21. Bölüm

20. Bölüm

Elif Eylül Bulu
eliffbulu

O yok.1

 

Tam üç gün, on bir saat, kırk beş dakikadır yok. Zamanı sayıyorum. Dakikalarla savaşıyorum ama kaybediyorum. Çünkü ne kadar sayarsam sayayım, dönmüyor. Sesini duyamıyorum. Gözlerimi kapattığımda yüzü canlanmıyor, unutuyorum.

 

Dokunduğu yerler boşluk gibi, sanki hiç var olmamış gibi. Endişesi bile yok, siniri yok, sevgisi yok. O yok. Ona dair hiçbir şey yok.

 

Onun yatağında, onun kıyafetine sarılarak yatıyorum. Hala buradaymış gibi kokusunu içine çekiyorum ama korkuyorum… O koku uçup gidecek diye… Ne zaman gelse üzerindeki o lacivert kazağı çıkarır yatağın kenarına atardı, şimdi o kazak kollarımın arasında. Sanki ona sarılıyormuş gibi…

 

Sanki gelmeyecekmiş gibi. Diğer odada timden birkaç üye var, ne ara geldiklerini bilmiyorum. Narin ile ilgileniyorlar, mutfakta yemek yapıp bana yedirmeye çalışıyorlar. Ben ise onun yatağında, sadece yatıyorum. Onlarsa bilmiyor… Ben burada, o yatağın üstünde ölüyorum.

 

Bu kadar zaman fark etmemişim. Kaybetme korkusunu iliklerime kadar yaşarken, neyi kaybetmekten korktuğumu anlayamamışım.

Dört gün olacak.

 

Gel artık, gebermek üzereyim.

 

O gün patlama olduğunda, sadece o kayboldu. Timdeki herkes kurtulurken, ben onun bedenine bile ulaşamadım. Yok. Bulamıyorum. Tim, onun kendilerini kurtarmak için çok uğraştığını, ikinci kez patlama olduğunda onun içeriden çıkamadığını, çıksa bile görmediğini söylediler.

 

Onları kurtarmak için kendinden vazgeçmiş.

 

Bıraksaydın da ben feda eden olmaya devam edeydim, Alp’im.

 

Bundan üç ay öncesine kadar, dünyanın en kalpsiz kadını ilan edilip, Kale’nin koridorlarında topuklularımı yere vura vura yürürken, aklıma asla şu hallere düşeceğim gelmemişti.

 

Uğurlu sayım dört. Dört günde gelir belki.

 

Lisenin çıkışında gördüğüm, benden yaşça büyük subaylık öğrencisine duyduğum hayranlık ve hoşlantı şuan yaşadığım duyguların çeyreğinin çeyreği dahi olamazdı. Her şeyi biliyordum. Belkide bildiğimi sanıyordum.

 

Babamın ölmeden önce, Barın’ın beni bulması için yetiştirdiğini, her şeyin bir zaman kapsülü içinde olup zamanı geldiğinde ortaya çıkacağını, o time gönderilirken üstlerimin o timin babamın timi olduğundan haberi olduğunu ve Barın’ın bu görevi çocuk yaşında kabul ederken bana aşık olacağından habersiz kabul edip, plana aykırı bir şekilde işe aşk karıştığında her şeyi alt üst edeceğini biliyordum. Haberim vardı.

 

Aptal yerine koyulmadım belkide, çünkü vatandı. Korumak için her şey gözden çıkarıldı. Elfida’yken ilk ben gözden çıkarıldım.

 

Şimdi, bana nefes aldırmayan sırların, yalanların, oyunların içinde boğuluyorum öyle sırların, öyle oyunların içinde debelenirken nefes aldığından bile şüphemin olduğu o adamın yatağında, o adam için ağlayıp, o adam için yaşıyorum.

 

Telefonumda bir mesaj var. Ona bakıyorum. Tam üç gün önce, patlama olurken düştü mesaj. Aslında o göreve gittiği ilk gün atmış, şebeke ve hatlardan dolayı düşmemiş. Sonra düştü mesaj.

Alp’im: Uyumadan önce ocağı kapattığından emin ol Narin’i de yanına al birlikte uyuyun bizim odamız çıkışa daha yakın. Aklımı orada bırakmamam konusunda söz verdim biliyorum ama yapamıyorum. Kendine iyi bak. Ve kapıya gelen kutuyu ben gönderdim, bak ona.

 

Açmaya cesaret edememiştim. Korkmuş, kenara koyup sadece üzerindeki notu okumuştum.

 

Türk kadını, yıllar önce Atatürk’ün kurduğu cümledeki gibi omuzlarda yükselmeye, yine yüzyıllar önce Peygamber efendimizin kızını alıp omuzlarında halkın içinde gezdirdiği gibi bir saygıyı hak eder. Beyazlar çok, yakışsın gözleri vatan olanım.

 

Asil Türk kadınıma, asil hediyesi.

 

Bedenim ağrıyordu. Yatağın üzerinde cenin pozisyonunda dururken bacaklarımı yavaşça hareket ettirdim. Ayağa kalkmaya çalışırken, başım dönüyor midem bulanıyordu.

 

Umursamadan elimdeki onun kazağını yatağa bırakıp avuçlarım ile yataktan destek alarak doğruldum. Bacaklarımı sarkıtıp ayağa kalktım. Dağılan saçlarım, üzerimde üç gündür çıkarmadığım kıyafetlerim, sinir stresten regl bile olamamışken kasımlarımdaki ağrılarım her şeyin açıklamasıydı sanırım.

 

Ayaklarımı yerde sürüyerek ilerledim. Masanın üzerindeki kutuyu aldım elime. Ayakta kalacak halim olmadığını fark edince kutuyla birlikte yere, halının üzerine oturdum. Titreyen ellerimle kutunun üzerindeki not kağıdını çıkarıp bir süre ona baktım. Kağıdı halıya bırakırken kutunun kapağını tuttum. Yukarı doğru çektiğim anda, kalbime saplanan acıyı dindirmek için elimden hiçbir şey gelmedi.

 

Bir kitap vardı, bembeyaz bir kumaşın üzerinde bir kitap. Uzanıp aldık elime.

Hüseyin Nihal Atsız – Ruh Adam

Baş parmağımı kitabın kapağına yaslayıp sayfaları hızlıca süzdüm. O sırada küçük bir ayracın olduğu sayfa açıldı. Gözlerimi ikiye ayrılan kitabın iki sayfasında gezdirdim. Soldaki sayfada, siyah bir kalemle tek bir cümle çizilmişti.

 

“Askerlik elbise değil, ruhtur.”

 

Kitabın sayfalarındaki bakışlarımı, kutunun içindeki beyaz kumaşa çevirdim. Kitabı bırakmadan kutunun içindeki kumaşı yukarı kaldırdım. Beyaz, gelinlik olmadığına bin şahit gerektirecek, sade ama bir o kadar da efsunlu bir elbiseydi. Nikah elbisesi gibiydi. Gitmeden önce, söylediği gibi.

Genzimi boğazımı yaracak bir ses çıktı ağzımdan. Fiziksel acıyla değil, ruhsal acıyla ah ettim. Öyle bir ah ettim ki sesim bu vatanın toprağına karışan kahramanların kulaklarına kadar gitti. Ağlamıyordum, ağlayamıyordum ama sürekli bağırıyordum. Kapı açıldığında içeriye, yüzüne bile bakamayacak kadar kötü olduğum için kimin girdiğini göremedim ama bir kadın, tüm sıcaklığı ile bana kollarını sardı.

 

“Gelmiyor!” diye bağırdım. “Kurbanın olayım, Alp’im! Alp canına öleyim!”

Bağrımdan kopan bir feryatla ağladım. Öyle bir ses çıktı ki benden, odada olduğunu fark ettiğim Asya’nın iç çekişleri kesildi, Kerem kafasını çevirdi, Yasin gözlerini kapadı.

 

Bana sarılan Asya, başımı göğsüne yasladığında ben elimdeki kitabı da elbiseyi de kendi göğsüme çektim. Bağrıma bastım. Ben onun yokluğuna sarıldım, Asya bana.

 

“Hemşire’yi çağırın!” diyerek odanın kapısına doğru yürüdü, Kerem. Hayır, istemiyordum.

 

Uyutuyorlar beni. Acı çekmeyeyim diye

Bilmiyorlar, Alp. Sen olmadıkça acı çekeceğimi bilmiyorlar.

 

Bilmiyorlar sevgilim, yara da merhem de sensin. Bilmiyorlar.

 

“Hayır!” Dedim elimdekileri kendime iyice çekerek, Asya’dan ayrılmaya çalışırken. Başımı sağa sola salladım, kendimi kaybetmiş bir şekilde sadece geriye gittim. “İstemiyorum! İlaç istemiyorum!”

 

Kerem’in adımları, dudaklarımdan çıkan cümleyle durdu.

 

“Beni uyutmayın.” Diye fısıldadım. “O burada değil ama ben ona uyanmak istiyorum…”

 

Birden kapı açıldı. Hemşire içeri girdiğinde Kerem ona bakıp başını hafifçe eğdi. Kadın bana doğru bir adım attı ama ben daha da geriye gittim.

 

“Dokunmayın bana!” diye tısladım. Kollarımın arasında tuttuğum şeylere daha sıkı sarıldım. “Beni uyutmayın! Onu rüyalarımda görmek istemiyorum! Gerçek olsun istiyorum!”

 

Hemşire bir şeyler söylemek için ağzını açtı ama Kerem elini kaldırarak onu susturdu. Bir an için herkes donmuş gibiydi. Sadece benim hıçkırıklarım odada yankılanıyordu.

 

Yasin bir nefes verdi ve ilk kez konuştu.

“Ne yapacağız?”

 

İkisi birbirine bakarken, hemşire onlardan emir bekliyordu. Yerde, dizlerimi kendime çekmiş otururken hepsi bir süre birbirine baktı. Sanırım Alp yokken, Yasin ortamın ipini ele almıştı. Ona söz vermiş olmalıydı. Çünkü Alp rütbesine göre değil, kalbine göre emanet ederdi birilerini birilerine.

 

“Narin’i uyandır, Asya.”

 

Gözlerim bir anda Yasin’e döndü. Ölümden ve umutsuzluktan parçalar taşıyan bakışlarımı bir anda bir kırılganlık, yumuşaklık kapladı.

Asya’ya baktım bu defa. O Yasin’e karşı olumsuz bir şekilde başını sallıyordu. “İyi değil.” Diye iki kelimelik bir bıçağı kalbime sapladı.

 

İyi olmadığımı bende biliyordum. O bundan bahsetmiyordu.

O kızıma zarar vereceğimi düşünüyordu.

 

“Hayır,” dedim ona bakarken. “Bunu düşünüyor olamazsın...” dedim bu kez başımı sapa doğru hafifçe eğip kaşlarımı çatarken. Asya büyük bir kararlılıkla ayağa kalktı. Sıkıca topuz yaptığı saçlarına ellerini atıp, alnından topuzuna doğru ellerini gezdirdi. Daha sonra eliyle yerdeki kutuyu gösterdi.

 

“Bu adam gelecek.” Dedi. “Biraz olsun onu tanıyorsam, hangi deliğe girdiyse oradan çıkıp gelecek. Kendinize gelin! Barın’dan bahsediyoruz. Bu adam yıllarca bir kumar oynadı. Hayatını şansa bırakır gibi askerliğe bıraktı.” Elini bıkkınlıkla serbest bıraktığında bacağına değen kolundan kıyafetlerinin sesi çıktı.

“O giderken senin böyle olacağını bilseydi.” Dedi hayal kırıklığı ile başını sağa sola sallarken.

 

Onun cümlesinin devamını beklemeden ayağa kalktım. Ellerimdekileri hızlıca yatağa bıraktım. “Çıkın odamdan!” dedim elimle kapıyı gösterirken. Onlar yüzüme boş boş bakarken tekrar bağırdım. “Ya şimdi odamdan çıkarsınız ya da evimden defolup gidersiniz!”

 

Odayı ilk önce hemşire terk ettiğinde onun arkasından Yasin çıktı. Odaya bağırış seslerinden dolayı gelen Akın ise sanırım olayı anlamış olacak ki ters bir şekilde Asya’ya bakarak onun kolunu tuttuğu gibi “Gel Asya.” Diye yumuşak bir sesle konuşup odadan çıkardı. Odada en son Kerem kaldığında ona baktım. Onun masum bakışlarına karşılık omuzlarımı silktim.

 

Kerem yavaşça yürüyüp bana yaklaştı. Karşımda durduğunda kollarını omuzlarıma sarıp beni göğsüne çekti. “Ablam gibi görüyorum seni. Hayatımda tanıdığım en güçlü kadın olarak görüyorum.” Eliyle sırtımı sıvazlayıp geriye çekildi.

 

“Şimdi kızını yanına al ve hem Türkeç hem de Yıldırım soy adına sahip olan bir kadın ne yaparsa onu yap. Tim arkadaşım değil,” dediğinde ellerini kollarıma koyup beni kendime getirmek istercesine hafifçe sarstı. “Abim gibi gördüğüm adamın karısı olacak kadın olarak, ablam gibi gördüğüm kadın olarak bunu yapman gerekiyor.”

 

Başka hiçbir şey söylemedi. Gülümsedi uzun uzun. Geriye çekilip kollarımı bıraktı. Odanın kapısına yürüyüp birkaç dakika boyunca kapıyı kapatmaya gelmedi, bende odanın ortasında o gelene kadar bekledim. Kapıdan içeriye Narin girdiğinde o Narin’e karşı büyük bir şefkatle yaklaşıp odanın kapsını kapattı. Bizi, beni kızımla baş başa bıraktı.

 

Eğildim yere doğru. Boyu kısacık, kalbi kocaman olan küçük kız çocuğunu kucağına aldım. Tekrar doğrulup boynuna bir öpücük bıraktıktan sonra bir elimi saçlarına geçirip okşadım. O ise bana güven vermek ister gibi boynuma gömüldü.

 

Saatin kaç olduğundan haberim dahi yok. Zaten olsa da kafayı yerim. Sanırım ikindi vakti geçti. Hava kararıyor gibi duruyor. Kucağımda minik kızımla camdan dışarı bakıyorum. Ve bunlar olurken, kapıda bekleyen birkaç kişinin olduğunu biliyorum.

Ona zarar vermeyeyim ya da kendime zarar vermeyeyim diye orada bekliyorlar.

 

Asıl zayıflık buydu.

 

Neredeyse dört gündür olduğum haldi.

Ben, istihbarata girmeyi başarıp ilk kez bir operasyonda başarısız olunca, bilgi vermek için saatlerce işkenceye maruz kaldığımda, babamın mezarının başında, kafama bir silah dayayıp verdiğim şehitler için kendime beddualar ettiğimde bu kadar zavallı hissetmemiştim.

 

Çünkü operasyon tekrar yapılırdı, bedenimdeki yara izleri düzelirdi, şehidimin intikamını alırdım, ki verdiğim şehitler beni gururlandırmaktan başka bir şeye uğratmazdı.

 

Ama şu geçirmeye çalıştığım dört gün, onsuz geçen yirmi üç yıldan daha kötüydü.

 

Onun varlığından sadece bir kez haber olurken geçen yirmi üç yıl bunların yanında hiçbir şeydi.

 

Camdan dışarıyı izlerken derin bir iç çektim. Başını omzuma yaslayıp sessizce benim birkaç cümle kurmamı bekleyen Narin’e fısıldadım. “Narin,” dediğimde başını omzumdan kaldırıp bana baktı. “efendim?” dedi kibar bir şekilde.

 

Gülümsemeye çalıştım. Dudağımın kenarında, zar zor beliren gülümsemeyi gördü mü bilmiyorum. Ama çabaladım. Gülümsemeye.

 

“Biraz hava almak ister misin?”

 

“İkimiz alacaksak olur, Elfida abla.”

 

Başımı salladım. “Gel bakalım bir üzerini değişelim senin.”

 

Günlerdir duşa girmiyorum, bırak duşu yüzümü yıkamaya bile zorlukla gidiyorum. Kıyafetlerimi çıkarmayıp uyuduklarımla günü geçiriyorum, deli gibi istihbaratta, Büge’den gelen dosyaları inceliyorum.

 

Ama yine de onu düşünmem gerekiyor.

Hiçbir şeyim yokken çıktığım yolda, uğruna öleceğim iki insan edindim.

Odadan çıktığımda hemen karşıdaki odada koltuklarda oturan timi gördüm.

Gerçi, o olmadan buraya bir tim denir mi bilmiyorum. Daha çok nefes alan cesetlere benziyorlar.

 

Onlara baktım ama kaçırdığım bakışlarımı en son belli bir noktada, Yasin’in üzerinde tuttum. “Hava alacağız biraz. Yarım saat anca sürer.” Dedim.

Başını salladı. Koridorda yürüyüp Narin’in odasına girdim. Kapıyı kapatıp Narin’i yere bıraktım. “Ne giyelim, güzelliğim?” diyerek dolabına yaklaştım. Kapağını açara açmaz gözüme çarpan pembe montunu çıkardım. Onu elime alıp üzerine giyebileceği beyaz sweatshirt’ünü çektim. En sonda siyah bir eşofman alıp Narin’e döndüm.

 

“Güzel kızıma çok yakışır.” Dedim. İleriye yürüyüp yatağının kenarına oturdum. Onu çağırıp karşımda beklemesini söyledim. Uzanıp üzerindeki ince geceliğini üzerinden çıkardım. İlk önce sweatshirtü giydirip daha sonra eşofmanını geçirdim bacaklarına. Hazır olduğunda saçlarına bakıp “Hmm,” diye bir ses çıkardım düşünür gibi. “Saçlarını açalım mı?”

 

Başını salladı. “Evet.” Dedi elindeki montunu tutarken. Alışmış olacakki arkasını dönüp saçlarını düzeltmem için bekledi. Bende onu daha fazla bekletmemek adına saçındaki tokayıp canını acıtmadan çıkarıp, uzun siyah saçlarını ellerimle düzelttikten sonra kurdele şeklindeki minik siyah tokatı, saçlarının ön kısmında, sağ tarafından bir tutam alıp başına doğru taktım.

 

“Çok yakıştı, benim kızıma!” diyerek yaklaştım. Yanağına derin bir öpücük bıraktığımda kıkırdamaya başlamıştı.

Ne yalan söyleyeyim, şu durumdayken onun gülüşü biraz olsun rahatlatmıştı beni. Hâlâ birilerinin gülebilmesi güzeldi.

 

Ne kadar benim kanım olmasa da, canımdı. Canımdan bir parçaydı. Onu ilk aldığımda da, şimdi de kızım gibi görüyordum. Ona annelik yapabilirdim. Yapabileceğim en iyi şekilde. Ama o bana anne der mi bilmiyorum. Annesinin yerine beni koyması onun için trajik olurdu.

 

Hazırlanıp aşağı indiğimizde apartmanın hemen yanındaki parka yürümeye başladık. Hava soğuktu, aralık ayı kendini göstermeye başlamıştı. Üzerimdeki siyah montum ısınmam için yeterliydi. Elinden tutup yavaşça yürüttüğüm Narin’in üzerinde, benim endişemden dolayı bir ceket bir mont vardı.

 

“Elfida.” Dedi sorar gibi.

 

Daldığım yerden bakışlarımı çekip başımı eğerek ona baktım. O da başını kaldırmış, yavaş yavaş yürürken bana bakıyordu. “Efendim, güzelim?”

 

“Barın abi gelecek mi?”

 

Sorusuyla birlikte attığı küçük adımları yavaşlatmıştı. Üzerine kat kat giydirdiğim montunun içinde, meraklı bakışlarını bana dikmiş bekliyordu. Küçücük elleri, eldivenin içinde bile soğuktu.

 

Bir an cevap veremedim. Ne desem bilemedim. Çünkü bilmiyordum. Gelir mi, gelmez mi, gelse ne der, gelmese ne olur… Bunların hepsi muamma. Ama Narin’in hayal kırıklığına uğramasını da istemiyordum. Küçük kızların umutları büyük olurdu ve ben, o umutları kırmak istemiyordum.

 

“Gelir mi sence?” diye sordum.

Başını yana eğdi. Biraz düşündü. Sonra yavaşça omuzlarını silkti. “Bilmiyorum,” dedi masum bir şekilde.

 

Parmağını küçük burnuna götürüp iyice düşündü. Sonra bana bakarak, “Ama sen yanımdasın,” dedi, “O yüzden o da gelir gibi.”

 

İçimde garip bir sıcaklık yayıldı. Onun bu cümlesi… Hiç beklemediğim bir anda içime işledi.

 

Bir süre sessizlik oldu. Çocuk parkına vardığımızda Narin hızlanıp kaydırağa doğru yöneldi. Ellerini uzattı, yardım etmem için bana baktı.

 

Montunun kapüşonunu düzelttim, sonra kucağıma alıp kaydırağın üstüne oturttum. “Kendin kayabilir misin?”

Kıkırdayarak başını salladı. “Evet!”

Kaydı, ben de onu aşağıda yakaladım. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.

 

“Bir daha yapabilir miyim?” diye sordu.

 

“Tabii,” dedim. “İstediğin kadar, oynayabiliriz Kollarımın arasından çıkıp kaydırağın diğer tarafından küçük basamaklı merdivenlere tırmandı, en son kaydırağın baş kısmına minik bedenini yerleştirip aşağı doğru kaydı.

Kaydırak onun yaşındaki bir çocuk için fazla dik ve yüksekti. Sanırım bana güveniyordu.

 

Aşağı doğru kaydığında kollarımı uzatıp onun kaydırağın ucunda durdurdum. Böylece düşmesini engelledim. Hoşuna gitmiş olacakki gülmeye devam etti. “Salıncak.” Dediğinde başımı salladım.

 

Onu kucağıma alıp salıncaklara yürüdüm. Salıncağın kemer kısmını yukarı kaldırmadan onu salıncağa bıraktım. Daha sonra yanında durup, zincir kısmından tutarak hafifçe sallamaya başladım.

 

Bu sırada bir şey düşünür gibi yaptı.

“Bir sorun mu var, kızım?”

 

Başını sağa sola salladı. “Bilmem, bir sorun olduğunu nasıl anlamam gerekiyor?” Dedi. Dilinin dönmediği harfler olduğu için yaptığı tatlı konuşmaları insanı mutlu ediyordu.

 

“Eğer bir şey hoşuna gitmiyorsa ama bu canını sıkacak bir derecedeyse. Sorun vardır demektir.”

 

Başını kaldırıp bana baktı. Elleriyle iki yandaki zincirleri kavramaya çalışıyordu.

 

“Onun gelmemesi de canımı sıkıyor.” Dedi canımı yakacak türden. “Bu da bir sorun mu?”

 

Titrek bir nefes aldım. Aldığım nefes ciğerlerime, binlerce iğne batarmış gibi bir ağırlık ve acı yaptı. Göğsümün acısıyla dudaklarımı araladım. Onu saklamayı bırakıp, salıncağı sabit tutarak diz kapaklarımın üzerine çöktüm.

Ellerimi hafifçe salıncağın zincirlerine koydum, onu sabitleyerek gözlerinin içine baktım. Küçücük bedenine rağmen dünyayı anlayan bir bakışı vardı. O gözlerde, bekleyişin verdiği kırgınlık vardı.

 

Yutkundum. Ona ne desem, nasıl anlatsam bilmiyordum. İçimdekileri olduğu gibi döksem, anlayabilir miydi? Daha doğrusu, anlamasını ister miydim? Çocuk kalbinin yaralanmasını ister miydim?

 

Ellerimi minik ellerinin üzerine koydum. “Bazen insanlar, çok isteseler bile hemen gelemezler, güzelim.” Sesim neredeyse fısıltı gibiydi. “Ama bu gelmeyecekleri anlamına gelmez.”

 

Kaşlarını çatıp düşündü. “Ama beklemek çok zor.”

 

İçim sızladı. “Evet,” dedim başımı sallayarak. “Çok zor.”

 

Ona gözlerimi kırpmadan bakarken, içimdeki yük daha da ağırlaştı. Dört gündür kendimi kapattığım, nefes bile almak istemediğim o günler, Barın’ın sessizliği, Narin’in o umut dolu bekleyişi… Bunlar aklımda dönerken, içimde bir yer eziliyordu. Ve ben hala içimde olan o küçük umudun altında, ufalanarak paramparça oldum.

 

“Sen de bekliyor musun?”

 

Tüm kalbimle. Aldığım tüm nefeslere yemin olsun ki, bekliyorum. Öleceğini, şu kapıdan Şehadet haberinin gireceğini de bilsem, beklerim. Ağır ağır başımı sallarken elimi siyah saçlarına dokundurdum. “Bekliyorum.”

 

Yanağıma birkaç soğuk su damlası çarptı. Başımı yukarı kaldırıp, yavaş yavaş çiseleyen yağmuru izledim. Daha sonra ayağa kalkıp Narin’e baktım. “Gidelim mi? Yağmur yağıyor.”

 

Başını salladı. Onu salıncaktan indirip kucağıma aldım. Hızlı adımlarla apartmana yürüdüm. Asansör ile yukarı çıktık. Zaten kafamı nereye çevirsem korumaydı. Hepsi sivil haldeydi, dikkat çekmeyecek yerlere yerleşmişlerdi. Çok umursamadan asansörden çıkıp kapıya yürüdüm. Kapının ziline bastım. Akın kapıyı açtığında bir şey söylemeden içeri girdim. Kucağımdaki Narin’i içeriye, koridora bırakıp yere eğildim onun çıtçıtlı ayakkabılarını çıkarıp üzerinden montunu aldım. Eline tutulturup “Koş birtanem odana. Montunu bırak gel.”

O hızlıca odasına koşarken bende kendi ayakkabılarımı çıkarıp onunkilerle beraber ayakkabılığa bıraktım. Bu sırada Akın kapıyı kapatmış içeriye geçmişti. Montumu çıkarıp vestiyere astım. Vestiyerin kapağını kapattığımda, kapağın üzerindeki aynada kendi yansımam ile karşılaştım.

 

Beynim inatla bunun ben olmadığıma inanıyordu.

 

Kalbimde durumu kabullenmiş, sakince bir köşede bekliyordu.

 

Gözlerimi kendimden kaçırıp içeriye odama girdim. En azından üzerimi değiştirsem iyi olacaktı sanırım.

Kapımı kapatırken içeriden Narin’in sesi geliyordu. “Yasin abi! Çizgifilm!”

 

Dolabıma ilerleyip Alp’i kıyafetlerinin olduğu kısmı açtım. Direkt bir sweatshirt aldım. Altıma da kendi eşofmanlarımdan birisini geçirip çıkardığım kıyafetleri odadaki banyoya bıraktım. Temiz hava iyi gelmiş gibiydi, kendime biraz olsun gelmiştim. Elime yüzüme su çarpmak için lavabonun karşısına geçtim. Saçları aşırı derecede yağlanmıştı. Gözlerimin altı şiş duruyordu. Tepeden topuz yaptığım saçlarıma doğru uzandım. Tereddüt ederek tokayı yukarı çektim.

 

Saçlarım açıldı. Upuzundular.

 

“Saçlarını çok seviyorum, biliyor musun? Kızımızın saçları da böyle olsun.”

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Ellerimi lavabonun mermerine yaslayıp ağlamamak için kendimi sıkarken aynaya baktım.

 

Kulağıma onun sesleri doluyordu.

Derin nefesler aldım. O gittiğinden beri sadece birkaç kez kriz geçirdim, halüsinasyon ise sadece bir kez gördüm. Onun dışında, uyumuyorum. Uyuduğum zaman kabuslara uyanıyorum. Alp’in bedeni yanımda yatıyor, ikimizde ölmek üzereyiz. Hep aynı rüyayı görüyorum. Ve hep aynı sabaha uyanıyorum.

 

Hızlıca musluğu açıp yüzüme su çarptım. Saçlarım musluğun içine girip ıslandığında ıslanınca rengi koyulaşan saç uçlarıma baktım. Suyu iyice açıp saçlarımı suyun altına soktum. Başıma temas eden soğuk su, tenimi ürpertirken başımı çekmedim. Bir süre bir saçlarımın ıslanmasını izledim. Daha sonra başımı çekip ellerimle saçlarımı tutarak suyu sıktım.

 

Pis bir insan değilim, sadece o şampuanı alıp saçlarımı köpürtmek bile eziyet gibi geliyor.

 

Hızlıca havluyla saçlarımın ıslaklığını alarak nemli saçlarımı taradıktan sonra odamdan çıktım. Salona girdiğimde hepsinin gözleri beni buldu. Şaşırmış gibi duruyorlardı. Kerem yerinden kalkıp “Çorba getireyim ben, sen otur.” Diye hem endişeli hemde bir o kadar güven veren sesi ile konuştuğunda elimi kaldırıp durması için işaret ettim. “Kerem, otur lütfen. Yemek yemek istemiyorum. Midem almıyor.”

 

İnat edip beni dinlemeyerek mutfağa ilerledi. Onun arkasından Alper’de gittiğinde içerideki insanlara baktım.

Yasin baş köşede oturuyordu. Gerginliği oturuşundan bile belliydi. Asya ve Akın uzun koltukların birinde yan yana oturuyordu. Asya’nın kucağındaki bilgisayara bakıyorlardı. Emre, bir kenara çekilmiş, kolundaki küçük sargı ile öylece bekliyordu. Sanırım orada yaralanmıştı. Yaltı yoktu. Pürüzlü sesimle “Yaltı nerede?” daha sonra bakışlarım sağımdaki koltukta oturan Buğra’ya ilişti. Öyle hissiz bir şekilde bakıyordu ki bana. “O askeriyeden takip ediyor olayları. Normalde biz de gidiyoruz ama şuan yapacak hiçbir şeyimiz olmadığı için buradayız. Üç gündür, beş kişilik gruplar halinde gidiyoruz. Bugün böyle oldu.”

 

Yapacak hiçbir şeyimiz yok.

 

Başımı salladım. Yasin’in oturduğu tekli koltuğun yanındaki tekli koltuğa geçtim. Sırtımı yasladığımda, belimin ağrıdığını hissettim. Zaten mide bulantım ve baş dönmem cabası gibi duruyordu. Kerem elinde bir tepsi ile bana yaklaştı. Kucağıma tepsiyi bıraktığında tepsiyi umursamadan “Teşekkür ederim.” Diye mırıldandım. O da karşılık verdiğinde yerine oturdu.

 

Tepsiye baktım. Bir kase mercimek çorbası olduğunu düşündüğüm çorba, küçük bir dilim ekmek ve kaşık vardı. Kaşığı elime alıp çorbayı karıştırdım. Karıştırdıkça gelen kokusu midemi iyice bulandırıyordu. Yutkunmaya çalıştığım sırada kaşığa aldığım çorbayı dudaklarıma yaklaştırdım. Sadece dilimin ucuyla dokundum kaşıktaki çorbaya. O bide kusmam için yeterli gibi gelmişti.

 

Kaşığı olduğu gibi kasenin içine bırakıp bardağı elime aldım. Birkaç yudum sudan sonra bardağı sertçe tepsiye bıraktım. Derin bir nefes alıp tepsiyi tutarak ayağa kalktım. “Yemedin?” diyerek bana baktı Yasin.

 

Omuz silktim. “Yemeyeceğimi biliyorsunuz, midem almıyor dedim size.” Tepsiyi mutfağa bıraktıktan sonra tekrar salona girdim. Duvardaki saat gözüme çarptığında daha dikkatli baktım.

 

Saat altıyı yirmi geçiyordu.

 

Nemli saçlarım sweatın üzerinde minik su damlaları halinde ıslaklık bırakırken koridora çıkıp, uzun ve saf koridorun en sonundaki odaya yürüdüm. Alp’in çalışma odasına.

 

Kapıyı açtığım an onun kokusu içime doldu. Kapıyı kapatıp içeride gezinmeye başladım. Zaten ona dair çoğu şey buradaydı. Söylediğine göre odasına benden başka kimseyi almazmış.

Duvarlarda Türk tarihine ait tablolar, desenler ve birkaç eşya asılıydı. Beyaz duvarı böyle coşkulandırmak ancak onun yapacağı işti. Kenarda kocaman bir kitaplık vardı. Gözlerime ilişen kitapların hepsi Türk tarihi ile alakalıydı. İlgimi çeken bir durum olduğu için ileriye yürüdüm. Kapağı tanıdık gelen bir kitabın sırt kısmından tutarak kendime çektim.

 

Kitabın üzerinde annemin adı vardı.

Annemin kitabıydı.

 

Onlarca gerçek kitaptan sonra, annemin genç askeri kurgu tropuyla yazdığı kitabı okumasını beklemiyordum. Annemin tüm kitaplarını okumuştum. Hepsinin alt metni, vatan sevgisinden oluşuyordu. Yani birkaçı hariç.

 

Benim doğduğum yıllarda, annem bilinen Türk yazarlardan birisiydi. Birkaç imzasına şahit olmuştum.

 

İnsanlar onu seviyordu. Ve bizi benzetiyorlardı. Lise yıllarımda annemin kitaplarını okuyup eğleniyordum. Kurgu da olsa, bir şeyler hissetmek için güzel bir yoldu.

Kapağı açıp alışık olduğum o ithaf kısmına baktım.

 

Biricik eşim ve turuncular içindeki kızıma.

 

Dudaklarımda bir gülümseme belirdi. Ne kadar bu gülümsemeyi takındığım için kendimi bencil hissetsem de gülümsemeye devam ettim birkaç saniye daha.

 

Annemin yaklaşık on beş kitabı vardı. Yaklaşık diyorum, çünkü on beşinci kitabının finalini yazamadan vefat etti.

Okurları uzun süre yasını tutmuştu. Yalandan da olsa birileri onun için üzülmüştü. En çok ben demeyeceğim, bu bencillik olur. Ama kalbimin annemin yokluğunda her saniye parçalandığına emindim.

 

Gözlerimi kapattım. Onun sesini hatırlamaya çalıştım. O neşeli kahkahasını, yazı masasının başında hummalı bir şekilde çalışırken bana yaptığı tatlı sitemleri... “Bir gün sen de yazarsan, beni anlarsın,” derdi hep. Ama ben yazmamıştım. Hiçbir zaman onun gibi olamamıştım.

 

Kitabı aldığım yere bırakıp kitaplığın önünden ayrıldım. Masasına ilerleyip sandalyesinin yanında ayakta durdum. Masayı incelerken gözüme birkaç çerçevelenmiş fotoğraf çarptı.

 

Birisinde sadece ben vardım. Bunu bir yıl önce Büge çekmişti. Üzerimdeki mavi kazağımı ve mavi pantolonumu zorla giydirmişti. Maviyi severdim, yalnızca onun gözlerinde. Turuncu saçlarımı ise tepeden iki tane örüp alt kısmı salık bırakmıştık. Fotoğrafımı beğenmiş olacak ki, buraya koymuştu. Diğer fotoğrafta ise biz vardık. Ben elimdeki ne olduğunu bile anlamadığım bir dosyaya bakıyordum, o da bana bakıyordu. İkimizde de askeri kamuflaj vardı.

Bunu kimin çektiğini bilmiyorum ama son çıktığımız operasyonda, askeriyede bayılmadan önce çekilmiş olduğunu düşünüyordum.

 

Uzanıp elime aldım çerçeveyi. Onun sandalyesine oturup fotoğrafı kalbimin üzerine bastırdım. Söylenecek çok fazla şey varken, gelmesi gerekiyordu. Gitmemeliydi.

 

Derin bir nefes aldım ve sandalyeden kalktım. Fotoğrafı yerine bırakmadım. Onunla birlikte odadan çıktım, koridoru geçerek kendi odama girdim.

 

Kitaplığımın en üst rafında, annemin son kitabı duruyordu. Bitmemiş olan...

 

Çalıştığı yayınevi, kitabın finalini yayınevinin bünyesindeki yazarlardan birisinin yazabileceğini teklif ettiğinde kabul etmemiştim. İstihbarata girmeden birkaç yıl önce kitabı annemin yazdığı yere kadar bastırmıştım. Ne kapağına kadar annemin hazırlanmasını istediği ve bana anlattığı gibi olmuştu. Okurları yıllardır onun sonunu merak ediyordu, ama kimse yazmamıştı. Yazamazdı.

 

Elimdeki fotoğrafı kitaplığıma bırakıp annemin kitabını elime alıp yatağıma, yatağımıza, oturdum. Cildi biraz yıpranmıştı, Son sayfayı açtım. Annemin kalemiyle yazdığı o son cümleye gözüm takıldı:

 

“Ve o, arkasına dönüp baktığında, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını anladı.”

 

Cümlenin sonunda boşluk vardı. Hikâye yarım kalmıştı. Ama belki de ben tamamlayabilirdim.

 

Titreyen ellerimle kalemimi aldım. Sayfayı açtım. Ve yıllardır ilk kez bir cümle yazdım.

 

“Ama bir insanın ruhu, sevdiği insanların hatıralarında sonsuza kadar yaşamaya devam eder.”

 

Cümleyi yazar yazmaz, beynimde anneme ait bir kahkaha yankılandı. Dört gündür ilk defa huzurlu hissettim. Elimdekileri toparlayıp masanın üzerine bıraktıktan sonra arkama dönüp yatağa baktım. Uyusam, uyandığımda gelir miydi? Bilmiyorum.

 

Ama gelmeyecek gibiydi.

 

İleriye yürüdüm. Üzerimdeki sweatshirtü çıkarıp dolaptan ince askılı gecelik üstümü aldım. Altımdaki eşofmanı da o geceliğin ince düz altı ile değiştirdim. Kıyafetlerimi yerden almadan yatağa yürüyüp ekime telefonumu aldım.

 

Soğuk yorganı kaldırıp içine girdim. Üzerime örttükten sonra telefonumun ekranını açıp şifreyi girdim.

 

02.04.2000

 

Mesajlar kısmından Alp’in en son attığı mesaja tıkladım. Gözlerim mesajda gezindi. Ezberlediğim o mesaja yine baktım.

 

Kapım tıktıklandığında hiç hareket etmeden “Gel,” dedim. Kapı açılınca zaten giren kişinin sesi ile kim olduğunu anlamıştım. “Uyuyacak mısın?”

 

Asya.

 

Çok umurunda değildim. Sadece Alp geldiğinde beni böyle görürse onlara kızar diye korkuyordu.

 

“Uyuyamıyorum.” Dedim sadece.

 

Telefonumun ekranını kapatıp yatakta oturur hale geldim. Bakışlarımı ona diktim. Elinde bir su bardağı su ve ilaç vardı. “İlaç içecek durumda değilim.” Dedim kaşlarımı çatıp midem bulanıyor gibi bir yüz ifadesi yaparak.

 

“Uyku ilacı, en azından bir iki saat uyumanda yardımcı olur diye.” Dedi mahçup ama pek pişman olmayan sesi ile.2

 

Bu ilaçları zaten kullanıyordum ama Alp ile ciddi anlamda tanıştığımdan beri bunlara ihtiyacım kalmamıştı. Onun yanında uzun süre uyuyabiliyordum.

Başımı salladım mağlubiyeti kabul ederek. O bana yaklaşıp ilacı uzattı. Bir tanesini ağzıma atıp bardaktaki suyun yarısını içtim. O bardakla beraber odadan çıkarken ben yatağa yerleşip gözlerimi kapattım. Uzun süre sağa sola dönüp uyumaya çalıştım, en sonunda uyku ilacı bedenimi teslim aldı.2

 

 

 

🔗

 

 

 

Kulağıma dolan çatırtı ve anlam veremediğim hışırtı sesleri uykumu bölerken aniden gözlerimi açtım. İlk önce kafamda kurduğumu düşünüp bir süre bekledim. Ama bu kez kapıdan gelen net bir sesle, uydurmadığıma emin olarak elimi yastığımın altına soktum. Emniyetini önceden kapattığım silahı kavradığım gibi hızla ayağa kalktım.

 

Hızlı adımlarla kapının sol tarafına geçip sırtımı duvara yasladım. Elimdeki silahı sıkıca kavrayarak, kapıdan giren kişinin beni göremeyeceği bir şekilde bekledim. Nefesim düzensizdi, kalbim kulaklarımda atıyordu. Günlerdir içimde taşıdığım ağırlık uykuma bile sızmışken, şimdi uyanık halde tekrar bedenime çöküyordu.

 

Kapı yavaşça aralandığında, içerideki loş ışık koridora taşarken vücudum refleksle hareket etti. Öne savurduğum tekme, içeri giren kişinin bacağına sertçe çarptığında kısık bir nefes sesi duydum. İçimdeki adrenalin dalgasıyla, “Yat yere!” diye bağırdım.

 

Silahımı hızla kaldırıp yüzünü bile göremediğim kişiye doğrulttum.

Tam o anda, sesime uyanan evdekiler odaya doluştu. Arkadan Yasin ve Emre’nin seslerini duyabiliyordum. Ayak sesleri, telaşlı nefesler, “Ne oluyor?!” diyen boğuk fısıltılar hava uçuyordu.

 

Ama ben kimseye aldırmadım. Gözlerimi kısıp hala net göremediğim kişiye daha sıkı nişan aldım. Sinirim titreyen sesime yansıdı.

 

“Koyduğunuz korumaları sikeyim! Narin nerede?”

 

Kerem’in sesi yan taraftan geldi. “Narin iyi, ona bakıyorum!”

 

Bir saniye daha geçti. Sonra parmaklarım duvara uzanıp ışığı açtı.

Beyaz ışığın ani parlaklığı gözlerimi yaktığında, göz kapaklarımı sıkıp bir anlığına kapattım. Derin bir nefes alıp açtığımda ise….

 

Tüm bedenim olduğu yerde dondu.

Ellerim hafifçe titredi.

 

Üstü başı perişan haldeydi. Çamura bulanmış, kan lekeleri giysisine karışmıştı. Yüzü kir içindeydi, kaşının yanından aşağı doğru ince bir kan izi iniyordu. Gözleri yorgundu, ama o alışık olduğum bakışla, gözlerini gözlerime kilitlemişti.

 

Elimdeki silah, parmaklarımdan kayarak yere düştü. Metalin sert sesi odada yankılanırken herkes sustu.

Görmeyi en çok istediğim insan karşımdaydı.

 

Ama o burada olmaması gereken bir hâlde, aniden, sessizce ve kanlar içinde çıkıp gelmişti.

 

Dilim damağıma yapışmıştı, boğazımda kelimeler düğümlenmişti. Kalbim öyle sert çarpıyordu ki göğsümden çıkacak sandım. Barın, tam karşımda duruyordu. O bildiğim, tanıdığım adam... Ama bir o kadar da yabancı... Sanki, sadece dört gün değil, yıllar geçmişti üzerinden.

Yüzüne uzun uzun baktım, gerçekten burada olduğuna emin olmak ister gibi.

Gözleri, gözlerimin içine bakıyordu. O tanıdık sert bakışları, bu kez daha ağır, daha yorgun ama bir o kadar da kararlıydı. Sanki binlerce şey anlatmak istiyordu ama hiçbirini dile getiremiyordu.

 

Yutkunmaya çalıştım, boğazım kuruydu.

 

“Alp...” dedim, nefesim titreyerek.

Ama devamı gelmedi. Sadece ismini söyleyebildim. Sanki geri kalan her kelime boğazıma düğümlenmişti.

 

O ise tek bir adım attı. Küçük, yavaş ama tüm odadaki havayı değiştiren bir adım.

Ve ben, artık ayakta duramıyordum.

Dizlerim bir anda boşaldı, önce sendeledim, sonra ayaklarım beni taşımayı reddetti ve olduğum yere çöktüm.

 

İçimdeki her şey, dört gündür bastırdığım, görmezden geldiğim, derinlere gömüp susturduğum her şey, bir anlık boşlukta patladı.

 

Sıcak yaşlar gözlerimden süzülmeye başladı. Onları durdurmaya çalışmadım. Odamda, kalabalığın ortasında, kimsenin ne dediğini umursamadan sessizce ağlamaya başladım.

 

ifadesi o an değişti.

 

İşte o an, bir şey oldu.

 

İçindeki o sert, soğuk maske çatladı. O da bunu fark etti, ama toparlamadı. Beni izledi, gözleriyle süzdü, birkaç saniye durdu. Sonra bir adım daha attı.

Ama o kadar yorgundu ki... O kadar tükenmişti ki...

 

Ayakta durmaya mecali yoktu. Alp , dizlerinin üzerine çökerek benimle aynı hizaya geldi.

 

Etraf sessizdi. Herkes bir şey diyecek gibiydi ama kimse konuşmuyordu. Odanın içinde sadece bizim soluk alıp verişlerimiz yankılanıyordu.

Onun elleri kan içindeydi. Çamur, kan, toprak karışmıştı derisine. Yüzündeki yorgunluk, dört günü anlatıyordu ama ben hâlâ neler olduğunu bilmiyordum.

Gözlerim onun gözlerine kilitlenmişken titreyen bir nefes verdim.

 

“Neredeydin?” diye fısıldadım.

Barın gözlerini kaçırmadı. Ama cevap vermedi.

 

“Alp,” dedim bu kez daha güçlü bir sesle, ama aynı zamanda kırıktı. Öfkeli değildim. Kızgın da değildim. Korkuyordum.

 

Elimi kaldırdım. Tereddüt ederek. Parmaklarım titriyordu. Sonunda, yüzüne dokunacakmış gibi bir an havada asılı kaldı elim. Ama sonra yanağındaki kurumuş kanı fark ettim. Gözüm, kaşının hemen yanından süzülen o kesik izine kaydı.1

 

Dokunmaya cesaret edemedim.

Bir hıçkırık koptu dudaklarımdan. Nefes bile alamazken o elini ağır hareketlerle kaldırdı. Kurumuş kanlı ellerini yanağıma doğru yaklaştırdı. Diz kapaklarımız birbirine değiyordu. İkimizde aynı hizada duruyorduk. Onun koca cüssesi, benim yanağıma dokununca sanki zavallı bir şeymiş gibi küçülüp gitti. Sarılmaya dahi gücüm yetmiyordu. Yavaşça dudaklarımı araladım.

 

“Yalvarırım sarıl, gücüm yetmiyor.”

 

 

Yutkunuşunu izledim. Bu odada, sadece biz vardık. Bizi izleyenleri umursamadan bekliyorduk.

Onlar odayı yavaş yavaş boşaltırken, Alp dudaklarını araladı. “Çok kirliyim, sarılamam.”

 

Başımı sağa sola salladım hızlıca. “Değilsin,” dedim. Dizlerimin üzerinde otururken omuzlarım sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. “Öldün sandım!” dedim boğazımdan gelen bir sesle.

“Öldün sandım, ölüyordum!”

 

İleriye atılıp beni belimden tuttuğu gibi kendi bedenine yasladı. Başım göğsüne yaslanırken kollarımı boynuna saramadım. “Ağlama, söz verdin ağlama.” Öyle çaresizdi ki sesi, sanki biraz daha zorlasa ağlayacak gibiydi.

 

Tüm gücümü toplayıp kollarımı boynuna sarıp başımı da boyuna yasladım. Birkaç defa öptüm boynundan. Gözyaşlarım boynuna düşerken o beni daha sıkı kavradı.

 

Aklıma gelen o yaralanmış olma ihtimali ile dehşetle ondan ayrılıp ellerimi omuzlarıma koydum. Bedenine bakarken ağlamamaya çalıştım. “Yaralandın mı? İyi misin? Hastaneye gidelim. Kalk hadi hastaneye gidelim.” Ben ardı arkası kesilmeyen sözlerimi devam ettirirken kollarımı bileklerimden tuttu. “Dur dur, lütfen dur.” Dediğinde gözlerine baktım.

 

Mavilerini özlemiştim.

“Hastaneden geldim. Az çok baktılar. Sakin ol sadece.”

 

Kesik kesik nefes alıyordum. Başımı sağa yatırdım. “Alp...” diye fısıldadım.

“Elfida,”

 

Karşındaki yara, sanırım dikiş istediği için o umursamamıştı. Başka ciddi bir şeyi varsa onu halletmişti. Dudağının kenarı kandı. Saçları toz içindeydi. Kamuflajının bir kısmı parçalanmıştı. Mavi gözleri olduğundan daha koyu bir renkteydi.

 

“Çok özledim.” Dedi gözlerime bakarken.

 

“Sonra kızsan olmaz mı? Hasretinden yanıyorum.”

 

Dudaklarındaki derin gülümseme içime batarken başımı salladım. “Öpeyim mi?” dediğinde sinirim bozularak güldüm.1

Elimi omzuna vurdum. “Soruyor musun bir de, aptal!”

 

Yaklaşıp ilk önce yüzümü avuçları arasına aldı. Dudaklarını ilk önce alnıma değdirdi. Sonra sağ ve sol yanağıma. En son dudaklarıma yaklaştı. Öpmeye çoktan başladığında karşılık verdim.

Onun kokusu, kan, barut ve tozun arasına karışmış o tanıdık koku, ciğerlerime dolarken içimdeki özlemle baş edemez hâle geldim.

 

Barın, başını biraz yana eğdi, dudaklarını biraz daha üzerime bastırdı. Nefesi, dudaklarımın üzerinde titriyordu. O an gözlerimi kapattım, parmaklarımı saçlarının arasına geçirdim. Kir, toz, yorgunluk umurumda bile değildi.

 

O buradaydı.

 

Kaybolmuş, perişan, yorgun... Ama buradaydı.

 

Özlediğim adam, gecelerce yokluğunda boğulduğum adam, geri dönmüştü.

Öpücüğümüzü yavaşça bitirdiğinde, yüzümü ellerinin arasından ayırmadan gözlerime baktı.

 

“Bir daha böyle kaybolursan seni ben öldürürüm,” diye fısıldadım, sesimde titreyen bir öfke vardı ama ondan çok korkuyordum.

 

Gülümsedi. Ama o gülümseme bile yorgundu.

 

Parmaklarını saçlarıma geçirdi, beni biraz daha kendine çekti. Başımı omzuna yasladım, o ise çenesini saçlarıma dayadı.

 

“Geri döndüm,” diye fısıldadı.

 

“Döndün.”

 

Uzun süre öyle kaldık. Kokusuna doya doya öptüm onu. O da beni.

İçeriye girmemiz gerektiğini fark ettiğimizde ikimizde yorgun haldeydik. İlk önce o kalktı, beni kaldırdı. Beraber içeriye onların yanına girdik. Alp hepsiyle kısa bir sarılıp yerine, benim yanıma oturdu. Oturur oturmaz, kolunu omzuma atıp eliyle başımı omzuna yaslamamı sağladı.

 

Orada kaldığı süre zarfında, aslında esir düşme gibi bir durum söz konusu değilmiş. Patlama olurken son anda çıkmış. Ara sokaklardan birisnde patlamanın etkisi ile bir süre baygın kalmış. Uyandığında ise etrafında kimsenin olmadığını söyledi. Üzerinde Türk askeri kıyafetleri varken, oradaki örgüt üyelerinin onu almaya çalışacağını biliyormuş. Saklanmış, birkaç kez karargah ve askeriye ile iletişime geçmeye çalışmış. Başarısız olunca, etrafı izlemeye almış. En sonunda Askeriyeye ulaşıp, bize haber vermeden destek ekibi istemiş.

 

En sonunda da buraya gelmiş.

 

Yanıma.

Muhabbet bir süre devam ettikten sonra “Biz yarın Ankara’ya gidiyoruz.” Dedi.

 

Kaşlarımı çattım. “Sen bu haldeyken ben bir yere götürmem seni, seni de bırakıp gitmem.”

 

Sabır çeke çeke “Yavrum, yarın gidelim. İki gün sonra askeriyenin eğlencesi var zaten.”

 

Şu halde eğlence düşünüyor, hale bak!

 

“Gitmeyiz ne olacak?”

 

“Elfida, yokluğum yaramadı sanırım güzelim ha?”

 

Bu kez sabır çeken ben oldum. Kolunun altından çekilip “İçerideyken “sonra kız özledim” demeyi biliyorsun, komutan.” Diye sert bir sesle konuşup ayağa kalktım. Başım hafifçe döndüğünde elimi nereye koyup destek alacağımı şaşırdığımda o da ayağa kalkıp beni tuttu. “Sen bir yerinde mi dursan? Niye başın dönüyor?”

 

Tam güzel bir yalan uyduracakken “Dört gündür yemek yemiyor, dün bir kaşık çorba içip midem bulanıyor diye geri bıraktı. Sadece ilaç içiyor.” Kerem araya girdi.

 

Gözlerimi devirdim. “Yiyorum ben yemek.” Dedim inatla.

 

“Biz odaya geçelim, sizde yatın arkadaşlar. Sabah konuşuruz.” Bana döndü bu sefer. “Biz odamıza gidelim, Elfida.” Diye imalı imalı konuşup beni ittirerek odaya soktu. Kapıyı kapatıp arkadan kilitledi.

 

“Niye yemedin yemek? Kızım haline bak! Hadi kendini düşünmüyorsun onu anladık artık. Lan beni de mi düşünmedin? Dört günde eriyip gitmişsin! Şehit olsam...” Diye devam ettiği sözü, benim kesmeme gerek kalmadan kendisi kesti.

 

Donuk bakışlarımı gözlerine kilitledim. “Ne? Şehit olsam ne?” Dedim.

 

“Yapma, öyle demek istemediğimi sende biliyorsun.”

 

Başımı sağa sola bilmiyorum anlamında sallayıp yatağa yürüdüm. “Bari pansuman yap.” Diyerek mızmız bir çocuk gibi konuştu.

 

Kıyamam ki zaten.

“Gel.” Dedim. Çekmeceden pansuman için kullandığımız eşyaları alıp yatağa bıraktım. Sonra ayağa kalkıp dolaba ilerledim. Onun için gri bir tişört ve siyah eşofman çıkarıp geri yatağa geldim. “Al, değiştşr üzerini.”

“Bakıyorum da iki dakika da küstün bana.”

Omzunu silktim. “Sus ya.” Dedim sinirli sinirli.

“Valla susturursan hava hoş.”

Yatağa oturup ona dik dik baktım.

O bu sırada üzerini değiştiriyordu. Elindeki çıkatdığı kamuflaj ile banyoya girdi. Su sesi geldi. Geri gitti. Odaya geri geldiğinde yüzünü yıkadığını gördüm. Saçlarını da tozundan arındırmaya çalışmıştı.

“Bırak pansumanı, küsme diye dedim ben sana öyle.” Diyerek ilk yardım kutusunu aldığı gibi çekmeceye bıraktı. Yanıma oturup elimi tuttu.

“Çok mu özledin sen beni?”

“Öldün sandım diyorum.” Dedim diklenerek. “Dört gündür geberiyorum diyorum, hala özledin mi diyor.”

Bilmiş bilmiş baktı. “Özledin yani?” Dedi çapkın bir sesle.

 

“Özledim!” Diyerek üste çıkmaya çalıştım. “Gerizekalı özledim.”

 

Yatağa doğru kayıp uzandı yanına iki kez vurup gelmem için işaret etti. Yanına sıyrılıp uzandım. Yorganı ikimizin üzerne çektiğinde başımı göğsüne koydum.

“Zayıflamışsın dört günde.” Diye homurdandı.

Bana kızıyordu. Yemek yemediğim için ama yokluğunda nasıl şeylerle cebelleştim onu arka plana atıyordu.

“Zayıflayınca sevmez misin?”

Başıma bir öpücük bıraktı. “Severim yavrum. Da,” dediğinde daha dikkatli bir şekilde dinlemeye başladım. “Ha bir de da’sı var bunun?”

Gülme sesini duydum. “Valla şu bedenin varya, her bir milmine kurban olurum.”

 

Bu kez gülen ben oldum.

Gözlerimi kapatırken uykuya dalana kadar soru soracaktım, biliyordum.

“Ya sen yokken bana bir şey olsaydı?”

Derin nefesini duydum. Elini saçlarımda hissederken başımı bir kez daha öptü. Son derece huzur veren sesiyle kulağıma fısıldadı.

“Ben varken de yokken de kimse sana zarar veremez.” Dedi. Daha sonra ekledi.

“Ve sana söz veriyorum, sevgilim. Ne kadar ateşe düşersem düşeyim; tek bir alev zerresinin dahi sana ulaşmasına izin vermeyeceğim.”

 

Bölüm : 30.03.2025 17:48 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...