Dün attığım bölüm eksik yüklenmiş, uygulamadan mı kaynaklı bilmiyorum Tekrar yükledim keyifli okumalar.
Selam çiçeklerim, keyifli okumalar.
Önce yıldıza bir tık atıp parlatın öyle geçin okumay, keyifli okumalar 💫✨
58. BÖLÜM | YANILSAMA
Dal gibi kırılan kalbim
⋆꙳•̩̩͙❅*̩̩͙‧͙ 🌹‧͙*̩̩͙❆ ͙͛ ˚₊⋆
Kafamın içindeki sesler sustu, varlığımın etrafını saran diğer şeylerin sesleri çığlık çığlığa çoğaldı. Evimize en yakın yoldaki arabaların sesi. Rüzgarın sesi. Dışardaki böceklerin sesi. Yaprakların hışırtısı... Ve tüm sesleri kendi coşkusuyla boğan çocukların sesi.
Gözlerim bomboş bir şekilde fotoğrafa saplı kalmıştı. Damarlarımda çok fazla kaygı, çok fazla korku dolaşıyordu.
Çiçek düğmeli turuncu bir hırkası vardı üzerinde, çerçeveli gözlükler, sıkıca toplanmış saçlar, yaşlılık çizgileri, endişeli ifadesi. Giyiminden ifadesine aynıydı resimde, terslik yoktu. Üstelik benden uzakta, bir şeyden saklanır gibi saklanmaktaydı arkalara. Görünmek istemiyordu ya da bilhassa arkaya doğru dışlanmıştı, belki diğer herkes ondan önce davranmıştı. Bir fotoğraf çekimi sırasına ne olabilirse onlardan biri işte.
Sena'yı düşündüm ve Savaş'la bağlantısını çözecek bir şey aradım geçmişte. Sözlerini, hareketlerini, bakışlarını ve son görüşmemizde üzerindeki o giyim kuşamını zihnimin içinde yeniden inceledim, anıları ameliyat eder gibi. Oralarda bir yerlede bir şeyler kaçırdığımı biliyordum. Hislerim öyle olduğunu söylüyordu.
Ayakta durmak zorlaşınca yatağımın üzerine oturdum, Savaş da hemen yanıma oturup, "Nerede çektirdiniz bu fotoğrafı?" diye sordu. Sesi hiçbir sorun çıkmayacakmış gibi sakindi veya çıkmayacağını düşündüğünden sakindi. Henüz. Sorun oradaydı. Sinsice saklanmaktaydı.
"Nerede olacak çalıştığım kütüphanede, onunla aynı kütüphanede çalışıyoruz." Sena'yı daha dikkatli incelemek için çerçeveyi elinden aldım. "Sadece bölümlerimiz ayrı, birbirimize uzağız."
Savaş, "Ama nasıl olur?" diye sorarken şaşkındı. "Bana seninkinden farklı bir kütüphane adını vererek orada çalıştığını söyledi."
Kafam karman çorma olmuştu. "Anlayamıyorum, neden sana böyle bir yalan söylesin ki?" diye sordum, tam bir kafa karışıklığıyla. Oraya buraya dağılmış bilgi kırıntılarını toplamaya çalıştım kafamın içinde ancak olmuyordu. Sonra yanlış soruyla başladığımı fark ederek bunu düzelttim. "Sen onu nereden tanıyorsun ki?"
Sena'nın yaşını düşününce acaba İclal Teyze'yle bir tanışıklığı olabilir mi diye düşündüm, bu Savaş'ı da onunla tanış yapardı. Başka türlüsü olası görünmüyor. Şehir kütüphanesinde bölümlerimiz bir olmadığından karşılaşmalarına imkan yoktu. Ben bir kanatta, Sena diğer kanatta çalışıyordu ve Savaş'ın benim için gelişi genelde çalışma saatlerine denk gelirdi. Gerçi çalışma saatlerinin dışında olsaydık da pek farkı olmazdı, Sena ara verilen zamanlarda bile masasından ayrılmazdı. Allah aşkına, kadını ben bile zar zor görürken Savaş nerede, ne zaman görecekti? Ama görmüş işte.
Demiştim ya o kimseyle konuşmaz, geri kalan diğerleri de onun tuhaf olduğunu düşünürdü.
Sadece tuhaf da değil titretecek kadar ürkütücü olduğunu da düşünüyordum.
Savaş, "Öğlen arasında şirketimin yakınlarında yemeyi tercih ettiğim bir restoran var," diye başladı anlatmaya, kelimeler zihnime yapışıyordu. "Düzenli olarak gittiğim yerdir."
Şimdiden her kelime öylesine alakasız görünüyordu ki bana, sanki anlatmaya başladığı şeyin içinden bir yerden Sena'nın çıkması mümkün değil gibiydi. Veya ben istiyordum mümkün olmamasını, o kelimelerin arasından Sena'yı asla yüzeye çıkarmamasını.
"Beni götürdüğün Çin restoranından mı söz ediyorsun?"
"Hayır, hayır birbirlerine yakın mesafedeler ama orası değil," diye yanıt verdi düşünceli bir sesle. "Her neyse, yine böyle bir günde aynı yerde öğle yemeğimi yerken bir kadın karşıma dikildi. Bu oydu Nüket, Sena. Bana çalıştığı kütüpheneden broşür vermek istediğini ve bilgilendirmek istediğini söyledi. Normalde ilgilenmediğimi, buna zamanım olmadığını söylerdim ama..." Savaş sonrasını açıklamakta zorlanıyormuş gibi durakladı.
"Ama ne?" diye teşvik etmeye çalışsam da ben de tedirgin olmuştum onun bu karakteriyle örtüşmeyen duraksamasından.
Savaş sanki söyleyip söylememekte kararsız kalmış gibi biraz daha bekledi, gözlerim ağzından çıkacak cümleler için tetikteydi. "Anlaşılması belki güç olabilir ama o senin gibiydi Nüket," dediğinde şaşkına döndüm, gözlerimin bebeğinin büyüdüğünü hissedebiliyordum. "Baştan ayağa senin gibiydi. O giysileri senin üzerinde gördüğümden eminim, ayakkabıları da. Ve saçları... Kızıl sarı rengi, kesimi, modeli... Ve tüm giyim kuşama uyan senin hareketlerin, senin gülüşün. Sen sanki karşıma dikilmiş gibiydin. Hayır. Açıkça senin mükemmel bir yansıman vardı karşımda."
Savaş'a ilk yaklaşan Sena'ydı.
Ve onunla ilk kez iletişime geçen de oydu...
Herbir kelime zihnime yapıştı. Benim tarafımdan anlaşılmasının güç olacağını düşünüyordu belki ama öyle değildi, anlayabiliyordum. Sena'ya ilk kez kahve götürdüğüm gün kıyafetlerimin, çantamın aynısını onda görmüştüm. Savaş'ın dediği gibi saçlarımın en ufak ayrıntısına kadar kopyalanmıştı saçları. Gülüşünü ya da hareketlerini fark etmemiştim, ya ben gerçekten fark etmedim ya da o bunları taklit etmeye zahmet etmedi veya bilinçli bir şekilde yapmadı belki bilmiyorum. Kafamın içi belkilerle başlayan düşüncelerle doldu taştı.
Savaş benim mükemmel bir yansımam olduğunu söylüyordu.
Bana göre o beni iyi ezberlemiş bir kopyaydı.
Beni gözlemlemişti, beni çalışmıştı, beni ezberlemişti... Ta ki ben oluncaya kadar.
Gizli, gizli. Ve bu çok korkunçtu.
Diğer yandan herkesin kendi kişiliğini ve kendi görüntüsünü terk etme arzusuyla bir başkası olduğu, olmaya çalıştığı bir dönemde olduğumuzu da biliyordum ancak bu kendinden hoşlanmamaktan, kendini kabullenmemekten çok fazlaydı. Göz korkutucu, titretecek kadar da ürkütücü. Bir kere aramızda uçurum gibi duran jenerasyon farkı vardı, beni taklit etmesi için çok gençtim. Neden beni taklit ettiğini anlayamamamın sebeplerinden biri buydu, beni taklit etmesini anlamlandırsam bile Savaş'a yaklaşmasını anlamlandırmanın hiçbir yolu yoktu.
Savaş'ı nerede görüp böyle bir adım atmaya karar vermişti?
Neden ben, neden Savaş; neden özellikle biz?
"Neden sırf beni hatırlatıyor diye onun masana oturmasına izin verdin?" diye sordum kısık bir sesle, aslında biraz da hayal kırıklığıyla.
"Sanırım önce bu olayın tarihini anlatsam daha mantıklı olur," dedi. "Seninle biten ilişkimizin üzerinden bir ay geçmişti. Ve o kadın bir anda sen gibi gelince..."
"Ne?" diye hırçınlaştım bilinçsizce. Aklıma gelen şey mideme indi, midem çalkalanıyordu. Kendimi kusacak gibi hissettim. "Onunla yattın mı?"
"Ne?" Kaşlarını çattı. "Allah'ım yok daha neler? Elbette yatmadım, o kadın sadece..." Burnundan sert ve derin bir nefes aldı. "Bana seni ne kadar özlediğimi hatırlatmıştı, anlam yüklemekte zorlandığını biliyorum ama bunun cinsel çekimle ilgisi yok Nüket."
Boğazımı bir şey sıkıştırmaya başladı, oda etrafımda döndü bir an. Elim önce göğsüme gitti, sonra yakamı nefes almakta zorlanarak çekiştirdim.
"Nüket..." dedi Savaş, kolumu tuttu. "İyi misin?"
Elimi göğsüne yerleştirip uzaklaştırdım. "Evet, evet," dedim yüzüne bakmadan. Dilim kurumuştu. "Sadece bu iş içimi bulandırdı." Üzerime çöken sersemlikten kurtulur kurtulmaz yüzüne öfkeyle baktım, öfke öyle büyüktü ki içimde tutamıyordum. "İnanılmazsın gerçekten, sırf bana benziyor diye oturup biriyle yemek yemene de inanamıyorum ayrıca. Ne düşünüyordun anlamıyorum ki."
"Seni özlüyordum Nüket," dediğinde ona daha çok öfkelendim. "Seni düşünüyordum. Sen yoktun ve o senin ışıltının bir yansıması olarak oradaydı."
"Beni özlüyorduysan beni görmeye gelseydin o zaman," diye kızdım, içim içimi yiyordu. Kıskançlık içimi yapraktaki bir tırtıl gibi kemiriyordu. Aşkın kışkırtması kalbimin kabını ağzına kadar öfkeyle dolduruyordu. "Taklitçimle oturmanı, onunla yemek yemeni, konuşmanı haklı çıkarmaz bu."
Sözlerim sonlandığında ne yaptığımı fark ederek gözlerinde donup kaldım, o da benimkilerde tabii. Yutkunup gözlerimi kaçırdım. Kahretsin! Ne halt ediyorum ben? Niye ona bunları söylüyorum? Neden böyleyim, kendime sinir oluyorum gerçekten. Bunlar birbirimizin hayatından çıktığımız zaman yaşanmıştı ve ben sanki o zamanlar devam eden bir ilişkimiz varmış gibi davranıyordum.
Kıskanıyorum demeye zahmet etme sakın Nüket.
Savaş konuşmaya başlamada önce sakinleşmeye zorladığım aklımı konuya çektim. "Onunla ne konuştun?" Sesim az öncek histeri halinden sıyrılmıştı, içimden kendime küçük bir tebrik yollamayı ihmal etmedim. "Kaç kez görüştün?"
Savaş soruma anlam veremiyorumuş gibi hayret içinde baktı. "Onunla ben görüşmüyordum, önce bu kısmı düzelteyim. O benimle görüşmek için geliyordu," dedi gözlerimin içine bakarak. "Bu sadece iki kez oldu. Dediğim gibi başka bir kütüphanenin adını vererek açılmış özel bölümlerin bilgilendirmesini yapan bir broşürün tanıtımını yaptı o kadar. Sanırım orada bulunması tuhaf olmasın diye iş yerime yakın olan kütüphanin adını vermişti. Diğer sefer tanıdık görmenin ona iyi geldiğini söyleyerek oturmuştu masama. Kocasından söz etti genelde, bana kocasının ölümünü pek atlatamamış biri gibi gelmişti. Bu iki sefer dışında onu bir daha hiç görmedim."
Kocası ha, bana da sözünü etmişti.
"Bana söyledikleri bundan ibaret."
Amacı ne olabilir? Anlayamıyorum. Aynı sorular kafamın içinde çınlayıp duruyordu. Savaş'ı nasıl buldu? Benimle bile konuşmazken, neden Savaş?
Varlığı parmaklarımı sıkılaştıran çerçeveye tekrar baktım. "Yarın, bunu yapmaktaki amacı neymiş öğreneceğim," dedim, kararlı bir sesle. Ürperti hala damarlarımda bir yıldız gibi kayıyordu. "Kütüphaneye gidip onunla konuşacağım."
"Hayır," diye karşı çıktı Savaş, karmaşık bakışlarımı ona çevirdim. "Derdinin ne olduğunu ben öğrensem daha iyi olur, o yaşlı kaçığın tehlikeli olup olmadığını bilemezsin."
"Bu benim meselem," diye karşı çıktım. "Taklit edip olduğu kişi benim."
"Sen olup yanına geldiği kişi de benim."
"Yok kalsın, yansımama takılır kalır da tersliği sorgulamak aklına gelmeyebilir yine," diye lafı en sinir olduğum noktadan giydirdim ona. Ona yönelttiğim ters bakışlarımın arasında dişlerimi sıkıp devam ettim. "Tekrar aklının başından gitmesini ve kuzu kuzu konuşmanı istemeyiz."
Savaş, "Cidden inanılmazsın," dedi ama kararlı olduğumu fark edince, "Onunla konuşacağın zaman kütüphanede yalnız olmadığından emin ol ve dışarda yalnız kalacağınız bir yeri de tercih etme," diye ekledi. "Ters bir durumda bana haber ver ve yanlış bir şey olmasa bile onunla konuştuktan sonra hemen beni arayıp bunu yapmaktaki amacını bana açıklayacaksın anlaştık mı?"
"Neden bunu yapmam gerekiyor ki, seninle anlaşmak falan istemiyorum?"
"Çünkü endişelenecek bir durum varsa, polisi işe dahil etmemiz gerekebilir."
Bu çenemi kaldırıp ona diklenmek yerine durumun özel olduğunu kabullenmem gereken bir andı sanırım. İç geçirdim. "Öyle olsun."
"Ciddiyim Nüket," diye uyardı beni. "Eğer beni aramazsan çıkar oraya gelirim."
Savaş oturduğu yerden kalkınca ben de kalktım. "Yarın görüşürüz," dedi, geldiği gibi pencereden gitmeden evvel.
Bunu beni yarın olduğunda atlatmayı aklından bile geçirme diyen bir tonlamada söylemişti...
🌹
Sabah tatil için son hazırlıkları yaptıktan sonra on bir gibi kütüpheneye gittim, Antalya'ya gitmeden evvel Sena'yla konuşmaya yeterince vaktim olsun istiyordum. Elimde bavulumla girişte durup rafların arasına uzanan yollara baktım. Kütüphane tenhaydı ve derin bir sessizlik vardı ortamda. Eski yeni kitap kokularının arasında Savaş'ın onunla yalnız konuşmamamı tembihleyen sesi zihnimde yanımdaymış gibi konuştu.
Ne derdim olursa olsun, buraya girdikten sonra genellikle dışarda kalırdı dertlerim. Benimle içeri girmeyi başaran dertlerimse bir süre sonra kağıt kokularının arasında kaybolur ya da birkaç adım uzaklaşırlardı benden. Bana her zaman huzur veren bu kütüphaneye bu kadar huzursuz hislerle gireceğim aklıma gelmezdi. Sena'yla konuşmaya gelmiştim ama onunla konuşmaya hazır olup olmadığımdan emin bile değildim.
Nasıl tepki vereceğim, söze ne diyerek başlayacağım?
Ellerinde kutu olan Esin iki rafın arasında göründü. Tatil iznine ayrıldığım için Esin beni kütüphenede görmeyi beklemiyordu. "Ne işin var senin burada, bugün tatil için şehir dışına gitmeyecek miydin sen?"
"Evet, otobüsüm öğleden sonra kalkıyor," dedim kısık bir sesle etrafıma bakınırken, "Ben şey için geldim..." Onu arayan bakışlarımı Esin'e çevirdim. "Sena buralarda mıydı?"
"Sena mı?" diye şaşırdı, gelir gelmez onu sormama şaşırmış olmalıydı. "Sabah erkenden geldi ama eşyalarını almaya, kaçırdın."
Karışık gözlerle arkadaşıma baktım. "Burada çalışmayı bıraktı mı?"
Acaba Savaş'a söylediği gibi başka bir kütüphanede işe başlama ihtimalini düşündüm ama Esin bu düşüncemi sözleriyle çiğnedi. "Yok, yok öyle değil. O da tatil iznine ayrıldı. Muhtemelen aynı tarihlerde burada olursunuz."
İçimi yeni bir huzursuzluk kapladı. Birinin sizi gözlemlediğini öğrenmenin korkunçluğu vardı, sanki bir yerlerde sizi izlemeye devam ediyor ya da izlemeye devam edecekmiş gibi diken üstünde tutuyordu.
"Sen neden onu soruyorsun ki?"
Bir an ona söyleyip söylememeyi düşündüm, eğer Sena'yı ve yaptıklarını ona anlatırsam bu haberin daha ben onunla konuşamadan ortalığı karıştırarak yayılmasından çekindim.
Sıkıntıyla nefes verdim. "Önemli bir şey değildi," dedim ve aklımda bulduğum ilk klişeye sarıldım. "Kalemi bendeydi. Karışıklık olmasın diye tatile çıkmadan önce vermek istedim ama neyse, artık dönünce veririm."
"Anladım ama onunla hiç konuştuğunu görmemiştim."
"Konuşmuyordum aslında, öyle bir kere denk gelmiştik işte." Durakladım. "Bu arada sen tatil için nereye gideceğini biliyor muydun?"
"Hayır, yani biliyorsun o böyle sıradan sohbetlere gireceğimiz biri değildir."
"Haklısın," dedim. Esin bildiğim kadarıyla dört yıldır buradaydı, onun hakkında bir şeyler öğrenebilir miydim diye konuşmaya başladım. "Garip, yani hiç konuşmamamız ya da belki onun konuşmaması. Sen benden daha uzun süredir burada çalışıyorsun, kütüphanede kendini yakın gördüğü veya konuştuğu biri yok muydu ki acaba?"
Birkaç uzun saniye boyunca dilini üst dişlerinde gezdirdi. "Yani o pek hoş sohbet biri değildir, ağzını açtığında da garip şeyler söylüyor. Sanki başka bir zamanda yaşıyormuş gibi." Başka bir zaman yaşıyormuş ifadesinin yerinde bir cümle olduğunda hem fikir oldum Esin'le. "Düşünüyorum..." Elini çenesine koyup düşündü. "Onunla konuştuğumuz bir şeyler var mı diye ama yok, aklıma hiçbir şey gelmiyor. Çok sinir bozucu. Sessiz biri olduğunu hep biliyordum tabii ama sen diyene kadar onun varlığının hiç yokmuş gibi olduğunu henüz fark ediyorum."
O anda emin oldum, kütüphanede onu kime sorarsam sorayım aynı cevapları duyacağımdan.
Kimse Sena hakkında hiçbir şey bilmiyordu. O gerçekten öyle biriydi.
Varlığı burada bizimleydi ama esasında yoktu; bizim için. Onu görmüyorduk, görünmezdi.
Böylesine yok olan birinin hep başkalarını gözlemekten, hep başkalarını dinlemekten başka ne çıkar yolu kalırdı ki?
Yine de bilmiyorum; onu yok eden biz miyiz yoksa kendisini bu kadar yok eden kendisi miydi? Ona acımalı mıydım yoksa öfkemi diri mi tutmalıyım? Belki yaptıklarına anlam yüklemek ve bunu yaparken onu anlamaya çalışmak hataydı. Yine fazla romatik düşünmeye başlamıştım, sonunça zarar verecek kadar tehlikeli de olabilirdi bu kadın.
Savaş kendisinin ve benim anlatımlarımızdan onun bir kaçık olduğuna karar verip kafasında onu tehlikeli olarak işaretlemişti bile, bense burada durmuş ona acıyordum.
Babamı kütüphanede beklemeye karar verdim. Esin ikimize kahve yapmak için gitmişken hazır, bende bu arada dün akşam ona söz verdiğim için Savaş'ı aradım. Telefon çalıyor ama açmıyordu, bileğimdeki saate baktım. İşini yoğun olduğu zamanı seçmiş olabilirdim. Neyseki açtı, birkaç çalıştan sonra. "Aramamı istemiştin," dedim, onu yeniden aramamın beni garip hissettdirdiğini fark ederken.
Birbirimizi merak etmememiz, görüştüğümüze sevinmememiz gereken dönemden yeniden böyle bir ana geçmek benim için hala tuhaf ve stresliydi...
"Maalesef, kütüphanedeyim ama burada değil, o da tatil için izne çıkmış."
"Seninle aynı zamanda, ne tesadüf." Bunun tesadüf olduğuna inanmak istiyorum. Savaş önemsizmiş gibi başka bir şey sormadı. "Sen ne zaman yola çıkacaksın?"
"Babam bırakacak biliyorsun, sen de oradaydın unuttun mu?"
"Evet bir yatağın altında, beni oraya postaladığını unutur muyum hiç? Ömrüm boyunca unutmam." Yüzünü buruşturduğunu sesinin memnuniyetsiz çıkmasından anlamıştım. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. "Yine de şansımı deneyeyim dedim, ben uğurlamak isterdim seni ve şehirden ayrılırken kente ait gördüğün son yüzün benimkisi olmasını isterdim."
Sessizlik düşüncelerimle doldu. Bunun nereye gidiceğini bilmiyordum.
"Biliyorum, ne olur ne olmaz diye bir sorayım dedim."
Neredeyse sırttığından eminim, ne vardı buna sırıtacak Allah aşkına?
"Tamam, sonra görüşürüz. İyi yolculuklar."
🌹
Gözlerimi başka bir tatil sabahına araladığımda ve daha sabah sersemliğimi bile üzerimden atamamışken, karşımdaki cam fanusun içinde bükülen bir yaprak daha düştü. İçim hüzünlendi, sanki bütün sabahım kızıla boyandı. Savaş'ın yüzü gözlerimin önünde canlandı. Bununla birlikte kaç yaprak olmuştu?
Yedi.
İç geçirdim ve Savaş'ı düşündüm.
Savaş'la bu süreçte yeniden telefonda görüşmeye başlamıştık. Bazen gün aşırı bazen iki günde bir akşamları arayıp neler yaptığımı, nasıl gittiğini soran küçük sohbetlerimiz oluyordu. Savaş hala tatile çıkmamıştı, bana söylediğine göre bazı ürün tanıtımları ve yeni anlaşmaların yoğunluğu bu mevsime denk gelmişti.
Önümüzdeki hafta lansman daveti vardı, beni de çağırmıştı, orada olmamı istiyordu. Yapamazdım. Ona da söyledim, yapamayacağımı. Sırf yeniden telefonda görüşüyoruz diye öylece orada olamazdım. Reddedişime açıklama getirmedim, o da istemedi zaten. İçten içe neden ona gitmediğimi biliyordu.
Savaş reddetmeme bozulmuştu, hiçbir söylemde bulunmamıştı ama ben uzun süren sessizliğinden anlamıştım bozulduğunu. Daha sonra konuyu gündelik meselelere çekse de telefondaki havaya yayılmıştı ikimizin de durumdan hoşlanmayışı, duraksayan kelimelerin arasına bulaşmıştı sessiz sitemler. İkimiz de bizi bir arada tutanın yaptığımız son zaman anlaşması olduğunu bu şekilde hatırlamıştık çünkü.
Artık bir telefonuyle çağırdığı yere giden Nüket'ten çok uzaktaydım. Onunla konuştukça onu özlüyordum, yanımda olmasını, yanında olmayı istiyordum elbette ancak geleceğimiz havada asılıyken ona adımlar atamazdım. Anlaşmamız vardı. Gülün aşağı döktüklerine, üstünde kalanlara baktım; yakında bitecekti. O söyleyemeyeceğini itiraf ettiğinde ve ben duyamayacağımı kesinlikle yüzüne ondan ayrılırken vuracağım o anda.
Beni reddettiği geceye benzeyecekti her şey.
Fakat bu kez paramparça olan ben olmayacaktım.
Paramparça olmak, en dibe batmak, sonsuz gelen acı, sıfır noktasına dönüş... Mutluluk insanın havasını değiştiriyordu ama acı insanı başka bir şeye dönüştürüyordu, çok başka bir şeye. İlk acıyı tattığındaki hisleri yeniden hatırlamayı başarabilen olursa eğer, aynı acıyı aynı yoğunlukta bir kez daha yaşamanın mümkün olmadığını bilir. Acıdaki anıları hatırlamak mümkün, yoğun hisleri tamamen anımsamaksa mümkün değil.
Savaş'ı artık tanıyordum, onunla yasak bir ilişkiye başladığım yollar alacakaranlıktı, önümü göremiyordum ancak başta göremediğim kara bulutlarla kaplı yollar artık daha açıktı, neyle karşı karşıya kalacağımı biliyordum. Hala beni sevmekle ilgili hiçbir şey dememişti, ses soluk yoktu. Psikiyatriste gittiğini öğrenmemle içime ekilen umut kırıntılarını yeşerten heyecan o kadar parlamıyordu artık.
Pusulamın kırıldığını anladığım gün kendime yön veren ben olmuştum.
Tembelce gerinip rahat yataktan çıktım ve karşımdaki tavandan yere uzanan pencereye ilerleyip perdeleri iki tarafa ayırdım. Hemen karşımda odam için ayrılmış havuz vardı. Antalya'da temmuz ayını doldurmuştum, bugün ağustos ayının ilk günüydü. Günler neredeyse hiçbir değişiklik olmadan birbirini kovalıyordu, tatilde yapılacak her şeyi neredeyse kuzenimle yapıyorduk ancak yine de bir şekilde hayat bana burada çok gri görünür olmuştu.
Eniştem bu otelde müdürdü, birkaç sene içerisinde onun buraya ortak olabileceğini söylemişti kuzenim Duygu. Teyzem ısrarla burada olmamı istediğinden babamla yapamadığımız tatillerde buraya gelirdim. Yazın genellikle burada oluyorlardı çünkü. Bu yıl da öyle oldu. Babam ağustosun ortasına dek çalışacağı için temmuz ayının tamamını ve ağustos başını burada geçirmeyi kararlaştırmıştık. Sonra tatili babamın seçmemi istediği bir şehirde, babam, Ece ve annesiyle birleştirecektim.
Tatil son olanların gerginliğini alacak, böylece evimize daha normal bir havada girecektik. Babamın fikri böyleydi, bende ona itiraz etmemiştim.
Dün kuzenimle üç günlük bir gemi turundaydık, gemideki köpük partisine kelimenin tam anlamıyla katılmıştım. Yani hala dünden kalmaydım. Odadaki kahve makinasını çalıştırıp kısa süren bir duşa girdim. Çıktığımda kahvem hazırdı, kırmızı kupaya kahvemi doldurdum, telefonumu da alıp dışardaki masaya geçtim. Sosyal medyaya henüz girmiştim ki Beren aradı.
Yüzümde bir gülümsemeyle cevapladım aramayı.
"Sen de burada olmalıydın," dedi daha sözümü bitirmeden. "Beni dinlesen ölür müydün? Mutlu musun Antalya sıcağında."
Benim burada olduğum süreç boyunca Beren yurt dışındaydı. "Hiç artistlik yapma, haberleri alıyorum; oradaki sıcaklar daha betermiş. Turistleri yerlerinden kıpırdatmıyormuş."
"Of evet bu doğru," diye isyan etti. "Dışarı çıkılmıyor, çıkan da ya gölge kaldırımlara yapışıyor ya da denize tekrar tekrar ve tekrar giriyor."
"Ee İclal Teyze nasıl?" diye sordum.
"Onlar bir haftalığına gelmişti, dün geri döndüler. İstanbul'un güzel evleri adlı köşe yazısını duymuş muydun?"
Kahvemden bir yudum aldım. "Hayır, nedir o?"
"İstanbul büyük, eski konutlarını ve ailelerini dolaşarak haberleştirdikleri yazıyı gazetede yayınlıyorlar ve sıradaki teklif bizim eve geldi."
"İclal Teyzenin şimdiden atom karınca havasına girip hazırlıklara başladığını tahmin edebiliyorum."
"Hiç sorma, bir de aile fotoğrafı istiyorlar. O yüzden o tarihte Türkiye'de olmamı istiyor. Annemin böyle organize işlerde nasıl gösteriş meraklısına döndüğünü bilirsin." Sıkkın bir nefes verdi. "Abim zaten bu yaz orada olacak benden ne istiyor anlamıyorum ki, dünyanın öbür ucundan bile canıma okuyor."
"Yani bu durum göz önüne alınınca ne zaman dönüyorsun?"
"Bir hafta sonraya olaması gerek, gelince sana katılacağım."
Geçen yıl tatilinde de aynı şeyi yapmıştı. "Harika olur. Bekliyorum o zaman."
Biraz daha konuşup kapattık. On bir gibi kuzenim Duygu kapımdaydı. Benden sadece bir yaş büyüktü, eniştem uzun süredir otelcilikle ilgilendiğinden o da babasının izini takip ederek otelcilik ve turizm yönetimi bölümünü okuyordu. Bazı günler otel işleriyle ilgilenecek kadar yoğun olsa da genel olarak birlikte zaman geçiriyor ve tatil aktivitilerimizi birlikte programlıyorduk. Bazen buradaki yakın arkadaşlarının da bize katıldığı oluyordu. Ki onlardan bazısıyla tatillerde gide gele ben de arkadaş olmuştum.
Sahilde yürüyüşe çıktığımızda Duygu'nun birkaç arkadaşı da bize katılmıştı. Duygu grubun önüne geçip yüzünü bize döndürdü ve heyecan içinde arkaya doğru adımlar atmaya başladığında, "Akşam havai fişek gösterisi var," dedi, gözleri parlıyordu. "Oraya katılırız. Bu yıl gökyüzü alanını genişlettik, sürelerini uzattık. Harika bir akşam olacak."
"Akşam sekizden itibaren odama çekilmeye karar verdim."
"Saçmalama lütfen, konser var bugün."
Burası Antalya'ydı, konserlerin başkentlerinden biriydi. Ve hemen hemen her haftasonu konserler oluyordu, bunun yanı sıra festivaller ve özel etkinlikler de dahil yeterince konsere katılmıştım. Bir akşam birine katılmazsam bir şey olmazdı.
"Üç günlük gemi turu beni yordu," dedim hala hatırladıkça midem çalkalanıyordu. "Dinlenmek istiyorum, tatildeyim diye kendimin canına okuyamam."
O ağzını açtığında telefonum çaldı, bez çantamın içinden telefonumu çıkardım. Arayan Işıl'dı. Kurtarıcım. "Siz önden gidin," dedim. "Arkadaşım arıyor."
Onlardan birkaç adım geride kalınca telefonu cevapladım. "Selam, nasıl gidiyor?"
"İyi," dedi kısaca, aslında kısa kesmiş gibiydi daha çok. "Aslında ben senin nasıl olduğunu merak ettiğim için aradım."
Sorusu kulağa anlamsız geliyordu. "Ben iyiyim," dedim karışmış bir sesle. "Neden iyi olmadığımı düşünüyorsun ki?"
"Gazete haberi..." Bir saniyeliğine durakladı. "Yani Savaş hakkında çıkan şu haber yüzünden."
Sanki ayakkabımın içine cam parçası girmiş gibi aniden durdum, "Gazete haberi mi?"
İçimde panik duygusu baş gösterirken, "Görmedim," dedim. Gazeteler onun hakkında her zaman bir şeyler yazardı, Işıl beni merak ettiğinden aradığına göre her zaman olandan farklı bir şey olmalıydı. "Haber ne hakkında?" Sesimde duyduğum şey korku muydu?
"Görüşmeye başladığınızı söylemiştin, yani böyle olmasaydı umursamazdım," dediğinde bu bir açıklama mıydı yoksa, bir kınama mıydı anlayamadım. "Çıkan haber Başak ve Savaş hakkında."
"Anladım," dedim sersemlik ve şaşkınlıkla bulanmış sesimi diğer yandan sakin tutmaya çalışırken, Savaş'ın görüntüleri beni ikne etmek için sarf ettiği sözcükler zihnimde rüzgara takılmış yapraklar gibi ordan oraya savruluyordu. Sanki Savaş bana bir şey yapamazmış gibi soğukkanlı tutmaya çalıştığım bir tonla sordum: "Hangi gazete?"
Işıl haberin geçtiği gazetelerin adlarını verip, "Beraber çalıştıklarından da olabilir," dedi.
Bir şokla daha sarsıldığımı hissederken, "Beraber mi çalışıyorlar?" diye sordum.
"Demek bundan da haberin yok, Beren'le bir ara konuştuğumuzda bana söylediğinden sana da çoktan söylemiş olabileceğini düşündüm."
"Söylememişti... bunun hakkında hiç konuşmadık," diye mırıldandım tüm iştahım kaçtığından elimdeki buz dondurmayı çöpe atmak için o tarafa yöneldim, o çöp kutusu nasıl da uzak geliyor bana. Aren'in gece kulübünde en son Beren'e onun yüzünden çıkıştığımdan mı bilmiyorum ancak Beren o geceden sonra Başak konusunu hiç açmamıştı. Lansman konusundan söz etmişti fakat Başak'ın adı hiç geçmemişti. Beren bahsetmeyince sanki Başak oralarda bir yerde, Savaş'ın etrafında değildi; yok olmuştu.
"Hem ondan önce Savaş'ın sana söylemesi gerekirdi, senden sakladı mı?"
"Sonra görüşsek olur mu Işıl?"
"Tabii görüşürüz, istediğin zaman ara beni."
Dudaklarımı birbirinden ayırıp kelimelerin dışarı süzülmesine izin verecek gücüm yoktu. "Hı hı." Onu beklemeden ilk kapatan bendim, öyle aptallaştım ki nerede bir gazete bulabilirim diye etrafıma bakındım ancak saniyeler sonra gazetenin internet sitesine bakmak aklıma gelmişti. Haberi gazetenin magazin bölümünde bulmuştum, bir mekanda samimi bir şekilde görüntülenmiş bir fotoğrafın başlığına büyük harflerle "Eski Aşk Tekrar Alevlendi, Eski Aşıklar Yeniden Birlikte" diye başlıklar atılmıştı.
Haber birkaç farklı tarihin fotoğraflarıyla devam ederken çiftin yeniden evlenmeye karar verdiği, birlikte çalışmaya başlamalarının bu sürece katkısı olduğu gibi kesin yazılarla devam ediyordu. Başak'ın yurt dışı başarıları, sonra ikisinin üniversite süreçleri anlatılıyordu... "Saçmalık," diye mırıldandım, magazin haberlerinin neden bir kez daha saçmalıktan ibaret olduğu düşüncesi beynime otururken bu çekilmiş fotoğraflara karşı hiçbir sözüm yoktu, bahanesi de yoktu.
Benimle konuşuyor ama onunla eğleniyor.
Yorum kısmı olduğunu fark ettim. Altındaki yorumları okumaya başladım.
Birbirlerine çok yakışıyorlar umarım en kısa zamanda evlenirler.
Masal gibi bir aşk, üniversite aşıkları yeniden bir arada.
Yurt dışına gidip hayallerini gerçekleştirip döndüğünde onu bekleyen sevdiği erkekle evlenen kadın başarısı. Tek kelimeyle muhteşem.
Alt alta sıralanan bir dolu benzer saçmalıklar... İçimde cam çerçeve ne varsa gürültüyle indiriyordu..
Görünen o ki Başak'ın hikayesi özellikle kadınları etkilemişti. İnsanların bilmedikleri hayatlar hakkında bu kadar romantik yorumlar yapması bambaşka bir saçmalık gerçekten. Okudukça midem bulanıyor, her yorum ağrı olup beynime saplanıyordu. Biraz daha devam edemezdim bu saçmalığa.
Telefonumu çantama atacakken yeni bir çağrı geldi ve arayanın Savaş olduğunu gördüm. Dişlerimi sıkıp etrafıma baktım, sinirimi yutmak istedim ama olanı biteni yeni öğrenmiştim ve birkeç nefesle dağılamayacak kadar yoğundu. Sanki öfke nefeslenip öfke soluyordum.
Genel olarak Savaş'ın müsait olduğu zamanlar akşamları olduğundan beni sekizden sonra arardı, belli ki gazete haberini gördüğümü düşündü ya da haberi görmediysem bu gerçekleşmeden önce kendisi konuşmayı istemişti. Aramayı meşgule atıp mesaj kısmına girdim.
Nüket Kozcu: Bir daha beni aramanı istemiyorum.
Savaş Akduman: Yargısız infaz yapıyorsun.
Savaş Akduman: Önce beni dinle.
"Dinlemiyorum," dedim telefona doğru. "Dinlemeyeceğim."
Telefonu bez çantama attım. Masmavi denize döndüm, yaz güneşinin ışıkları Antalya denizinin üstüne serilmiş bulutların yansımasını ışıldatıyordu. Ama bu güzel manzara bile şimdi kapkara geliyordu.
O kadınla çalışmasının hiçbir bahanesi olmazdı, babasının bana yaptıklarından sonra nasıl buna devam edebilir aklım almıyor gerçekten. Üstelik şans şans diye önce benim etrafımda dolanıp istediğini elde ettikten sonra, Başak'ın kendi etrafında olmasına izin mi veriyor? Hem niye benden gizledi, onunla çalıştığını?
Duygu ve diğerleri gözden kaybolmuştu. Onları bulmaya, bulsam bile onlarla vakit geçirmeye biraz heves, bir parça istek kalmamıştı içimde.
Odama döndükten sonra kuzenime mesaj atıp günü odamda geçireceğimi söyledim. Uyumaya çalıştım, çabaladım; dünyanın yükü omuzlarımdaymış gibi hissetmeme rağmen uyuyamadım. Uyuyamıyacağımı anlayınca ondan gelen telefonlara, mesajlara bakmamak için başka şeylerle oyaladım kendimi.
Savaş'tan gelen hiçbir çağrıyı yanıtlamadım, kendi kendimi gaza getirip şöyle ateşli bir kavga etmek için galeyana geldiğim zamanlara rağmen ona dönüş yapmadım, kararlıydım.
Ama irademin zincirlerinden halkalar teker teker düşmeye başladığı bir anda telefonumu elime aldım panelde 25 mesaj yazıyordu. Hep aynı şeyler. Her mesajında öfkem katlandı. Yine de bunlar değildi beni asıl öfkelendiren, instagram ana sayfama girince ikisi hakkında yapılan romantik editlerdi.
Evet. İkisi hakkında romantik editler yapılıyordu.
Nüket Kozcu: TAKIM ELBİSELİ PİSLİK. (Gönderilmedi)
Nüket Kozcu: Pislik. (Gönderilmedi)
Nüket Kozcu: Senden nefret ediyorum. (Gönderilmedi)
Nüket Kozcu: Seninle o mekanda karşılaştığım ilk güne lanet ediyorum. (Gönderilmedi)
Nüket Kozcu: Bana dokunmana izin verdiğim için kendimden de nefret ediyorum. (Gönderilmedi)
Nüket Kozcu: Seninle yeniden konuşmaya başladığım için de. (Gönderilmedi)
Ona göndermeden sildiğim mesajdan sonra bir tane atmaya karar verdı. Uzatmak yok, kısa olacak.
Nüket Kozcu: Bitti, artık zamanın yok.
Zaten iki saat önce arama ve mesajları kesilmişti.
Akşam olduğunda fikir değiştirip hazırlanmaya başladım, konser kafamı dağıtmama yardımcı olacaktı. Kafam o görüntülerlerin getirdiği merakla doluydu. Üzerime kalın askılı çağla yeşili crop top geçirdiğimde vücudumun üst kısmını sıkıca sardı, altıma beyaz yırtık şort giydim. Aynadan kendime baktım ve ister istemez yine o görüntüler geçti gözlerimin önünden özellikle de Başak'ın giydiği kıyafetler, bu da onun hayalini kendi görüntümle kıyaslamanın önünü açtı. Onu ne zaman görsem kendi tarzını en iyi şekilde oturtmuş bir kadın olarak görüyordum. Benimse stabil, oturmuş bir tarzım yoktu.
Bazen klas giyiniyordum evet ama bazen de ne giydiğime aldırmazlık edip işte böyle sokak kızı gibi giyiniyordum.
Kafasına göre, kafasına nasıl eserse tarzıydı benimkisi.
Dalgalandırdığım saçlarımı toplayıp toplamamak konusunda emin olamasam da sonunda serbest bırakmaya karar verip ayaklarımı ince sporlarıma kaydırdım. Bez çantamın içindekileri son kez kontrol ederek koluma takıp Duygu ve diğerlerine katılmak için kapıyı açtım. Yumuşak bakışlı kahverengi gözleri karşımda görünce, kalbimin heyecanlı bir şaşkınlıktan sonra yeniden buz gibi olduğunu hissettim. Benim sesim boğazımın gerisinde harflerle sıkışırken o duru ve kısık sesle konuştu: "Artık konuşabiliriz değil mi?" Bakışlarımız kilitlendi.
Kurumsal kişiliğiyle karşımdaydı, her zamanki gibi bedenini saran takım elbisesiyle karizmaydı ancak bu tatil bölgesine son derece uyumsuz duruyordu. Sonra yine onunla yan yana çekilmiş fotoğraflar geldi önüme.
Olanları öğrendiğimden beri gömmeye çalıştığım öfke olduğundan daha hızlı geldi. "Buraya kadar konuşmak için geldin demek?"
Sorusuna cevabımı hareketimle verdim, kararlı adımımı dışarı atıp kapıyı çarparak kapattım.
Hoşnutluktan uzak bir ifadeyle beni süzen kahverengi gözlerle bakıp, "Anlaşıldı, açık hava daha iyi olur," dediğinde her zaman olduğu gibi rahattı. "Sinirlerinin hızlı yatışmasına yardımcı olur, daha rahat konuşuruz."
"Şu tavrı bırak." Onu geçerken bez çantamın askısını koluma asıp, "Ne içerde ne açık havada, konuşmak istemiyorum," dedim. "Rahat tavrın hiçbir işe yaramayacak."
"Beklemiyorum." Adımlarımı hızlandırdım, tabii o peşimi bırakacağa benzemiyordu. "Bekliyordum ama sen zaten kısıtlı olan zamanını ikiye bölüyormuşsun."
Kolumu tutunca çektim. "Dokunma bana dedim!"
Dişlerimi sıkıp yürümeye devam ettim.
"Beni dinleyemecek kadar çok mu kıskanıyorsun?"
Sertçe durup aniden ona döndüm. "Kıskanmıyorum! Söylediklerinle yaptıkların çeliştiğinden sinir oluyorum! Çok sinir oluyorum!" Tabii bu tepkiler kıskanmanın karşılığı olduğundan bana hafif alayla, biraz da durumdan hoşnut olmuş gibi bakıyordu. "Bu karışık sinyaller canımı sıkıyor Savaş."
"Karışık sinyal yok, seni istiyorum diyorsam seni istiyorumdur." Kendini anın insafına bıraktı. "Gazetede yazan o saçmalıklara inanmıyorsun, değil mi?"
Fotoğraf kareleri gözlerimin önünden düşüyordu. "Bunların hiçbir önemi yok, açıklamak için boşuna buraya kadar geldin."
Bunun için gelmesi beni ayrı öfkelendiriyordu. Çıkıp geleceği anı beklerken benim için, açıklama yapmaya gelmişti.
"Aslında bunun için değildi," dediğinde bir an başımı çevirip ona baktım. "Gelmeyi önceden planlamıştım. Bunun sürpriz olması gerekiyordu ama sabah gazetede yayınlanan haber yüzünden buradaymışım göründü her şey." Adımlarım durdu, ona döndüğüm anda gözleri yüzümü hiçbir noktasını kaçırmadan süzdü. "Zaten gelecektim çünkü yeterince uzak kaldım ve seni özledim."
Duyduğum heyecandan titremek istedim, onu günlerdir ben de görmek istiyordum. Fakat gazetede çıkan o haber her şeyi içimdeki hisleri yeniden geriye çekmişti. Ona zaman vererek en aptalca şeyi yapmışım gibi hissetmiştim. Ne zaman ona yürüsem hayatımın bir parçasını kendiyle uzaklaştırıyormuş hissine yakalanışım bir virüs gibi çoğalıyordu kalbimden bedenime.
"Hafta sonunu birlikte geçiririz diye düşündüm." O anda duygusal rahatsızlığımı ve histerik inadımı bir kenara bırakmama neden oldu. "Sakin bir yerde konuşalım Nüket."
Sahile gelmiştik. Sahil boyunca sessizlik içinde yürüdük bir süre, mesafe vardı aramızda. Yine de adımlarım onunkilerle uyum içindeydi.
Belli bir noktaya gelince olduğum yere oturup denizin ötesini izlemeye başladığımda Savaş da benim gibi yapıp oturdu. Savaş konuşmaya başlamadı, ben de. "Sessizliğimizin boşluklarını deniz sesi dolduruyor, sular köpüklenerek kıyıya vuruyordu. Ötelerdeki ufuk çizgisi öylesine yakın geliyordu ki sanki bir taş atsam oraya çabucak ulaşırmış sanrısına yakalanıyordum. Uzaktaki gemiyi görmek gerçeğe döndürdüğü kadar o enginliğin ortasında oyuncak gibi de hissettiriyor.
Mevsim kahverengisi gözlerin bir süre sonra bana dikildiğini görmeme rağmen oraya bakmadım.
"Nüket." Bir mıknatıs gibi onun adımı söyleyen sesine çekildim. "Gazetede yazan hiçbir şey doğru değil."
Köpüklü dalgalar ayaklarımızın ucuna kadar gelip değmeden geri gitti. "Fotoğrafları nasıl açıklayacaksın?"
Sözünü kestim. "Evet bir de orası var elbette. Seninle günlerdir konuşuyoruz Savaş. Neden bana söylemedin birlikte çalıştığınızı?"
"Zaten biliyorsun, senin yanında lansmandaki ikramlık çikolataları kendisinin hazırlayacağını söylemişti."
"Söylemişti evet ama babasının yüzünden benim ve Beren'in hayatı tehlikeye girmeden önce konuşulmuştu bu. Yani... Olanlardan sonra böyle bir şeye izin vermezsin sanıyordum."
"Ben istemedim Nüket, olanlara rağmen babam bunda ısrar etti. Başak onunla tekrar konuşup ikna etti. Ben de bir seferlik diyerek..." Duraksadı. "Ama bugün gördüğüm haberden sonra hata olduğunu anladım tabii. Fotoğraflardan ikisinde ekip yemeğindeydik, biri de lansman için mekanlara karar vermek için asistanımla gittiğimde o da oradaydı."
"Yani demeye çalıştın şey, bir gazeteci sadece fotoğraflar üzerinden senaryo yazdı öyle mi?"
Savaş'a sitemle baktığım anda onun sakin, sağduyulu bakışlarıyla karşılaştım. "Bu özel yaşamı haberleştirilen pek çok kişinin yabancısı olduğu bir şey değil," dediğinde, onu izleyen medyanın bu yönüyle tanışmadığımı fark ediyordum. Ben gizliydim; saklanan, Savaş tarafından saklanılan. "Diğer yandan bunda haber değeri taşımasından daha çok bilinçli kasıt var."
"Kasıt mı? Neden öyle söyledin?"
"Haberi yapan kişi Başak'ın arkadaşıydı."
Bu sözler başta bende hiçbir çağrışıma neden olmadı ama sonra... Anladım. Anladım ve ona inanamayarak baktım. "Başak mı yaptırdı haberi?"
Başını yılgınca evet anlamında salladı. "Arkadaşının adını görünce arkasında ne olduğunu anlamak zor olmadı, ona hesap sormak için gittiğimde de itiraf etti zaten."
"Bildiğimiz şekliyle sen..." Duraksayarak yüzüne baktım. "Kimseyle evlenmeyi düşünmüyorsun, neden yalan evlilik haberi yaptırıp kendini böyle bir konuma düşürsün ki?"
"Kafasında belirlediği bir hedef varsa yapar." Sanki nasıl devam edeceğini bilmiyormuş gibi kısa bir duraklamadan sonra ekledi: "Amaçladığı şey seni bulmak."
Öylesine şaşkınlaştım ki kelimeler boğazımda sıkıştı. "Beni bulmak mı? Bizi öğrendi mi?" Panikledim. "Öğrenmiş olamaz, öğrense..."
"Öğrense, seni bulur buraya gelirdi evet."
"Aile yemeğinde... Hatırlarsan eğer annem evime açtığı telefonun bir kız tarafından kasten söyleyince hayatımda biri olduğunu öğrenmişti. Adını, kim olduğunu bilmiyor, sadece varlığından haberdar. En son konuşmamızda seninle ne kadar bir süre birlikte olduğumu öğrenmek istediğinde sadece altı aylık bir ilişkim olduğunu söyledim, Beren'in ailemin haberinin olmaması özellikle dikkatini çekti ve o zamandan beri seni bulmak istiyor, bu haberi yaptırmasının nedeni hala hayatımda olduğunu düşünmesi."
"Neden hayatında olduğumu düşünüyor ki?"
"Çünkü şu an hayatımda kimse yok."
Kafam karışarak baktım ona. "Yani?"
"Kimsenin olmaması birinin olduğu anlamına geliyor," dediğinde hala hiçbir şey anlamış değildim, ben meseleye basit gözlerle bakıyordum belki çünkü bunda hiçbir gariplik görmüyordum, Savaş hayatımdan çıkmasına rağmen bir başkası hayatımda değildi ama sanırım Savaş ve Başak başka bakıyorlardı. Dünyaları, hayata bakışları benden farklıydı ne de olsa. Derince göğüs geçirip devam etti. "Başak beni tanıyor. Onunla geleceğimizi planlayacak kadar uzun zaman geçirmemize rağmen ben ondan ayrılır ayrılmaz hayatıma başka kadınları almıştım, durumdan etkilenmedim, bunu biliyor ve dahası ondan sonra tek gecelik kalıcı olmayan ilişkiler yaşadığımı da biliyor. Ama senden ayrılmama rağmen bıraktığın boşluk başkasıyla dolmadı, öylece duruyor. Bunu da biliyor."
"Hala bir gariplik yok ki bunda, ben seni aldatmadım ama o aldattı."
Savaş başını hayır anlamında umutsuzca salladı. "Anlamıyorsun, bu onun aldatması ya da senin aldatmamanla ilgili değil. Benim verdiğim tepkiyle alakalı; hissedememekle, etkilenmemekle." Gözleri birbirinin üzerine köpük köpük binen dalgalardaydı. "Senden önceki Savaş, senden sonra hiçbir değişiklik olmadan başka kadınlarla devam ederdi. O bir aydır daha yakınımda, beni gözlemledi. Bu da onun anlamasına yetti."
"Son ilişkimde takılı kaldığımı, yani hayatımdan çekip giden sana bir şekilde bağlandığımı."
Gözlerimin en derin noktasına bakarak bu sözleri sarfetmiş olması içimde bir şeyleri kaynatmaya, kalbimi tırmalamaya başlarken bakışına bulaşan kıvılcımlar boğazımı kurutmaya yetmişti. Bütün duyularım ayaklanmış onun bakışından gelen çağrıya cevap veriyorlardı. Savaş ilk defa bana bağlandığını itiraf ediyordu. İlk defa. Ve bir şekilde biliyordum, bu bedenimle ilgili değildi. Anlayamadığı bir şeyle ilgiliydi. Ona kontrolünü kaybettiran, sözünün aklına geçmediği bir şeyle ilgili.
Aramızdaki elektrik neredeyse elle tutulur yoğunluktaydı. Böyle bir an daha önce yaşanmamıştı hiç, kalbim delice çarpıyor kanım damarlarımda karşımdaki denizin dalgalandığı gibi dalgalanarak hızla akıyordu. Bunun bir an sonrası olmalı diye düşündüm, bir an sonra bana diyebilmeli. Beni sevdiğini. Bana aşık olduğunu.
Savaş gözlerini benden çekip denize baktı. Hayır oraya değil, bana bak kalbim çarparken. Sanki dokunsam kalbinin kalbime eşlik eden ritmini duyacaktım. Ve ya şimdi olursa, olmaktaysa duygusunu neredeyse tadıyordum. Dilimin ucundaki tadı, göğsümdeki çarpıntıyı başka türlü açıklamam mümkün değil yoksa.
"Türkiye'ye dönerken kafasında belli bir amaç vardı," diye devam ettiğinde yüreğim umutsuzlukla karardı, istediğim şekilde gelmeyen kelimeler yüzüme sertçe kapanan kapıydı. O bakışın ardından harfler Başak için biçimlenerek çıkmamalıydı, bizimle ilgili devam etmeliydi cümle. Harfler bizim için biçimlenmeli, kıvam kazanmalı, ağırlaşmalı, derinleşmeliydi; son hali seni seviyorum olmalıydı. Böyle olmalıydı. Böyle işte. Ama olmuyor, olmuyor işte. Neden olmuyor, bir türlü olamıyor. Neden?
Dilimin ucundaki tat her neyse yerini şimdi hayal kırıklığının tadı almıştı, anlamsız gelen umut yaz esintisi gibi silinip gitti göğsümden. Savaş'a verdiğim zamana umutlarımın karıştığı aydınlanmasını yaşamak bedenimi katılaştırdı. Benim kalbim, aptal kalbim hep nöbette. İki kelime için. Nerede olursa olsun, içinde nasıl acılar yaşarsa yaşasın kalkar nöbetine devam ederdi.
"İkimizin yeniden bir araya geleceğini düşünüyordu."
"Bu çok saçma," diye hırçınlaştım; dünün yorgunluğuyla bugün olanların huysuzluğu arasında nefesimin daraldığını hissediyordum. "Seni sevmiyor bile."
Bunu ağzımdan kaçırmak istememiştim, kaçırdığım gibi de utanıp gözlerimi kaçırdım. Kıskanç bir kadın gibi görünmek istememiştim.
"Başak," dedim daha sakin çıkmaya zorladığım bir sesle, daha az duyguluydu. "Geçmişinizden bahsederken anladım, o seven bir kadın değildi ya da geçmişte sevdiyse bile şu an seven bir kadın değil." Bakışlarımı onun yüzünde gezdirirken ayın altında bu kadar çekici olmasından rahatsız oldum. "Seni sevmiş miydi?"
"Bilmiyorum, bunun bir önemi de yok zaten o geçmişte kaldı."
Tuzlu esinti genzimi doldururken çıplak bacaklarımı kendime çekip kollarımı etrafına doladım. "Geçmişte kalsaydı şimdi yanında olmazdı."
Başak oradaydı, onunlaydı, ben buradayım. Sanki geçmiş bendim ama şimdi Başak'tı.
"Eski nişanlın etrafındayken benim peşimde olmandan nefret ediyorum."
"Ben de senin kadar bu durumdan rahatsızım, senden daha fazla bile. Araya babamı koydu, babam olmasa şirketten adımını attırmam. Yakında bu sorun ortadan kalkacak ve etrafımda olmayacak."
Yurt dışına geri döneceğini düşündüğünden mi yoksa Başak'ın sonunda pes edip duracağından emin olduğundan mı böyle konuşuyordu bilmiyorum ama bunu merak edip onun hakkında daha fazla konuşmamaya, ayrıntı almamaya karar verdim. Başak kalıp Savaş'tan vazgeçse de olmayacağını anlayıp çekip gitse de bizim için gelmekte olan o sonu değiştirmeyecekti.
Bir süre sessizce dalgaları izledik.
Savaş bacaklarıma sarılmış sağ bileğimi çevreleyen bilekliğe dokunup, "Kırmızı bileklik," dedi. "Çok sade... yine de sana yakışmış."
Kırmızı olan her şey nasıl da dikkatini anında çekiyordu, kırmızı yerine başka bir renk olsa bilekliğim eminim aldırmazdı. "Küçük bir takı dükkanından aldım bu hafta, bazı inanışlara göre kırmızı bileklik şans getirirmiş. Öyle söyledi bunu satan kadın."
Savaş elbette bu türden batıl söylemlere inanmazdı, ondan gelecek alaya kendimi hazırlarken, bileğimdeki kırmızı ipten yapılma bilekliği hafifçe okşarken, "Eğer böyle bir şey varsa, buna en çok benim ihtiyacım var," diye mırıldandı, mevsim kahverengi gözleri dalıp gitmişti bilekliğimin bir noktasına. "Özellikle önümüzdeki şu günlerde."
Aramızda olanlara mı yoksa bu günlerde yoğun olan işlerine mi ya da belki her ikisine birden mi gönderme yapıyordu anlamıyordum ama kenara bıraktığım bez çantamı alıp içinden hediye paketini çıkardım ve Savaş'a verdim. "Bu nedir?"
Birden anımsadım, Savaş bana pek çok kez hediye almıştı ama ben daha önce ona hiç hediye almamıştım. Doğum gününden sonraki gün bile. Savaş gerek olmadığını söylemişti söylemesine de kim hediye aldı diye memnun olmazdı ki neticede. Aman Allah'ım! Ona verdiğim ilk hediye aptal, sıradan ve onun için almadığım bir şeydi. Hep onun bencillikleri gözüme batmıştı, kendi bencilliğimi fark ettiğim ilk seferdi.
Çok garipti, sanki geri dönüp ilişkimizin ayrıntılarını her düşündüğümüzde altından başka başka şeyler çıkıyordu.
Mini paketi açıp içindekini avucuna düşürdü. Kırmızı bilekliğimin aynısıydı.
Tabii böyle bir şey beklemediğinden çok şaşırdı, bakışları bileklikle benim aramda gidip geliyordu. Üstelik daha önce kimse ona bu derece basit sıradan bir şey almamıştır da ama buna aldırmamaya karar verdim. Gülümsedi, hatta ufaktan seslendirdi bu gülümsemeyi. "Bana da mı almıştın?"
"Hayır, sana değil... bu Beren içindi," dedim dürüst davranarak, elindeki bilekliği alırken. "Madem şansa ihtiyacın olduğunu söylüyorsun, o zaman senin olsun. Ona başka bir tane alırım." Bilekliği bileğine bağlamaya başladım. Bunu verdiğim için biraz utanmıştım ancak laf ağızdan bir kere çıkmıştı. "Kırmızıya özel bir düşkünlüğün olmasına rağmen giyim kuşamda, taktığın hiçbir eksesuarda kırmızı kullanmazsın sen ama iş dünyasına dönmeden önce hafta sonu bileğinde kalabilir."
"Konu oralara gelirse tam bir cinsiyetçiyim de ondan, kadın ve erkek renkleri olduğuna inanırım." Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. "Ve kırmızının sadece sana yakıştığını bilirim." Bileklikli elimli tutup bileğime tüy gibi hafif ve yumuşak bir öpücük bıraktı. "Eh şimdi çift gibi olduk desene, şu mide bulandıranlardan hem de."
Savaş yerinden kalktı, pantolonundaki ince kumları silkeledikten sonra elini bana uzattı. "Bu hafta sonu buradayım, birlikte bir şeyler yapalım."
Bana uzanan avucuna şaşkınca bakakaldım. "İkimiz mi?"
"Evet ikimiz," dedi değişik bir ses tonuyla. "İstemez misin?"
Daha önce kirli bir ilişkinin kirli sırrı olduğumdan Savaş'la dışarda normal sayılan hiçbir şey yapmamıştık, ikimizin de böyle bir talebi olmamıştı zaten çünkü her ikimiz de bunun normal bir ilişki olmadığının bilincindeydik. Hayır. Aslında içten içe bunu talep ediyordum, her gün her an her zaman ama ona doğrudan söylemeye hiç cesaretim olmadı. Ölmeye başlayan kirli ilişkinin son günü gelip çattığında bunu kendisinin teklif etmesi dışında.
Savaş bu isteğime hak verip anlamıştı. Nasıl olduysa Savaş doğum günümde, bundan sonra normal çiftler gibi dışarda bir şeyler yapabileceğimizi söylemişti ve gecesinde bu sözler sigara dumanı gibi dağılıp kaybolmuş, önemi kalmamıştı. Ona sevdiğimi söylemiştim. Sevdiğimi söylediğimden.
Tamam düşünme. Bunu binlerce kez düşündün zaten.
Elimi avucuna bıraktığımda beni yukarı doğru çekiştirdi. Etrafına bakındı, "Ne yapsak?"
Arkasına dönüp bakındığında, "Konser var bugün," dedim cemre gibi bir heyecan düştü içime, kalbim göğsümü dövüyor çıkar beni burdan der gibi çalıyordu göğsümün kapısını. "Konsere gidelim."
Savaş bana dönerken, "Hayır," dedi anında ve bu kadar hızlı reddedilmeyi beklemediğim için bir an şoka uğramışlık duygusu, onunla bir şeyler yapma düşüncesiyle şahlanan heyecanımı alıp yere çarptı. "Konser olmaz."
"Ha... Şey... evet..." dedim sesim içime kaçarken, hevesim akıp gitti. Ben doğru anlamamış olabilirdim belki Savaş hala aynıydı. "Medya vardır, hem sonra herkes telefonla çekim yapıyor yanlışlıkla birileri çekebilir seni. Belki beni de."
Savaş bana bir adım atıp belimden yakaladı ve bedenimi bedenine gömmek istermiş gibi kendisine sertçe çekti. Diğer eliyle saçlarımı kulağımın ardına sıkıştırıp, "Ondan değil," dedi, gözlerime diktiği gözleri alevler gibi parlıyordu; bizi hala bir arada tutan o güçtü parlayan. "Seni bir aydır görmüyorken bir konsere gidip senin dışında birine gözlerimi dikmek, senin dışında birini dinlemek istemiyorum."
Kelimeler akıp giden heyecanımı tamir edip beni yeni bir duyguya sürüklerken başını yavaşça yana eğimleyip dudaklarımı dudaklarının arasına hapsetti. Bir girdabın içinden ona doğru akarken duygularım öpüşüne karşılık verdim, göğsümde yeni bir ateş yanmaz sandım ancak yanmaktan çok daha fazlası oldu; alev alev yanıyordum.
Savaş sadece birkaç saniyeliğine ayrılıp, "Seni çok özledim," dedi öpücüklerinin arasında inleyerek, ben de ondan farklı durumda değildim, ona söyleyemedim. Baş parmağı alt dudağımda uçtan uca sürtündü. "Ve bu güzel, canlı dudakları."

Bu saniyelerden sonra dudaklarıma bıraktığı ıslak iz kurumadan tekrar dudaklarıma kapandı ve daha tutkulu öptü. Gözlerimi yumdum. Dudaklarının dudaklarımdaki ateşli hareketi beni yerle yeksan ediyor, ruhumdan parçalar koparıp ağzının içine çekiyordu.
Yavaşça uzaklaştığında sertçe yutkunurken adem elması hafifçe oynadı ve... kahve tonundaki koyu gözleri yine bambaşka bakıyordu; o bakışın sıcak soluğunu kalbime üflüyordu. Aramızda ani başlayan elektrik elle hissedilecek kadar yoğundu. Titreyen kalbim ona aldanmasın diye bu sadece bir hayal, sadece bir rüya diye direttim içime. Belki bir sokak oyunu, zamanı dolunca evlerimize dağılacağımız.
Hiçbir zaman anlamayacaktım, sevemeyen birinin böyle bakabilmesini.
Öyle bir bakış ki ben bile bir isim veremem, öyle karmaşıklaşıyor zihnim.
Birden beni kendisine çekip sarıldı. "Kıpırdama," dedi. Kıpırdamadan öyle kaldık bir süre. "Nasıl iyi geldi, bilemezsin."
Bunu yoksunluk çekip aylar sonra bir bardak alkole kavuşmuş bir alkolik, haftalar sonra bulabildiği tek sigarayı tüttüren bir tiryaki gibi söylemişti. Bunda şaşılacak bir durum yoktu, artık yoktu. Onu tanıdığımdan beri. Savaş Akduman, dokunuşların alkoliği temasların tiryakisiydi...
Kendime sakin olmayı telkin edip kontrolümü elde etmek için derin bir nefes alarak, "Buraya yakın bir dondurma dükkanı var, dondurmaları çok lezzetlidir," diye önerdim. "İstersen oraya gidelim."
"Bak bu olur işte; seni göreceğim, seni duyacağım."
Bir an bir şey diyecekmiş gibi baktı, diğer an eli elime uzandı; dudaklarına yaklaştırıp öptü. Ardından yavaşça indirdi ama elimi bırakmadan parmaklarını parmaklarımın arasından geçirdiğinde huzurlu bir yaşam duygusu bulaştı birbirine dokunan avuçlarımıza. İhtimalini bile asla düşünemezken ben, şimdi onun elini tutuyorum dışarda, öylece, kuralsızca, birisi görebilir korkusu olmadan, sadece biz öyle olmasını istediğimiz için.
Ve birleşmiş ellerimizin görüntüsü ruhuma yerleşiyor, bir sevgilinin görüntüsü gibi...
Beş dakika sonra bahsettiğim dondurmacının kapısından girdiğimizde sıcak Antalya akşamından dükkan serinliğine girmenın o ani ve hoş duygusu çevreledi bizi. Hafif bir vanilya, kakao ve taze meyve kokuları, kare masaların rahatlıkla koyulabildiği geniş dükkanın içine yayılmıştı. Pastel tonlardan yumuşak bir pembeye boyanmış duvarlarda bu tonların sakinliğini bozmayan ufak çiçek tabloları asılıydı.
Cam önündeki bir masaya geçip oturduğumda Savaş dondurmaları almak için dondurma tezgahının ardında bekleyen dondurmacının önünde durdu. Tezgahın önünde iki kişi daha vardı ondan başka ve adamlardan biri yazlık renkli bir gömlek giymişti. Savaş ve renkli gömlekli adam yan yana iki zıttın resmi gibiydiler, o tür bir gömlekle hayal bile edemiyordum.
Savaş içinde karışık dondurmaların olduğu cam kaselerle dönüp birini önüme bıraktığında yerine geçip, "Buraların bu kadar sakin olacağını düşünmezdim," dedi.
"Bugün konser var, çoğunluk oradadır yoksa bu kadar sakin olmuyor genelde."
"Gelmeseydim sen de gidecek miydin?"
"Çok değil... Ben sadece..." Durdum. Omuz silktim. "Odamda yalnız başıma oturmak istemedim."
Savaş biliyorum dercesine başını salladı. "Gazete haberi seni huzursuz etti." Ona ters ters bakınca, "Tamam konuyu kapattım," dedi hemen akıllıca davranarak. En son istediğim şey canımın onlar yüzünden sıkıldığının yüzüme vurulacak olmasıydı.
Telefonu çalınca ceketinin iç cebinden çıkardı. Açmak yerine ekrana uzun sayılacak bir müddet bakınca kim olduğunu merak ettim arayanın. Başak mıydı? Ondan mı açmak istemiyordu?
Elimdeki kaşığı dondurma kasemin kenarına bırakıp kollarımı göğsümün üzerinde birleştirdim. "Neden açmıyorsun?" diye sordum geriye yaslanarak. "Yoksa arayan Başak mı?" Kaşlarım her kelimeyi vurgulayarak kalkıp inmeye başladı. "Açsana, çekinme, rahat ol lütfen."
Savaş telefonu meşgule alıp masanın kenarına bıraktı. "Başak değil," dediğinde kaşlarımı ona inanmadığımı belli edercesine biçimlendirerek havaya kaldırdım. "Anlaşıldı, konuşmamız seni tatmin etmediyse neden söylemiyorsun?"
"Ne söylememi bekliyorsun ki?"
Sesi kesilen telefon tekrar çalmaya başladığında Savaş gözlerimin içine bakarak cevapladı. "Efendim baba?" Tavırlı, kesin duruşum bozuldu tabii.
Hakan Amcanın sesi kulaklarıma dek uzandı. "Neden sana ulaşamıyorum? Kaç kez aradım seni farkında mısın?"
"Yarın yapılacak o toplantıyı nasıl iptal etmek istersin Savaş? Sana yapmamanı söylemiştim, bunu yapamazın."
"Ben de yapacağımı söylemiştim ve yaptım bile."
"Evine uğradım, Nimet'e hafta sonu evde olmayacağını söylemişsin." Sesi sertti. "Her neredeysen hemen geri dön."
"Dönmüyorum, zaten artık çok geç. Çoktan ertelettim."
"Sen ertelendiğini sanıyorsun, bunu zamanında öğrendiğim için şanslıyız sekreterine ertelememesini söyledim. Yani yarın belirlendiği saatte toplantıda olacaksın."
"Oğlum... Seni ne böyle tembelleştiriyor bilmiyorum, iki haftadır bir tuhafsın. Şimdi kapatıyorum, geldiğinde konuşacağız."
Savaş sinirlenmişti, telefonu kenara bırakırken göğsü sinirden inip kalkıyordu.
Yine de benimle konuştuğunda sakindi. "Kıskançlığın bana pahalıya mal oldu görüyorsun, değil mi?"
"Ben kıskanç değilim, ayrıca sonunda açman gerekecekti telefonu. Kapalı tutamazdın ya."
"Aslında tam da öyle yapmayı düşünüyordum. İnsaflı olduğumdan kıskanç demiştim ama eğer öyle değilsen o halde paranoyaksın demektir, biliyorsun."
"Paranoyak da değilim." İşler oraya gitse de. Maalesef benim açımdan olaylara aldırmamak kolay değildi. Dondurmamdan bir kaşık aldım. "Hem o kadar önemli toplantıların varsa İstanbul'da kalmalıydın, ne diye geldin ki?"
"Hadi canım. Bir de soruyor musun?"
"Biraz konuşayım o zaman," derken öne kaymıştı. "Seni görmek için sabırsızlanıyordum ve sen davet ettiğim lansmana gelmeyi reddettin. Yapabiliyorsan eğer gerçekten zalim ve müthiş inatçı olabiliyorsun, esneklik göstermiyorsun."
Gözlerine saklanılması mümkün olmayan yoğun duygularla baktım. "Ben sen her gel dediğinde gelmiştim Savaş, çok gelmiştim."
Kısık sesim bir çığlıktan daha hızlı çarptı yüzüne, sert bir tokat yemiş gibi ifadesi dağıldı.
Sesimdeki anlamı o zamanlardaki ona gelişlerimin anlamından daha hızlı çözdü. Artık ona gidip de eli boş dönmeye mecalim olmadığını, ona gidecek yeni bir adım için hala kırgın olduğumu görebiliyordu. Her şeyi anlayan o, bu kırgınlığın derinliğini anlayabilir miydi? Bazı zamanlar bana yüzeysel baktığını, yüzeysel gördüğünü düşünmekten alamıyordum kendimi.
Bana karşılık vermeden öylece yüzüme bakarken dudakları birbirine dokunarak kendi çizgisiyle şekillenmiş, gözleri rahatsız olmama yetecek bir dikkatle yüzüme dikilmişti. Dondurmamdan bir kaşık aldım, bakışlarımı dışarı çevirirken. "Haklsın," dediğinde ağır ağır, tekrar ona baktım. Açıkçası birkaç kelime daha bekliyordum. Haklısın demişti ama iş adamı kıvamındaydı, haklısın çünkü sana haksızlık ettim ve suçluyum, haklısın pişmanım gibi bir tonu yoktu bu kelimenin.
Keşke kafasının içine girip o tek düze tınının ardındaki niyeti görebilsem.
"Artık ben sana geleceğim diyebilmeyi isterdim Nüket ama senin gelişlerin kadar bile zamanım yok benim."
Aramızdaki hava başka bir şeyin ağırlığı altında yoğunlaşırken, "Haklısın," dedim ben de tıpkı onunkine benzeyen bir kıvamda. Zamanın olmayınca böyle oluyormuş demek, kelimeler tek düze tınıların arasına sıkışıyormuş.
Biraz havadan sudan konuştuk, onun seansına konuyu getirdiğimde ayrıntı vermeden, "Devam ediyordum, Burak yaz tatiline çıkınca ara verdik," dedi. "Benim de işlerim, biliyorsun ya."
Başımı salladım. "Hakkında çıkan haber konusunda bir şey yapmayı düşünüyor musun?"
"Yani haberi resmi olarak yalanlayacak mısın?"
Başını hayır anlamında salladı. "Hayır." Ben bir an öyle bakınca, "Hoşlanmadın sanki?" dedi beni tartarcasına.
"Hoşlanmamak değil de..." Tamam birazcık bu da vardı ama ona söylememe gerek yoktu. "Anlayamıyorum sadece, neden hakkında çıkan haberlerin doğrusunu anlatmıyorsun?"
"Ailemiz genel olarak medyada hakkımızda çıkan haberlere karşı bu tür açıklamalardan kaçınır. Doğrulayan ya da yalanlayan hiçbir açıklama yapmayıp tarafsız kalmayı tercih ederiz. Haber bir kez yayılınca açıklamalar genellikle kimsenin umurunda değildir."
Kimsenin umurunda değil midir? Sosyal medya üzerinde onlar için yorumlar devam ederken, romantik editler yapılıyordu.
Derin bir nefes aldım, pekala Savaş Akduman bunları umursamıyorsa ben onun yerine umursayacak değildim elbette. Ne hali varsa görebilirdi.
Dondurmamdan son kaşığı alırken ben, onun dokonulmamış dondurması bir gün aramızda olanların eriyip gidecek olması gibi eriyip gitti. Dondurma dükkanından çıktığımızda orada konuşulan her şeyi orada bırakmıştık ya da esintisinin dağıttığı duygulardan bizi tartışmaya götürecek sebeplerden kaçınıyorduk.
"İstanbul'a geri döneceksin değil mi?"
Dönmesini istemiyordum. Gideceği yerde onu bekleyen, onunla vakit geçirmek için an kollayan Başak olduğunu bilmesem dert etmezdim, gerçekten ama içim hiç rahat değildi. Gözlerimin önüne sadece fotoğraflar gelmiyordu aynı zamanda Başak'la son konuştuğumuz şeyler yankılanıyordu kulaklarımda; o hırs, o öfke, o nefret... kötü bir koku korkunç bir enerji gibi sinmişti üzerime bir kere, atamıyordum üzerimden.
Gitme, benimle kal demek geçiyordu içimden. Bu yapacağım en aptalca şey olurdu, yine hiçbir şey olamayışımızın engeline takılmıştım işte. Adımızın olmayışına, ötekinin sınırlarına rahatça giremeyecek olmamıza.
"Geri dönmeliyim," dedi istemeye istemeye. "Pazar akşamı geri geleceğim ama, senin için."
Bugün cuma, pazara bir şey yok.
Hemen gelir. Bu içime bir nebze su serpti.
Karşıya geçip sahil yoluna girdik, su kenarı daha serindi. Savaş birden beni durdurdu. "Pazar akşamı benimle yemeğe çıkar mısın?"
Düşündüm. "Daha rahat olacağımız salaş bir yemek mi, daha resmi sayılan türden özel bir yemek mi?"
Düşünür gibi yaptı. "Resmi ve özel diyebiliriz."
Başımı evet anlamında salladım. "Olur."
Yüzünde bir sırıtma oluştu. "Bana böyle tamam, olur, evet deyince çok tatlı oluyorsun."
Gözlerem kıstım. "Yaa evet, ben biliyorum senin işine geldiğini falan ama..." İki işaret parmağımla havada bir daire çizdim. "Senin zamanının sınırları içerisinde olduğumuzdan kaynaklı olumlu kızım şu an. Bunu hatırında tutsan iyi olur, odamda senin için dökülen yaprak sayaçları var."
Yüzü asılır gibi oldu kısacık. "İki dakika tatlı durmaya dayanamıyorsun, hemen boz. Hemen."
"Fanusu gideceğim her yere götürmemi, baş ucumda tutmamı isteyen sendin. Her sabah uyandığımda ilk gördüğüm o. Benim durumum seninkinden daha kötü."
"Anladım, üzerinde baskı hissediyorsun sen. Bir sabah uyandığında, son yaprak düşmüş olacak ve sen beni sonsuza dek kaybedeceğini düşünerek her güne bir cenazeye uyanır gibi uyanıp üzülüyorsundur."
Gözlerim şüpheyle kısıldı. "Amacın bu olduğundan mı fanusu almamda ısrar ettin?"
"Baskıyı bölüşmenin adil olacağını düşündüm tabii ama cenazeyi abartıyorum o kadar da olmuyordur değil mi?"
Aldırmamaya çalışarak, "Olmuyor," dedim. Oluyor. Bazen. "Yine de sıkıntı işte."
"Hiç dert etme, avantajlı olan sensin. Fanusu istediğin zaman aramızdan çekebilir ve her şeyi normal akışa bırakabilirsin."
Bundan sıyrılma arzusuna gözlerimidevirme ihtiyacı hissettim. "Hiç heveslenme, öyle bir şey olmayacak Bay Ukala."
Antalya'nın yıldızlarla dolu gecesinin altında yan yana ilerledik, sıcak Akdeniz esintisi sahil yolunu canlandırıyordu. Birdenbire gelen fişek gürültüsü bizi yerimizde durdurdu. Sahil yolundaki hareketlilik bizim gibi durdu, kalabalık yavaş yavaş suskunluğa büründü, tüm gözler gökyüzüne çevrilmişti. Birden, havada patlayan ilk renkli ışıkla gece aydınlandı. Parlak kırmızı ve altın sarısı fişekler, karanlık gökyüzünde çiçek açar gibi dağıldı, ardından masmavi, mor, pembe renkler birbirine karışarak denizin yüzeyinde yankılandı.
Başım göğe yükselmiş ard arda patlayan renkli havai fişekleri izlerken, "Çok güzel," diye fısıldadım.
"Evet," dedi Savaş, "Sana benziyorlar."
Güldüm. "Bana mı? Havai fişeklerin nesini bana benzettin?"
"Hoşlanıp hoşlanmayacağından emin değilim, devam edeyim mi?" Benden izin gibi bir şey almasına şaşırdım. "Sabıkalıyım ya ben, ondan soruyorum. Ölüm Perisi."
"Merak ediyorum, havada patlayan şeylerle nasıl ortak bir yanımı bulmuş olabilirsin?"
Savaş yanımdan karşıma geçti, bir adımda aramızdaki mesafeyi kapattı. Parmak uçları yanımda duran elimin üzerinden yumuşak yapraklı bir gülün üzerinden geçer gibi hafif ama yakıcı bir dokunuşla yukarı, bileğime doğru oradan çıplak kolumu dümdüz takıp ederek çıkarken onun çekiciliğini hissetmemek mümkün değildi, parmaklarının hafif temesı vücudumdaki tüm sinirleri uyarıp ürpermeme neden olmuştu. "Sana her dokunduğumda sen de böyle oluyordun, oluyorsun. Önce mutlaka parlıyordun, üstelik bunun için de öyle büyük dokunuşlara gereksinimin de yoktu. Sonra o patlama anı, dağılma... gözlerin..."
Hayret duygusuyla, "Sen...," diyerek sözünü böldüm. Sonra hatırladım, şehvetle tenime her dokunuşunun ardından dudaklarının sürüklediği sözcükleri.
Mevsim kahverengisi gözlerin derinliklerinde bir şimşek çaktı. "Sana her gözlerini açık tut dediğimde, bal rengi gözlerinin aldığı tonları kaçırmak istemiyordum," dediğinde sessiz ancak göğsümü titreten bir nefes aldım. Kafamın içinde davetsiz bir düşünce başını çıkarıp dans etmeye başladı. "Ben bundan daha güzel bir havai fişek gösterisi bilmiyorum."
Mevsim kahverengisi gözler sözcük seçimiyle birlikte hiç olmadık şekilde eşsizleşmiş görünüyordu, yorumuna ne diyeceğimi o kadar bilemiyordum ki ona sapık diye bağırıp itmeli miydim yoksa sıradan bir şeyde olağanüstü bir şey bulabilen biri olduğu için hayranlık mı beslemeliydim karar veremiyordum. Hiçbir inceleme onunkisi kadar kişisel ve yakın olamazdı, büyüleyiciydi. Aynı derecede belirgin bir şekilde rahatsız edici.
Bakışındeki şehvet, kelimelerindeki tutku, duruşundaki güç irademde öyle bir çatlak açmıştı ki bana şimdi odama gitmeyi teklif etse kararlı durup yok diyebilir miydim bilmiyorum. Ona cinsel yönden bir şeyler hissetmek istemiyordum, aramızdaki karmaşa devam ettiğinden bunun yeri de zamanı da değildi. Ancak kıyaferlerinin içinden taşarak tenime süzülen sıcaklığı bedenimin aklını çeliyordu. Yine de idare ederdim.
Ve bir de şu vardı; onu öpmek istiyordum.
Ona bir adım atıp bunu yapmak istiyordum ama yapamazdım. Her nasıl olursa olsun, küçücük bir adım olsa da yapamazdım. Ona gitmelerin çağı kapanmıştı bende.
Savaş anladı. "İstersen beni öpebilirsin," diye fısıldadı yüzüme yaklaşıp, kokusu etrafımda sarhoş edercesine yoğunlaştı. "Kimse bilmeyecek, bizim sırrımız olacak bu. Söz."
Bir adım gerileyip aramızı mesafelendirdim yeniden. Savaş gözleriyle açtığım mesafeye baktı, dudaklarındaki sırıtmama çabasını görüyordum elbette. İçimden onu tokatlayarak buna son vermek geçerken konuştu. "Hiç değişmeyeceksin, her zaman yapmak istediklerini istemediklerinle değiştireceksin."
Beni bu kadar çıplak görebilmesinden nefret ediyorum.
Rüzgarın yüzüme estirdiği saçlarımı arkaya itti. "Evet kendimi beğenmişin tekiyim, bir de seni... Tamam mı?"
Gülümsedim. "Tamam," dedim ve denize karşı dönüp gökyüzündeki şölene bakmaya başladım.
Bir süre sonra Savaş da yoğun bakışlarını üzerimden ayırıp benim gibi dönüp havai fişekleri izlemeye başladı.
Ve onunla sıradan çiftler gibi bir şey yapmanın o müthiş huzuru bizi yan yana yakaladı, tamamladı. Sadece bir şey eksikti. Tek şey.
🌹
Pazar sabahı gözlerimi araladığımda, daha başım yastığımın çukurundan kalkmadan zihnimde köşe bucak tek bir şey yankılanmıştı. Bu akşam Savaş'la yemeğe çıkacağız. Savaş sıradan olmayan önemli bir yere gideceğimizin imasını yapmıştı ama özel olacağını söylememişti. Gözlerimi tavana diktim, saçımın ucunu parmaklarıma kıvırıp oynamaya başlarken akşamı düşündüm. Ne giymeliydim? Rengi ne olmalı? Saçlarımı nasıl şekillendirmeli, nasıl toplamalıydım?
Birden yataktan doğruldum. Ne diye böyle büyük bir olay olacakmış gibi heyecanla kıvrılıyorum?
Hayır, tut kendini aptal. Sakın heyecanlanma. Bu iyi değil; iyi olmaz, iyiye gitmez.
Ama olmuyor işte, tutamıyorum kendimi. O zincirlemek istediğim heyecan kıpırdanıyor kalbimde ve uzanıyor bedenimin sahillerine.
Yine aynısı oluyor, Savaş Akduman virüsü girince sistemime baştan aşağı bozuluyor kimyam; bir anım ötekini tutmuyor, düşüncelerim birbirine karışıyor, hislerimi takip edemiyorum. En önemlisi... Aramızdaki her şey yolundaymış gibi onun için hazırlanmaktan kendimi alamayacak oluşum.
Yataktan çıkıp aynanın karşısına geçip kendime baktım. 'Heyecanlanırsan heyecanlan ama bu bir randevu değil.'
Kapım tıklatılınca yataktan çıkıp açtım, gelen Duygu'ydu.
Odaya adımını attığı anda konuşmaya başladı. "Umarım bugün iyisindir, çünkü akşamki parti için mazeret falan kabul etmeyeceğim."
"Haberin yok tabii, dün konser alanında gemi gezimizde gördüğümüz şu çocuklarla karşılaştım. İçlerinden birinin buraya yakın yazlığı varmış ve bizi de davet etti. Kızlarla okeyledik."
Başımı hayır anlamında salladım. "Olmaz," dedim hemen, gözleri şüpheyle kısıldı. "Ben bugün de dışarı çıkmayı düşünmüyorum, odamda kalacağım."
Savaş Akduman'la randevum var! Randevum.
"Nüket ne oluyor sana iki gündür, konsere gelmedin bugün de partiye gelmeyeceksin."
"Ve bu dünyanın en tuhaf şeyi de değil üstelik, tüh tüh nasıl olur?"
"Geç dalganı, bak ne diyeceğim gemide seninle ilgilenen çocuk telefon numaranı istedi benden."
Kaşlarımı çattım. "Öyle bir şey yapmadın ya?" diye sordum şüpheyle.
"Sana sormadan iznini almadan yapar mıyım, yapmadım tabii. Ama görsen ne hevesli, vazgeçmeyip instagramını istedi sonra." Ona yine şüpheyle bakınca, "Bakma öyle, onu da vermedim. Ama seni gözüne fena kestirmiş, partiye gelmeni özellikle istedi. Besbelli seni orada ikna edebileceğini düşünüyor."
Omuz silktim. "Ne düşündüğü de kendisi de umurumda değil."
Acaba bir gün Savaş'ın bana hissettirdiği binbir çeşit duyguyu başkası hissettirebilecek miydi? Kızlardan dolayı denk geldiğim birçok erkek oldu burada, hiçbir erkekte o yoktu, onlarda Savaş'a ait şeyler aramak hataydı ancak olmuyordu işte. Arıyordum, inceliyordum ve konuşma başlattıklarında olmaz bundan diyerek soğuyordum.
Savaş'taki o tutkulu gözler, bana ilgili bakışı, tereddütsüzlüğü, konuşma şekli, benimle konuşurken doğal bir akışta gerçekten konuşması... Sonra bir de dokunuşları vardı, özlediğim dokunuşlar. Beni çılgın bir arzunun alevinde tekrar tekrar yakması...
Bunların hepsinin birinde toplanacağı bir erkeği nasıl bulacağım bilmiyorum. İç sesim yükseldi yine; var olanı bulmaya çalışmak seninkisi!
"Orasını anladık," diyen Duygu'nun sesi beni düşüncelerimden yüzeye çekti. "Hiç umurun değil de niye böyle yapıyorsun onu anlamadım."
"Hiç oynama Nüket. Geldiğinden beri seninle ilgilenen hiçbir erkekle ilgilenmedin."
Gözleri beni okumaya çalışıyordu. Kendimi karşı cinse karşı kilitlemiş olmamı anlamlandıramıyordu, onlar çekici gelmek istemiyordum bile. "Kısa süreli yaz aşklarına ihtiyacım yok, zamanıma değmezler de onun için." Yaz aşklarıymış. Hah! Ben sonbahar aşkına tutulup kalmış bir aşığım.
Duygu yatağımın üzerine oturdu. "Çok kıymetli zamanından mı yoksa İstanbul'da bırakıp geldiğin bir sevgilin olduğundan mı orası muamma bence."
"Sevgilim yok benim." Kelimeler basitçe süzüldü gitti, ağırlıkları göğüs kafesimin içine gömüldü.
"Vaov... Bu çok hızlıydı." Bir bacağını ötekinin üzerinde attı. "Sevgilin yoksa o zaman kalbin mi kırık?"
"Kalbim kırık da değil." Kırık.
Hem de ne kırık. Ama kıran adam için hala heyecanlanma cesaretini gösterebiliyor. Duygu'ya ondan söz edebilirdim ama yanlış başlattığımız ilişkimizin kirli ve utanç yüklü kısmı öyle ağır basıyordu ki kuzenime üstten bile şöyle bir anlatmak içimden gelmiyordu. Ve sanki Savaş Akduman zaten hayatımdan silinecek bir hayal gibiydi, yakında tamamen öyle olacak, onu sadece anılarımızdan arta kalanlarda hatırlayacağım.
"Bu yıl üniversite zordu, bende kendi kendime bu yıl yaptığım tatilin içeriğini kendim dışında kimseye kafa yormamak adına bir karar aldım. Yani bu durman gereken yer Duygu, kapatalım bu konuyu. Dün akşam yemeden yattığım için kurt gibi acıktım, kahvaltıya gidelim."
Banyoya girmeden önce verdim cevabı. "Ciddiyim, gelmiyorum, size iyi eğlenceler."
🌹
Kırmızı askılı elbisem bedenimi ikinci bir ten gibi sıkıca sararaken yazın getirdiği salaş havadan daha dişil bir arenaya çektiğinde beni, sanki uzun süredir bu histen uzak kalmış gibiydim; kendimi dişil olarak beğendirmenin haz veren arzusu. Savaş Akduman'a. Giyinmeden evvel yumuşak kıvrımlı dağınık topuz modeliyle şekillenen saçlarım hatlarıma hoş denilecek bir samimiyet katmıştı. Yüzümdeki makyaja vurgusunu yapan şüphesiz iddali kırmızı rujdu. Küpe kolye ve bileklikten oluşan aksesuarlarım da bedenimdeki yerlerini usulca alınca son dokunuşu yapıp boynumun iki yanına küçük fıslamalarla parfüm sıkıp saate baktım. 1
Aceleyle İstanbul'a geri döndüğü o günden beri beni hiç aramamıştı ancak bu sabah kahvaltıdan dönerken akşam sekizde geleceğini söyleyen bir mesaj gelmişti ondan, saat sekiz olmuştu ama Savaş ortada yoktu.
Aynaya bakıp saçlarımı bıraksaydım daha mı iyi olurdu diye düşündüm, sonra hayır dedim kendi kendime elbisem uzundu bu yüzden toplanmış saç görünüşümü dengeliyordu. Artık aynaya bakmayı kesmeliydim çünkü kusur var mı diye değil, kendimde yana yakıla kusur bulmak için çabalıyordum alenen. Aynaya uzak koltuğa oturup saate bir kez daha baktım, gelsen ya artık.
Nerede kaldı diye düşünürken zihnimde geçeceği yolların, mıntıkaların, muhitlerin haritası belirip oradan çoktan geçmiştir, şimdi oradan geçmiştir düşüncelerine dalıp batmıştım. Sonunda kapım nezaketle tıklatıldı, heyecanımı bastırmak adına derin bir nefes aldım ve kendime aynadan bir kez daha bakıp elbisemi düzelttim. Kapı çalınana dek zihnmin içi karman çorman, göğsümde durdurulmaz bir hareketlenme vardı; sonra bir anlığına her şey sustu kapıyı açıp da onu karşımda gördüğüm anda. Sonra her hareketlenme daha güçlü geldi.
Bakışları yoğunlaştı ve yoğunlaşan bakışları varlığımı göz hapsine aldı, bir süre hiçbir şey demeden izledi beni; yüzümden boynuma, omuzlarıma oradan daha aşağılara inen bakışları tekrar yüzüme çıktığında o ifade hayatım boyunca aklımda kalacaktı. "Çok güzel görünüyorsun." Gözlerini kamaştırmak istemiştim ve öyle de olmuştu. Elinde muhteşem bir aranjmanla hazırlanmış kırmızı güller vardı. "Bunlar sana."
"Teşekkür ederim. çok güzeller." Sesimde utancın titreştiğini duyabiliyordum. Gülleri koklarkan ben, gözlerinin içinde gördüğüm duygu öyle yabancı geliyordu ki ne olduğunu çıkaramıyordum, adlandıramıyordum belki ancak kollarımı boynuna dolayıp sıkı sıkıya sarılasım gelmişti. Aramızdaki kimyanın güçlü bir şekilde canlandığını hissettim.
Savaş'ın beni dışarı çıkarmaktansa, içeri girip kapıyı arkamızdan kapatmak istediğini görebiliyordum.
"Benim için ilk kez kırmızı elbise giyiniyorsun, hatta ilk kez benim için hazırlanıyorsun."
"Ben sözlerini ciddiye almadan önce şaka yaptığını söylemenin tam zamanı, yoksa hakaret olarak kabul edeceğim."
"Evet hakaret, çünkü altı aylık o dönemimizde senin için hazırlanıp geliyordum. Hatırlarsan eğer... Kovboy çizmeleri falan gibi taleplerin de yer alıyordu bu hazırlanmaların içinde. Şımarık, son derece talepkar olduğunu ne çabuk unutmuşsun."
Şöyle bir dediğimi düşündü. "Kovboy çizmelerine nasıl bayıldığımı biliyorsun ama sözlerimi düzeltmemi gerektirecek hiçbir yanlış yok. Yüzündeki ifadeyi, gözlerindeki bakışı görünce altı aylık o dönemdeki hiçbir hazırlanma benim için değilmiş gibi geliyor, bu bakış kadar özgür değildi hiçbiri. Hep bir köşeye sıkışmışlık, hep bir şeylere sıkılmışlık ifadesi vardı gözlerinde."
Derin aldığım bir nefesle birlikte duygular içime aktı. Gözlerim onun gözlerinden boşluğa, oradan geçmişe kaydı. Ona gitmek için ilk günden son güne hazırlandığım anlar dizilip birikti önümde. Haklıydı, tastamam böyle olmuştu. Kural koyucu o olduğu için kendimi hiçbir zaman özgür hissetmedim. Bugünse aramızda zaman dışında hiçbir kural yoktu. Yanında olmak için bedenimi kullanmasına izin vermeme gerek yoktu ve o da böyle bir şeyi talep etmiyordu. Ya da edemiyor diye yükseldi iç sesim.
"Her neyse," diyerek kolunu uzattı Savaş ve ekledi. "Bana katıl, gidelim."
Gülleri odaya bıraktım ve öyle yaptım.
Savaş kendi içinde müşteri hiyerarşisiyle bilinen önemli bir restoranın beşinci katına getirdi beni; iki kişilik masamız denize bakıyordu ve aramızda camekan olmadığından deniz havası doğrudan tenime, saçlarıma karışıyordu. Şehir ışıkları suyun dingin yüzeyine yansıyıp ufka kadar bir tablo gibi uzanıyordu.
Masaların üzerindeki beyaz örtüler, sadeliğiyle şıklığı birleştirirken, mavi kadife sandalyeler mekâna sofistike bir hava katıyordu. İnce detaylarla süslenmiş porselen tabaklar ve zarif şarap kadehleri, bu yerin özenle hazırlandığını hissettirirken bu katta bizim dışımızda kimse olmamasını neye bağlamam gerektiğinden emin değildim.
Garson, kibar bir gülümsemeyle servis yaparken, arka plandaki hafif bir piyanonun duyulan ezgisi, yumuşak bir atmosfer yaratıyordu. O an, her şeyin kusursuz bir denge içinde olduğu hissine kapıldım; belki basit ama etkileyici.
Dalgalanan denizdeki bakışlarımı Savaş'a çevirdim. "Çok güzelmiş burası."
"Evet," dedi, üzerimdeki gözleri ilgiyle parlıyordu. "Senin beğeneceğini düşünmüştüm."
Şarabımdan almadan önce tadı ve kokusu yerine gelsin diye bardağımı havada şöyle bir çevirerek havalandırdım. "Evet çok etkileyici. Gösterişten anlıyorsun, her zamanki gibi."
Gözlerini kıstı. "İğneleniyor muyum? Hem de sana biraz gösteriş yapmak istediğim için."
"Hayır hayır, keyif alıyorum."
Savaş bir şey diyecekmiş gibi oldu, kıl payı bir farkla bunu beni izlemeye dönüştürdü.
"Tatil sana yaramış," dedi rotasını beklemediğim farklı bir noktaya çevirirken. "Seninle böyle gerginlikten uzak şekilde sohbet etmeyi özlemişim, cuma akşamı da fark etmiştim ama bu akşam daha bir farklısın, her açıdan. Üstelik ışıl ışıl gözlerinle karşımda ışık saçarak oturunca yoksun kaldığım şeylerden birinin bu olduğunu fark ettim. Bugün kusursuz değilse de benim için dünyalara bedel bir akşam oldu, şimdiden."
Dediği kadar farklı olduğumu düşünmesem de elbette, İstanbul'daki stresli hayatımı geride bırakmanın ruh halime pek çok açıdan iyi geldiğini ben de kabul etmeliydim. Herkesten, her şeyden uzaklaşmaların içinde kaynayıp gitmişti yaşananların kırgınlıkları; en azından yoğun olan kısmı hakkında söz konusu edilebilirdi bu. Biraz da tabiatımın uzun süre nefret ve kini içinde tutamayışındeki özelliğindendi.
Zihnimi geçmişin anılarından bir hamlede çekip alarak karşımda duran gerçek görüntüye odakladım.
Şarabımdan bir yudum aldım. "Gittiğinden beri senden haber alamadım."
Savaş bunu benden duymaya hazırlıklı değilmiş gibi bir an şaşkın göründü. "Benden haber almak istediğini bilmiyordum, bilseydim habersiz bırakmazdım. Veya sen çılgınlık yapıp beni arayarak haber alabilirdin." Ben yanıt vermeden yüzüne düşünceli bir ifade yerleşip kaşlarını çattı. O an kafasını kurcalayan bir şey olduğunu anladım. "Gerçi sen daha önce de böyleydin, başından beri şehir dışına çıktığım zamanlarda seni aramıyorsam asla beni aramazdın."
"Bunun hakkında düşündüğün aklıma gelmezdi."
"Yanıldın ama, sen sadece tek bir şeyi düşündüğümü düşünsen de seninle ilgili her şeyi düşünürdüm," dediğinde yemek tabağının yanındaki kadehi kavrayıp yudumladı, gözlerini gözlerimden ayırmadan. Kadehini kenara bıraktı ve kafasını kurcalayan şeyi kelimelere döktü nihayet: "Söylesene neden aramıyordun? Aramak aklına gelmediğinden ya da istemediğinden mi yoksa bilmediğim başka şeyler mi vardı?"
Hemen yanıt vermedim. Bıçağımla ayırdığım bir parça eti tabağımın belli bir noktasında aşağı yukarı çatalımla hareket ettirdim. "Bazen istiyordum aramayı tabii ama..."
"Ama ne?" Gözlerimi tabağımdan kaldırdığımda tamamen cevabıma kilitlendiğini gördüm, çatalı ya da kadehi yoktu elinde ve düz bir çizgi halini almış ağzı da dolu değildi. "Gurur mu yapıyordun, tıpki şimdilerde yaptığın gibi?"
Ama bu ikisi yalnız değildi, sanrılar ve korkular da ortaktı her anımıza.
"Seni arayabileceğimden emin olamıyordum." Kaşları cevabımı anlamsız bulmuş gibi daha derin çatıldı. "Yani biliyorsun işte, bizimkisi sınırları belirlenmiş yatak ilişkisiydi; ben her şey orada başlayıp bitiyor diye düşünüyordum. Sanki seni aramak kural ihlali gibiydi, hakkımda yanlış şeyler düşünmene neden olacak bir rahatsızlık verecekmişim gibi hissetmekten kendimi alamıyordum." 1
"Aslında değil, nasıl dışarı çıkıp bir şeyler yapmayı isteyemiyorsam aynı şekilde arayamazdım da. Sanırım yapışkan biri olduğum gibi bir düşünceye kapılmanın ihtimali beni geriyordu."
Savaş pek sık yapmadığı bir tepki verip, "Siktir," diye mırıldandı. "Nüket..." diyerek eli elime uzandığında elimi çektim hemen. Gözleri boşta kalıp bana tutunamayan eline kaydı bir an sonra hem gözlerini hem elini çekti. "Bu düşüncelere kapılmana neden olduğum için üzgünüm. Bir fark yaratacaksa eğer senin hakkında asla böyle şeyler düşünmezdim. Madem sen bunu itiraf ettin, o halde benim de bir itirafım var. Normalde aramıza koyduğun mesafenin beni güvende hissettirmesi gerekirdi ama hoşlanmıyordum Nüket; senin aramıza koyduğun o mesafeden, o boşluktan, o uzaklıktan."
"Öyleyse neden hiç söylemedin?" Biraz gerildi, aynı gerginliğin beni sardığını hissettim. Onu anladığım anda dudaklarıma buruk tebessüm süzüldü. "Benimki de soru değil mi? Çünkü zaten biteceğini düşündüğünden daha fazlasına kafa yormak istememişsindir."
"Nüket... o zamanlar seninle ilgili kafamı karıştıran pek çok şey olsa da, kafamın içindeki yargılardan geçen her şeyi yanlış değerlendirip ölçüp biçiyordum."
"Neyse ne, boş verelim gitsin. Hepsi geçmişte kaldı." Geçmiş gergin ve ince bir ipti, kopmaya hazır olup üstündekileri dağıtmaya yatkın olan. Konu değişimine ihtiyacım vardı, acilen. "İşlerini halledebildin mi?"
"Hemen hemen." Garson gelip yemek tabaklarımızı tatlı tabaklarıyla değiştirdi, uzaklaşınca Savaş devam etti. "Önümüzdeki haftayı da atlattıktan sonra rahatlayacağım, tatilim o zaman başlayacak benim."
"Hakan Amca... Telefonda sinirli gibiydi, büyük sorun çıkmadı ya?"
"Hayır onunla halledemeyeceğim hiçbir sorun olamaz ama anladı tabii, bunun önüne geçemezdim."
"Kız meselesi olduğunu." Arkasına yaslandı, kadehini masadan ayırmadan parmaklarının arasında çevirmeye başladı. "Ben konu iş olunca kaytarmazdım, o da benim gibi bir erkeğin işinden kaytarmasını kız meselesine bağlamada gecikmedi."
Güldüm. "Bundan nasıl kurtuldun peki?"
Gözlerimin içine bakarak yanıtladı. "Kurtulmadım, kurtulmaya yeltenmedim de zaten. Durumun tam da onun tahmin ettiği gibi olduğunu kabul edip babama kız meselesi olduğunu itiraf ettim."
Birden paniklediğimi hissettim, elimdeki kadeh titredi. Onu düşürmeden önce masaya bırakırken masanın altındaki dizlerimin de ellerim gibi titrediğini fark ettim. "Se... Sen..."
"Hayır Nüket," dedi rahatsız olmuşluğunu belli eden bir sesle. "Diliimin ucuna kadar geldin, çok az kalmıştı ama senden söz etmedim."
Panik yavaşça terk etti bedenimi. Garip bir his kalbimi ayaklarıyla eşelerken, "İyi karar, bu çok yersiz olurdu," dedim. Hakan Amcanın vereceği tepkiden emin değildim, belki kızardı bile. Ve bunu tüm ailesiyle paylaşsaydı ne yapardım sonra? Aklıma Beren gelince ürperdim. Gerçek içime sızdığında suçluluk duygusu da beraberinde sertçe gelmişti. "Ama yine de bu kadarını bile Hakan Amcaya söylemeni anlayamıyorum, biliyorsun aramızdaki bu şey hala doğal değil."
Babasına neden böyle bir şey söyledi?
Ne yapmaya çalışıyorsun sen Savaş?
Yüzünde memnuniyetsizlik belirdi. "Kızgın görünüyorsun, seni biraz olsun rahatlatacaksa o kadının Başak olduğunu düşündü. Gazete haberi işte. Biliyorsun ya."
Rahatlamam gerekiyor ama hayır hiç rahatlamadım, biraz bile. Hatta mantıksız bir şekilde daha çok öfkelendim. Savaş'ın dikkatinden kaçınmak adına öfkeyle kavrulan gözlerimi denize çevirdim, deniz kokusunun içimdeki karanlık düşünceleri silip atmasını istedim. Neden sürekli bu kadının adını duymak zorundayım, benimle ilgili şeylerde bile yokluğumdan yararlanırcasına orayı cismiyle dolduruyordu.
"Onu kıskanmana gerek yok," dediği an, öfkeyle bilenmiş bir hızda ona dönüp, "Kıskanmıyorum ben," diye kızdım.
Tek kaşını kaldırdı. "Neye öfkelendin o halde?"
"Hiçbir şeye," diye tersledim, nasıl bir ateş yandıysa göğsümde nefeslerim dudaklarımı kavururcasına çıkıyordu ağzımdan. "Öfkeli de değilim zaten."
Ama içimde kıskançlıkla başlayan rüzgar deli bir fırtanaya dönüşerek içimde ne varsa yakıp yıkıyordu. Hiçbir şeyin değişmemesinden nefret ediyorum; değiştiremememden, değiştirememesinden. Dönüp dolaşıp aynı yerde takılı kalmamızdan, bir mil yol alamamamızdan. Her şeye, tüm gerçeğe rağmen burada karşılıklı oturarak yemek yiyebilmemizden. Şu masada doğal gibi görünsek de hala doğal değildik işte, hiçbir şey olması gerektiği gibi ilerlemediğinden yapaylığın çelişkisi de karışıyordu anımıza.
Evet kıskanıyorum. Hem de delicesine kıskanıyorum.
Hayatında hep bir gizem olacağım ve öyle de yok olacağım. Hiçbir zaman ortaya çıkıp o kız benim diyemeyeceğim. Onunla olmadığım yerlerde gizli özneliğime başkasının bedeni bu yüzden rahatça yerleşiyor işte.
Savaş iç çekti, "Sen ne istediğinden emin olsan," dedi sakin ama sıkıntılı bir sesle. "Her şey daha kolay olurdu, çoğunlukla."
"Her şeyi ben zorlaştırıyorum yani öyle mi?" diye çıkıştım hırçınlaşarak. Ve imayla ilave ettim. "Çoğunlukla."
"Merak etme ona Başak olmadığını söyledim." Tepkimi ölçmek için onu konuşmaya dahil etmesinden hiç hoşlanmadım ancak bu yanlış anlaşılmayı düzeltmesinden gizlice memnun oldum. Öfkeli tavrıma karşı ne diyeceğinden emin değilmiş gibi göründü bir an ama yine de devam etti. "Gizli kalmak seni mutsuz ediyor, açığa çıkmaksa korkutuyor."
"Tabii senin açındansa gizli kalmak ve açığa çıkmak önemli değil, ne de olsa her iki durumda da seninle yatsam yeter." Bu sözler bilinçsizce kaçıp gitti ağzımdan. Bununla kalsam yine iyiydi, hızımı alamadım. "Eğlenmene bakarsın."
Savaş bana öyle bir baktı ki sanki her şeyi oracıkta berbat etmişim gibi hissettim. Gözleri saniyeler içinde daha önce görmediğim şekilde öfkeyle doldu, bana daha önce hiç böyle ateş saçan kızgın gözlerle bakmamıştı; ne yaparsam yapayım, ne söylersem söyleyeyim. "Problem başından beri bu değil mi? Hala aşamıyorsun, aşmak istemiyorsun. Beni kafanda öyle bir yere oturtmuşsun ki ordan bir santim kaydırıp başka bir yere koyamıyorsun."1
Sözlerindeki ağırlık bendeki diplere çökerken kaya gibi sakinliğini korumaya çalıştığını, bunu yaparken çaba gösterdiğini görebiliyordum; gözlerini görmesem, kasılan çenesini fark etmesem nasıl öfkeli olduğunu bilemezdim. Bu hiç iyi olmamıştı her şeyi elime yüzüme bulaştırmıştım.
Konuşmaya devam etti. "Kafanda seni aksine inandıramayacağım, onunla kanlı bıçaklı olduğun bir Savaş var. Buradayım çünkü seninle yatmak istiyorum, senin için uğraşıyorum çünkü seninle yatmak istiyorum, işimi bırakıp geliyorum çünkü seninle yatmak istiyorum. Bir dakika durup acaba başka ne olabilir diye düşünmeye zahmet etmiyorsun." 2
Aslında dediği kadar netti kafamda her şey ta ki o bu şekilde suçlayıcı bir tonda konuşana, gözlerimin içine adını koyamadığım yoğun bir ifadeyle bakana kadar. Kafamda geçmişle beslenen kesinlikler onun hırçınlaşan mevsim kahverengisi gözlerine bakarken çatlamaya, kırılmaya, parçalanmaya başladığında utanç duygsu tüm ağırlığınca ton ton yıkıldı üzerime. "Öyle değil, Savaş..." Adı dudaklarımda harf harf kırıldı. Açıklama yapmam gerektiğini biliyordum. "Ben sadece... bir türlü emin olamıyorum, ne yaptığından, ne istediğinden, ne olduğumuzdan."
Bazen bedenim için burada olamaz diyor ve kafamın içinde bir avukat kadar esaslı bir savunma yapıyorum Savaş Akduman için ama sonra başka bir anda başta tenim için verdiği onca inatçı mücadele geliyor aklıma ve bedenim için olmasa başka ne için burada olacak diyorum?
Bunları aptal olduğumu kabullenmek takip ediyor ve zorlukla çıktığım bir tuzağın içine yine gönüllüce çekiliyor muyum sanrısı ekleniyor.
"Tamam," diye kestirdi, kendini sakinleştirmek istercesine derin bir nefes aldı. Daha üstüruplu bir tavırla devam etti. "Seninle kavga etmeyeceğim, seni suçlamayacağım da. Böyle düşünmenin sorumlusu benim. Kızgınlığının tamamen o gece yaşananlardan kaynaklandığını düşünüyordum ancak durum aslında bu kadar da basit değilmiş." Sonra beni bir kitap satırı gibi takılmadan, hecelemeden okudu tane tane içime işleyen sesiyle. "Sen o altı aylık dönem içinde belli ki her gün kırılıp inciniyor, sonra sana olan biteni saklıyor ve benden hatta kendinde de saklanıyordun."
Beni yaşananların arasından sıyırıp kendini tek başına suçlu çıkarmasına karşı itiraz yükseldi derinlerde. Ancak son söyledikleri. O son söyledikleri işte...
"Evet," diye itiraf ettim, tırnağımın ucuyla kadehimin kenarını tıngırdattım gerginlikten. "En hoşuma giden özelliğin olmasına rağmen sanırım hiçbir zaman senin gibi dürüst olamadım, kendime ve elbette en önemlisi sana."
"Şimdi anlıyorum o köşeye sıkışmışlık, bir şeylere sıkılmışlık ifadesinin nedenini." Gözleri denize kaydı, ardından yüzü, kendini biraz toparlayabildiğinde yeniden bana döndü. "Ben ne yaptığımı, ne istediğimi biliyorum. Ne olduğumuzu da. Kendimden en ufak bir şüphem yok, tereddütüm de. Yanlış yollarla işim bitti, her şeyin doğrusunu yapmaya çalışıyorum ikimiz için. Çünkü şu an yol karanlıkmış gibi görünse de karanlık sis kalkıp her şey aydınlandığında ikimiz de buna değer olduğunu göreceğiz. Evet Nüket, senin adına da böyle olacağını düşünüyorum."1
"Adıma düşünerek yine küstahlık ediyorsun."
"Küstah olmam gerekiyor, mütavazı olmak belli ki bana bir şey kazandırmayacak." Kafasında bir şeyi tartar gibi duraksadı bir saniye. "Özellikle seni."
"Artık kalkabilir miyiz?" Elime uzanıp tuttu, geri çekmeye çalıştıysam da kuvvetli tutuşu buna engel oluyordu. "Bırak elimi."
"Bırakmam," dediğinde sesinde sonsuzluğun ritmini duymak benim hayal gücümün kuvvetinden mi geliyordu bilemiyorum ama burada sadece elimden bahsetmediği meydanda. "Bırakmak istemiyorum seni Nüket; şu boş kuruntularına, hakkımdaki haksız yargılarına rağmen bu geceyi amacından çıkarmaya niyetim yok." Kesin, keskin, koyu gözlerle. "Her şeye rağmen, sana rağmen kararlılığımı sürdüreceğim."
Gözlerim birden boşluğa daldı, burada kesinlikle bir şey oluyor. O bakış ne şimdi, hem ne dedi O öyle?
Gecenin amacı dedi. Gecenin. Amacı.
Hani görünürde bir şey yokken olacağından emin olduğunuz o anla çarpıştığınızda bir donma hissi gelir, her şey susar, olacağı beklersiniz ya, bana da öyle oldu. Her şeyimle, her şeyine dondum kaldım. Avucundaki elim çırpınmayı bıraktı, Savaş bunu bekliyormuş gibi avucumun içi ona bakacak şekilde elimi çevirdi. Eli elimin altından tutmaya devam ettiğinde, kalbim dahil vücudumdu baştan aşağı avuçlarındaki sıcaklıkta kavruluyordu.
"O kadar inatçısın ki beni hiç görmüyorsun, asla duymuyorsun, kesinlikle anlamıyorsun." Şu an ne olduğunu bilmiyorum ama şimdiye kadar fark edemediğim bir şeyle çarpılmış gibi hissediyorum onun tarafından. "Ben sana ait bir adamım Nüket; gör, duy, anla artık. Olduğun her yerde ve olmadığın tüm yerlerde. Belki birbirimizi ilk gördüğümüz o saniyede gerçekleşti bu, belki altı ay boyunca her gün ama her gün parça parça ve işte bugün bütünüyle."
Sus pus oldum, gözlerimi ondan alamıyordum. Allah'ım nasıl da çekiliyordum sesinden samimiyetle dökülen kelimelerin içine, kelimeleri beni gerçek dünyadan koparıp hiç bilmediğim yerlere götürüyordu. Kalbim ortadan ikiye çatlayıp iki yana devrilecekti şimdi.
"Her seferinde içinde kendinle başlattığın savaşı benimle devam ettiriyorsun ama buna gerek yok, ben savaşman gereken adam değilim. Artık değilim. Bana güvenmelisin, Nüket." Soluğumu tuttuğumda yavaş, dinlendiren bir tonlamada sordu: "Beni dinliyor musun Nüket?"
Dudaklarım tek bir kelime içinde ayrılamadı birbirinden sadece evetleyen bir baş sallama...
Elimi çevirdi, diğer elini yakınlaştırıp avucumun içine bir şey bıraktı, ellerimiz kapattığından bana ne verdiğini göremiyordum. Gömlek kolu geriye doğru gerildiğinden gözlerim son gelişinde ona hediye ettiğim kırmızı ipten bilekliğe takıldı, çıkarmamıştı ya da yanıma gelirken takmıştı. Yüksek ihtimalle ikincisiydi. "Benim gibi her adımını dikkatlice hesap ederek atan bir adam için sana kapılmak bana da büyük bir sürpriz oldu, kapılmamak için direndiğim onca zamandan sonra direnmeyi bıraktım. Sana teslim olmama izin ver."
Onu şu an kesinlikle anlamadığımdan emindim, kendimi anlamadığımdan da emindim. Bana ne oluyor ki kalbim göğsümü yarıp çıkacakmış gibi göğüs kafesimi titreterek, göğüs kafesimin boşluklarında güm güm gümlüyor? Neden gözlerimi ondan alamıyorum? Neden gafil avlanmış gibi hissediyorum çaresizlik içinde? Sıkı eli yavaşça gevşedi, avucuma bıraktığı kadife kutunun üstü yavaşça açıldı, kutunun tepesindeki kan kırmızı ışık altındaki kırmızı taşlı yüzüğü kızıl tona boyadığında nutkum tutuldu.
Ve bombayı patlattı. 2
"Benimle evlenir misin?" 24
Yazar, ELİSYA ROYAL
ـــــــــــــــﮩ٨ـ❤️ﮩ٨ـﮩﮩ٨ـ
Instagram, elisyaroyal
Twitter, ElisyaRoyal
WhatsApp Kanalım: ELİSYA ROYAL
Hikayelerimin ortak sayfası, elisyaroyalhikayeleri
Okur Yorumları | Yorum Ekle |