dakika haberi bildiriyoruz. Milli İstihbarat Teşkilatı ve Özel kuvvetin birlikte yürüttüğü operasyonun yarın son günüydü, Operasyona giden tim, çıktığı operasyonda bomba altında kaldılar. Şuan maalesefki hiçbirinden haber alınamıyor. Desteğe çıkan Türk askerleri kısa bir sürede orada olacaklar, fakat üzülerek bildiriyorum ki, ne telsiz ne telefon hiçbirine ulaşılamıyor.” Spiker elindeki kağıtları önündeki masaya bıraktı. “Yeni gelen bilgilere göre, Tim komutanı olan Yıldırım Komutan’da, bu bombaların arasında kalmış.”
Telefon elden kayıp gitti, Elfida’nın ise dudaklarının arasından büyük bir çığlık koptu.5
Okur Yorumları | Yorum Ekle |